18 Nisan 2020

,

İnsanlar Asıl Virüs Değildir: Eko-faşistlik Etmeyin!


Asıl virüs insanlar değildir. Bizler birer rahatsızlık ya da hastalık değiliz. Hepimiz küresel koronavirüs pandemisiyle şaşkına dönmüşken bu bıktırıcı nakaratı tekrarlamaktan vazgeçin artık. Ortalıkta şehirlerdeki yaşamın karantinadan ötürü yavaşlamasıyla bir süredir görülmedikleri yerlerde sere serpe gezen hayvanlara dair yalan haberler dolaşırken (ne kadar ironik, değil mi?) oldukça çok sayıda insan, bu haberlere gezegenimizde yaşayan insanların kendilerinin bir tür hastalık olduğunu düşündüklerini söyleyerek tepki verdi. Hatta ozon tabakasının kendini onarmaya başlamış olması ile ilgili 2018 tarihli bir makaleyi –şüphesiz ki makalenin tarihini ya da başlığı dışında herhangi bir yerini okumadan ve tabakadaki iyileşmeyi birçoğumuzun toplumsal sorumluluk gereği evlerimizden çıkmaması nedeniyle birdenbire duran insan etkinliği ile ilişkilendirerek- dolaşıma soktular.

Bazıları da COVID-19’u Tabiat Ana’nın intikamı, dünyanın insan virüsüne karşı geliştirdiği aşı ya da evrenin dünyayı daha iyi hale getirmesi olarak anmaya başladılar. Haklılıklarından emin bir biçimde onu ilahi bir müdahale yerine koymakla kitleler halinde gerçekleşen ölümlerin ve bunlardan kaynaklanan kolektif acının gezegenin iyiliğine değeceğini, hatta bunun gerekli olduğunu ima ediyorlar. Bu pandemi, topluluklar ölçeğinde travma ve acının gelişmesinin ve kötüleşmesinin önünü açtı; bu durumun bu dünyada yaşamaya hakkı olanlar için bir nimet, hakkı olmadığı düşünülenler içinse bir ceza olduğunu belirten söylem, sadece korkunç biçimde duygu yoksunu değil, aynı zamanda tehlikeli de.

Bu retorik, sanayileşmeden ve çevre için tehlike arzeden uygulamalardan bugüne kadar kâr sağlamış olanların sermayelerini büyütmenin yollarını aramaktan vazgeçmeyeceklerini anlamamakla da malul. Nitekim Trump yönetimi, koronavirüs bahanesiyle petrol ve doğal gaz sanayiinin karşısında bizim korunmamız için çıkarılmış muhtelif yasaların uygulanmasından imtina ederek kamu sağlığı ve çevre ile ilgili idari uygulamaları gevşetti bile (üstelik bu tutum, Trump’ın zaten elektrik santrallerinden kaynaklanan kirliliği önlemeye yönelik kuralları etkisizleştirmesinin ve suyun korunması ile ilgili federal hükümetin verdiği güvenceleri kaldırmasının hemen ardından geldi).


Toplumsal ve ekonomik farklılıkları sürgit kılan mevcut sömürü sistemini eleştirmek yerine birçokları eko-feminist, korumacı, çevreci ya da ruhani ideolojilerinin tehlikeli bir biçimde eko-faşist bir zemine kaymasına seyirci kalıyorlar; ki bunun bize, özellikle de kıyıya itilmiş insanlara hiçbir hayrı yok. Kapitalizm, beyazların üstün olduğu inancı ve sömürgeciliktir: insanlığın kendisi değil, doğal yaşam alanlarının yok olmasına, sularımızın zehirlenmesine ve gezegenimizin ve bizzat bizim sağlımızın bozulmasa neden olan odur. Bu ayrımı yapmak zorundayız. Yapmadığımızda dünya için en tahripkâr sistemlerin dışlanmış kesimleri gözden çıkararak iyice semirmelerine neden olmuş oluyoruz.

Eko-faşizm –doğanın insan hayatı pahasına korunmasına yapılan vurgu- köklerini beyaz üstünlüğü fikrinde ve yabancı düşmanlığında buluyor; bu, bilhassa gözden çıkardığı hayatlar siyahların ve yerlilerinki olduğu için böyle. Engelli düşmanlığı, ırkçılık ve belli sınıfların hor görülmesini toplumun iyiliği için kimin ölüp kimin kalacağının belirlenmesinde işe koşan öjenizmle aynı yolda ilerleyen eko-faşizm, kesinlikle soykırım çabalarının aleti olarak anlaşılmalıdır. Charlottesville’de ortaya konmasından anlaşıldığı üzere alternatif sağ tarafından da benimsenen Nazizmin “kan ve toprak” mantrası, bir yerde ikametin sadece oranın yerlilerine hak olduğu ve doğanın “köksüz” göçmenlerin sınır-dışı edilmesi ya da soykırıma uğratılmasıyla korunabileceği iddiası, eko-faşist bir terennümden başka bir şey değil.

Eko-faşistler, çevreyi ve doğal kaynakları korumak için insanları feda etmeye can atıyorlar, hangi insanların ortadan kaldırılacağına karar vermeye hakları olduğuna inanıyorlar. El Paso ve Christchurch katliamcılarının her ikisi de eko-faşist inançlara sahipti ve “Teksas’ı işgal etmiş Hispanikler”i ve camilerde namaz kılan insanları öldürmelerini koşullayanın bu inançları olduğuna atıfta da bulundular. Bunlardan Christchurch katili, göçün doğaya açılmış bir savaş olduğu dahi iddia ediyordu.

Şu anda ortalıkta Extinction Rebellion adında bir iklim değişikliği örgütüymüş gibi davranan, asıl isimleri ise Hundred-Handers olan beyaz üstünlükçü bir grup dolaşıyor. Bunlar, eko-faşist görüşleri COVID-19 pandemisiyle de bağlantılar kurarak yaymaya çalışıyorlar.


Toplumsal ve ekonomik farklılıkları sürgit kılan mevcut sömürü sistemini eleştirmek yerine birçokları eko-feminist, korumacı, çevreci ya da ruhani ideolojilerinin tehlikeli bir biçimde eko-faşist bir zemine kaymasına seyirci kalıyorlar; ki bunun bize, özellikle de kıyıya itilmiş insanlara hiçbir hayrı yok. Kapitalizm, beyazların üstün olduğu inancı ve sömürgeciliktir: insanlığın kendisi değil, doğal yaşam alanlarının yok olmasına, sularımızın zehirlenmesine ve gezegenimizin ve bizzat bizim sağlımızın bozulmasa neden olan odur. Bu ayrımı yapmak zorundayız. Yapmadığımızda dünya için en tahripkâr sistemlerin dışlanmış kesimleri gözden çıkararak iyice semirmelerine neden olmuş oluyoruz.
Eko-faşizm –doğanın insan hayatı pahasına korunmasına yapılan vurgu- köklerini beyaz üstünlüğü fikrinde ve yabancı düşmanlığında buluyor; bu, bilhassa gözden çıkardığı hayatlar siyahların ve yerlilerinki olduğu için böyle. Engelli düşmanlığı, ırkçılık ve belli sınıfların hor görülmesini toplumun iyiliği için kimin ölüp kimin kalacağının belirlenmesinde işe koşan öjenizmle aynı yolda ilerleyen eko-faşizm, kesinlikle soykırım çabalarının aleti olarak anlaşılmalıdır. Charlottesville’de ortaya konmasından anlaşıldığı üzere alternatif sağ tarafından da benimsenen Nazizmin “kan ve toprak” mantrası, bir yerde ikametin sadece oranın yerlilerine hak olduğu ve doğanın “köksüz” göçmenlerin sınır-dışı edilmesi ya da soykırıma uğratılmasıyla korunabileceği iddiası, eko-faşist bir terennümden başka bir şey değil.
Eko-faşistler, çevreyi ve doğal kaynakları korumak için insanları feda etmeye can atıyorlar, hangi insanların ortadan kaldırılacağına karar vermeye hakları olduğuna inanıyorlar. El Paso ve Christchurch katliamcılarının her ikisi de eko-faşist inançlara sahipti ve “Teksas’ı işgal etmiş Hispanikler”i ve camilerde namaz kılan insanları öldürmelerini koşullayanın bu inançları olduğuna atıfta da bulundular. Bunlardan Christchurch katili, göçün doğaya açılmış bir savaş olduğu dahi iddia ediyordu.
Şu anda ortalıkta Extinction Rebellion adında bir iklim değişikliği örgütüymüş gibi davranan, asıl isimleri ise Hundred-Handers olan beyaz üstünlükçü bir grup dolaşıyor. Bunlar, eko-faşist görüşleri COVID-19 pandemisiyle de bağlantılar kurarak yaymaya çalışıyorlar.

