10 Temmuz 2018

,

Hayaller ve Gerçekler


Geçen 23 Nisan’da sol bir örgüt (ESP), çocuk bayramını sosyal medyada paylaşılan bir videoyla kutladı. En “kemalizm eleştirmeni” örgüt, yaklaşık bir ay sonra da Kaypakkaya’yı andı.

Videoda bir çocuk vardı ve “ona bir hayalin var mı?” diye soruluyordu. Çocuk “yok” diye cevap veriyordu. Sol örgüt, bu videonun altına, “hayallerinin olacağı günlerin gelmesi dileğiyle” notunu düşüyordu.

Oysa devrimci olan, “yok” cevabıdır.

Dolayısıyla, o örgütün devrimci olduğu iddiası boştur, çünkü zaten devrim istemiyordur. İstese, çocuğun cevabını eksik görmez, eksikliği kendi burjuvalığıyla tamamlamak istemez, o eksikliği devrimcileştirir, daha doğrusu, hayalin bulunmadığı gerçeklikte bugünün şartlarına son verecek iradeyi görürdü.

* * *

Bir başka örnek de şu: Orta yaş üstü bir adama mikrofon uzatılıyor ve “yılbaşında bilet size çıksa ne yaparsınız?” deniliyor, adam da şu cevabı veriyor: “Bize çıkmaz.”

Devrim imkânı bu netlikte aranmalı, sürekli bilet satmakta değil.

Kadrolara öğretilense, bu satış ve pazarlama yöntemleri. Bahsini ettikleri “sosyalizm”se sömürü ve zulümden azade bir hayal. Devrimci pratik, bu sebeple ihtiyaç hâlini almıyor. Kimse, hayal perdelerine başka bir gölge düşsün istemiyor.

Sosyalizm, sınıfın ve sınırın ötesi olarak tasavvur ediliyor. Dolayısıyla, oraya buraya gidiliyor, sınırdan ve sınıftan usanmış özel kişiler bir mekâna toplanmaya çalışılıyor ve bu özel kişilere genele, avama küfretmek öğretiliyor.

Her örgüt, bu noktada “avama en uzak kim, en özel kim” yarışına girişiyor. HDP, bu duruma son verecek imkânları bünyesinde barındırsa da pratikte verili gerçeği beslemekten başka bir işe yaramıyor.

* * *

Küçük burjuva, ya emek-sermaye çelişkisini, ikisini yakınlaştırıp uzlaştırarak çözme ya da çelişkinin tortusunu, pisliğini, suyun akışı (ilerleme) adına, temizleme görevini üstleniyor. Görevler arasındaki rekabetin bir önemi yok.

Uzlaştırma veya tortuyu temizleme işi, bugüne vurmayı gereksiz kılıyor. Kadrolar, bu işe göre kalıba dökülüyorlar.

Bir kahvede veya kafede rastladığınız bir kadro, hemen kalıba dökülmüş bir toplum ve tarih bilgisine ait bir avuç cümleyi sizin önünüze döküveriyor. Topluma ve tarihe hükmettiği hissini vermeye dönük bu çaba, toplumu bölen, tarihi kesen güçleri ve dinamikleri çöpe atıyor. Tarih kurgusunu devlet; toplum kurgusunu burjuvazi veriyor.

Sonuçta sosyalizm diye tasvir edilen şey, bu kurguya göre anlam kazanıyor. Buradan da nahif bir tutumla, devletten veya burjuvaziden sosyalist olması isteniyor. Burada kişi, kendisinin sosyalist olma yolunu öneriyor karşısındakine.

* * *

Yalçın Küçük, Muharrem İnce gibi kimi isimlerin “Fethullahçı” olduğunu söylediği yutub videosunda Hüseyin Gülerce’nin yazısını kaynak alıyor. Gülerce’nin yazısında geçen “Kılıçdaroğlu beyaz Türklere uzak bir isim” sözünü okuduktan sonra Yalçın Küçük, programı sunan kişiye dönüp “bak görüyor musun, Kılıçdaroğlu bize uzakmış” diyor.

Bir sosyalist, ne vakittir kendisini “beyaz Türk” kabul ediyor? Buradan, aslında Küçük gibi isimlerin bir görev dâhilinde kalem oynattığını, yerdikleri isim ve çevreleri yüceltmeye çalıştığını anlıyoruz. Hatta muhtemelen Küçük, Fatih kitabını Fatih’i tarihinin parçası kabul etmeyen Kaypakkaya’ya inat yazmış olmalı.

Ama bugün hem “Kaypakkaya, ezilenlerin politik devrimciliğinin ilk koşulunun egemenlerin şu ya da bu kanadından bağımsızlaşmak olduğunu vurguladı” deniliyor, hem de yıllardır egemenlerin bir kanadına açık destek sunuluyor, hatta ezilenlere bu “politika” salık veriliyor. Küçük burjuva, işini yapıyor.

