30 Kasım 2024

, , , ,

O Günün Tanığı Olacağız


Kampın son günü dik tepenin üzerine kamp kurduk. Sabah kamptan ayrıldık. Yola indik. Bir motosiklet gelip beni aldı. Orman, artık ilk adım attığım andan çok farklı görünüyordu. Fıstık ağaçları, mango ağaçları, pamuk, çiçek açmıştı.

Kudurlu köylüler, taze balık dolu büyük bir tencere göndermişlerdi kampa. Elime 71 ayrı malzemeden oluşan bir liste tutuşturdular. Liste meyvelerden, sebzelerden, tohumlardan ve ormandan toplanan böceklerden oluşuyordu. Yanlarına da pazar fiyatları iliştirilmişti. Bu liste, aynı zamanda onların dünyasının haritası gibiydi.

Orman postası geldi. Bana iki bisküvi getirmişti. Narmada yoldaştan bir şiir ve bir de kitap arasında ezilmiş bir adet çiçek vardı. Maase de hoş bir mektup göndermişti. (Maase kimdi? Onu tanıma imkânı bulabilecek miydim?)

Suhdev yoldaş, “Ipod’undan benim bilgisayara müzik yükleyebilir misin?” diye sordu. Ziya-ül Hak iktidarının uyguladığı zulmün zirveye ulaştığı günlerde Lahor’da verdiği ünlü konserde kaydedilmiş, sözleri Faiz Ahmed Faiz’e ait olan Hum Dekhenge [“Günün Tanığı Olacağız”] isimli şarkıyı dinliyoruz İkbal Banu’dan.

Günün Tanığı Olacağız


Şüphesiz biz de tanık olacağız
Ezelden gelen levhada vaat edilmiş o güne.

Yeryüzü kulakları sağır edercesine tek yürek çarptığında
Hükümdarların başlarına yıldırımlar yağdığında
Dağılacak pamuk misali zulmün dağları
Biz mazlumların ayakları altında

Putlar devrilip arz-ı Hüda’da
Merdud ve haram ilân edilen
Biz ehl-i safa kurulunca yüceye
Tüm taçlar ayrılacak başlardan
Tüm tahtlar yıkılacak birer birer
Sadece Allah kalacak geride

O her yerde hazır ve nazır olan.
“Enel Hak” diye bir çığlık yükselecek sonra.
Bu hem benim hem sen
O vakit hükmedecek dünyaya halk-ı Hüda
Bu hem benim hem sen

Faiz Ahmed Faiz

* * *

O konserde elli bin Pakistanlı, şarkının ardından meydan okuyarak şu sloganı atıyordu: “İnkilab Zindebad! İnkilab Zindebad!” [“Yaşasın Devrim!”]. Onca yılın ardından bu şarkı, bugün Naksalcıların egemen olduğu ormanlarda yankılanıyor. Devrimciler ilginç ittifaklar kurmuştu, burası açık.

O günlerde içişleri bakanı, “Maoistlere fikri ve maddi destek sunanlar”a tehditler savuruyordu. Bu tehdit dolu ifadeler, İkbal Banu’yu da kapsıyor muydu?

Şafak vakti Madhav, Curi, genç Mangtu ve diğer yoldaşlarla vedalaşıyorum. Çandu yoldaş, bisikletleri organize etmek için aramızdan ayrıldı. Onunla ana yolda buluşacaktık. Raju yoldaş bizimle gelmiyordu. O dizlerle o tepeye tırmanması zordu. Niti (ki arananlar listesindeydi adı), Suhdev, Kamla ve diğer beş yoldaşla birlikte tepeye tırmandık. Yürümeye başladığımızda Niti ve Suhdev, bir sebeple, aynı anda kalaşnikoflarının emniyet kilidini açtılar. Bunu yaptıklarına ilk kez şahit oluyordum. Sınıra yaklaşıyorduk. Suhdev o an, “Bize ateş açmaları durumunda ne yapacağını biliyor musun?” diye sordu. Sanki dünyadaki en doğal şeyden bahsediyor gibiydi.

“Evet” dedim, “biliyorum. Hemen sınırsız açlık grevine başlarım.”

Büyükçe bir taşın üzerine oturup gülmeye başladı. Tırmanışımız bir saat daha sürdü. Yolun aşağısında kayanın içinde oluşmuş oyuğa girip oturduk. Pusu kurmuş gibiydik. Bizi görmeleri imkânsızdı. Bisikletlerin sesine kulak kabarttık. Vakit geldiğinde vedalaşma olabildiğince hızlı olmalıydı. “Kızıl selam yoldaşlar” deyip ayrılmalıydık. Öyle de yaptık.

Geriye dönüp baktığımda hâlen daha oradalardı. El sallıyorlardı. Boğazım düğümlendi. Onlar, düşleriyle yaşarken dünyanın geri kalanı kâbuslarıyla baş başaydı.

Her gece bu yolculuk düşer aklıma. O geceki gökyüzü, o orman yolları geçer gözümün önünden. Elindeki meşaleyle yürüyen Kamla yoldaşın o eski püskü terlikleri (şapal) içindeki topuklarını görürüm. Biliyorum, hep yürümek, hareket etmek zorunda. O sadece kendisi için yürümüyor, umut hepimiz için capcanlı kalsın diye yürüyor.

Arundhati Roy

[Kaynak: Walking with the Comrades: Report from Maoist Political Base Areas in India’s DK Forest, Kasama, 9 Mart 2010, s. 36-37]




28 Kasım 2024

,

Sirkeyle Limon


İstanbul Sözleşmesi, emperyalizmin basit bir boşanma meselesine varana kadar, tüm kılcal damarlara müdahale etme imkânı ve yetkisini ifade eder. Dolayısıyla, TKP denilen şirketin CEO’sunun “İstanbul Sözleşmesi’nin kadınlara sağladığı ciddi olanaklar vardı ve yargı üzerinde bir baskı aracıydı. Mesele sadece cinayet de değil, şiddet çok yaygınlaştı ve devlet tarafından kadınlara dönük bir tehdit de var”[1] demesi, asla tesadüf değildir.

Çünkü TKP, Natocudur. Natoculuk eleştirisinin kontrollü olarak toprağa gömülmesini sağlayan bir paratonerdir. Bu şirket, özgür bireylerin değerlerinin ve özgürlüğün savunucusu olarak NATO kurgusuna bağlıdır. O, bahsini ettiği baskı aracının ekonomi-politikasını ve sınıfsallığını analize tabi tutamaz.

Okuyan’ın “Devlet ve kadınlar” arasında kurduğu karşıtlık, liberalizmin ürettiği bir fikirdir. Kadın cinayetleri, “erkek devlet” gibi ifadeler, emperyalizmin salladığı sopalardır. “Erkek”, 11 Eylül sonrası emperyalist saldırının kullandığı “terörist Müslüman” imgesinin yerini almıştır. Kolektife karşı bireyi çıkartan güç, erkek şahsında tüm toplumsal bağlara saldırmaktadır. Bu açıdan, emperyalizm koşullarında “Birçok ilericinin, hatta kendisini sosyalist olarak niteleyen birçok insanın bu türden toplum karşıtı bir konum alması”[2] hiç de şaşırtıcı değildir.

Bu TKP, “yargı üzerindeki baskı aracı”nın emperyalist niteliğini ve sınıfsallığını asla sorgulayamaz. Çünkü TKP, öteki TKP’nin devrimci gençliğinin karşısına ilerici gençliği çıkartan, DİSK’in ismini İngilizceye “Devrimci” değil de “İlerici” diye tercüme edendir. TKP, bu ülkede ancak İngilizler, Sovyetler’le ticaret anlaşması imzaladığı vakit solculuk yapmaya mecburen karar verenlerin geleneğine mensuptur.

TKP, hem “CHP’nin devrime doğduğunu” söyler hem de “onun komünist katili Alman sosyal demokratları geleneğinin parçası” olduğuna vurgu yapar. O Mustafa Suphi ile katillerini içki sofrasında buluşturandır. O, Fransa’da Nazilerle dövüşen Ermeni komünisti Manuşyan ile Talat Paşa’yı yoldaş yapmaya çalışandır. 12 Eylül darbesinin güncellendiği koşullarda TKP gibi örgütler, “karıştır-barıştır” siyasetine tabidirler. Dersim’de öldürülen, öldürene oy vermeye mecburdur. Muazzez İlmiye Çığ, bugün TKP çizgisine örgütlenmiştir. Tersi de doğrudur: TKP de ona örgütlenmiştir. Esin Şenol gibi isimlerin ondan bir farkı yoktur.

Sirkeyle limonun kardeşliği, turşuyla ve sahipleriyle ilgilidir. Aile filmi olarak Neşeli Günler’de Atatürk’le sovyet temsilcisinin bir arada olduğu heykelin üzerindeki İGD yazısı, 12 Eylül’e uzanan sürecin ürünüdür. O gün 12 Eylül için Aile’yi kurtaran sol, bugün yeni dönemin darbesi için aileyi ortadan kaldırmaktadır. O gün halka darbenin ilk günü ekmek dağıtmış olmasında solculuk bulanlar, bugün ekmeğin zararına dair yazılar döşenmektedirler.

12 Eylül ve sonrasında Sovyetler ve buradaki uzantısı, “ilerici askersel” müdahalede boncuk bulmuş, onun neofaşistleri ve goşistleri temizlemesini sahiplenmiştir.[3] Ekonomi politikasına destek sunmuştur. Buradaki neofaşist eleştirisi milliyetçilik eleştirisiyle, goşizm eleştirisi ise Marksizme yönelik yavan din eleştirisiyle alakalıdır. Bugün o “İGD”, emperyalizmin emri uyarınca, Aile’ye düşman olmaya mecburdur. İlerlemecilik, bunu gerektirmektedir.