Eko-faşist retorik, hem beyaz sömürgeciliğinin sorumluluğunun ve uzun doğa tahribatı geçmişinin hem de nüfusun çoğunun Siyahlardan ya da başka beyaz olmayanlardan oluştuğu ülkelerdeki emperyalist varlığın üzerini örtmeye yarıyor. Kapitalist sanayileşmeyi ve çevreci ırkçılığı, özellikle de devasa şirketlerin hiç durmadan kâr ve bölgesel denetim uğruna dünyayı nasıl mahvettiğini görmezden geliyor. Birçok kişi Twitter’da “asıl virüs insanlardır” deyip duruyor ve belli ki bunların birçoğu beyaz milliyetçiliğini desteklemek gibi bir niyet taşımıyor, ancak sözleri yine de çok tehlikeli bir düşünceyle ittifak halinde. Bu insanların inançları ne olursa olsun, doğanın durumu için topyekûn insanlığı suçlamak, birçoğumuzun bizzat ceremesini çektiği baskıların suçunu üzerine almasını istemek anlamına gelir.


Daha önce çokça söylendiği gibi eko-faşizm, ABD yerlilerinin doğayla olan ilişkisini görmezden gelen tahrif edilmiş bir tarih anlatısından neşet eden bir mantığa sahip. Bin yıl boyunca Yerli toplulukları Dünya ile barış ve saygı içinde hemhal olunabileceğini gösterdiler. Bu dünyada ona saygı duyarak ve onun varlığını sürdürmesine imkân vererek giyinme, beslenme, barınma ihtiyaçlarını gidermenin mümkün olduğunu şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanıtladılar. Yerli iklim aktivistlerinden onların bilgeliğini önemseyip emeklerine kıymet vererek ve onların tuttukları yolu yol bilerek çok şey öğrenebilirdik.

Pandemi günlerinde bu kadar çok kayıp vermişken ve birçok bilinmezle karşı karşıyayken devlet ve şirketlerin gezegene kastının tahripkâr sistemlerinin bir kenara attığı varlıklara yönelik kasıtlarından ayrı düşünülemeyeceğini anlamalıyız. Sosyal medyada “asıl virüs insanlardır” türünden laflar ettiğinizde bilin ki beyaz üstünlükçülerinin retoriğini tekrarlamış oluyorsunuz sadece. Böyle yapmak yerine sizi başkalarına ve kendinize bu dibine kadar eşitsiz dünyada kapitalizmin, şirketlerin-devletlerin, sömürgecilerin ve emperyalistlerin günahlarına bakmayı hatırlatmaya davet ediyorum.

Sherronda J. Brown
27 Mart 2020
Kaynak

Ekofaşizm

17 Nisan 2020

,

BMGV


Bill Gates bir mülâkat verdi. Burada beyimiz, amaçlarını hiç çekinmeden ifşa ediyor. Rosemary Frei, Gates’in planlarındaki Orwellci yönleri ayrıntısıyla ortaya koyuyor.[1] Bu noktada bilhassa Gates’in şu yorumlarına bakılabilir:

“Covid-19 bayağı bulaşıcı bir virüs. MERS ve SARS’tan daha bulaşıcı. Ama onlar kadar öldürücü değil. […] Daha önce ekonominin başına hiç böyle şeyler gelmemişti. Ekonomiyi eski hâline döndürmek ve para kazanmak mümkün, ama insanı ölünce geri getiremiyorsunuz. Bu sebeple ekonomi düzleminde çekilmesi gereken acıyı çekeceğiz. Hastalığın ve ölümün yol açtığı acıyı en alt seviyeye çekmek için bu büyük acıya katlanacağız.”

Gates insanları yanıltıyor. Covid-19’un MERS veya SARS kadar öldürücü olmadığını söylerken, bu virüsün daha az ölüme sebep olduğunu söylemiş oluyor ama bu noktada klinik semptomları ciddiye almıyor. “Daha bulaşıcı” olduğu ile ilgili tespit, esasen bu virüsün daha kolay aktarıldığını söylüyor ki burada hastalık semptomlarının varlığına veya yokluğuna dair bir şey söylenmiş olmuyor. Dolayısıyla aslında kötü bir grip mevsiminde olduğumuza dair tespitler, ekonomideki çöküşü meşrulaştırmak için kullanılıyor.[2]

Gates, mülâkatta bir “biz”den bahsediyor ama bu “biz” tam olarak kimlerden oluşuyor, belli değil. Gates, “ekonomik boyutta bu acıyı çekeceğiz” derken tabii ki kendisi gibi milyarderleri kastetmiyor. Peki bu “biz” demesinden onun izolasyon kararının altında imzası olanlardan biri olduğu sonucuna ulaşabilir miyiz?

Bugün milyonlarca insanın hayatı mahvolmuş durumda. Binlerce küçük işletme, bu süreçten sağ çıkamayacak. 2016 baharında medyada çıkan bir habere göre Amerikalıların yüzde kırkı, acil bir durumda 400 doların çok altında bir parayla yaşamak durumunda kalacak.[3] Bu izolasyon sürecinde düşük gelirli insanlar, daha da kötü koşullarla yüzleşecek.

Teknoloji dehası olarak Gates, ya bahsini ettiği çilenin ne düzeyde olduğunu görmüyor ya da o çileyi asla önemsemiyor. Bu berbat durum sürdükçe herkesin sağlığı ciddi bir biçimde etkilenecek.

Bu izolasyon sürecinin virüsten daha fazla insanı öldürüp öldürmeyeceğini anlamak için ayrıntılı araştırmalara gerek var. Ama kısa vadede şunu görmek mümkün: kitleler kaygıyla, bunalımla daha fazla uğraşmak zorunda kalacak, alkolle acılarından uzaklaşmak isteyecek, gerginlik daha fazla şiddete yol açacak, ruh ve bedeni bir arada tutabilmek adına yapılan son hamle dâhilinde birçokları suç işleyecek.

Mülâkatın bir yerinde Gates bombayı patlatıyor: “İleride iyileşmiş olanlara ve aşı yapılmış kişilere sertifika vermek zorunda kalacağız. Çünkü kimse, kontrolün gerektiği şekilde yapılmadığı ülkelerin bulunduğu koşullarda, insanların dünyayı dolaşmasını istemeyecek.”

Gates, burada ne tür bir sertifikadan söz ediyor? Aklında olanı anlamak için geçen Aralık ayında Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın hazırladığı rapora bakabiliriz. MIT’de yapılmış ve vakıf tarafından fonlanmış olan araştırmanın raporunda “kimlik dövmesi”nden söz ediliyor.[4] Kimlik, aşılarla birlikte enjekte ediliyor ve gerektiğinde okunabiliyor. Kimlik dövmesine sahip olmayan kişi, ölümcül bir virüsle yüzleşildiği noktada tehlikeli kabul ediliyor ve bu kişinin hareket serbestiyeti kontrol altına alınıyor. Bu rapor herkesin dikkatini çekmeli, zira gelen haberlere göre Gates, kendi çocuklarına aşı yapılmasına izin vermemiş![5]

Alman gazeteci Ernst Wolff, uluslararası finansa ve yol açtığı sonuçlara odaklanan bir isim. 20 Mart 2020’de verdiği mülâkatta kıymetli tespitlerde bulunuyor.[6] Aktardığına göre Dünya Sağlık Örgütü’nün para kaynakları ve üzerindeki kontrol yetmişlerde değişmeye başlıyor. Örgüt’ün para kaynağı ve dizginleri tutan el değişiyor. Bu süreçte ilâç endüstrisi ve özel vakıflar ulus devletlerin yerini alıyor.