* * *

Sosyalizmi ve devrimi hayal olarak görenlerin bu uğurda gerçek bir mücadele yürütmesi mümkün değil. Hayal âlemiyle bilgi dünyası arasındaki ayrım silikleşiyor. Buradan da sosyalizm, maddiyat adına, efendilerin gölgesine çekiliyor.

Çulhaoğlu, yandaki tweet’ini Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşü esnasında atıyor. Şimdi de öğrencisini HDP’ye vekil yapıyor. Kullandığı cümlelerden anlaşıldığı kadarıyla o, sınıfı dar görüyor. “Sıkıştırmak” fiilini kullandığına göre Çulhaoğlu, büyük ihtimalle sınıfı küçük bir market poşeti olarak görüyor.

* * *

Ne Yapmalı, önemli bir müdahale, çentik. “Daralıyorum, sıkılıyorum” deyip duran küçük burjuvaların o “dar” müdahaleyi idrak edebilmeleri mümkün değil. Kısa vadede dar görünen müdahale, geniş bir zamana ve mekâna açabiliyor özneyi. Ama kendisini zamansız ve mekânsız gören yüce öznenin böylesi darlaştırıcı pratiklere meyletmesi asla mümkün değil.

Sınıfın kendisi, sınıf dışı ve sınırötesi görülüyor; havada asılı, kendinden menkul kabul ediliyor. Böylelikle efendilerin sınıfı ezilenlerden uzak tutma siyasetine katkı sunuluyor. Salt ezileni görmek işçi; salt işçiyi görmek ise ezilen düşmanlığı. Lenin, çentiği buraya atıyor.

* * *

Sonuçta yüz yıldır varolan tüm sol örgütler, belirli gerilimlerin ve çentiklerin karşılığı. “TKP” diyerek, tüm tarihi; “TİP” diyerek tüm toplumu kendi algısından yana düzleme girişimi, politik bir faaliyet değil.

Hayaller için mücadele etmek, hayalleri zihinde yaşatmayı, onları canlı tutmayı değil, somut maddi gerçeklikte somut maddi bir güç olabilme çabası içine girmeyi gerekli kılar. Gerisi devrimci politikanın değil, edebiyatın konusudur.

Eren Balkır
10 Temmuz 2018

09 Temmuz 2018

, ,

Frantz Fanon’un Gözüyle Filistin -II

İkinci Bölüm
Sumud’dan Teslimiyete

Geçen bölümde, Frantz Fanon’un hayatı ve yazıları, onun tanınma kavramı merkeze alınarak incelenmişti. Fanon, yazınsal ustalıkla ve entelektüel maharetle, Hegel’i ırk odaklılıktan kurtarıp, onun efendi/köle diyalektiğinden yeni-sömürgeciliğe maruz kalmış zihniyetin tuzaklarını ortaya seren kavramsal araçlar aracılığıyla yararlanmıştır.

Fanon, sömürgeleştirilmiş toplumların kendileri hakkında oluşturulan küçümseyici yargıları içselleştirme eğiliminde olduklarını, bu nedenle bu yargıların yapısal ilişkilerle beraber doğal bir şey olarak algılanmaya başladığını ileri sürer. 

Yerleşimci sömürgecilik, yerli halkın ülke toprağındaki varlığını tasfiye ederek işler. Yerleşimci sömürgecilik bu aslî unsur olmadan faaliyette bulunamaz. O, yerlileri sömürmekle ilgilenmez, onun derdi, kendisinin reddi demek olan yerli halkın varlığına son verip onları görünmez kılmak, “istenmeyen adam”lar hâline getirmektir. Bu yüzdendir ki Filistin-İsrail açmazı, belirli, tekil olayların ışığında değil, yerli Filistinlilerin bir varlık olarak tasfiyesi üzerinden işleyen bir yapı olarak değerlendirilmelidir. Hâkim sömürgeci yapı tarafından onun belirlediği koşullarda tanınma arzusu bir tür yanlış-tanınma olarak görülebilir, zira ezenin tahakkümünü pekiştirir, meşruiyetini açmazın bizatihi kaynağı olan yerde arar ve sömürgeciyi son çare gibi gösterir: “beyaz adamı benim insan olduğumu kabul etmek zorunda bırakacağım” demiş olur.

Bu makale dizisinin ikinci bölümünde, Filistin ulusal hareketinin toplumsal-tarihsel gelişiminin ve onun tanınma arayışının izlerini süreceğim. Tanınmak için uygulanan muhtelif taktikleri inceleyerek, şu anda sürmekte olan intifadanın sembolik sermayesinin kaynağını ve mevcut Filistin liderliğinin başarısızlığının Filistinlilerin tanınmasının önüne esaslı engeller çıkardığını göstermeyi hedefliyorum.