Esasında sermayenin müdahalesi olmasa 12 Eylül paşalarının halkçı ve ilerici olduğunu söyleyen Sovyetler’deki ilerlemeci solculuk, bugün de varlığını sürdürmektedir. İlerlemecilik adına Dersim katliamına destek ve onay veren TKP, doksan yıl sonra gene aynı konumdadır.

“Eski TKP”li Ayşe Hür’ün “emperyalizmin nimetlerinden faydalanmak akıllılıktır” demesi, tesadüf değildir. Aynı cümle, “yargının üzerindeki baskı aracı”ndan söz eden Kemal Okuyan’ın ağzından da dökülmektedir.

Yirmi yıl önce Mustafa Suphilerle ilgili olarak Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen sempozyumda yoldaşı Mehmet Uçum gibi konuşan, “proletarya bitti, kapitalizm ilerliyor” diyen Emel Akal’ın 1918-1920 arası dönemdeki komünistleri komünistlik turnusoluna yatırıp teste tabi tutması da aynı operasyonun parçasıdır.

Ancak İngilizler Sovyetler’le anlaştığı vakit sosyalist olanlarla, Ekim Devrimi’nin gücü ve şiddetiyle, antiemperyalist mücadelede sosyalist olanlar ayrışmıştır. Bugünkü sosyalist hareket ikinci geleneği tasfiye etmiş, birinci geleneğe bağlanmıştır.

Bu geleneğin ürettiği, TKP ve türevlerinin artıklarının kurduğu sosyaliz.morg sitesi de “Collective” olarak tezvirat peşindedir. “Ruslar CIA’ye rapor verdi” diyen Serdar Turgut’la, “İran İsrail’le anlaşmalı hareket ediyor, İsrail’e içi boş füze atıyor” diyen Cihat Yaycı’yla aynı yere örgütlü olan bu site, “Çin diye bir ülke yok, onun şahsında aslında Britanya büyüyor” diyor.[4] Bu lafı İngilizlerin füzesinin Ukrayna adına Ruslara fırlatıldığı gün ediyor. Bu tür laflar, emperyalizm adına ve onun için yürüyen ülke egemenlerinin yapıp ettiklerini gizlemek için ediliyor. Bu ülkenin egemenleri, İsrailli bir yerleşimciyi öldüren Özbekleri terörist avı sonucu tutuklayıp İsrail devletine teslim ediyor. Bu gerçek gizlensin diye su bulandırılıyor.

7 Ekim günü “Bize ne Filistin’den!” diyen bu sitenin bugün TOKAD ile panel düzenlemesinin sebebi, TOKAD’ın emperyalist tekellerin mankeni Greta’yı ağırlamış olmasıdır. Düne kadar “bu TOKAD, sırf Avrupa’dan para almak için uyduruk sendikalar kuruyor” diyenler, bugün aynı dernekle panel düzenliyorlar. Hepsi de aynı Yaycı’nın ordusu ve partisi üzerinden nemalanıyorlar. Aynı yere hizmet ediyorlar.

Dün Sovyet halklarının ve devrimin iradesini tanımayan, “bunların arkasında İngiliz sermayesi var” diyenler, bugün aynı küfrü Çin Halk Cumhuriyeti’ne savuruyorlar. Filistin-Ukrayna hattında emperyalizmin safında oluşlarını tezviratla gizlemeye çalışıyorlar. Çin çizgisine destek veren bir yazar[5], Çin’in kazanımlarını kapitalizme yar etmeyelim” diyor, ama burada sosyalist pozu kesen liberaller, “cahil, yabani, köylü Çinliler bir halt yiyemez. Tüm kazanım kapitalizme ve emperyalizme aittir” diyorlar. Tek siyasetleri, proletaryasız sosyalizmcilik, tek ideolojileri proleter sosyalizme karşı liberalizm. Tek işleri, proletaryaya ve halka karşı bireyi korumak.

Bunlar, suyu bulandırdıklarında gizlenebileceklerini sanıyorlar. “Tasfiyeciliği örtbas ederiz”[6] diye düşünüyorlar. Bu liberallerin “kuşatma” altında olduğunu söyledikleri şey, “işçi sınıfı” değil, burjuva “birey”. Onu hukuken korumaya çalışıyorlar. Geri kalanı yok etmek istiyorlar. Ama Marksizm-Leninizmin gücünü bilmiyorlar. Halkın komünist partisine ve Ekim Devrimi’nin iradesiyle antiemperyalist mücadeleye örgütlenmiş olan komünist harekete işaret eden İştirakî, her türden liberal salvoya karşı bu güçle direnmeye çalışıyor.

Eren Balkır
27 Kasım 2024

Dipnotlar:
[1] TKP, “İstanbul Sözleşmesi”, 25 Kasım 2024, X.

[2] Dustin Guastella, “Antisosyal Sosyalizm Kulübü”, 22 Mayıs 2023, İştiraki.

[3] Hazal Yalın, “Sovyet Basınında 12 Eylül”, 20 Eylül 2024, İştiraki.

[4] Burak Ö., “Britanya İmparatorluğu, Çin Üzerinden Diriliyor”, Eylül 2024, Org.

[5] Global Times, “Carlos Martinez Söyleşisi”, 31 Ağustos 2023, İştiraki.

[6] Dün “Devletin derinlerinden gelen bilgilere vakıf önderim Halid Özkul buyurdu ki ‘devlet solu, İştirakî’yi tasfiye etmek için uğraşıyor” diyen sosyaliz.morg yazarı, bunu dedikten birkaç ay sonra söz konusu tasfiye işlemine şerik oldu. Bugün VP, HKP, SCP döküntülerine işmar ediyorlar. Onları yeniden sisteme katmak için uğraşıyorlar. Sahiplerine çalışıyorlar.

27 Kasım 2024

,

Reform Vakfı


Türkiye’de ve bölgede sosyolojik, ekonomik ve politik sorunlar, emperyalizmsiz analiz edilemez. Mevcut sorunlar, ancak emperyalizm içre gerilimler ve emperyalizmin gerilimli seyri ile birlikte ele alınmalıdır. Emperyalizmi gerici bir kavram olarak görüp tasfiye edenlere kulak asılmamalıdır. Hepsi, uşak ve ev kölesidir.

On yıl önce emperyalist bir kurum olarak AİHM, “Öcalan’a umut hakkı” kararı alıyorsa, bu kararın icrası, tabii ki devletin timsali ve temsili olarak MHP’ye düşer. Demek ki bugün Öcalan’ın yıllar önce bir Kürt şairini ziyaretine ait video görüntüsünü servis eden de devlettir.

Emperyalizmin her hamlesi, devlet adına, dini ve milli bir kılıfa büründürülmelidir. Sol, o kılıfın olası kalınlaşması, devletin zafiyeti hâlinde olumsuz sonuç üretmesi durumunda, dinin ve milletin gerçek bir antiemperyalist direniş örgütlemesi ihtimalini ortadan kaldırmak için vardır. Din ve millet eleştirisi, bireycilikle maluldür, birey içindir, birey merkezlidir. Bu bireyse emperyalizme ait bir kurgudur. Onun dışı reforma tabi tutulmalıdır.

Emperyalizm, neoliberal politikalarla devleti ufaltıyorsa, devlet doğalında şirketleşecek, kurduğu özel şirketlerle yol alacaktır. Aynı devlet, bu şirketlerin özel eleştirisini CHP’ye yaptırmaya mecburdur. “Beşli çete” vurgusu, iç emperyalizme aittir. Bireye ve özgürlüğüne dönük vurgu, sermaye içre ve sermaye içindir.

“Büyümezse küçülecek” olan devlet, Yalçın Küçük’ün diliyle konuşmalıdır. Kürt ve Müslüman’a doğru işgalci ve yağmacı bir pratik dâhilinde genişleyen devlet, Kürt ve Müslüman’daki liberalizmi eleştirmekten başka bir işi olmayan bir tür solculuk imal edecektir. TKP-ÖDP gibi örgütlerdeki beyhude liberalizm eleştirisi, kendi liberalliklerinin tezahürüdür. Emir geldiğinde bu örgütler, dişi çekilmiş birey Kürt’le ve birey Müslüman’la illaki barışacaklardır.

“İki Türkiye vardır ve iç içedir: Emperyalizmin kurduğu Türkiye’de devlet biçim, sermaye öz; kemalizmin kurduğu Türkiye’de devlet öz, sermaye biçimdir. Emperyalizmle kemalizmi karşı karşıya koyan sol, haindir.”[1]

Emperyalizmden ari, saf ve temiz bir asrı saadet kurgusuna (otuzların Kemalizmine) iman edenler, halka yalan söylemektedirler. Kemalizmden ari, saf ve temiz bir emperyalist “birey” kurgusuna iman edenlerin yalanları da ifşa edilmelidir. Her iki taraf, sınıfsal-politik analize tabi tutulmalıdır.

Bugün belediyelerin mücavir alanı, yetki sahası ile ilgili tartışma da emperyalizme çıkar. “Kreş” meselesi, suyun yüzündeki köpüktür. Belediyelere yetki devrinin ardında emperyalizm aranmalıdır. Alınan karar, anaokullarıyla ilgilidir ve tabii ki emperyalizmin istediği bireyleri yetiştiren özel anaokulları içindir. Her anaokulda çocuklar, patronlarla partileyecekleri günler için yetiştirilmektedir. Reformun ve yeni CHP’nin amacı, soykırıma, yağmaya ve esarete karşı direnen bir halkın yanı başında “festivallerin düzenlenebildiği” bir Ortadoğu inşa etmektir.

Ulus-devlete karşı çıkartılan kent-devletin timsali ve temsili, İmamoğlu’dur. Onun kurduğu Reform Vakfı’na artık tüm sosyalist hareket üyedir. “Kreş” tartışması başlığında köpürtülen şey, kent-devlet iradesidir.[2] Emperyalizmin iradesinde özgürlük bulanlar, halk ve işçi sınıfı düşmanıdır. O emperyalizmin kadını kurtuluşa ve selamete erdireceğini söyleyenler, kadın düşmanıdır.