Son süreçte Dünya Sağlık Örgütü, en büyük desteği Bill ve Melinda Gates Vakfı’ndan alıyor. Örgüt içerisinde herkesten fazla güce sahip olan Gates, bu sayede Dünya Sağlık Örgütü’nde devlet başkanına has bir statüye kavuşuyor. Bu durum, dünya açısından önemli meseleler konusunda dünya liderlerinin tartıştığı G20 zirvesi için de geçerli.[7]

Bir de bu noktada 18 Ekim 2019’da Dünya Ekonomi Forumu ile Gates’in vakfının ev sahipliği yaptığı “201 No’lu Etkinlik”ten söz etmek gerek. Burada ciddi bir salgın durumunda ortaya çıkabilecek ekonomik ve toplumsal sonuçların ağırlığını hafifletmek için özel ve kamu ortaklığı üzerinde duruluyor. Bu salgın uygulaması, Covid19 salgınından ve izolasyon kararından dört ay önce yapılıyor.[8]

Gates, Covid-19’un diğer virüsler kadar öldürücü olmadığını söylüyor. Burada izolasyon ve ekonomiyi durduran kararları şüpheyle karşılamamız gereken bir tespit çıkıyor karşımıza. Muhalif epidemiyologların sesi, bu süreçte medya eliyle susturuluyor.[9]

Bir de Salgınlara Hazırlık İnovasyonları Koalisyonu’ndan söz etmek lazım. Gates’in vakfı, bu kuruluşun hem yatırımcısı hem de ortağı. Misyonu ise “bulaşıcı hastalıklara karşı aşı geliştirme sürecini teşvik edip hızlandırmak ve salgın esnasında insanların bu aşılara ulaşmalarını sağlamak.”

Yaklaşık yüz milyar dolarlık servete sahip olan Bill Gates, virüs salgınları ile ilgili karar alma süreçlerinde hep en önde duruyor. Asıl ilgilendiği husus ise aşı üretimi. Dünyada herkesin her yıl aşı olmayı kabul edeceği bir seviyeye gelinmesini istiyor. Bu sayede ilâç endüstrisi, hem muazzam paralar kazanacak hem de ömrünü iyice uzatacak.

Her sene Covid-19 gibi dikkat çekici bir isim bulunuyor, yeni virüs salgınına işaret ediliyor, gerçeğe dayansın ya da dayanmasın, ölüm istatistikleri herkesin gözüne sokuluyor, böylece kitlelere ölüm korkusu aşılanıyor.

Belirli durumlarda insanlık için aşı elbette ki zaruridir. Ama şunu da bilelim: Dünya Sağlık Örgütü ne vakit konuşsa o BMGV'nin çıkarlarından gayrı bir şeyden söz edemez.[10]

Bill Willers
15 Nisan 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Rosemary Frei, “Bill Gates”, 4 Nisan 2020, Guardian.

[2] Kit Knightly, “Covid19 Death Figures”, 5 Nisan 2020, Guardian.

[3] Ylan Q. Mui, “Shocking Number”, 25 Mayıs 2016, WP.

[4] “Bill Gates”, 23 Aralık 2019, 21.

[5] “Vaccinate”, 13 Mayıs 2019, US.

[6] Ernst Wolff, “Collapse of System”, 30 Mart 2020, Youtube.

[7] Natalie Huet ve Carmen Paun, “Most Powerful Doctor”, 15 Nisan 2017, Politico.

[8] “Event201”, CHS.

[9] “Coronavirus Panic”, 28 Mart 2020, Guardian.

[10] “Politicize This Virus”, 8 Nisan 2020, RT.

, ,

Devrimciler Örgütü Üzerine

Örgütümüz nerede olursa olsun, yoldaşlarımız bir şeyler yapmalıdır.

Bizim devrimci örgütümüz eyleme giriştikçe büyür, bir yerlerden gönderilen siyasi asistanların yardımıyla değil.

Buna karşılık eylem, ancak kendisine altyapı hazırlanmasıyla mümkündür. Eylem meselesi, öncülük etmek için ulusal bir koordinasyona sahip olma meselesi değildir, çünkü öyle bir durumda yukarıdan aşağıya doğru örgütsel bir yapı inşa yaratmamız gerekir. Böyle bir örgütlenme yolu ise devrim yapmak için önce parti ya da örgüt yaratanların yoludur.

Bizim yolumuz ise farklıdır. Bizim için öncelikle temel olan, eylem ve stratejidir. Örgütse bunun bir sonucudur ve devrimci eylemle eşzamanlı olarak doğar. Örgüt, aşağıdan yukarıya doğru gelişir, yukarıdan aşağıya doğru değil.

Bütün devrimci altyapı, stratejik anlayışa dayalıdır ve devrimci stratejiye bağlı olan eylemden doğar. Gerilla teknik açıdan geliştirilmezse, devrimci altyapı da oluşmaz.

Silah, patlayıcı, mühimmat kullanma, sabotaj, mayın döşeme, patlayıcı yerleştirme, köprü patlatma noktasında Brezilya devriminin stratejik vizyonuna sahip olan teknisyenlere ihtiyacımız var.

Teknik hazırlığı olan gerillalarla birlikte, doğru bir devrimci altyapı inşa edebiliriz.

Bizim için en önemli şey, geliştirilmesi gereken kadrolardır. Bu kadrolar yoksa, kararlı devrimciler bulunmuyorsa, devrimin ateş gücü zerre değer ifade etmeyecektir. Her kararı insan alır. Öyle olmasaydı, her şeye silahlar karar veriyor olsaydı, sadece silahlara ihtiyacımız olurdu, onları kullanacak insanlara değil.

Örgütümüzde strateji ön plandadır. Örgütümüzde komuta, gerilla eylemlerini belirleyen ve stratejik görevler üstlenen herkesin katılım gösterdiği stratejik merkezdedir.

Brezilya devriminin küresel boyutu hâlihazırda oluşmuştur, artık önemli olan, onu pratiğe dökmektedir. Yerel plan, küresel plandan türer ve bu plan, stratejik merkezden geçici ya da uzun bir kopukluk dönemi olsa bile taktik eylemlerle neticelendirilmelidir.

Mücadelemizin ilk aşamasında en büyük kaynaklar, kadro yaratılmasına ve stratejik eylemlere ayrılmıştır, devrimci eylemi terk ederek bir örgüt yaratmaya değil. Bu, devrim sorununu mükemmel ve tam bir örgütün kendisine bırakmaz, aksine, eylemi öne çıkartır. Örgütsel yapı, hiçbir zaman eylemden ve devrimden önce gelmez. Öncüyü öncü yapan, eylemdir.

Bazı yoldaşlar, örgütümüzün tamamlanmış, bir mükemmelliğe erişmiş olduğunu sanıyor. Böyle bir düşünce yanlıştır. Örgütümüz, eylemiyle büyüyüp gelişmektedir.

Örgütümüzün her bir bileşenine düşen bir görev vardır. Tecrübe herkesindir.

Örgütümüzde liderler seçimlerle belirlenmezler. Liderler, eylemle ve eylemlere şahsi olarak katılımlarıyla uyandırdıkları güvenle doğarlar.

Hepimiz gerillayız, teröristiz ve soyguncuyuz. Devrim yapma görevini yerine getirmek için diğer devrimcilerin oylarına ihtiyaç duyan kişiler değiliz. Demokratik merkeziyetçilik, bizimki gibi devrimci örgütlerde işlemez.

Bizim örgütümüzde olan şey, devrimci demokrasidir. Devrimci demokrasi ise devrimci eylemin ve devrimci eyleme katılanların sahip olduğu işleve olan güvenin bir sonucudur.

Bazı yoldaşlar, devrimci örgütün önceden kurulduğunu ve sadece devrimin meyvesini vermesinden önce çalıştığını düşünüyorlar.

Hayır. Devrim zayıfken örgüt de zayıftır ve kusurludur. Eylemler arttıkça, örgüt de büyür. Örgüt sıfırdan inşa edilir.

Devrim muzaffer olduğunda, örgüt yeni sorunlarla karşı karşıya kalır ve yeni duruma uygun olarak yeniden formüle edilir. Öncü, devrim sırasında ve zafer kazanıldığında ortaya çıkar.