Sumud

Sumud kelimesi ‘sebat’ olarak çevrilebilir ama başka anlamları da haizdir. Örneğin birçok mülteci, 1948’de ülkelerinden kovulmalarını anlatırken, kendi varlıklarını somutlaşmış “direniş” ya da Sumud’un tecellisi olarak sunarlar. FKÖ’nün söyleminde Sumud’un izini sürmek, siyasi stratejisinin direnişten İsrail tarafından tanınma çabasına evrilmesinin bu söylemi, aslına bakılırsa ulusal hareketin tamamının söylemini, nasıl etkilediğini göstermek bakımından faydalı olacaktır. Böylesi bir çerçeve, bize Filistinlilerin sömürgecilik karşıtı mücadelede hangi yolları izlediklerinin, söylemler yoluyla bir Filistin siyasi tarihi oluşturmayı nasıl başardıklarının ve İsrail’i tanıyıp ondan ve uluslararası toplumdan tanınma beklemeye başlamasının ardından hareketin nasıl akamete uğradığının bilgisini verecektir.

Sumud: 60’lar ve 70’ler

1959 yılına tarihlenen Filistin hareketinin halk tabanına dayanan tabiatı, Arap milliyetçiliğinin birbiri ardınca gelen başarısızlıklarından ve silahlı mücadele merkezli ayrı bir Filistin ulusal gündeminin ortaya çıkmasından sonra dikkati çekmeye başladı. Ulusal mücadele, sürgündeki diaspora ve mülteci kamplarında örnek Filistinli olarak gösterilen Fedailerin yaşamı etrafında formüle edilmiştir. Bir ulusal ve kültürel kahraman olarak militan-fedai fikri, Fetih tarafından mülteci kamplarından destek devşirmek üzere kullanılmıştır. Daha önce birleşik ve kolektif bir Filistin mücadelesi yokken bu yeni durum, bilhassa Gassân Kenefâni’nin romanlarında yansımalarını bulduğu hâliyle, Filistinli söylem ve kimliğinde bir kopuşu ve dönüşümü imler.

Arafat, bu imgeyi iyi değerlendirir ve onu kendi söylemine içerir, bunun en bilinen örneği 1974 yılında Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmadır. BM genel kurulunda Fedailerin üniforması içinde boy gösteren Arafat, silahlı direniş hakkına vurgu yapar ve Filistin mücadelesini emperyalizme, sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı verilen küresel mücadelenin bir parçası olarak anar. Bu konuşma, davasının daha çok tanınıp daha fazla meşruiyet kazanmasının önünü açacaktır. Her ne kadar Fetih’in ana bileşeni olduğu FKÖ, uluslararası toplumca, bilahare Filistin halkının yegâne meşru temsilcisi olarak kabul edilecekse de sahada herhangi bir sonuç alma noktasında başarısız olur. Bu durum, FKÖ’nün Ürdün ve Lübnan’dan çıkarılması ile birleşince işgal topraklarında yaşayanlarda bir tür hayal kırıklığı yaratmış, halktan kopuk liderliği şaşırtan bir halk eylemliliğinin yükselişini koşullamıştır.

İntifada: İşgale Karşı Kıyam

İşgal topraklarındaki Filistin direnişi, Birinci İntifada sırasında İsrail ordusu ile karşı karşıya gelerek ve kitlesel gösteriler, grevler, vergi ödemenin reddedilmesi gibi doğrudan doğruya Filistinlilerin sömürgeci kurumlarla bağını kesmek yönündeki çabalara işaret eden sivil itaatsizlik eylemleri düzenleyerek doruk noktasına ulaşmıştı. İntifada, Fetih’in eylemlerinden ayrılıyordu, zira halk konseyleri ve Ulusal Birleşik İntifada Liderliği (Al-Qiyada al-Wataniyya al-Muwahhada lil Intifada) eli ile yürütülüyor ve üzerinde Fetih ve FKÖ’nün etkisini çok az taşıyordu. Gerçi ayaklanma, önceleri Fetih’in denetiminde bulunuyordu; 1991’de Madrid’deki barış görüşmeleri bu bağlamda gerçekleşmişti, esasta ise 1994’teki Oslo sürecinin ve Filistin Ulusal Meclisi’nin kurulmasının yolu döşeniyordu. İntifada’nın varlığı koşullarında ve FKÖ’nün etkisi ile Filistin’in manda idaresinden kurtulup devlet statüsüne kavuşması yönünde bir söylem değişikliği meydana gelmişti ki bu tanınma çabasının ve diplomasinin yeni siyasi stratejiler olarak belirlenmesi anlamına geliyordu.

Teslimiyet

Barış sürecinin başlamasında dönüm noktası olan Madrid görüşmeleri, İntifada’yı sonlandırmak dışında hiçbir işe yaramamıştı. Bu durum, Filistinlilerin merkezî önemdeki meselelerin ertelenmesini reddetmelerinden ve İsrail başbakanı İzak Şamir’in görüşmeleri geciktirmesinden kaynaklanıyordu. Hem sahadaki durumu değiştirmeye hem de işgali pekiştirmeye yarayan bu geciktirme taktiği, barış süreci dâhilindeki görüşmelerin tümünde tekerrür eden bir uygulama olacaktı. Madrid süreci, mülteciler sorunu ve toprak kaybı gibi Filistinli delegelerin ısrarla üzerinde durduğu esas konuları gündemine almadı; bu, sonun başlangıcıydı ve bundan sonraki bütün barış görüşmelerinde bu tavır bir teamül hâline gelecekti. Oslo, uluslararası yasal egemenlik modeline dayalı bir devletin kurulması peşinde koşan bir yapının inşası neticesinde bu uzlaşamama hâlini sürdüren kurumların oluşmasına hizmet etti yalnızca. Yine de ilk kez esas meselelerin ertelenmesi ile Siyonist ideolojinin ve onun pratiklerinin kurumsallaştırıldığını belirten bir söylem ulusal hareket içerisinde belirmiş oluyordu böylece.