Irak’ta kolektif ulus bilincini yok etmek için sahafların bulunduğu Mütenebbi Sokağı’nı[3] havaya uçuran emperyalizm, bugün Lübnan’ı bölecekse Feyruz’u veya Culya Butros’u öldürmelidir. Sol, bu bilince açılan savaşa ortak olmuştur. Bu iki şarkıcı kadın değildir. Çünkü bir millete ait kolektif imgedir. Reform Vakfı, her türlü kolektifi öldürmeye yazgılıdır. Ona karşı çıkartılan Kemal’izmin kolektif değerlerle değil, bireyle ilgisi vardır.

Emperyalizmin genel bir seyri ve yönelimi söz konusudur. Türkiye ve Ortadoğu ölçeğinde bu seyir ve yönelim, politika alanına belirli emirler iletmektedir. Solun devletle aile arasında kurduğu koşutluk, yerinde ve doğrudur. Sol, artık emperyalizmin ev kölesidir. Devletin ve ailenin kutsal birey adına tasfiyesi denilen operasyonun basit bir unsurudur. Aynı devlet, TV’de yaptığı tüm dizilerde aile düşmanlığı yapmaktadır.

Küçük burjuva sol, iç emperyalizmin aparatıdır. Mesele, trans, eşcinsel veya kadın değildir. Emperyalizmin saldırısı dâhilinde devlet ve aile denilen kolektiflere yönelik saldırıda sol örgütler, emperyalizmden pay istemektedirler.

Bugün transla, eşcinselle bir alakası olmayan lubunizmin, kadınla alakası olmayan feminizmin eylemlerinde rastlanılan “bizimle baş edemezsiniz”, “bize gücünüz yetmez” dövizlerinin sebebi, emperyalizmdir.

AKP-MHP de iç emperyalizmin aparatıdır. Daha önce söylediğimiz gibi, “ülkedeki ilk eşcinsel evliliğinin Ayasofya’da kılınacak nikâhını Tayyip mi yönetecek yoksa evanjelik Diyanet İşleri Başkanı mı yönetecek”, asıl tartışma bununla ilgilidir.

Reform Vakfı, sosyalist hareket, kirlerinden, çapaklarından arındırıldığı için ve aynı zamanda arınsın diye vardır. Emperyalizmin yürüttüğü bireyci kervanın peşine herkes koşmuştur. Solun göklere çıkarttığı Leyla ile Mecnun dizisinin oyuncusu, bugün özel bir bankanın reklâm yüzüdür. O deprem ve devletle ilgili sözleri o reklâm dâhilinde ve o reklâm çalışması için sarf etmektedir.

Devlete karşı birey kurgusu, herkesi esir almıştır. Bahanesi ve kılıfı, AKP’dir. Emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçileri, bireyi ezen kolektifi, insanlar arası kolektif bağları yok etmeye ant içmiştir. Sosyalist hareket, bu yıkım sürecini özgürlük diye pazarlamakla görevlidir.

Eren Balkır
27 Kasım 2024

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Üniforma”, 20 Ağustos 2015, İştiraki.

[2] Yüksel Serdar Oğuz, “Yedi Kocalı Hürmüz”, 8 Mart 2023, İştiraki.

[3] Nima Nahayi, “Ortadoğu’da Emperyalizm ve Direniş”, 2023, İştiraki.

26 Kasım 2024

Batı Solundaki Sahtelik



Sol, Temmuz 2024’te Fransa’da yapılan seçimlerden zaferle çıktığına, hatta ülkeyi yönetmenin eşiğine geldiğine inanıyor. İyi ama gerçekte “sol” nedir?

Bugün Batı toplumlarında ve bu toplumların etkilediği Latin Amerika’daki kimi ülkelerde sol derken ırkçılık karşıtlığı, çevrecilik ve feminizm denilen eğilimlerin bileşkesi kastediliyor. Bireyci bir teoriyi esas alan bu eğilimler, ahlakçı ve müsamahasız bir tarzı benimsiyorlar.

Ama bir yandan da bu üç eğilim, mevcuttaki hâkim ideolojilerin, en azından hâkim söylemin dayandığı ana sütunlar. Bu eğilimleri savunanlar, mücadele ve baskılarla yüzleşmek şöyle dursun, devlet kurumlarınca ve sermayeye ait medya kuruluşlarınca göklere çıkartılıyorlar.

Buna rağmen, ilgili eğilimlere mensup kişiler, kendilerini direnişçiler olarak görüyorlar. Gençleri kanun ve polisle karşı karşıya getiriyorlar. Ama kendileri pek baskı görmüyorlar. Medya, onları zaferden zafere taşıyor.

Çevrecilerde, feministlerde, LGBT aktivistlerinde ve ırkçılık karşıtlarında bizi asıl rahatsız eden husus, bunların politik kültürde hâkim ve resmi konumu işgal ediyor olmaları. Bu insanlar, kapitalizme ve emperyalizme yönelik gerçek muhalefetin yerini alıyorlar.

Ama Greta Thunberg örneğinde görüldüğü üzere, Gazze’de Filistinlilerin yok edildiği gerçeğine işaret ettikleri vakit arkalarındaki destek ve onlara yönelik beğeni bir anda yok olup gidiyor.

Bizi asıl rahatsız eden, onları harekete geçiren meselelerle ilgili konumları değil. Gerçeklere soğukkanlılıkla baktığımızda, onlarla muarrızlarından daha çok teorik oydaşma içerisinde olduğumuz görülüyor. O muarrızlar ki geçmişte kalmış ideolojik ve ahlaki düzene nostaljik bir bağla bağlılar.

Bizi asıl rahatsız eden, bu direnişçilerin kültür sahasına hâkim oldukları koşullarda sermayeye ait kurumlarca ve medya eliyle göklere çıkartılıyor olması. Medya, onların iletişim konusunda gösterdikleri başarıya dair tek bir soru bile sormuyor. Sömürülenlerin temsilcileri olsalar medyada bu kadar yer bulamazlar oysa.

Ama bir yandan da bakıyoruz ki aynı direnişçiler, her türden yalanla reel sosyalizmi karalıyorlar, şeytani bir güçmüş gibi takdim ediyorlar. Kadın hakları ve ezilen azınlıklar için dövüştüğünü söyleyen aynı kişiler sosyalizme saldırıyorlar. Oysa sosyalizm, kendi döneminde gerçek manada kadından yana olan, ırkçılık karşıtı ve sömürgecilik karşıtı politikaların öncüsüydü.

Bir ülkede hâkimlerin yüzde 60’ı, sulh hâkimlerininse yüzde 80’inin kadın olduğu, kadınların, siyahilerin, Müslümanların, eşcinsellerin en üst mevkilere geldiği koşullarda, bu bireylerin ezilen gruplarına mensup olduklarını iddia etmenin bir anlamı bulunmuyor.

Aynı şekilde, bugün ekoloji temelli ideolojilerin ve normların hegemonik bir konumda olmadığını iddia edenler, gerçekliği inkâr ediyorlar. Ekolojiyle ilgili fikirlerin pratiğe konulamamasının nedeni, kapitalist sistemde ekolojik planlamanın imkânsız olması.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında azınlıkların temel insan haklarına kavuşması ve birinci feminist dalganın kimi kazanımlar elde etmesi, bunun yanında, farkındalığın artması, medeniyet düzleminde oluşturulmuş önemli mevziler. Ama çeşitlilik ve kapsayıcılık gibi fikirlerin galebe çalması, bize genele teşmil edilmiş din tüccarlığının somut bir tezahürü olarak geliyor.

Bu eğilimler, esasında zaten elde edilmiş bir şey için dövüşüyorlar. Onların ilmihalini ezbere yinelemeyip, yeni konformizmin bayrağı altında toplanmak istemeyenlere kara çalıyorlar.

Eğer burjuva siyaseti denilen temaşada birileri sizi övüp duruyorsa, oturup kendinize “benim bu temaşadaki rolüm nedir?” sorusunu sorun.

Not: Yirminci yüzyılda kadınların özgürleşme mücadelesinin elde ettiği başarı ve ulaştığı hız, bu sürecin mümkün kıldığı teknolojik ve ekonomik dönüşümler, bunun yanında, yol açtığı tehditler konusunda Vera Nikolski’nin Féminicène kitabına bakılabilir.

Gilles Questiaux
22 Ağustos 2022
Kaynak

25 Kasım 2024

Anjelika Balabanof

Anjelika Balabanof, Çernigov’da yaşayan zengin bir ailenin evladı olarak dünyaya geldi. Brüksel’deki Yeni Brüksel Üniversitesi’ne kaydoldu. Burada radikal politik çalışmalarla tanıştı. Felsefe ve edebiyat bölümlerinden mezun olduktan sonra Roma’ya yerleşti. Tekstil endüstrisinde çalışan göçmen işçileri örgütledi. 1900 yılında İtalyan Sosyalist Partisi’ne girdi. Antonio Labriola, Giacinto Serrati, Benito Mussolini ve partinin kurucusu Filippo Turati ile birlikte çalıştı.

Balabanof, Zimmerwald hareketi içinde çalışma yürüttü. Birinci Dünya Savaşı süresince savaşta tarafsız bir konum alan İsveç’te kaldı. Sol sosyalist hareketle ilişkilendi, İsveç komünist hareketlerinin liderleri Ture Nerman, Fredrik Ström, Zeth Höglund ve Kata Dalström’le birlikte çalışmalar yürüttü.

1917’deki Ekim Devrimi sonrası Balabanof Rusya’ya gitti, Bolşeviklere katıldı. Emma Goldman’ın aktardığına göre, Rusya’daki sosyalizm tarzı karşısında hayal kırıklığına uğrayan Balabanof, “İtalya toprağına kök saldı.” Goldman’a aktardığına göre Narişkin Sarayı’nda kaldığı süre zarfında yaşadıkları kendisini rahatsız etmişti.