Devrimden önce bir parti inşa etmenin örgütsel ilkeleri başka bir şeydir, devrimci eylemiyle kaim olan bizimki gibi örgütlerin ilkeleri başka bir şeydir. Bu ilkeler dört adettir:

1. Her devrimcinin görevi, devrim yapmaktır.

2. Devrimci eylemler için kimseden icazet almayız.

3. Sadece devrime bağlıyız.

4. Sadece devrimci araçlarla hareket ederiz.

Bir kere öncüllerimiz inşa ettikten ve demokratik merkeziyetçiliğe ait olmayan, yönlendirildiğimiz ilkeleri benimseyip devrimci eylem inisiyatifini ele aldığımızda, gerisi teferruattır. Sonuçlarla yüz yüze gelmeye cesareti olmayanlar, bir hayal kırıklığına uğrayarak kendisini devrim yolunun kenarında bulacaklardır.

Henüz sahip olmadığımız bir güce sahip olduğumuzu düşünmek, tehlikelidir. Eylemimiz makul bir hacme sahip olmadığında ve devrimci hareketteki eşitsizlik bölge bölgeye farklılık arz ettiğinde ve büyük olduğunda, örgüt bir bütün olarak küçük eylem hacmine ve hareketin eşitsizliğine uygun olarak hareket etmek zorundadır.

Örgütü başarıya, hareketteki büyüme, eylem hacmindeki artış, bölgelerde devrimci hareketin yüzleştiği eşitsizliğin giderilmesine dönük çabalar götürecektir.

Carlos Marighella
Ulusal Kurtuluş Hareketi
Ağustos 1969
Kaynak

,

Aşırı Demokrasi Üzerine


Dördüncü Ordu’nun merkez komitenin talimatlarını kabul etmesinden beri aşırı demokrasinin somuttaki ifadeleri sayıca epey azaldı. Örneğin bugün partinin kararları adil bir biçimde uygulanıyor. Artık kimse ortaya çıkıp Kızıl Ordu’nun “demokratik merkeziyetçiliği aşağıdan yukarıya işleyecek şekilde uygulaması” talebinde bulunmuyor veya kimse artık “sorunları ilkin alt kademeler tartışsın, sonra da üst kademeler karar alsın” demiyor. Ama gene de bu azalmanın geçici ve yüzeysel olduğunu görmek gerekiyor, bu azalma, aşırı demokrasi yanlısı fikirlerin tümüyle ortadan kaldırıldığı anlamına gelmiyor. Başka bir ifadeyle, aşırı demokrasi birçok yoldaşın zihnine kök salmış bir fikir. Bu noktada partinin kararlarını uygulama konusunda tanık olduğumuz gönülsüzlüğe bakılabilir.

Bu yanlış, aşağıdaki yöntemlere başvurularak düzeltilebilir:

1. Teori düzleminde aşırı demokrasinin kökleri sökülüp atılmalı. İlk olarak aşırı demokrasinin parti teşkilâtına hasar vermesi, hatta onu tümüyle imha etmesi sebebiyle tehlikeli olduğu görülmeli. Bu fikir, partinin savaşma kapasitesini zayıflatır, hatta onu tümüyle yok eder, partinin mücadele ile ilgili görevlerini yerine getirmesine mani olur, böylelikle de devrimin yenilmesine yol açar. İkinci olarak, aşırı demokrasi fikrinin küçük burjuvanın bireyciliğinden ve buna bağlı olarak onun disiplinden nefret etmesinden kaynaklandığı görülmelidir. Bu özellik partiye taşındığında aşırı demokrasici fikirlerin politika ve örgüt düzleminde gelişmesi için gerekli zemini teşkil eder. Bu türden fikirler, proletaryanın mücadele ile ilgili görevleriyle çelişir.

2. Örgüt düzleminde demokrasinin merkezin kılavuzluğunda işlemesi güvence altına alınmalıdır. Bu da aşağıdaki adımlar atılarak yapılmalıdır:

(1) Partinin öncü kurulları sorunlar ortaya çıktığında, kendilerini liderlik merkezleri olarak teşkil edebilmek için o sorunlara çözüm bulup partiye doğru yolu gösterecek kılavuzluk görevini üstlenebilmelidirler.

(2) Üst kurullar, kitlelerin hayatına yabancı olmamalı, alt kurulların durumuna vakıf olmalı, böylelikle doğru kılavuzluk için gerekli nesnel zemine sahip olabilmelidirler.

(3) Partiye bağlı hiçbir örgüt, herhangi bir düzeyde ortaya çıkan sorunlar konusunda sebepleri belirlemeden bir karara varmamalıdır. Bir karar alındığında ise o karar sıkı bir biçimde uygulanmalıdır.

(4) Az ya da çok önem arz eden ve partinin üst kurullarınca alınan her türden karar, anında alt kademelere ve parti tabanına aktarılmalı. Bu noktada eylemcileri toplantıya çağırma, parti şubelerinde genel üye toplantıları düzenleme, hatta (koşullar izin verdiği takdirde) her bir kolda[1] toplantı düzenleme ve belirli insanları o toplantılarda rapor tutmakla görevlendirme gibi yöntemlere başvurulmalıdır.

(5) Partinin alt kurulları ile parti tabanı üst kurulların talimatlarını detaylı bir biçimde tartışmalı, böylelikle o talimatların anlamını tümüyle anlayıp uygulanacak yöntemlere karar verebilmelidir.

Mao Zedong
Aralık 1929

[Kaynak: Selected Works, Foreign Language Press, Pekin 1965, Cilt 1, s. 108-109.]

Dipnot:
[1] Gerilla sisteminde nizami orduda birliğe denk düşer ama ondan daha esnektir ve genelde ondan daha küçüktür.

Dünya Kime Miras?


Tahmin edileceği üzere, Bernie Sanders (bir kez daha) Demokrat Parti’nin başkan adaylığı yarışından çekildi ve böylelikle merkez sağcı adaya (bir kez daha) onay vermiş oldu. Peki neden? Çünkü Bernie hep böyle biriydi.

Daha önce de Demokrat Parti içerisinde yerleşimci sol popülist isimlerin faaliyet yürüttüğüne şahit olmuştuk. Bu kişiler, her daim parti içindeki sağcıların baskısı altında hareket ederler, çünkü Demokrat Parti sağcı bir partidir.

Bernie, tam da kendisinden bekleneni yaptı. Muhtemelen yakında da mezara gömülüp üzerine toprak atılır. Burada asıl devrimci hareket içerisinde yer alan ve bizi kulağımızdan tutup sağa doğru çekiştiren oportünistler eleştirilmeli. Bunların o güzel hayalleri suya düştüğü vakit sürüne sürüne yanımıza geliyorlar ve bizim kendilerini bağrımıza basmamızı istiyorlar. Artık yeter!

Zerre sonuç üretmeyen bir seçim sürecine vakit, kâğıt, para, insanî güç ve benzeri kaynaklar kaçıncı kez harcandı, bu yolda heba edildi. Bir düşünün, o milyonlarca dolar, kısıtlı bütçelerle faaliyet yürütmek zorunda olan, sömürgeleştirilmiş halkın gerçek devrimcilerinin ellerine teslim edilseydi neler olurdu! Bir düşünün, Bernie’nin harekete geçirdiği teşkilât, gerçekten önemli olan meseleler düzleminde işçi sınıfı ve sömürge topluluklar içinde çalışabilseydi, neler olurdu! Onca kaynak, bu tür işlere değil de parti inşası için teksif edilseydi, neler olabileceğini bir hayal edin. Aylarını Bernie için harcamış, bugün de gerçek devrimci hareket içinde mevki peşinde koşanların tasfiye edilmesi gerekiyor. Çünkü bu rezilliğin bir kez daha tekrarlanmaması şart.

Komünist olduğunu iddia edenler, bu yanlışa neden düşüyorlar?

Sömürge halk, Bernie’yi size anlatmıştı aslında. Onun gibileri daha önce de gördük, hepsi de bir süre sonra rezil birine dönüşmüştü.[1] Bunlar seçilse tek tek hepimizin kıçından şırıngayla kan çeker. Kaybetseler hemen koşup kendi gibi olanların yanına hizalanırlar. Bu bok çukuruna dönüşmüş ülkede elimizdeki her şeyin şiddet veya şiddet tehdidiyle yüzleşerek kazandığımızı hepimiz biliyoruz.

Ama nasıl oluyorsa Marx, Lenin okuyan ve kendilerini bu devrimci isimlerin öğrencisi addeden insanlar, burjuva seçimleriyle meşgul olmaya devam ediyorlar.