Statükonun Kurumsallaşması

FKÖ, tanınma peşinde koşarak uluslararası toplumun ve sömürgeci gücün -İsrail’in- dilini de edinmiş oldu, böylece sömürgeci şiddete karşı koymayarak statükonun da devamını garanti altına almış oluyordu. Oslo görüşmeleri boyunca FKÖ, fiilen İsrail-Filistin ilişkilerindeki söylemi karakterize eden Siyonizmin iki pratiğini ve düşüncesini, etnik temizlik ve işgalin maksimizasyonunu fiilen kabulleniyordu. Oslo anlaşmalarında İsrail-Filistin ilişkilerinde inkârın en yalın ifadesi olan bir mesele olarak Filistinlilerin 1948 yılında yaşadıkları sürgünden hiç bahsedilmiyordu. Mültecilerin adı geçmekle beraber İsrail’e Filistinlilerin zorla yurtlarından edilmiş oluşlarıyla ilgili olarak yüklenen açık bir sorumluluk söz konusu değildi. Tehcirin yanısıra işgal edilen alanın genişlemesi meselesi de vardı ki bu ikincisi Siyonizmin ilk günden beri uyguladığı bir stratejiydi. Bugün benzer pratikler, Kudüs’te ve Batı Şeria’da görülebilir; Nekbe ve işgal devam etmektedir.

Aslî Meselelerin Feda Edilmesi

Azmi Bişara’nın 1999’da öngördüğü gibi, eğer Filistin Ulusal Meclisi (FUM) bir Filistin devletinin kurulduğunu ilân ederse, konu artık bu devletin tanınması olacak, yerleşimler ve mülteciler hakkında konuşulacak ama hep bu devletin tanınması meselesi odakta olacak ve siyasi strateji bunun üzerine bina edilecek. Nitekim Filistinliler, enerjilerini tanınmanın garantilenmesi ve yarı-devletin yaşaması konularına sarf etmeye zorlanırken, FUM’un içeriye dönük stratejisi, İsrail devletiyle herhangi bir karşı karşıya gelişin önünün alınması olarak beliriyor. Bu yarı-devletin tanınması çabaları, Filistin Yönetimi’nin, İsraillilerle müşterek güvenlik gücü kurma, uluslararası finans sistemi içindeki yerin tahkimi ve işgal yönetiminin bürokratizasyonu gibi eylemlerde bulunmasını koşulladı. Bu türden ziyadesiyle yeni-sömürgeci pratikler, bu dizinin “Kapitülasyon Ekonomisi” başlıklı üçüncü bölümünde daha ayrıntılı olarak incelenecek.

FKÖ’nün İsrail’e yönelik tutumunu gösterir biçimde Sumud’dan teslimiyete doğru yaşanan gelişme, FUM’un ezenin onların nasıl olması gerektiği hakkındaki kanaatinin içselleştirilmesinin ürününe dönüştüğü koşullarda Fanon’un “ezilenin ırkçı epidermalizasyonu”[*] dediği duruma işaret ediyor. FUM, kendi tarihini ve kazanımlarını inkâr ederek, barışçıl ve uygar olan ve bu nedenle kendi öz devletini hak eden yeni bir Filistinli imgesi sunmaya yeltendi. Böylece, tanınma çabasının bir sonucu olarak mücadelenin odağı tanınma ihtiyacını doğuran yerleşimci sömürgeciliğin kendisinden bu yeni imgenin tanınması arzusuna kaydı. Fanon’un tespit ettiği gibi, sömürgeleştirilmiş olan, beyaz adamın siyah adam hakkında yanıldığını göstermek yönündeki güçlü kaygıyla onun (beyaz adamın) dikkatini çekebilmeyi takıntı hâline getirdi.

Fanon, kitlelerin “yeri göğü birbirine katarak” süreç içinde sömürgeci ezenin karşısında aşağılık komplekslerinin üstesinden geldiklerini yazmıştı. Sumud döneminde ortaya çıkan şey, “yeni insan”ı yaratacak devrimci bir sürece dâhil olmanın dönüştürücü imkânlarını idrak eden bir halk ve önderlikti. Fanon, milliyetçilik tutkunu değildi ama ırksal ve ulusal özelliklerin kitlelerin harekete getirilmesinde öncelikli olduğunu biliyordu. Filistin Yönetimi’nin ulusal çıkarlar adına hareket ettikleri yönündeki iddialarının bile azalmış olması, Filistin milliyetçiliğinin devrimci bileşenlerinin çöküşüne dair bir alamettir. Makale dizisinin sonraki bölümünde yeni-sömürgeci kapitülasyonlardan doğan kurumlar ele alınacak.