1919’da Komintern sekreteri oldu. Bir süre sonra Bolşevikleri eleştirmeye başladı ve 1922 yılında Rusya’dan ayrılıp İtalya’ya döndü.

Arkadaşı ve yoldaşı Serrati’nin 1924 yılında İtalyan Sosyalist Partisi’nden ayrılıp İtalyan Komünist Partisi’ne geçmesi üzerine faşistler, kendisini İsviçre’ye gitmek zorunda bırakana dek Maksimalist gruba başkanlık etti. İsviçre’de Avanti! gazetesini çıkartan Balabanof, Paris bürosunun sekreteri oldu. O dönemde sosyalist olan Mussolini’yle Lozan’daki bir toplantıda karşılaştı. Ondan pek hoşlanmamıştı. Mussolini konusunda şunu söylüyordu: “Hayatımda gördüğüm en sefil insandı.”

1930 yılında İSP’de sekiz yıl önce partiden kovulan reformistlerle birleşme konusunda yaşanan ayrışma sonrası Balabanof, liderlerin birleşme kararına karşı çıktı ve altı yıl boyunca liderlik edeceği İtalyan Sosyalist Partisi (Maksimalist) isimli yeni bir örgüt kurdu.

Ardından Paris’e, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce de New York’a gitti. Savaş sona erince Balabanof, İtalya’ya döndü ve kısa süre İSP içinde çalıştı. Ama Giuseppe Saragat ile birlikte partiden ayrılıp İtalya Sosyalist İşçi Partisi’ne girdi. Parti, 1951 yılında Birleşik Sosyalist Parti ile birleşerek İtalya Demokrat Sosyalist Parti adını aldı. 25 Kasım 1965 günü Roma’da vefat etti. Aşağıda Ekim Devrimi ile ilgili yazısına yer veriliyor.

* * *

Rusya’da Yeni Hayat

 

Burada olan biten konusunda bir fikre ulaşmak pek mümkün değil. O eski, köhne, yıkık dökük, içi çürümüş, sadece yeni ve diriltici olan güçlerin can verebilecekleri sistemin yeniden organize edildiğine şahit oluyorsunuz. Bu sistem, her yönden boykot ve sabote ediliyor, abluka altına alınıyor, bir yandan da yenileme çalışmaları kesintisiz bir biçimde sürüyor. Ortada herkese ilham verecek cinsten bir manzara var. Yapılanlar, insanı gururlandırıyor, insanın gücüne ve ilahi kudretine, o ülküye dair imanınızı tazeliyor. Onca maddi yetersizliğe ve düşmana karşı verilen kesintisiz mücadeleye rağmen bilim, sanat, kitlelerin ve yeni kuşakların eğitimi konusunda büyük ve yaratıcı bir çalışma ortaya konuluyor.

Bu dönemin tarihi yazıldığında, insanlar zayıf hâlimizle nasıl direndiğimize, ülkeyi nasıl yönettiğimize, bu karmaşık, harap olma ve yıkılma tehdidi altında olan böylesine devasa bir organizmayı nasıl dirilttiğimize hayret edecekler. Bizi onca yalanla ve uydurulmuş hikâyeyle anlatanların tek lafına inanmayın. Burada olan biteni başka ülkelerdeki gelişmelerle kıyaslayın, o vakit savaşın ağırlığının başka yerlere kıyasla burada daha az hissedildiğini göreceksiniz. Başka ülkelerde kırımdan geçirilen sınıfların burada desteklendiğini, her şeyi adilane bir biçimde paylaştığını göreceksiniz. Dolayısıyla, burada bizim terör ve suikastlarla yüklü bir gerçeklikte yaşadığımızı söylediklerinde, bunların bugün geçmişe kıyasla sayıca çok çok az olduğunu bilin.

Terör konusunda Almanya’da ve başka ülkelerde birkaç gündür verilen mücadelelere bakabilirsiniz. Burada hürmet edilecek cinsten çalışmalar yürütülüyor, mücadele, daha mütevazı bir seyirde ilerliyor. Şiddet karşıtı isyanlar konusunda Beyaz terörünün bin kat daha acımasız, kasti ve hain olduğunu bilin. Kızıl terör konusunda işittikleriniz uydurma şeyler. O yalanların sahipleri, meşru özsavunmayı boğan terörizmi görmezden gelecek kadar küstah. Sadece bize değil, tüm halka zarar vermek için ortaya konulmuş gayretleri anlamak için Lockhart davasına bakabilirsiniz.

Bu mahkemede tercüman olarak görev almıştım. Dolayısıyla, on binlerce insanı açlığa mahkûm etmek, köprüleri havaya uçurmak gibi başlıkları içeren tüm o şeytani planlardan haberdarım. Burada sadece politik sabotaj faaliyetleri değil, insanların hayatlarına kasteden girişimler söz konusuydu. Bu komploda bizatihi bakanlar hedef alındı. Buna karşın düşük cezalar verildi. Komploya doğrudan dâhil olmuş isimler kaçtı, casusluk suçunu işlediği bilinen bir yabancının burada kalmasına izin verildi. Tutsak takası karşılığında cezası ertelendi. İşte buna “kızıl terör” diyorlar!

Devlet mekanizmasında ehil ve dürüst işçilerin yokluğu sebebiyle oluşan kusurlar konusunda parti gazeteleri sert ve acımasız eleştiriler yayınladılar. Devletin işleyişinin düzelmesi için devrimci bir hükümete ihtiyaç olduğunu söylediler, bu yöndeki isteklerini dile getirdiler. İç siyasette meselenin özü şu: hükümet ve komünistler, iyi niyetle hareket etmeyen, devlet kademelerine sızmış, sabotaj eylemleri yapan, her türden araçla hayatın olağan seyrine taş koymaya çalışan düşmanların, hainlerin ve düzenbazların eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmeli, sonuçlarına katlanmalı.

Onca engele ve hainliğe rağmen ülkemiz hâlâ hayatta, kendisini inşa etme çalışmalarını sürdürüyor. İşçi sınıfı, kamu idaresiyle ilgili işlerini bırakıp cepheye koşmak zorunda kalsa da yeni örgütler pıtrak gibi çoğalıyor. Burada insan kazanma çalışmaları konusunda ne tür fedakârlıklarda bulunulduğunu görenlerin içini büyük bir neşe kaplıyor.

Geçenlerde coşku ve cesaretle yüklü “Kızıl” subaylar toplantısına katıldım. Subaylar, kelimenin tam anlamıyla inançlı kimselerdi. O vakit efendiler için verilen savaşla bizim yürüttüğümüz savaş arasındaki farkı net bir biçimde görüyorsunuz.

Halk ve liderleri, başka ülkelerin işçilerinin Rus devriminin ve onca dillendirilmeyen güçlükle yüzleşen ve ağır adımlarla zafere doğru yürüyen Alman Devrimi’nin kan deryasında boğulmasına izin vermeyeceklerine kesin olarak inanıyorlar. Bugün halkların kaderi, İtilaf Kuvvetleri ülkelerindeki proletaryaya bağlı. Bizi cesaretlendiren haberler gelmeye devam ediyor.

Anjelika Balabanof
8 Kasım 1919
Kaynak

24 Kasım 2024

,

İnsanın İlk Günahı: Mülkiyet


İbrani inanç geleneklerinin (Semavi dinlerin) tümünde insanın yaradılışı temel bir kıssaya dayanır. Bu kıssa, herkesin bildiği gibi Allah’ın. Âdem’i yaratmış olması üzerine meleklerinden O’na secde etmesini isteyerek başlar. Şeytanın (İblis’in) “Beni ateşten, O’nu ise topraktan yarattın. Ben ondan üstünüm, bu sebepten secde etmeyeceğim.” demesine üzerine Allah, şeytanı cennetinden kovar. Şeytan da kıyamete kadar Allah’ın yarattığı tüm insanları doğru yoldan saptıracağına dair yemin eder. Bu kıssa, Kur’an’ın nüzul (indiriliş) sırasına göre 39. suresi olan A’raf suresinde kendine yer bulur. Öncesindeki birçok sûre ve özellikle Kur’an’ın ilk 10 suresi tamamen “mülkiyet”, “yönetim” ve “iktidar” gibi kavramlar ele almak üzere kelam edilmiştir. Peki öyleyse neden insanın “Nasıl ve neden yaratıldım?” gibi yaradılışının temelini sorgulamaya yönelik bir soruya cevap veren nitelikte olan A’raf suresi bu kadar geç vahy olmuştur? İnsanları tevhid dinine davet eden bir kitap, en başta cevaplanması gereken bu temel insanlık sorunsalına neden başka birtakım konulara değindikten sonra gelmiştir? Yoksa nasıl yaratıldığımızdan ziyade, neyle sınandığımız mı Allah katında daha büyük bir öneme sahip?

Şeytanın Âdem’e secde etmeyişindeki en temel neden, kendisini yaratılışı itibariyle ondan üstün görmesi ve bu sebepten diğer meleklerin Âdem’e değil, kendisini büyük görmesinden kaynaklıdır. Bu en yalın haliyle tarif edilecek olursa kibir ve iktidar hırsıdır. Semavi dinler tarihine ve içinde barındırdığı anlatımlara kafamızı çevirdiğimizde, Allah’ın gönderdiği peygamberler karşısında daima kibirlerinin kaynağı iktidarlarının gücü olan unsurlar görürüz. Firavun, Haman, Karun, İsa’yı yargılayan din adamları, Ebu Leheb, Ebu Cehil, Ebu Sufyan gibi peygamberlerle şahsi ve kurumsal anlamda sonuna dek savaşan kişiler, iktidari/statüsel konumlarını ve güçlerini kaybetme kaygısı itibariyle onlarla karşı karşıya gelmiştir. Şeytanın çamurdan yaratıldığı için Âdem’i kendisinden alçakta görmesiyle, yukarıda birkaçını örnek verdiğim kişilerin ezilen ve yoksul sınıfları temsilen başkaldıran peygamberlerden, kendilerini güçleri ve servetleri sebebiyle üstün görmelerinin arasında bir fark yoktur.