Şimdi de seçim sürecine dâhil olup zaman ve kaynakları heba etmek için “üçüncü partiler”e çağrılar yapıyorlar. Neden yapıyorlar bu çağrıları? Çünkü ABD’de aday olacak solcu isimlerin kendilerinden ibaret olduklarını biliyorlar. Gerçekçi olalım: üçüncü partilerden gelen bu adayların iktidar koltuğuna oturması mümkün değil.

Bir kamyona binmişsiniz ama ölü taklidi yapıyorsunuz. “Mesajımızı halka iletelim” diyorsunuz ama attığınız taş tek bir ördeği ürkütmüyor. Oysa halk kendisine zulmedeni, ne yapması gerektiğini zaten biliyor.

Asıl lazım gelen, gerekli komünist tepkiyi örgütleyebilecek bir komünist öncü. Bu tepki silâhlı mücadeleyi ifade ediyor. Sandıktan komünizm çıkmaz. Dilinizde ne olursa olsun sandıkta bir şey bulamazsınız. Vaktinizi heba ediyorsunuz. Bu ahmakça çizgiyi gerçek ve ilkeli devrimcilere dayatmaya çalışıyorsunuz ama ileride başlarınızı duvarlara vuracağınızı bilmiyorsunuz.

Kitlelerin de bu saçmalıklara ayıracak vakti yok. Kendinizi ve oluşumunuzu allayıp pulluyorsunuz. Artık buraya kadar. Kökünüzde kibir var.

Assata Shakur’u okuyup onun sözlerini alıntılıyorsunuz, sonra kalkıp onurlu işçilerin kapısını çalıyor, Yeşil Parti için insanlardan oy istiyorsunuz. Du Bois’in kitaplarını okuyorsunuz, sonra gidip Bernie için milletin kapısını çalıyorsunuz. Siyahlar bu pratiğinizle ilgili sayısız eleştiri kalem aldı ama tabii ki her şeyi hepimizden daha iyi biliyorsunuz. Ama yaptıklarınızın sonucunu gördünüz. Sonuçta biz haklı çıktık. 2016’da olduğu gibi 2020’de de haklı olan biziz.

Neden? Çünkü biz tüm bu pisliği bir kez daha gördük. Beş yüz yıldır bu pisliğin içindeyiz. Altmışlara kadar bize oy kullandırtmıyorlardı. Oy kullandık, her şey daha da kötüye gitti. Mahallelerimiz uyuşturucu deposu, okullarımız çöküyor, her yer çöplüğe dönmüş. Detroit’te devrimci sendika hareketinin kontrolünde olan fabrikalar bir bir kapandı, kepenk indirdi. Hepimiz hapishanelere tıkıldık. Şimdi de bu salgın ağır bir darbe indirdi. Sonuçta biz, “vazgeçilmez” (daha doğrusu “tek kullanımlık”) işçileriz!

Geçen markette çalışan bir kız kardeşim, eldiven, dezenfektan veya maske olmadan çalıştığı için virüse yakalanıp öldü. En son eline 20 dolar biraz da bozukluk geçmişti. O insanlara yardım etmek istemişti. Siyah otobüs şoförleri, Siyah temizlik işçileri, Siyah hemşireler, bakım işçileri, market emekçileri, kamyon şoförleri, gıda işleme işçileri… Örgütlensek, disiplinli hareket etsek, bir olsak bu ülkeye diz çöktürebileceğimizin farkında mıyız?

Bunu Bernie “hareket”i değil siyah ve melez işçiler yapacak. Dünya onlara miras. Bu kurulacak yeni dünyayı paylaşmak istiyorsanız, aptallık etmeyip en kısa sürede bir olmanın hayrınıza olduğunu görün.

Devrim yoluna çıkan her şeyi yok eder, Bernie dövizleri ve o dövizleri taşıyanlar asla istisna değildir.

Black Like Mao
16 Nisan 2020
Kaynak

Dipnot:
[1] Juan Cruz Ferre, “Second Time as Farce”, 10 Nisan 2020, LV.

16 Nisan 2020

,

Bir Soru

Veba ile birlikte kentte yozlaşma da başladı. […] Hiç kimse artık, öncesinde iyi olduğuna hükmettiği şeyi ısrarla yapma eğiliminde değildi, çünkü herkes, muhtemelen o iyiye eremeden öleceğine inanıyordu.

[Tukididis, Peleponnes Savaşları]


Bir ayı aşkın bir süredir düşünmeden edemediğim bir soruyu onu duymak isteyenlerle paylaşmak istiyorum.

Nasıl oluyor da koca bir ülke, kendisi bile fark etmeden, bir hastalığın karşısında politik ve ahlakî açıdan dizleri üzerine çöküverdi?

Bu soruyu oluştururken kullandığım kelimeleri tek tek, dikkatle tartarak seçtim. Ahlâkî ve politik ilkelerimizden feragat edişimizin ölçüsü, aslında çok basit: mesele, kendimize bu ilkelerden hangi noktada feragat etmeye hazır olduğumuzu sormakta.

Kanaatimce aşağıda üzerinde durulan meseleleri göz önünde bulundurma zahmetine giren okurlar, insanlıkla barbarlığı birbirinden ayıran eşiğin farkında olmadan veya farkında değilmiş gibi yaparak aşıldığı gerçeğini kabul edeceklerdir.

1. İlk ve belki de en ciddi mesele, ölen insanların cesetleri. Sırf açık bir biçimde belirlenemeyen bir risk adına, sevdiklerimizin ve genel olarak insanların tek başına ölmeleri gerektiğini, dahası, Antigone’den bugüne insanlık tarihinin hiçbir noktasında tanık olunmayan bir yaklaşım dâhilinde, ölenlerin cesetlerinin cenaze töreni olmaksızın yakılmasını nasıl kabul edebildik?

2. Daha sonrasında, sırf açıkça belirlenemeyen bir risk adına, ülkenin tarihinde (sokağa çıkma yasağı yalnızca belirli saatlerle sınırlı olduğu) İkinci Dünya Savaşı’nda bile gerçekleşmemiş bir şeyi, yani hareket özgürlüğümüzün kısıtlanmasını sorunsuz bir şekilde kabullendik. Bunun sonucunda da, yakın çevremizin virüs bulaştıracak bir kaynak hâline gelme ihtimali bulunduğundan, sırf açıkça belirlenemeyen bir risk adına, arkadaşlık ve aşk ilişkilerimizi fiilen askıya aldık.

3. Bunun olmasını sağlayan şeyse, olgunun kökeni anlamında, bizim birbirinden ayrılmaz olan bedensel ve manevi bir nitelik arz eden yaşamsal deneyimimizi, bir yanda saf biyolojik varlık, diğer yanda duygusal ve kültürel yaşam duracak şekilde, birbirinden ayırmış olmamızdır.

Ivan Illich’in ortaya koyduğu, David Cayley’nin kısa süre önce bize anımsattığı biçimiyle söz konusu ayrışmada modern tıp, herkesin bir biçimde kanıksadığı ama aslında en fazla önemi haiz ayrıştırma işlemi olarak, belirli bir sorumluluğa sahiptir.

Modern bilimde bu ayrıştırma işlemi, bedeni sadece bitkisel hayatta tutan yeniden canlandırma aygıtları eliyle fiiliyata döküldü. Gelgelelim bu durum, bizim de yapmaya çalıştığımız gibi, kendisi için uygun olan mekânsal ve zamansal sınırların ötesine geçip bir tür toplumsal davranış ilkesi hâline gelecek olursa, içinden bir şekilde çıkamayacağımız bu çelişkiler yumağı, hepimizin ayaklarına dolanacaktır.

Biliyorum ki birileri çıkıp alelacele, karşı karşıya kaldığımız bu durumun geçici olduğunu, sonrasında her şeyin eski hâline döneceğini söyleyecektir. Durumun geçici olduğunu kendimizi kandırmadan dile getiriyor oluşumuz gerçekten çok garip, çünkü olağanüstü hâl ilân eden aynı devlet, mevcut olağanüstü hâl geçtiğinde aynı talimatlara uymaya devam etmek zorunda olduğumuzu ve anlamlı bir hüsnü tabirle, “sosyal mesafelenme” diye anılan durumun toplumun yeni kurucu ilkesi olacağını bizlere hatırlatmaktan hiç geri durmuyor. Bu gerçeğin değişeceği konusunda ister kendimizi kandıralım isterse bu buna samimiyetle inanalım; bu bile isteye teslim olduğumuz durumun ortadan kaldırılması asla mümkün değil.