Nick Rodrigo
Veil Ömer
30 Ekim 2015
Kaynak

Birinci Bölüm
Üçüncü Bölüm

Not:
[*] Epidermalizasyon: Kronik iltihap durumlarında hücre tabakalarının olması gerekenin dışına çıkması, bir dokuda olmaması gereken bir hücre grubunun oluşması durumu. Yazar, burada Fanon’un terimi üzerinden, FKÖ’nün ve Filistin Ulusal Meclisi’nin Beyaz’a (İsrail’e) benzemesine atıfta bulunuyor. Fanon, ilgili kavramı şu şekilde tarif ediyor: “Sosyo-ekonomik adaletsizlikler üzerinden aşağılık kompleksinin içselleştirilip ırkı beyazlaştırma arzusu.”

04 Temmuz 2018

,

İki Gemi


Elen’de Atina demokrat; Sparta oligarşik cumhuriyet olarak tanımlanır. Her ikisinin ordu yapısı da farklıdır. Söz konusu fark, deniz savaşlarında gemilere verilen anlamlar arasında da gözlemlenir. Atina, geminin düşman gemisine toslamasını; Sparta, geminin güvertesine çıkartma yapılmasını önemsemiştir. Bugünkü siyasî-ideolojik düzlemde yaşanan salınım bile bu türden ayrımlarla alakalıdır. Demokrasi yanlıları donanmayı önemsiyorlar[1]; cumhuriyetçilerde ise kara ordusu belirleyici. Zaten toslama ve güverteye çıkma taktikleri arasındaki ayrım da bu iki ordu arasında yapılan tercihle alakalı.

Bugün askerî tarihçiler ve stratejistler, geçmişte liberalizm açısından önemsedikleri milis kuvvetler yerine, merkezî yapıya sahip, toplumla daha fazla içli dışlı, herkesi örtük olarak “askerîleştiren” bir orduya vurgu yapıyorlar. Orduyu dünya egemenlerinin ordusunun birer milisine dönüştürüyorlar.

Dolayısıyla ezilenlerin kudret arayışı açısından söz konusu salınımı mesele edinmek gerekiyor. Kudretin ayrıştırmadığı gerçeklik, egemenlerin gerçeğine biat ediyor. Ordunun niteliğindeki dönüşümden kısa vadeli umutlar devşirmenin bir anlamı bulunmuyor. Bu umut, ezilenlerin kudretini silikleştiriyor.

“Zaten bütün program (Gotha Programı), bütün demokratik lafazanlığına rağmen, bir uçtan bir uca Lassalle’cılar mezhebinin devlete kölece inanma mikrobuna bulaşmıştır, ya da, bundan daha iyi bir şey olmayan, demokrasi mucizesine inançla doludur; daha doğrusu, program, ikisi de eşit olarak sosyalizmden uzak olan bu iki cins mucizeye inanma arasında bir uzlaşma teşkil etmektedir.”[2]

Mikrop ve mucize arasındaki salınımı tayin eden, politik varlığını yukarıya kilitlemiş, endekslemiş orta sınıfların seyridir. Orta sınıf, burjuvazinin bildiklerini bildiğini zannetmekte, buna göre hareket etmektedir. Ayrıca, onun kendisinin bildiklerini bilmemekle eleştirmektedir.

Oysa bir devlet, işgalci ve zalim olduğunu bilir, buna dair araçları titizlikle geliştirir, kütleselleştirip kitleselleştirir; burjuvazi, sömürüden ve hegemonyadan haberdardır, kendi mevziinin bilincindedir, dolayısıyla, buna göre hareket eder.

Devleti ve/veya burjuvaziyi kendisiyle eşdüzleme çekip, onlarla aynı masaya oturanlar, sadece onlardaki eksiklere odaklanırlar ve onların giderilmesine dönük öneriler sunmayı iş zannederler. Marx ve Engels’in sözünü ettiği “sözde-sosyalistler” bu kesimin içinden çıkar.

“Burjuvazi, sosyalizmin anlamı ve yönelimiyle ilgili olarak sözde-sosyalizmden daha doğru hükümlerde bulunur. Sözde sosyalizm ise burjuvazinin yüreğini sosyalizme neden sımsıkı kapadığını anlamaz, sadece insanların çektiği çilelere duygusal tepkiler verip dizlerini döver, […] akıl, eğitim ve özgürlük konusunda hümanizme yaslanan boş laflar eder veya öğreti düzeyinde tüm sınıfların uzlaşması ve refahını hedefleyen bir sistem icat eder.”[3]

Dolayısıyla mesele, aklı, eğitimi, özgürlükleri savunmak, ne olduğu bilinmeyen bir “insan”ı merkeze alarak yüceltmek değildir. Bu açıdan, bugün mesele İslam değil, İslam’dan ne için korkulduğu, kimlerin korktuğudur. Mesele, ona saldıranların sınıfsal-tarihsel nitelikleri ve saldırının gerekçeleridir.