“Âdem” kelimesinin köken itibariyle “İnsan” demek olduğunu göz önünde bulundurursak; eşitlikçi ve anti-iktidari hareketleri insani, üstten bakan ve iktidarına sırtını yaslamış şahıs ve kurumların da şeytani anlayışın kendisi olduğunu kolayca görebiliriz. Yani Allah’ın yarattığı bir varlık olan İblis, ona karşı gelen birine iktidar hırsı ve güç tutkusu sebebiyle dönüşmüştür. Âdem’in (insaniyetin) verdiği mesajın, yaydığı doğruluğun şeytan nezdinde hiçbir hükmü ve yorumlanabilir bir yanı bulunmamaktadır. Zira ona göre, bu her şeyin merkezine kendi güç ve kuvvetini koyan anlayışı doğrudan tehdit eden, kendisinin de diğer herkes gibi olmasını sağlayabilecek bir tehlikedir. Kökenindeki ateşin gücünden beslenmektedir ve onun yakıcılığı diğer başka bir olguyla eşit tutulamaz derecede kadimdir.

Anlatıya göre sonrasında Allah Âdem’e bir dost, eş ve yoldaş olarak Havva’yı yaratmıştır. (İslam’a muhalif kişi ve grupların, İslam’ı kadını yok sayan bir durum olarak göstermek amacıyla Âdem’in Havva’nın kaburgasından yaratıldığına dair bir hikâyenin varlığını öne sürmesi asılsızdır. Bunun İslamiyet ve Hristiyanlık anlatılarında herhangi bir aslı ya da örneği yoktur. Âdem’in kaburga kemiğinden Havva’nın yaratıldığı kıssası, Tevrat’ta geçmektedir) Onlara Allah’ın cennetinde çok güzel meyve bahçeleri ve ırmaklarla dolu bir yer bahşedilmiştir. Ancak yalnızca bir ağacın kendilerine yasak olduğunu, buraya el değilmemesi ve meyvelerinden yenilmemesi gerektiği bildirilmiştir. Allah’ın cennetinde yasak ve el değilmemesi gereken bir ağaç, muhakkak ki yalnızca Allah’a ait olan bir şeyi içinde barındırıyordur. Ardından şeytan Âdem ve Havva’ya Allah’ın bu ağacı onlara yalnızca bir melek ya da bir ölümsüz olmamaları için yasakladığını söyleyerek içlerine kendi içindeki gibi bir hırs düşürdü. Allah’ın, kendilerine yasak kılacak kadar insan için kötü olan bir şeyi, onlara ölümsüzlük sağlayacak kadar önemli ve güçlü bir meyve sandılar. Ardından bu meyveyi yediler ve birden çırılçıplak bir hale büründüler, cinsel uzuvları ortaya çıktı. Onlar da Allah’ın karşısındaki bu çaresiz ve utanç dolu hallerini, “yine bu ağacın yapraklarıyla” örtmeye çalıştılar. Ardından Allah, Âdem ve Havva’yı cennetinden kovup dünyaya sürgün etti.

Bu kıssanın Kur’an’ın inen 39. suresi olan A’raf suresinde anlatıldığını ve öncesinde iktidar, yönetim ve mülkiyete dair birçok sûre olduğunu söylemiştik. Yani önce yeryüzündeki sorunlardan başlayıp, yaradılışımızın kökenine ilişkin bir final getirilirken konunun aslı açığa kavuşmuş oluyor. Kur’an’ın tamamını ele aldığımızda, Allah’a ait olduğu en çok tekrarlanan olgu, mülkiyettir. Birçok yerde “Leh'ül Mülk (Mülk Allah'ındır)” ya da “göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’a aittir” denilerek bu sık sık hatırlatılır. Allah’ın yalnızca kendisine ait olduğunu bu denli sıklıkla tekrarladığı mülkiyet, insanın yaratılış hikayesinde çok da uzak olmayan bir betimleme olarak ağaç ile simgeselleştirilmiştir. Zira dünyevi anlamda mülkiyetin ana dayanağı toprak ve yeryüzü sahipliğine eş gelmektedir. Âdem ve Havva, (Kadın ve erkek olarak tüm insanlığı temsil eden kavram) Allah’ın yarattığı tüm varlıklar için sonsuz olanaklar sunup da onlara bahşettiği cennetinde, yalnız Allah’a ait olduğu için onlara yasak kılınan ağaçtan bir meyve yemiştir. Yani insanlık, ilk günahını Allah’a ait olan mülkiyete el uzatarak gerçekleştirmiştir. Şeytanın (kötülüğün) kendisini ölümsüz yapacağına inanacak kadar insanın gözünü hırsa bulayan bu güçlü kavramı, insanın kendisine karşı kullanmasındaki etken budur.

İnsanlık tarihinin tamamında mülk, iktidar ve servet sahipleri bir gün öleceklerine ihtimal vermiyormuşçasına kazanma, sahip olma ve ele geçirme tutuklarına dört kolla sarılıp, daha fazlasını istemeye devam etmişlerdir. Mülkiyetin, onları ölümsüz yapacağına inanmışlardır. Hatta bu uğurda yaptıkları zulüm, döktükleri kan ve yaşattıkları vahşete karşın vicdanlarını ve içlerindeki korkularını, Âdem ve Havva’nın ağacın yapraklarıyla kendilerini örttükleri gibi, mülkiyetin kendilerine getirisi olan birtakım unsurlarla örtmeye çalışmışlardır. Bu, bazen para karşılığında tutulmuş bir ordu, bazen satın alınmış bir hâkim, bazen de mevcut iktidarı korumak amacıyla dini kullanmak üzere söylemlerde bulunan bir din adamıdır.

İnsanlık tarihinin ve günümüzün insaniyet problemi olan vicdani körelme, gören gözle görmeme, duyan kulakla işitmeme, çalışan akılla anlamama durumu aslında tam olarak insanın kasıtlı olarak başvurduğu bir yöntemdir. Yani bunların işlevselliğini kaybetmesini, kendi elleriyle yaprakla kapatarak sağlamıştır. Yaprak, şeytanın yani insanın içindeki kötülüğün insani değerlerinin önüne koyduğu hırs ve tutkulardır. Bu hırs ve tutkuların kaynağı ise kendisi ölümsüz yapacakmışçasına çok sevdiği ağaçtaki meyve, yani mülkiyetin ta kendisidir.

İnsan şeytanla, yani kötü olanla mülkiyete el uzatarak birlik olmuştur. Mülk Allah’ındır ve yeryüzünde O’na ait olana el uzatan, sahiplenen ve hatta hadsizce bununla diğer insanlara üstünlük sağlayan insan şeytanın ta kendisidir.

Proudhon’un dediği gibi mülkiyet hırsızlıktır. Ve yapılması gereken çıkarım şudur ki hırsızlık yaparak elde edilmiş olan mülkiyet, bizzat Allah’tan çalınmıştır.

Beran Afat
8 Aralık 2019

23 Kasım 2024

, ,

Şeriati'nin Devrimci Şiiliği

İran’ın Batı’yla Ağulanması:

Behrengi’nin, Âl-i Ahmed’in ve Şeriati’nin Tarif ve Tepkileri

 

Şeriati’nin Yeniden Can Verdiği Devrimci Şiilik ve Marksizme Yönelik İtirazı

Behrengi ve Âl-i Ahmed’den farklı olarak Ali Şeriati, Batı konusunda belirli bir tecrübeye sahiptir. Şeriati, Meşhed Üniversitesi’nde okuduktan sonra Paris Üniversitesi’nde beş-altı yıl (1958/1959’dan 1964’e kadar) filoloji, sosyoloji ve tarih eğitimi gördü. Şeriati, ayrıca Haziran 1977’de ölmeden önce Londra’da bir ay sürgünde kaldı.

Âl-i Ahmed gibi Şeriati de din adamı yetiştirmiş bir aileye mensuptu. Öğretmen ve din âlimi olan babası Muhammed Taki Şeriati, ellilerin ortalarında rejime muhalif olan Milli Cephe’den geriye kalan yapılar içerisinde faaliyet yürüttü, ayrıca altmışlarda dini konularda Meşhed’deki bir radyoda dersler verdi. Şeriati’nin ailesi, aslen Kuzey Horasan’ın Sabzevar köyüne yakın olan Mazinan köyündendi.

Behrengi ve Âl-i Ahmed roman ve deneme yazarken, Şeriati sadece denemeler kaleme aldı. Onun kitlelerle asıl iletişim kurmasını sağlayan unsur ise profesörün kürsüsü arkasında veya bir minberin tepesinde verdiği vaazlardı. Bu vaazlar kaydedildi, kâğıda döküldü ve yayımlanarak, bilhassa İran devrimi esnasında ve sonrasında, ülke içinde ve dışında, el altından ya da açıktan, yaygın bir biçimde dağıtıldı.[1] Sadece İslamşinasi ve biyografisini de içeren çalışması Kevir gibi az sayıda çalışması, açıktan yayımlanmak üzere kaleme alınmıştı.

Şeriati, Meşhed Üniversitesi’ne girmeden önce lise öğretmeni olarak çalıştı. Ardından, Fransa’ya dönmeden önce Meşhed Üniversitesi’nde İslam tarihi konusunda dersler verdi. Sonrasında okuldan kovulan ve kara listeye alınan Şeriati, 1970’te Tahran’a taşındı. Burada Mehdi Bezirgan gibi meslekten din adamı olmayan dindar isimlerle birlikte Hüseyniyeyi İrşad mektebini kurdu. Bu okulda laik eğitim süzgecinden geçmiş kentli orta sınıf ailelerden gelen gençlere İslam ve İslami konularla ilgili dersler verdi.

