İbrani
inanç geleneklerinin (Semavi dinlerin) tümünde insanın yaradılışı temel bir
kıssaya dayanır. Bu kıssa, herkesin bildiği gibi Allah’ın. Âdem’i yaratmış
olması üzerine meleklerinden O’na secde etmesini isteyerek başlar. Şeytanın
(İblis’in) “Beni ateşten, O’nu ise topraktan yarattın. Ben ondan üstünüm, bu
sebepten secde etmeyeceğim.” demesine üzerine Allah, şeytanı cennetinden kovar.
Şeytan da kıyamete kadar Allah’ın yarattığı tüm insanları doğru yoldan
saptıracağına dair yemin eder. Bu kıssa, Kur’an’ın nüzul (indiriliş) sırasına
göre 39. suresi olan A’raf suresinde kendine yer bulur. Öncesindeki birçok sûre
ve özellikle Kur’an’ın ilk 10 suresi tamamen “mülkiyet”, “yönetim” ve “iktidar”
gibi kavramlar ele almak üzere kelam edilmiştir. Peki öyleyse neden insanın “Nasıl
ve neden yaratıldım?” gibi yaradılışının temelini sorgulamaya yönelik bir
soruya cevap veren nitelikte olan A’raf suresi bu kadar geç vahy olmuştur?
İnsanları tevhid dinine davet eden bir kitap, en başta cevaplanması gereken bu
temel insanlık sorunsalına neden başka birtakım konulara değindikten sonra
gelmiştir? Yoksa nasıl yaratıldığımızdan ziyade, neyle sınandığımız mı Allah
katında daha büyük bir öneme sahip?
Şeytanın
Âdem’e secde etmeyişindeki en temel neden, kendisini yaratılışı itibariyle
ondan üstün görmesi ve bu sebepten diğer meleklerin Âdem’e değil, kendisini
büyük görmesinden kaynaklıdır. Bu en yalın haliyle tarif edilecek olursa kibir
ve iktidar hırsıdır. Semavi dinler tarihine ve içinde barındırdığı anlatımlara
kafamızı çevirdiğimizde, Allah’ın gönderdiği peygamberler karşısında daima
kibirlerinin kaynağı iktidarlarının gücü olan unsurlar görürüz. Firavun, Haman,
Karun, İsa’yı yargılayan din adamları, Ebu Leheb, Ebu Cehil, Ebu Sufyan gibi
peygamberlerle şahsi ve kurumsal anlamda sonuna dek savaşan kişiler,
iktidari/statüsel konumlarını ve güçlerini kaybetme kaygısı itibariyle onlarla
karşı karşıya gelmiştir. Şeytanın çamurdan yaratıldığı için Âdem’i kendisinden
alçakta görmesiyle, yukarıda birkaçını örnek verdiğim kişilerin ezilen ve
yoksul sınıfları temsilen başkaldıran peygamberlerden, kendilerini güçleri ve
servetleri sebebiyle üstün görmelerinin arasında bir fark yoktur.
“Âdem”
kelimesinin köken itibariyle “İnsan” demek olduğunu göz önünde bulundurursak;
eşitlikçi ve anti-iktidari hareketleri insani, üstten bakan ve iktidarına
sırtını yaslamış şahıs ve kurumların da şeytani anlayışın kendisi olduğunu
kolayca görebiliriz. Yani Allah’ın yarattığı bir varlık olan İblis, ona karşı
gelen birine iktidar hırsı ve güç tutkusu sebebiyle dönüşmüştür. Âdem’in (insaniyetin)
verdiği mesajın, yaydığı doğruluğun şeytan nezdinde hiçbir hükmü ve
yorumlanabilir bir yanı bulunmamaktadır. Zira ona göre, bu her şeyin merkezine
kendi güç ve kuvvetini koyan anlayışı doğrudan tehdit eden, kendisinin de diğer
herkes gibi olmasını sağlayabilecek bir tehlikedir. Kökenindeki ateşin gücünden
beslenmektedir ve onun yakıcılığı diğer başka bir olguyla eşit tutulamaz
derecede kadimdir.
Anlatıya
göre sonrasında Allah Âdem’e bir dost, eş ve yoldaş olarak Havva’yı
yaratmıştır. (İslam’a muhalif kişi ve grupların, İslam’ı kadını yok sayan bir
durum olarak göstermek amacıyla Âdem’in Havva’nın kaburgasından yaratıldığına
dair bir hikâyenin varlığını öne sürmesi asılsızdır. Bunun İslamiyet ve
Hristiyanlık anlatılarında herhangi bir aslı ya da örneği yoktur. Âdem’in
kaburga kemiğinden Havva’nın yaratıldığı kıssası, Tevrat’ta geçmektedir) Onlara
Allah’ın cennetinde çok güzel meyve bahçeleri ve ırmaklarla dolu bir yer
bahşedilmiştir. Ancak yalnızca bir ağacın kendilerine yasak olduğunu, buraya el
değilmemesi ve meyvelerinden yenilmemesi gerektiği bildirilmiştir. Allah’ın
cennetinde yasak ve el değilmemesi gereken bir ağaç, muhakkak ki yalnızca Allah’a
ait olan bir şeyi içinde barındırıyordur. Ardından şeytan Âdem ve Havva’ya
Allah’ın bu ağacı onlara yalnızca bir melek ya da bir ölümsüz olmamaları için
yasakladığını söyleyerek içlerine kendi içindeki gibi bir hırs düşürdü. Allah’ın,
kendilerine yasak kılacak kadar insan için kötü olan bir şeyi, onlara
ölümsüzlük sağlayacak kadar önemli ve güçlü bir meyve sandılar. Ardından bu
meyveyi yediler ve birden çırılçıplak bir hale büründüler, cinsel uzuvları
ortaya çıktı. Onlar da Allah’ın karşısındaki bu çaresiz ve utanç dolu
hallerini, “yine bu ağacın yapraklarıyla” örtmeye çalıştılar. Ardından Allah, Âdem
ve Havva’yı cennetinden kovup dünyaya sürgün etti.