Sözde-sosyalistlerin bu anlamda İslam’a vurarak kendi kirlerinden, paslarından arınmaları imkânsız. Vücutlarına sürdükleri sır, ya devletin ya da burjuvazinin. Ak ve temiz gördükleri bu sırrın kendisi problemli. İslam heyulası karşısında sosyalistlerin kendilerinin belirli bir hizaya çekilmelerine izin vermemeleri şart. Kendi canlarını kolektife karşı kapatmaları, varoluş için o hizaya gelmeyi zorunlu hâle getirecektir.

Zira Batı’da belirginlik arz eden İslam düşmanlığının izlerini, seksenlerden itibaren “Sovyetler gidici, yerini İslamcılar alacak, tedbirimizi alalım” diyen STK ve asker kaynaklı metinlerde sürmek mümkündür. Burada hedef alınan, kolektif hareket etme ve iktidar olma imkânlarıdır.

Egemenlerin liberal ideolojisini çok yüceltmek gerekmiyor. Sosyal demokrasi, muhafazakârlık, milliyetçilik aynı güç ilişkilerine göre tespih ipine diziliyor. Komünist mücadele, o ipi kopartacak işler yapmıyorsa, sadece sosyal demokratlarla, muhafazakârlarla ve milliyetçilerle düşünce yarıştırmakla yetiniyor, o ipe dizilmeyi baştan kabul ediyor demektir. O ipe dizilmek yerine, ezilenlerin tarihsel mücadelelerine bağlanmak daha doğrudur.

İpe dizilince veya imameye biat edince, o mücadeleler de sadece ezenlerin gözlükleriyle değerlendirilecektir. Bir yerde veya bir dönemde ezilenler kudret sahibi mi oldu, “bizim düşüncelerimiz sayesinde olmuş bu” denilecektir.

“Spartaküs, o dönemde Marksizm olmadığı için başarılı olamadı” demek, Marksizmi ezenlerin gözüyle okumak, Marksizmi o gözle formatlamak demektir. 1789’da veya 1871’de sadece burjuva ideolojisini görmek, ezilenlerin öfkesini küçümsemek, dışlamak yanlıştır. Tarihte ezilenlerin mücadelesini burjuva bilgiye uydurmaya çalışmak, mücadeleleri o bilgiye göre kıymetlendirmek çıkışsızdır. Kafanın içinde kurulu olan dünyaya nağmeler düzüleceğine, o kafanın burjuvaziye ait olduğunu görmek gerekir.

Ezilenlerin, tek başına, tek bir birey olarak, tek bir kimlik özelinde kudret sahibi olması imkânsızdır. Önsel olarak ezilenler, kolektife doğarlar, zaten kolektif olabildikleri ölçüde ezilirler. Ezilene ezilmekten kurtulmayı öğretmek, ona kolektiften kurtulma bilinci kazandırmaktır.

Sol ise devletin ve burjuvazinin kolektife yönelik saldırılarına eklemlenme derdindedir. Bu açıdan, bindiği dalı kestiği açıktır, ama aynı zamanda Nasreddin Hoca kadar da zeki değildir.

Milliyetçilik ve din başlıklarındaki ürolojik ve ideolojik yarışın bir hükmü yoktur. Gemiye zincirlenmiş kürekçilerin gücüne tahammül edemeyenler, düşman gemisine toslayarak mı yoksa yanaşıp güverteye çıkartma yaparak mı “savaşacaklarının” hesabını yapmaktadırlar.

Kürekçilerdeki kolektif yapı, onlar için içteki düşmandır. Onların ya öldürülmeleri ya da sağ salim evlerine döndüklerinde sindirilmeleri gerekir. Demokrasiyle mi yoksa baskıyla mı sindirilecekleri, basit bir yöntem tartışmasıdır. İdeolojinin bıçaklandığı, iddiaların vurulduğu yer burasıdır.

Solun İslamcılığı “ana düşman”, devleti “tali düşman” olarak kodlaması sorunludur. Bu sebeple sol, genel mânâda “hükümet eleştirilir, devlete laf edilmez” noktasına gelmiştir. Bir tür kolektife yönelik saldırıya ortak olduğu için, kolektif hareket etmesi, kolektifleşmesi ve kolektifi temellendirmesi mümkün değildir. Zaten zımnî pazarlık bunu emreder. Bir kolektife ve tarihine saldırı, kendi kolektifini ve tarihini geri çekmeyi gerektirir. “Ben olsam hükümeti şöyle yönetirdim” demenin ezilenlere bir faydası yoktur. Onları bu şekilde kandırmak yanlıştır.

Pazarlık, adam yurduna konulmak, insandan sayılmak isteyenlere cazip gelir. Bu hileli duruma engel olacak olan da ezilenlerin kudret mücadelesidir. Gustave Le Bon türünden burjuvazinin ideologlarının baştan çıkartma, ayartma yöntemlerine vurgu yapmalarının nedenini o kudrette aramak gerekir.