1972 yılında oğlu İhsan’a söylediği gibi, Şeriati’nin bu derslerdeki ve yazıları yazmasındaki asli amaç, tüm toplumu harekete geçirmek ve canlandırmaktı:

“Ortada bir yarısı kandırılmış veya tümüyle gaflette olan insanlardan oluşan, diğer yarısı uyanık ama ayakları yerden kesik bir toplum var. Biz, hem gaflette olanları uykularından uyandırmak, böylelikle ayağa kaldırmak hem de ülkeden kaçanları İran’a geri dönmeye ikna edip burada kalmaları konusunda onlara cesaret vermek istiyoruz.”[2]

Şeriati, yürüttüğü faaliyetler ve bulunduğu ortamın farklılığı üzerinden, sansürden kaçmak için farklı tekniklere başvurmak zorunda kaldı. Şah’ı veya rejimi tanımlarken “Firavun” gibi şifreli ifadeler kullandı.[3] Bazen soyut bazen de siyaset dışı konuşmalar yaptı. İlk krallıklara saldıran Şeriati’nin bu eleştirilerdeki asıl amacı, iktidardaki mevcut Şah’ı eleştirmekti.[4]

Şeriati’nin en çok kullandığı teknik, Hz. Hüseyin’in şehadetine dair hikâye idi. Bu konuyu ele alan konuşmalarda Emevi hilafetinin başındaki isim olan Yezid’in rolü üzerinde duruyordu. Zalim Yezid, esasında Şah’ı simgeleyen bir isimdi. Dinleyenler, onun Şah’ı kastettiğini hemen anlıyorlardı. İlk planda anlaşılacak bu türden ifadelere başvurmasına rağmen Şeriati, devrimci bir mesaj ileten yazı ve konuşmalarıyla uzun süre dersler verme imkânı buldu. 1979-1980 döneminde İran’ın BM elçisi olarak görev yapmış olan Mansur Ferheng, konuya dair şu yorumu yapıyor:

“SAVAK, Şeriati’nin gerçekte ne yaptığını ancak altı ayda anlayabildi. Hüseyniyeyi İrşad’da ders gören üniversite öğrencilerinin sayısının giderek arttığı koşullarda Şeriati’nin mesajı SAVAK ajanlarını paniğe sürüklemişti.”[5]

Şeriati’nin yürüttüğü faaliyetler ve artan popülaritesi neticede Hüseyniyeyi İrşad’ın kapanmasına, kendisinin de Eylül-Ekim 1975’te tutuklanıp bir buçuk yıl hapis yatmasına[6] ardından da Mayıs 1977’de Londra’da sürgün hayatına başlamasına neden oldu. Bu yazıda bahsini ettiğimiz üç yazar (Şeriati, Behrengi ve Âl-i Ahmed) içerisinde bir tek Şeriati hapis yattı.

Behrengi ve Âl-i Ahmed İran’daki Batılılaşma sürecinin kapsamına odaklanıp bu sürecin sebeplerine, kötü sonuçlarına ve her yerde hissedilen etkilerine dair kafa yordu. Şeriati, bu tür isimlerin eleştirilerine aşina olan kitleye konuşarak, ilgili eleştirilerin geçerliliğini önkabul eden tespitlerde bulundu.

Behrengi ve Âl-i Ahmed, Batılılaşma sürecinden ve zararlı etkilerinden kurtulma çabası içine girdi. Örneğin Âl-i Ahmed, sanayileşmeyle birlikte halkın makinenin büyüsüne kapılmasına mani olmak için uğraştı, hatta süreç içerisinde ülkenin kendi yerel dinini sahiplendi. Behrengi ise Amerikalı danışmanların yerini Batılılaşmamış İranlıların ve devrimci şiddeti esas alan sınıf savaşının alması gerektiği üzerinde durdu. Fakat ilgili isimler, bu yaklaşımlarını detaylı bir biçimde geliştirme imkânı bulamadılar. Sadece çözümler konusunda genel bir çerçeve sundular.

Buna karşılık Şeriati, tüm ömrünü İran toplumunu kurtuluşa ve selamete götürecek yolu savunarak geçirdi. Bu noktada tevhid ideolojisini temel alan, sosyal adaletle eşitliğe vurgu yapan, devrimci, yeni bir can kazanmış Şiiliği savundu. İran’daki batılılaşma sürecini kapsamlı ve tartışmacı bir üslupla ele aldı. bir yandan da bir alternatif olarak Marksizmin tevhid ideolojisine ve yeniden diriltilmiş Şiiliğe kıyasla alt mertebede duran, eksik bir ideoloji olduğunu ısrarla dile getirdi.

Şeriati, Ezilen Halkların Çilesi Üzerine: Endişeli Bir Müslümanın Düşünceleri isimli seçkide de yansıdığı biçimiyle, Batı’nın ülkedeki hâkimiyeti konusunda birçok eleştirel çalışma kaleme aldı:

“Dostum, ben kâinatın yarısını, belki de tamamını kontrol eden bir sisteme maruz bırakılmış bir toplumda yaşıyorum. İnsanlık, bugün köleliğin yeni bir zindanına hapsediliyor. Fiziken köle olmasak bile alnımızda sizinkinden daha beter bir kader yazılı! Fikrimiz, kalbimiz, irade gücümüz köleleştirilmiş. Sosyoloji, eğitim, sanat, cinsel özgürlük, mali özgürlük, sömürüye duyulan sevda, bireylere yönelik aşk adına, hedeflere yönelik iman, insanın sorumluluğuna yönelik iman, bir düşünce okuluna yönelik inanç yüreklerimizden sökülüp alındı! Sistem bizi içine ne konulsa ona uyum sağlayan boş kaplara dönüştürdü!”[7]

Farsçaya aktarılmış Batılı terminolojiden faydalandığı, Batılı eleştirmenlerden alıntılar yaptığı, Batılı kaynakları, hatta Batı’ya ait hikâyeleri aktardığı başka çalışmalarda Şeriati, Batı’yı eleştirdi.[8]

Şeriati, kendisini emperyalizmle mücadele eden ezilen halkların oluşturduğu Üçüncü Dünya hareketinin parçası olarak görüyordu. Fransa’da okurken Cezayir Devrimi’ne şahit olmuştu. Paris’teki gösteriler ve eylemler, Fransız aydınları arasında süren hararetli tartışmalar, Fransız Komünist Partisi gibi solcu örgütlerin Cezayir Devrimi ile ilgili hamleleri onu birçok yönden etkilemişti.

Şeriati, aynı zamanda devrimci bir isim olarak Frantz Fanon’dan da haberdardı. Sonrasında onunla ilgili bir makale kaleme alan Şeriati, Fanon’un kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’ni Farsçaya çevirdi. Hüseyniyeyi İrşad’daki derslerinde en çok bahsi edilen isimlerden biri Fanon’du. Onun fikirleri, o derslerde kendisine, Şeriati’nin aşina olduğu, garbzadegi fikriyle popüler olan Âl-i Ahmed gibi İranlı aydınların fikirlerinden daha fazla yer buluyordu. Oğlu İhsan’a yazdığı bir mektupta Şeriati, Fanon’dan doğrudan aktarılan görüşler haricinde köktencilikten komünizme hiçbir akımın görüşüne katılmadığını dile getiriyordu.[9]

Batı ve Batılılaşma sürecine yönelik saldırılarına ek olarak Şeriati, Âl-i Ahmed ve Behrengi’nin hiç dile getirmediği eleştiriler kaleme aldı. Örneğin Batı emperyalizminin imal ettiği bir şey olarak gördüğü “evrensel insan” mefhumunu reddetti. Şeriati’ye göre bu mefhum, Asya ve Afrika halklarının yerel kültürlerini zayıflatan, ülkelerin kendi aydınlarının yaşamsal bağlarını kesip atan bir olguydu.[10]

Avrupa’da geliştirilmiş bilimsel analiz yöntemine belli ölçüde değer veren Şeriati, bir yandan da bu yöntemin körü körüne uygulanmasına karşı uyarılarda bulundu. Bu eleştirilere rağmen, Şeriati de Hegel’in tez-antitez yaklaşımı ile dilbilimsel fenomenoloji gibi “Batı”ya ait analiz yaklaşımlarını kullanmaktan geri durmadı.[11]

“Bu noktada ‘hangi yöntem doğru sorusu?’ gündeme geliyor. İslam’ı öğrenmek ve bilmek istiyorsak, bizim doğacılığa, psikolojiye ve sosyolojiye ait, Batı’da geliştirilmiş yöntemleri taklit etmemeli, bu yöntemleri kullanmamalıyız. Biz, yöntem seçimi noktasında yenilikçi olmalıyız. Avrupa’da geliştirilmiş olan bilimsel yöntemi tabii ki öğrenmeliyiz ama bu, onları uygulamak zorunda olduğumuz anlamına gelmez.”[12]

Paris’teki öğrencilik yılları boyunca Marksist analiz yöntemini öğrenmiş olan, bu yöntemin Hüseyniyeyi İrşad ve Meşhed Üniversitesi’ndeki öğrencilerin önemli bir kısmınca savunulduğunu bilen Şeriati, kendisini bu rakip ideolojiyi ele almak zorunda hissetti. “Papa ve Marx Olmasaydı” isimli kısa dersinde Şeriati, gençlerin Marksizm konusunda akıllı ve bilgili bir rehber olarak iş göreceğini söylüyordu:

“Marx’ın fikriyatı, ancak onunla tanımlı hareketi ve inandığı hususları idrak ettiğiniz vakit bir değere kavuşur. Marksizm, bilimsel düzeyde analiz edilmeli, ona dair yorumlar yapılmalı, bu hareketi doğuran hareketin şifreleri çözülmeli, onun geliştirdiği felsefe, mantık, bilim, ekonomi, sosyoloji ve antropoloji bir silâh gibi kuşanılmalı, mücadele içerisinde birleşen işçi sınıfına sınıf bilinci ve ideolojik silâhlar temin edilmeli, bu anlamda Marksizm, propaganda düzleminde ve bilimsel açıdan kullanılmalıdır.”[13]