Daha önce her birimizin sahip olduğu sorumlulukları aktarmıştım, dolayısıyla bu noktada ben, insanlık onurunu korumakla görevli olanların sorumluluklarını anmam gerektiğini düşünüyorum.

Her şeyden önce bugün kendisini çağımızın gerçek dini hâline gelmiş olan bilimin hizmetkârı kılan Kilise, en temel ilkelerini kökten reddetmiştir.

Kendine Fransua adını veren Papa’nın yönetiminde Kilise, Aziz Fransua’nın cüzzamlıları kucaklamış olduğunu unuttu. Kullara maddi-manevi yardımda bulunma ile ilgili işlerden birinin hasta ziyareti olduğunu unuttu. Komşumuzdan vazgeçmenin inancımızdan vazgeçmek demek olduğunu ve inanç yerine yaşamımızı feda etmeye hazırlıklı olmamız gerektiğini öğreten şehitleri unuttu.

Görevlerini yerine getirmekte başarısız olan bir diğer grup da hukukçulardır. Bir süredir, demokrasiyi tanımlayan kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmak suretiyle yürütme erkinin yerine fiilen yasama erkini koyan olağanüstü hâl hükümlerinin birbiri ardı sıra kullanılmasına alıştırılmış durumdayız. Ama mevcut tüm sınırların aşıldığı şimdiki durumda, başbakanın ve sivil savunma başkanının sözlerinin doğrudan kanun hükmüne sahip olduğu izlenimi ediniyoruz ki Führer’in sözleri için de aynı şeyler söylenirdi.

Olağanüstü hâl kararnamelerinin belirli bir süre geçerli olacağından söz ediliyor. Ama kimse, bu süre dolduğunda bugüne dek özgürlüklere getirilen kısıtlamaların ne ölçüde muhafaza edileceği konusunda tek laf edemiyor. Bu noktada hangi yasal aygıtlar devreye sokulacak? Bahsi edilen sınırlar, kalıcı bir olağanüstü hâl ile mi muhafaza edilecek?

Anayasanın kurallarına uyulup uyulmadığını soruşturmak hukukçuların görevi, lâkin bu noktada hukukçuların hiç sesi çıkmıyor. Quare silete iuristae in munere vestro? (Hukukçular neden onları ilgilendiren konularda sessizler?)

Biliyorum; ille de birileri çıkıp, bugüne dek ahlâkî ilkeler adına, ciddiyet arz eden bir olgu olarak fedakârlığın yapıldığını söyleyecek. Bunu söyleyeceklere şunu hatırlatmak isterim: iyiyi kurtarmak için iyiden feragat etmemiz gerektiğini söyleyen bir norm, özgürlüğü korumak için özgürlükten feragat etmek gerektiğini öne süren norm kadar yanlış ve çelişkilidir.

Giorgio Agamben
15 Nisan 2020
Kaynak

,

Emperyalizmin Yapısal Mantığında Yeşil Devrim’in Yeri



Emperyalizmi ele alan bir sosyal bilim meydana getirmek, hiç de kolay olmadı. Bugün eksikliğini hissettiğimiz bu bilimi üreten Lenin’in süreç içerisinde genel sistemler teorisi ile beslenmesi ihtiyacı hâsıl oldu. Lenin'in doğa ile bilinç arasındaki diyaloga odaklanan en yoğun diyalektik çalışması Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması için yürüttüğü ön çalışmalar esnasında kaleme alınmıştı.

Diyalektik, değişim ve gelişim süreçlerini anlamak için doğadan istifade eder. Temel ilkelerinden biri de olgular arasındaki çelişkiyi değişimin itici gücü olarak almaktır. Emperyalizm, kendi özünü teşkil eden bir dizi ikilikle maluldür.

Emperyalizm, geçiş sürecine, daha doğrusu kimi çatlaklara tanıklık eden bir dönemdir. Bu dönemde tarih, iki taraftan çekiştirilir. Bir yandan emperyalizm, yaratıcılığı ordularıyla ve siyasetiyle ezen gerici bir güçtür. Bir yandan da o, “kapitalistleri kendi irade ve bilinçleri hilâfına yeni bir toplumsal düzene doğru sürükler.”[Lenin] Dolayısıyla bu dönem boyunca yeni düzene ait unsurlar, aynı anda orta çıkarlar ve zapturapt altına alınırlar.

Bugünkü durumda her şey statikmiş gibi görünse de dipte derinde illaki bir dinamizm mevcuttur. İki çatışan güç, geçici süre birbirlerini etkisiz kılsa bile biri çıkar ve aniden mevcut durumun tüm zincirlerini kırar.

Emperyalizm, birbiriyle bağlantılı iki düzleme sahiptir: kapitalizmdeki yapısal değişim ve Küresel Güney üzerindeki hâkimiyet.

Her daim ana dinamik, Güney’in yoksul haklarının sömürülmesi ve bunların sergilediği direniştir. Kapitalizmin yeni yapısal biçimleri ise neden-sonuç ilişkisi açısından iki yolu takip eder. Bu biçimler, devasa şirketlerin ve spekülatif mali sermayenin yükselişine tanıklık ederler. Bunlar, hem birikim mekanizmaları hem de direnişi boğacak yapılar olarak iş görürler. Emperyalizmin şirket ve mali sermaye boyutu gıda sisteminde de karşımıza çıkar. Bu sistemin, şirketlere ve mali sermayeye karşı konulmadan değiştirilmesi mümkün değildir.

Kapitalizm, bilhassa yirminci ve yirmi birinci yüzyıldaki biçimi olarak emperyalizm, bir dizi aşamaya veya “dalga”ya tanıklık etmiştir. Bir yandan emperyalizmde her bir aşama, kendine has özelliklere, özel sanayilere ve teknolojilere sahiptir, bir yandan da emperyalizm, birbirini takip eden aşamalar boyunca belirli bir yola bağımlı olarak işler.

Bu noktada kimya endüstrisine bakılabilir. Kent yoksullarının beslenmesi noktasında kimya, sabit bir paradigma olarak görülmektedir. Süreci tam anlamıyla kavramak için bu paradigmanın emperyalizme yön veren şirket çıkarları bağlamına oturtulması gerekmektedir.

Kimya endüstrisi, yirminci yüzyılın başındaki formu dâhilinde, emperyalizm için önemli bir işkoludur. Bu süreçte emperyalizm belirli bir yola girmiş, gübre üretimine başlamış, bunu sonrasında böcek ilâçları ve yabani ot öldürücü ilâçlar takip etmiştir.

Birikim rejimleri dâhilinde yeni işkolları ve teknolojileri gelişip öncülüğü ele geçirmiştir. Bunlar içerisinde en fazla öne çıkansa biyoteknolojidir. Tüm bu gelişmeler aynı mantığın ürünüdür.

Bu noktada gıda emperyalizminin önemli referans noktalarından biri olan Yeşil Devrim’e bakmak gerekmektedir.

Yeşil Devrim, altmışlarda yüksek mahsul getirecek pirinç ve buğday türlerini melezlemek amacıyla geliştirilmiş olan programın adıdır. Yeşil Devrim’de kimyasallarla tohumlar birbirlerine bağlanır. Genetiği değiştirilmiş organizmalarla birlikte bu yüksek mahsul getiren türler yetiştirilmeye başlanır. Tabii bu noktada yüksek miktarda (gübre, böcek ilâcı gibi) kimyasal ve Yeşil Devrim’e destek olan şirketlerin imal ettikleri makineler kullanılır. Örneğin bu süreçte ürüne zarar veren bitkileri öldüren zararlı ot ilâçlarının etkisinden muaf, yüksek mahsullü türler geliştirilir.

Tabii aynı türe mensup iki tohumun melezlenmesiyle oluşan birinci nesil tohumlar gerçek ürünü üretmeyeceğinden, Güney’deki yoksul ülkelerin çiftçileri süreç içerisinde tohum tedarikçilerine bağımlı hâle gelirler.