Le Bon’un Kitle Psikolojisi kitabı, Lenin’in Ne Yapmalı?’sından yedi yıl sonra yayınlanır.[4] Le Bon, kitlelerin reklâmcılık yöntemleriyle kandırılmasını, kişilerin çikolata türünden bir ticarî ürüne dönüştürülmesini, böylece kontrol altına alınmasını önerir, ayrıca devrimci kalkışmaları bir tür “akıl hastalığı” olarak görür ve kitlelerin benzer şekilde tedavi edilmesini söyler. İslam düşmanı olurken şu aşağıdaki Lenin’i unutan sol ise başka bir iddiayı ve iradeyi gündeme getirmektedir:

“Lenin’in siyasî programı, Le Bon’un programına iki açıdan karşıtlık arz eder. Kitle psikologlarının teorize ettikleri, kitlelerin sersemletilmesiyle alakalı mekanizmaya karşı çıkmayı ve etkisizleştirmeyi öneren Ne Yapmalı?, hâkim sınıfın başının üzerinde sallayıp durduğu ‘çikolata’yla kendilerini kandırmalarına izin vermemeleri konusunda teşvik edilen öncü işçilerin eleştirel aklına seslenir: ‘[…] Kapitalist başkentlerin tepesinde birer sopa gibi sallanan savaş tehdidine ve sömürgeci istilalara karşı çıkılmalıdır: Çin’e kadar uzanmış bulunan Avrupa devletleri, bugün ganimetin bölüşülmesi konusunda bir kavgaya tutuşmaya hazırlanıyorlar ve kimse bu kavganın nasıl sona ereceğini bilmiyor.’ [Lenin]”[5]

Le Bon’daki “akıl hastalığı” vurgusuna ezilenler içerisinde olduğunu iddia eden solda da rastlanır. Ona göre ezilenler, devletin disiplinine ve burjuvazinin terbiyesine muhtaçtırlar. Hukuk ilkinden, ahlâk ikincisinden alınmalıdır. Kafanın kendisi olarak görülenin dünya veya memleket olması arasında bir fark yoktur. O kafanın içinin devlete ve burjuvaziye göre düzenlenmesi söz konusudur.

Politik mücadele, ne kafanın düzene sokulması ne de düzenin kafanın içine yerleşmesiyle alakalıdır. Solun tarihteki varlık imkânlarına ve konumlarına ilahi anlamlar yüklemesi doğru değildir. Hz. Muhammed’e örgütlenmiş bir insana tahammül edilememesi, bu alternatif tanrısallıkla alakalıdır.

Lacan’ın 68’deki öğrencilere dair söylediği gibi, aranılıp bulunan başka bir tarih, başka bir tanrıdır. Nietzsche’nin ölen ve ikame edilen Tanrı’sı, birey dolayımına tabi bir kurgudur. Bu kurgunun devlete ve burjuvaziye bağlanması doğaldır. Her ikisi de iki ayrı gemide azgın denizlere karşı mücadele eden iki güç olarak güvenliğini sağlamak zorundadır. O güvenlik, kitle ve tarih içerisinde temin edilmelidir. Birileri Tanrı olmaya ikna edilecektir.

Bugün iktidarda olan hükümeti İslam’a nispetle eleştirmek yanlıştır. Bu eleştiri, devletin ve burjuvazinin talebidir. Hükümet sayesinde kendini aklamaya çalışan sol, dolayısıyla devleti ve burjuvaziyi aklamaktadır. “Tüm sömürü ve zulüm AKP ile başladı” demek, devleti ve burjuvaziyi aklar. İstenilen budur. Bu sürece uyum sağlamak, burjuva siyasetinin yüzeysel ayrımlarına göre konum almayı, kitlelerin bütün olarak maruz kaldıkları sınıfsal depremleri görmemeyi, dip dalgaya körleşmeyi dayatmaktadır. “Kısa günün kârı” siyaseti, tüccarların siyasetidir.

Eren Balkır
3 Temmuz 2018

Dipnotlar:
[1] Caroll Quigley, Weapons Systems and Political Stability, University Press of America, 1983, s. 299.

[2] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay, Çev.: M. Kabagil, 1969, s. 48.

[3] Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, 4. Bölüm, MIA.

[4] Domenico Losurdo, Class Struggle: A Political and Philosophical History, Palgrave Macmillan, 2016, s. 143.

[5] Losurdo, A.g.e., s. 144.

02 Temmuz 2018

, ,

Filler ve Karıncalar


DSİP’li Şenol Karakaş, bir yazısında[1], solun Kürt hareketiyle ve HDP ile ilişkisini “güzel” betimliyor. Solu “karınca”, HDP’yi ve Kürt hareketini “fil”e benzeten Karakaş, Kürt hareketinin “bir fil gibi yıkılmaz bir güce sahip” olduğundan bahsediyor. Buradan, Karakaş’ın Kürt hareketini yıkma amacı güttüğünü çıkartmak mümkün.