Marksizmi bu denli göklere çıkartan Şeriati, bir yandan da dinleyicilerini Marksizmin körü körüne taklit edilmesi konusunda uyarıyordu:

“Bu demek değil ki Marksizmi körü körüne uygulamalıyız. Taklit edenler, kendisini uzman hekim sanan hastaya benzerler. Sağlıklı insansa uzman olmadan önce hekim olmak için uğraşır. Bu taklit yöntemi, özeldir ve eşsizdir.”[14]

Marx dini yöneticilere ait bir güç olarak görürken, Şeriati ve takipçileri bu yorumdan uzak durdu, zira onlar dini ve tarihi on dokuzuncu yüzyıl materyalizminden farklı anlıyorlardı. Şeriati’ye göre Marx’ı taklit eden biri, iyi bir sosyalist veya hakikat peşinde koşan, sorumlu bir aydın olacak ama aynı zamanda yargıda bulunma konusunda bağımsız olma ve özgürce düşünme becerisinden de yoksun kalacaktı.[15]

Hamid Algar’ın Marksizm ve Diğer Batılı Mügalatalar: İslami Bir Eleştiri adıyla İngilizceye çevirdiği diğer makalelerinde Şeriati, kapitalizm, liberalizm ve varoluşçuluk gibi Batılı ideolojiler yanında Marksizme de saldırdı. Burada Şeriati Marksizmin de karşı çıktığı, Batı’ya ait aynı tarihin, toplumsal örgütlenmenin ve kültürel bakış açısının ürünü olduğunu söylüyordu.[16] Şeriati, kitapta Marksizmi “tarihte kişiliğin yerini inkâr eden önermeyi temel alırken, Marksizm, Leninizm, Troçkizm, Titoizm ve Maoizm gibi isimlerin de ifade ettiği biçimiyle, kişiliğin beslendiği ana zemin hâline gelmekle” suçluyordu. [17] Şeriati, Marksizmi tüm dinleri ortadan kaldırma konusunda kararlı olan bir din olarak tarif ediyordu.[18]

Şeriati’ye göre, tüm Batılı ideolojiler içerisinde Marksizm, dünya görüşüyle insani faaliyetin tüm sahalarını kucaklayan en kapsamlı ve eksiksiz ideolojiydi.[19] Ama bir yandan da onun insanı sadece üretim temelli yorumladığı ve değerlendirdiği için Marksizmin tek boyutlu, insicamsız ve eksik olduğunu düşünüyordu. Buna karşılık Şeriati’ye göre İslam, tevhid temelli insan değerlendirmesi ve yorumu üzerine kuruluydu.[20]

Marksizmin diğer boyutları göz ardı ettiğini, insani varoluşun sadece materyalist yönüne vurgu yaptığını düşünen Şeriati, zulüm gören işçi ve köylünün hakkını alması için kendi hayatından, ruhundan, varlığından ve sevdiklerinden vazgeçmeye hazır olan gençlerin tepeden tırnağa sosyalist olduklarından bahsetmekteydi.[21] Ona göre, toplumdaki sınıfsal ilişkilere tek yanlı olarak dikkat kesilen gençler miyoptu, insanın diğer boyutlarını, değerlerini ve ihtiyaçlarını göz ardı ediyorlardı.[22]

“Görüyoruz ki sosyalizm, insanın dalını budağını kesip atıyor, sadece gövdenin ve köklerin büyümesine izin veriyor. Bu hâliyle sosyalizm, insanı tek boyutlu kılıyor, onu ulvi ve yüce bir boyuta taşıyor.”[23]

Marksizmin karşısına çıkarttığı İslam denilen din, ideoloji ve dünya görüşü ise yegâne çok boyutlu, insicamlı ve kapsamlı din.[24] Ama bu demek değil ki bu iki rakip ideoloji ortak ideallere sahip değil. İslam da tıpkı Marksizm gibi “toplumsal düzenin ilkeleri olarak ekonomik refaha ve sosyal adalete işaret ediyor, hatta bu ilkelere vurgu yapıyor.” İslam, temel bir farklılık olarak, bu ilkeleri amaç değil, bireyin ahlaki gelişimi için birer araç olarak görüyor.[25]

İslam, sosyalizmin sosyal sorumluluk anlayışına iki önemli boyut daha ekliyor: tasavvuftaki maneviyat ve varoluşçuluktaki varoluşun, özgürlüğün üstünlüğü ilkesi. Şeriati, İranlıların kendi dönemlerinde ihtiyaçlarını en iyi Ali’nin yolunda, yani Şiilikte giderebileceklerini düşünüyor.

“Bizim çocuklarımız sosyalist oldukça maneviyat ve tefekkürden mahrum kalıyorlar. Tefekküre dalıp tasavvufa meylettikçe toplumsal sorunlara karşı kayıtsızlaşıyor. Bu ikisini geride bırakıp varoluşçu ben ve özgürlük anlayışına sahip olunca birer hippiye, Batılı varoluşçuya, beş para etmez kafelerin müdavimlerine dönüşüyor.”[26]

Habil-Kabil hikâyesini yeniden yorumlayan Şeriati bu hikâyeyi, Marx’ın (ilkel sosyalizmin köleliğe, köleliğin feodalizme, feodalizmin burjuva kapitalizmine, oradan sanayi kapitalizmine, kapitalizmin sınıfsız topluma evrildiği) toplumsal gelişme şemasının iki ana yapıya indirgenebileceğini göstermek için kullanıyor: Habil ve Kabil iki kutbu temsil ediyor. Bu anlamda Şeriati, yönetici/kral, aristokrasi ve mülk sahiplerine karşı yönetilenlerin, Tanrı’nın ve halkın durduğu bir hikâye anlatıldığını söylüyor.[27] Bu açıdan iki kardeşin meslekleri üzerinden ayrıştığı iddiasında bulunuyor, tarımla uğraşan Kabil ile çobanlıkla geçinen Habil arasındaki kavgaya işaret ediyor. Kabil tarım sistemini, bireyi veya tekelci mülkiyeti, toprak ağalarını, yöneticileri, saldırganları ve katilleri temsil ederken Habil, çoban hayatına, mülkiyet öncesi ilkel sosyalizme, mağdur olan yönetilenlerin ve katledilenlerin dünyasına işaret ediyor.[28]

“Kabil’deki kötülük, onun doğasından kaynaklanan bir şey değildir. […] Onu kötü yapan, insana karşı olan toplumsal sistemdir, sınıflı toplumdur, köleliği ve efendiliği besleyen, insanları kurtlara, tilkilere veya koyunlara dönüştüren özel mülkiyet düzenidir. Rüşvetçiliğin, zulmün ve düşmanlığın gelişip serpildiği yer burasıdır. Bazı insanlar açken bazılarının obur olduğu, zenginleştiği, başkalarını aldattığı, birilerinin efendilik tasladığı, başkalarını aşağıladığı düzendir bu. Burada hayatın felsefesi, yağma, sömürü, köleleştirme, tüketim, suiistimal, yalan ve düzenbazlık üzerine kuruludur. Bu düzen, ezilenlere karşı ezenlerin, bencilliğin, aristokratlara has kibrin, istifçiliğin, hırsızlığın ve şatafatın düzenidir. Burada insani ilişkiler sömürü üzerine kuruludur. İnsan felsefesi, hazdan, azami zenginlikten, azami arzudan ve azami baskıdan müteşekkildir. Her şey bencillik etrafında döner. Her şey nefse, sefil, kaba ve paragöz olan nefse kurban edilir.”[29]

Şeriati’nin ifadelerine tepki geliştirecek olan kişiler bile onun isyancı gençlere cazip gelecek solcu tespitler yaptığını kabul edeceklerdir.

Şeriati, Batılılaşma sürecinin ve Marksizmin karşısına tevhid anlayışını temel alan, devrimci, yeniden can verilmiş, politikada aktif Şiiliği çıkartır. Ondaki İslam anlayışının dört temel özelliği mevcuttur:

1. Bu anlayış, yeni bir Kur’an tefsirinden ve ilk dönem İslam tarihi yorumundan neşet eder. Bu yorum dâhilinde Habil-Kabil hikâyesinde de görüldüğü üzere, sosyolojik ve psikolojik görüşlerden istifade edilir.

2. Şeriati’ye göre İslam, politik bir dindir. O, zulümden kurtuluşun, toplumsal adalet ve eşitlik mücadelesinin ve statükoya yönelik tepkinin dinidir.

3. İran’a özgü bir olgu olarak Şiilik, yabancı geleneklerden gelen saldırılar karşısında İran toplumunu koruyup kollamanın yegâne kabul edilir aracıdır.

4. Bu anlayış, bireyin sorumluluğunun artırılmasına vurgu yapar, bu anlamda ulemanın rolüne önem atfetmez.

Ulemanın rolü dikkatle analiz edilmesi gereken bir başlıktır. Şeriati’nin birçok yazısında güçlü bir din adamları karşıtı dil hâkimdir. Bu karşıtlık temelinde Şeriati, şeriatla alakası olmayan ama halkta karşılık bulmuş, Hz. Hüseyin’in şehadetinin anıldığı yürüyüşlerde sine dövme ve kendini kesme gibi dini uygulamalara onay verdiği için ulemayı eleştirir.[30] Ayrıca, “kuzey kutbunda veya güney kutbunda oruç tutulur mu?” gibi saçma sorulara kafayı taktıkları veya kolların namaz sırasında nereye konulacağı gibi önemsiz konularla meşgul oldukları için ulemayla alay eder.[31]

Ona göre ulema, somut meselelerle ilgilenmelidir. Bu noktada Şeriati, müçtehidin rehberliği anlamında taklit terimini yeniden tarif eder. Onu genel kamuoyu ile dini ilimlerde uzman olan âlim arasındaki danışmanlık pratiğiyle sınırlar. Teknik ve bilimsel niteliğe sahip hukuki ve pratik meseleler ele alınır, “mollaların irfanına, inançlarına ve hükümlerine sorgusuz sualsiz bağlanmak, bunları mutlak kabul etmek doğru değildir.”[32] Aynı kanaldan Şeriati, içtihadın sadece müçtehitlerin değil, tüm Şiilerin bir sorumluluğu olduğunu söyler.