Emperyalizmin ekonomik mantığı dâhilinde tohum, gübre ve böcek ilâcı satmak kârlı bir iştir. Politik mantık düzleminde ise emperyalizm böylelikle bir ağ teşkil eder, güçlü olduğu bu ağ dâhilinde çiftçileri ve tüm ülkeleri esaret altına alma imkânı bulur.

Geleneksel yaklaşım ise doğal ekolojiyle ortak çalışmayı gerekli kılar. Burada mahsulünüzü yeme amacı güden böcekler kendilerini doğalında yok eden canlılarla yüzleşir, hastalığa karşı savunma bağışıklık üretir, birlikte ekim veya ardı ardına ekim bağışıklığın komşu bitkiye geçmesini ve onun korunmasını sağlar, eşzamanlı ekilmiş olan bitkiler ya tüketilir ya da toprak örtüsüne karışır. Emperyalizm, işte bu geleneksel yaklaşımı reddeder.

Bunun yerine o her şey yok eder. Çeşitliliğin silinmesi maharetmiş gibi satılır. Bir iki temel ihtiyaç mallarına hoşgörü gösterilir, her bir ürünün sadece tek bir türü muhafaza edilir.

Birbirine bağımlı olan kâr ve politika, Yeşil Devrim ile birlikte farklı bir içerik ve biçim kazanır. Emperyalizmin girdiği bu yolda söz konusu devrim, bugün de tüm zindeliğiyle varlığını sürdürmektedir. GDO’lu ürünler onun mahsulüdür.

Şirket çıkarları ve kurumlar, bu dönemde Uluslararası Tarım Araştırmaları Danışma Grubu’nu meydana getirmiştir. Dünya Bankası’nın yönettiği bu grup, bugün dünyayı ilgilendiren tüm araştırma gündemlerini belirlemekte, o araştırmaları yönetmektedir.[1]

Yeşil Devrim’in mirasını nasıl değerlendireceğini kimse bilmiyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, “Yeşil Devrim’in yeşillendirilmesi”nden söz ediyor ve bu noktada reforma uğratılması mümkün olmayan bir şeyi reforme edeceğini söylüyor. Tüm bu süreci iki düzeye indirgemek ve bu sayede basitleştirmek mümkün aslında.

(a) Akli düzlemde esasen Yeşil Devrim, sömürünün ve hâkimiyetin en verimli biçimi. Bu devrim, temelde bilime ve politik/toplumsal iktidara indirgemeci-düz bir bakış açısına dayanıyor. Anlayış düzeyinde sistem ve sebep-sonuç ilişkileri basitleştiriliyor, ardından politik düzlemde o sistemi yönetmek kolaylaşıyor. Dolayısıyla bizim politik ekolojiyi emperyalizm teorisiyle ilişkilendirmemiz, böylelikle ikisini zenginleştirmemiz gerekiyor.

(b) Bir yandan da bu Yeşil Devrim, ne kadar rasyonalist (hatta komplocu) görünürse görünsün ondaki, emperyalizme de tevarüs etmiş olan, akıl dışı, kontrolsüz ve iktidar düşkünü delilik hâlini kamufle ediyor. O, E.P. Thompson’ın ifadesiyle, “imhacı” bir güç.

Sadece teknikler değil, zihniyetler de önemli. Bu açıdan Soğuk Savaş’ın bağlamına bakmak gerekiyor. ABD, Vietnam’a, Kamboçya’ya ve Laos’a bombalar yağdırıyor, buradaki halkları napalm bombaları ve portakal gazı ile öldürüyor.

Kendi içinde ise ABD, “çimenlikteki yabani otlar”dan söz ediyor. Bu otlar komünizmi genelde de muhalefeti ve çeşitliliği simgeliyor. Bir Kongre üyesi, kısa süre önce, FBI’ın bir raporuna atıfla, çevrecileri El-Kaide ile kıyaslıyor ve “bunlar çimenlikte bitmiş yabani otlardır, kesmezseniz her yana yayılırlar” diyor.[2]

Yabani ot öldürücü ilâçlarla soykırım arasında bir süreklilik söz konusu: topraktaki çeşitlilik, muhalefetle birlikte yok ediliyor.

Robert Biel

[Kaynak: Sustainable Food Systems: The Role of the City, UCL Press, 2016, s. 74-77.]

Dipnotlar:
[1] Alston, J.M., Dehmer, S. ve Pardy, P.G., 2006. “International initiatives in agricultural R&D –the changing fortunes of the CGIAR”, P.G. Pardey, J.M. Alston ve R. Piggott, Agricultural R&D in the developing world: too little, too late? içinde, Washington DC: International Food Policy Research Institute, s. 326– 7.

[2] Aktaran: Robert Biel, The international politics of the 21st century, ilk olarak şu çalışmada ek bölüm olarak yayımlandı: Robert Biel, 2007, El nuevo imperialismo – crisis y contradicciones en las relaciones Norte- Sur. México: Siglo XXI Editores, s. 39.

15 Nisan 2020

,

Partideki Yanlış Fikirlerin Düzeltilmesi Üzerine

Bu makale, esasen Mao Zedong’un Kızıl Ordu’ya bağlı dördüncü ordunun dokuzuncu parti kongresi için hazırladığı kararı içermektedir. Çin halkı, ordusunu zor bir süreçten geçerek kurmuştur. Japonlara karşı verilen direniş savaşı esnasında Yeni Dördüncü Ordu ve Sekizinci Hat adıyla oluşturulmuş olan ve bugün itibarıyla Halkın Kurtuluş Ordusu’na dönüştürülen Kızıl Ordu, 1 Ağustos 1927’de, Nanchang Ayaklanması’nın yaşandığı sıralarda kuruldu ve Aralık 1929’da vücuda geldi. Bu iki yıllık dönemde Kızıl Ordu içerisindeki komünist parti teşkilâtı çok şey öğrendi ve birçok yanlış fikirle mücadele ettiği süreçte ciddi miktarda tecrübe edindi. Bu karar, söz konusu tecrübeyi özetliyor. Alınan bu karar sayesinde Kızıl Ordu, kendisini Marksist-Leninist temelde inşa etmeyi ve eski tip orduların nüfuzunu kırmayı bildi. Kararı sadece Dördüncü Ordu değil, sonrasında Kızıl Ordu içerisindeki birçok birim uygulamaya koydu. Bu sayede Kızıl Ordu, gerçek bir halk ordusu hâline geldi.

● ● ●


Komünist parti teşkilâtı ve dördüncü kolordu içerisinde proleter olmayan muhtelif fikirler açığa çıktı. Bu fikirler, partinin doğru hatta yürümesine mani oluyor. Söz konusu fikirler tüm yönleriyle düzeltilmedikçe Dördüncü Ordu, Çin’deki bu büyük devrimci mücadelede kendisine verilen görevleri asla üstlenemez.

Parti teşkilâtı içerisinde bu türden yanlış fikirler, esasen temel birimlerin ağırlıklı olarak köylülerden ve küçük burjuvalardan müteşekkil olmasından kaynaklanıyor. Ama öte yandan partiyi yöneten kurulların bu yanlış fikirlere karşı uyumlu ve kararlı bir mücadele yürütememiş, parti üyelerini partinin çizgisi konusunda eğitememiş olması da bu fikirlerin varlığının ve gelişiminin önemli bir sebebidir.

Merkez Komite’nin Eylül’de kaleme aldığı mektubun ruhuna uygun olarak bu kongre, işbu karar ile Dördüncü Ordu bünyesinde parti teşkilâtı kapsamında açığa çıkan proleter olmayan fikirlere, kaynaklarına ve onları düzeltme yöntemlerine işaret ediyor, ayrıca tüm yoldaşlarımıza bu fikirleri her yönüyle ortadan kaldırma çağrısı yapıyor.

Saf Askerî Bakış Açısı

Saf askerî bakış açısı, Kızıl Ordu’daki birçok yoldaşta fazlasıyla gelişme kaydetmiş bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı, kendisini şu tür yollardan ortaya koymaktadır:

1. Saf askerî bakış açısına sahip yoldaşlarımız, askerî meseleleri ve politik meseleleri birbirine zıt şeyler olarak alıyor, askerî meselelerin politik görevlere eşlik eden bir araç olarak görülmesine karşı çıkıyor. Bazı yoldaşlarımız, “askerî açıdan iyiysen doğası gereği politik açıdan da iyisindir; askerî düzlemde iyi değilsen politik düzlemde de iyi olamazsın” diyorlar. Bunun bir adım sonrasında ise askerî faaliyeti politikanın üzerine yerleştirip öncülüğü ona teslim ediyorlar.