Bu
kıssanın Kur’an’ın inen 39. suresi olan A’raf suresinde anlatıldığını ve
öncesinde iktidar, yönetim ve mülkiyete dair birçok sûre olduğunu söylemiştik.
Yani önce yeryüzündeki sorunlardan başlayıp, yaradılışımızın kökenine ilişkin
bir final getirilirken konunun aslı açığa kavuşmuş oluyor. Kur’an’ın tamamını
ele aldığımızda, Allah’a ait olduğu en çok tekrarlanan olgu, mülkiyettir.
Birçok yerde “Leh'ül Mülk (Mülk Allah'ındır)” ya da “göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah’a aittir” denilerek bu sık sık hatırlatılır. Allah’ın yalnızca
kendisine ait olduğunu bu denli sıklıkla tekrarladığı mülkiyet, insanın
yaratılış hikayesinde çok da uzak olmayan bir betimleme olarak ağaç ile
simgeselleştirilmiştir. Zira dünyevi anlamda mülkiyetin ana dayanağı toprak ve
yeryüzü sahipliğine eş gelmektedir. Âdem ve Havva, (Kadın ve erkek olarak tüm
insanlığı temsil eden kavram) Allah’ın yarattığı tüm varlıklar için sonsuz
olanaklar sunup da onlara bahşettiği cennetinde, yalnız Allah’a ait olduğu için
onlara yasak kılınan ağaçtan bir meyve yemiştir. Yani insanlık, ilk günahını
Allah’a ait olan mülkiyete el uzatarak gerçekleştirmiştir. Şeytanın (kötülüğün)
kendisini ölümsüz yapacağına inanacak kadar insanın gözünü hırsa bulayan bu
güçlü kavramı, insanın kendisine karşı kullanmasındaki etken budur.
İnsanlık
tarihinin tamamında mülk, iktidar ve servet sahipleri bir gün öleceklerine
ihtimal vermiyormuşçasına kazanma, sahip olma ve ele geçirme tutuklarına dört
kolla sarılıp, daha fazlasını istemeye devam etmişlerdir. Mülkiyetin, onları
ölümsüz yapacağına inanmışlardır. Hatta bu uğurda yaptıkları zulüm, döktükleri
kan ve yaşattıkları vahşete karşın vicdanlarını ve içlerindeki korkularını, Âdem
ve Havva’nın ağacın yapraklarıyla kendilerini örttükleri gibi, mülkiyetin
kendilerine getirisi olan birtakım unsurlarla örtmeye çalışmışlardır. Bu, bazen
para karşılığında tutulmuş bir ordu, bazen satın alınmış bir hâkim, bazen de
mevcut iktidarı korumak amacıyla dini kullanmak üzere söylemlerde bulunan bir
din adamıdır.
İnsanlık
tarihinin ve günümüzün insaniyet problemi olan vicdani körelme, gören gözle
görmeme, duyan kulakla işitmeme, çalışan akılla anlamama durumu aslında tam
olarak insanın kasıtlı olarak başvurduğu bir yöntemdir. Yani bunların
işlevselliğini kaybetmesini, kendi elleriyle yaprakla kapatarak sağlamıştır.
Yaprak, şeytanın yani insanın içindeki kötülüğün insani değerlerinin önüne
koyduğu hırs ve tutkulardır. Bu hırs ve tutkuların kaynağı ise kendisi ölümsüz
yapacakmışçasına çok sevdiği ağaçtaki meyve, yani mülkiyetin ta kendisidir.
İnsan
şeytanla, yani kötü olanla mülkiyete el uzatarak birlik olmuştur. Mülk Allah’ındır
ve yeryüzünde O’na ait olana el uzatan, sahiplenen ve hatta hadsizce bununla
diğer insanlara üstünlük sağlayan insan şeytanın ta kendisidir.
Proudhon’un
dediği gibi mülkiyet hırsızlıktır. Ve yapılması gereken çıkarım şudur ki
hırsızlık yaparak elde edilmiş olan mülkiyet, bizzat Allah’tan çalınmıştır.
Beran Afat
8 Aralık 2019
0 Yorum:
Yorum Gönder