Eleştirilerine rağmen Şeriati, mollaları tümüyle çöpe atmaz. Ona göre kendi dönemiyle uyumlu, toplumuna karşı sorumlu ulemanın önemli bir misyonu vardır:

“Kendisine bahşedilmiş o büyük okulun ilke ve öğretileri, içinde yaşadığı dönemin tefsiri, ihtiyaçları ve hareketleri uyarınca yaşayan âlim, kendi dönemine uygun ilkeleri ve anlayışları benimsemeli, kendi döneminin ihtiyaçları ve halkın ihtiyaçları uyarınca hareket etmeli, dinin eski, geçici bir olgu hâline gelmesine, duraksamasına, zamanın gerisinde kalmasına izin vermemelidir.”[33]

Aralık 1977’de Tebriz’de yapılan ve İran Devrimi’nin fitilini ateşleyen ilk kitlesel gösteriden altı ay önce ölmüş olsa da Şeriati, devrimde büyük ve önemli bir rol oynamıştır. O, birçok insan tarafından İran Devrimi’nin “ideolog”u ve devrimin “Voltaire”i olarak kabul edilmiştir.[34] Şeriati’nin resimleri, gösterilerde Humeyni’nin resimleriyle birlikte taşınmıştır. Yüzlerce işportacı, Şeriati kasetleri ve kitapları satarak geçimini sağlamıştır. Şeriati’nin halktan gördüğü destek, birçok din adamından farklı bir konuma sahip kişiliğiyle, politik düzlemde güçlü olan âlimlerce kabul edilmiş olan bir husustur.

Şeriati’yi iki devrimci örgüt yüce tutmuştur. Halkın Mücahitleri Şeriati’yi sahiplenmiştir. 1975-1976’da örgüt içinde yaşanan ayrışmada Şeriati’nin Marksist hizbe karşı Müslüman hizipten yana durduğu, hatta Mücahitlerin ricası üzerine kimi metinler hazırladığı söylenir.[35] Örgütün hikâyesini aktaran 10 Mayıs 1979 tarihli yazıya inanacak olursak, 1979 baharında İran İslam Cumhuriyeti’in kuruluşundan kısa bir süre sonra General Karani ve Ayetullah Mutaharri’yi öldüren Furkan isimli örgüt de Şeriati’ye sahip çıkmaktadır.

Sonuç

Samed Behrengi, Celâl Âl-i Ahmed ve Ali Şeriati, üçüncü dünyanın Batılılaşması, yerli kültürler, ekonomik hâkimiyet ve elitlerin satın alınması gibi meseleleri kendilerince yorumlamışlardır. Üçü içerisinde Batı’nın eğitimine en fazla maruz kalmış isim olarak Şeriati, İran Devrimi’nde çok sayıda insanın harekete geçiren bir cevap geliştirmiştir. Behrengi ve Celâl Âl-i Ahmed ise ülkenin Batılılaşma sürecinin ve sonuçlarının en bariz tezahürlerini kapsamlı bir şekilde resmetmek suretiyle, bilhassa aydın cenahında Batı ve Amerika yanlısı şah rejiminin yıkılması için gerekli desteğin zemininin inşa edilmesine katkıda bulunmuştur.

Behrengi, Celâl Âl-i Ahmed ve Şeriati, İran’daki üç farklı muhalif duruşun temsilcisi olarak görülebilir: Behrengi, halkta karşılık bulan, laik ve Marksist devrimci mücadelenin; Celâl Âl-i Ahmed, dini muhalif bir güç olarak gören, bir süre dini sorguladıktan sonra onun muhalif bir güç hâline geleceğini tespit eden laik toplumsal eylemci geleneğinin; Şeriati ise Batı hâkimiyetini Marksizm değil de sosyal adalete vurgu yapan, yeniden yorumlanmış, devrimci Şiilikle alt etmeye çalışan, meslekten din adamı olmayan, dindar eylemci kuşağının temsilcisidir.

Bu üç ismin kullandığı dil, hâlen daha canlı ve diridir. Halkın Fedaileri, Halkın Mücahitleri gibi örgütler yanında, devrimin ilk günlerinde verilen politik iktidar mücadelelerinde bu dil yankı bulmuştur. Burada sunulan kıyas üzerinden şu söylenebilir: İran’ın, bundan sonra Batı’ya ait fikirleri ve gelenekleri hiç tasnife uğratmadan, kalben benimseyebilme ihtimali bulunmamaktadır.

Brad Hanson

[Kaynak: International Journal of Middle East Studies, Cilt 15 Sayı 1 (Şubat 1983), s. 13-23.]

Samed Behrengi

Celâl Âl-i Ahmed

Dipnotlar:
[1] Sonradan Tahran’da yeniden kurulan Hüseyniyeyi İrşad, Şeriati’nin eserlerini yeniden yayımladı.

[2] Ali Shari'ati, “Letter to His Son, Ehsan,” 24 Aban 1351 (15 Kasım 1972), Haft Nameh az Mojdhed Shahid Doktor 'Ali Shari'ati içinde (Cesur Şehit Dr. Ali Şeriati’den Yedi Mektup) (Tahran: Abuzar Publications, 1977), U.S. Joint Publications and Research Service, trans., no. 73760 (June 13 1979), s. 39.

[3] Ali Shari'ati, Mas'uliat-e Shiceh budan (Tahran: Sazman-e entesharat-e Hosainieh-ye Ershad, 1350/1971), s. 11.

[4] Mas'uliat-e Shiceh budan (s. 11) isimli çalışmasında Meşhed’de devasa bir cami inşa eden, İslam’ın temel ilkelerini anlamadan bu dini yüceltmeye kalkan, Timur devletinin sultanı Gevher Şad Begüm’ü alaya alır. Asıl üzerinde durduğu konu ise şah ile şahbanunun sahte dindarlığıdır. Meşhed’deki İmam Rıza Türbesi’ne bağışladığı altın kapılar, Çekoslovakya yapımı kristal avizeler ve gümüşten korkuluklar bu sahteliğin dışavurumudur.

[5] Mansur Farhang, “Resisting the Pharaohs: Ali Shariati on Oppression," Race and Class, 25, 1 (Yaz 1979), s. 32.

[6] Şeriati daha önce de bir kez tutuklanıp hapse atılmıştı. 1964 yılında Fransa’dan dönerken, Türkiye sınırında Paris’teki öğrencilik döneminde dâhil olduğu faaliyetler sebebiyle tutuklanmıştı.

[7] Ali Shari'ati, Reflections of a Concerned Muslim: On the Plight of Oppressed Peoples, Çeviri: Ali A. Behzadnia ve Najpa Denny (Houston, Tex.: Free Islamic Literatures, Inc., 1979), s. 9-10.

[8] Bkz.: Mangol Bayat-Philipp, “Shi'ism,” s. 165-166.

[9] Shariati, “Letter to His Son, Eshan,” s. 43.

[10] Ali Shari'ati, Ummat va Imamat (Tahran: Sazman-e entesharat-e ershad, 1350/1972), s. 52-53.

[11] Şeriati’deki Hegelci diyalektik kullanımı ve İslam’ın diğer dinler karşısında üstün oluşu konusunda konusunda bkz.: Sima-ye Mohammad ba tarjomeh-ye Englisi, Çeviri: Abdulaziz Abdulhosein Sachedina (Tahran: Sherkat-e sahami-ye enteshar for Hosainieh-ye Ershad, 1350/1971), s. 54-56 ve 61-63; insanın kutsal ve dünyevi olan ikili niteliği konusunda bkz.: On the Sociology of Islam, Çeviri: Hamid Algar (Berkeley, Calif.: Mizan Press, 1979), s. 88-96. Şeriati’nin İslam’daki doğal dinamizmi ortaya koymak için dilbilimsel fenomenolojiye başvuran çalışması için bkz.: Mas'uliyat-e Shiceh budan, s. 16.

[12] Shari'ati, On the Sociology of Islam, s. 60.

[13] Ali Shari'ati, Agar Pap va Marks nabudand (n.p.: n.d.), s. 9-10.

[14] A.g.e., s. 10.

[15] A.g.e., s. 10-11.

[16] Ali Sharicati, Marxism and Other Western Fallacies: An Islamic Critique, Çeviri: R. Campbell (Berkeley, Calif.: Mizan Press, 1980), s. 49.

[17] A.g.e., s. 108.

[18] A.g.e., s. 52.

[19] A.g.e., s. 64-65.

[20] A.g.e., s. 70.

[21] A.g.e., s. 116.

[22] A.g.e., s. 116.

[23] A.g.e., s. 117.

[24] A.g.e., s. 84.

[25] A.g.e., s. 73.

[26] A.g.e., s. 122.

[27] Shari'ati, On the Sociology of Islam, s. 112-116.

[28] A.g.e., s. 98-99.

[29] A.g.e., s. 107.

[30] Sharicati, Mas'ulivat, s. 37.

[31] A.g.e., s. 27-28.

[32] Ali Shari'ati, Tashaivo'-e cAlavi va tashaiyoc-e Safavi (Tahran: Sazman-e entesharat-e Hosainieh-ye Ershad, 1350/1971), s. 141.

[33] Shari'ati, Mas'uliyat, s. 24-25.

[34] Farhang, s. 31.

[35] Bkz.: Haft Nameh’nin giriş bölümü, s. 3.