2. Bu yoldaşlar, beyaz ordu gibi Kızıl Ordu’nun da savaşmak dışında bir görevinin olmadığını düşünüyorlar. Dolayısıyla Kızıl Ordu’nun devrimin politik görevlerini yerine getirmek için teşkil edilmiş silâhlı bir yapı olduğunu hiç anlamıyorlar.

Kızıl Ordu, bilhassa bugün, kendisini savaşmakla sınırlı tutmamalı, düşmanın askerî gücünü ortadan kaldırmak için savaşmanın yanında kitleler arasında propaganda yürütme, kitleleri örgütleme, onların devrimci politik iktidarı tesis etmelerine katkı sunma ve parti teşkilâtları kurma gibi önemli görevleri de üstlenmelidir.

Kızıl Ordu, sadece savaşmış olmak için savaşmıyor, ayrıca kitleler arasında propaganda faaliyeti yürütmek, onları örgütlemek, silahlandırmak, kitlelerin devrimci politik iktidarı kurmalarına katkı sunmak için de mücadele yürütüyor. Bu hedefler yoksa savaşmak anlamını yitirir, Kızıl Ordu varolma gerekçesini kaybeder.

3. Bu sebeple, örgütsel düzlemde bu yoldaşlar, Kızıl Ordu’ya bağlı politik çalışma yürüten bölümleri askerî çalışmalara tabi kılıyorlar, buradan da “dışarıdaki işleri karargâh halletsin” diyorlar.

Bu fikrin gelişmesine izin verilmesi durumunda kitlelerden kopulacak, ordu hükümetin kontrolüne girecek, proleter liderlikten uzaklaşacak, zamanla o, Kuomintang ordusu gibi savaş ağalarının yolundan yürümeye başlayacak.

4. Bahsini ettiğimiz yoldaşlar, ayrıca propaganda ekiplerinin önemini de görmüyorlar. Kitle örgütü meselesi konusunda bu yoldaşlarımız, ordu içerisinde asker komitelerinin örgütlenmesi, en genel anlamda işçilerin ve köylülerin örgütlenmesi görevini savsaklıyorlar. Sonuçta da hem propaganda çalışmaları hem de örgütleme çalışmaları yürütülmüyor.

5. Bir muharebe kazanıldığında bu yoldaşların burunları büyüyor, bir muharebe kaybedildiğinde ise cesaretleri kırılıyor.

6. Burada bencil bir bölüm düşkünlüğü hâsıl oluyor ve bu yoldaşlar, sadece bağlı oldukları Dördüncü Ordu’yu düşünüyorlar, Kızıl Ordu’nun önemli bir görevinin de yerellikteki kitleleri silahlandırmak olduğunu görmüyorlar. Bu hizipçi tutum giderek güçleniyor.

7. Dördüncü Ordu içerisindeki sınırlı çevresinin ötesini göremeyen bazı yoldaşlarımız, başka devrimci güçlerin varolabileceğine inanmıyorlar. Bu sebeple mevcut gücü koruma ve eylemden kaçınma fikrine aşırı bir bağlılık gösteriyorlar. Bunun oportünizmin bir kalıntısı olduğunu görmek gerekiyor.

8. Öznel ve nesnel koşulları dikkate almayan bazı yoldaşlar, devrimci acelecilik derdinden muzdaripler. Bu insanlar, rapor tutma zahmetinde bulunmuyorlar, kitleler arasında yürütülen çalışmaların detaylarını ortaya koymuyorlar, vehim ve vesvese üretmekle meşgul olup sadece büyük şeyler yapmak istiyorlar. Bu, darbeci yaklaşıma ait bir kalıntıdır.[1]

Saf askerî bakış açısının kaynakları ise şunlardır:

1. Politik düzeyin düşük oluşu. Bunun sonucunda ordudaki politik liderliğin rolü görülmez, Kızıl Ordu ile beyaz ordunun temelden farklı olduğu gerçeği dikkate alınmaz.

2. Paralı askerlerde görülen zihniyet. Geçmişte yaşanan muharebelerde ele geçirilmiş birçok savaş mahkûmu Kızıl Ordu’ya katıldı ama bu unsurlar, beraberlerinde paralı askerlere has görüşleri de orduya taşıdılar, böylece saf askerî bakış açısı kendisine alt rütbeli askerler arasında ciddi bir zemin buldu.

3. Bu iki sebebe bağlı olarak askerler arasında askerî güce yönelik aşırı bir güven açığa çıktı, halk kitlelerinin gücüne dönük güvense zamanla kayboldu.

4. Birçok yoldaşta bu saf askerî bakış açısının ortaya çıkmasının bir diğer sebebi de partinin pratikte askerî çalışmalara katılıp bu çalışmaları yeterince tartışmamış olmasıdır.

Bahsi edilen hatalı görüş, şu tarz yöntemlerle düzeltilebilir:

1. Partideki politik düzey eğitim aracılığıyla yükseltilmeli, saf askerî bakış açısının teorik kökleri kesilip atılmalı, Kızıl Ordu ile beyaz ordu arasındaki temel farklılık zihinlerde iyice netleştirilmeli. Aynı zamanda oportünizm ve darbeciliğin kalıntıları yok edilmeli, Dördüncü Ordu’daki o bencil bölüm düşkünlüğü ortadan kaldırılmalıdır.

2. Erlerin ve subayların politik eğitimlerine odaklanılmalı, bilhassa eski savaş mahkûmları eğitilmelidir. Aynı zamanda mümkün olduğu ölçüde Kızıl Ordu’ya katılacak işçileri ve köylüleri yerel yönetimler seçmeli, mücadelede deneyimli olanlar alınmalı, bu sayede de saf askerî bakış açısının örgütsel gücü kırılmalı, hatta ortadan kaldırılmalıdır.

3. Yerelliklerdeki parti teşkilâtları, Kızıl Ordu içerisinde çalışan parti teşkilâtlarını eleştirmeli, Kızıl Ordu bünyesindeki erler ve subaylarla birlikte tüm parti teşkilâtları üzerinde nüfuza sahip olabilmek adına politik kitle örgütleri, Kızıl Ordu’ya eleştiri yöneltebilmelidir.

4. Parti, askerî çalışmalara aktif olarak katılıp bu çalışmaları tartışmalıdır. Tüm çalışmalar tartışılmalı, bu konudaki kararlar askerlerce uygulanmadan önce parti tarafından alınmalıdır.

5. Kızıl Ordu’nun yerine getireceği görevleri, askerî ve politik aygıt arasındaki ilişkileri, Kızıl Ordu ile halk kitleleri arasındaki ilişkileri, askerî komitelerin görev ve yetkilerini, bunların askerî ve politik örgütlerle ilişkilerini açık biçimde tarif eden kanun ve yönetmelikler hazırlanmalıdır.

Mao Zedong
Aralık 1929

[Kaynak: Selected Works, Foreign Language Press, Pekin 1965, Cilt 1, s. 105-108.

Dipnot:
[1] 1927’de devrimin yaşadığı yenilgi takip eden kısa bir dönem boyunca Komünist Parti içerisinde darbeci bir eğilim açığa çıktı. Çin devrimini “sürekli devrim” olarak gören, Çin’deki devrimci durumun “sürekli yükseldiğini” düşünen darbeci yoldaşlar intizamlı bir ricatı, geri çekilmeyi kabul etmediler ve “komuta bende olsun”cu yaklaşımın ürettiği yöntemleri benimsediler, bu düzlemde de sadece az sayıda parti üyesiyle ve kitlelerin ufak bir kesimiyle hareket etmek suretiyle, hatalı bir biçimde, ülke genelinde bir dizi yerellikte başarılı olma ihtimali bulunmayan ayaklanmalar başlattılar. Bu darbeci faaliyetler, 1927 sonunda iyice yaygınlaştı ama 1928 yılının başlarında tedrici biçimde dibe vurdu. Buna karşın darbecilik yanlısı hissiyat bazı yoldaşlarda yaşamaya devam etti.