Yazı, esasında kendisinin karşı olduğu sol örgütlere vekillik verilmesine, ama kendisine verilmemesine dair bir serzenişten ibaret. Bu serzeniş ise politik bir anlama sahip olan “AKP tabanından oy almalıyız” lafıyla gizlenmeye çalışılıyor. “Oradan ben oy alırım, bana muhtaçsınız” diyen DSİP’in AKP tabanıyla ilişkisiyse ancak Fethullah ve liberaller dolayımı ile gerçekleşebiliyor.

Esasında yazar yazısında, kimi Barzanici çevrelerin dediğini diyor. “Sosyalist örgütlere alan açarak HDP, Kürt tabanından uzaklaşıyor” diyen Barzaniciler, dolaylı olarak, AKP’ye yedekleniyorlar. Esasen Öcalan’ın İmralı Notları’nda sözünü ettiği “200.000 oy gitti AKP’ye” sözünü tersten okumak gerekiyor. Barzaniciler, oylarını geri istiyorlar ve böylelikle HDP’yi sıkıştırmaya çalışıyorlar. Bu tür kalın halatlarla yere yıkılmaya çalışılıyor o fil. Bazen de siyah adamlar dövüyor, beyaz adamlar gelip kurtarıyorlar çukurdan. Yani Karakaş’ın mecazı, gayet kasti!

AKP ise Fethullah aklından ve Müslüman Kürt denilen gövdeden kopmuş, tekleyen bir “kalp bir kâlp” misali. Yaşanan süreçte ekonomik kriz, devletin krizi, Suriye gibi meselelerle yüklü denizde geminin sağ salim ilerlemesi için ona ihtiyaç duyuyorlar. Bu süreci CHP veya bir başkasının atlatması mümkün değil. DSİP, bu düzlemde şekillenen yüksek siyasetin ve onun kitlelere yutturulmasına dönük pratiğin parçası. TKP kadar o da kitleden korkuyor, korktukça ondan nefret ediyor.

Sol örgütlerin vekillik yarışına girişmeleri, bir başka soruna da işaret ediyor. Meclis üzerinden meşruiyet, kabul ve icazet peşine düşenler, pratiğin altını üstünü, önünü arkasını hiç düşünmüyorlar. Hep sağına ve soluna bakıyorlar. Alınan icazet, verilen bir şeyler karşılığında alınıyor. Örneğin meclise giren bir kişi, birden “marksizmi-leninizmi-maoizmi aşıveriyor”.

HDP’ye verilen oylarda Kürt’e dair bir yan da yok aslında. Kürt’e yolda kalmış, biçare kişiye yol parası vermek gibi, kerhen oy vermekten söz ediyorlar. Bu küçümseyici, üsttenci tavır, verilen desteğin coşkusu karşısında görmezden geliniyor. HDP’ye acıyanlar, Kürt’ün varlığını ve mücadelesini de küçümseme, küçültme, etkisizleştirme imkânı buluyorlar. Kürt’ün o oya muhtaç olmadığı görülmüyor, bu gerçek hiç dile dökülmüyor. HDP büyüdükçe küçülüyor.

DSİP’in “AKP tabanından gelecek destek” türküsünü tutturması da burayla alakalı. Çünkü DSİP, hâlâ “çözüm süreci”yle düşünüyor, kendi varlığının orada tanımlı olduğunu biliyor. Bu sebeple “buzdolabına kaldırılmış bir proje” olarak bu pilavın yeniden ısıtılmasını talep ediyor. Aslında DSİP, en az AKP kadar, o fili öldürmek için uğraşıyor. Bu da kendisini karınca görmesi ile alakalı bir durum. Ama karınca, biraz ağustos böceğine de öykünmüyor değil! Söz ve eylemlerini her daim ufak, özel ve güzel kalma derdi belirliyor.

Ortadoğu tarihinde kurulan devletlerin neden yıkıldığına dair bir söz söylenir: “Evi kuran balta eve alınmaz.” Bu söz, en çok Ebu Müslim Horasani gibi isimlerin ve dinamiklerin kurdukları, ama onların bir biçimde tasfiye edildikleri Abbasi tarihi için geçerlidir. Özel örnek dâhilinde bu söz, DSİP için de uygundur.

Şenol Karakaş, ilgili yazıyı kendilerine HDP listelerinde yer verilmediği için yazmışsa, demek ki “evi kuran balta eve alınmaz” kuralına uyulmuştur. HDP’yi (perde gerisinde) yönetenler, DSİP’in nüfuzunu bilmekte, nüfusundan uzak durmaktadırlar. HDP’nin hamuru, DSİP ve benzeri yapıların teknesinde karılmıştır. Demek ki tüm sol yapıların DSİP kıvamına kavuşturulması gerekmektedir. Bu açıdan partinin ölçü kabul ettiği örnek TİP değil, DSİP'tir. Zaten seçilen vekillerin “maaşlarımız partimizindir” dediğine hiç şahit olmuyoruz.

Dolayısıyla parti, filin ölümüne yakın gittiği mezar olarak iş görme riskini bünyesinde barındırmaktadır. Gerçek karıncalarla, yoksulla, ezilenle, emekçiyle doğrudan, gerçek bir ilişki kurmadığı, yüksek siyasetin bir piyonu olduğu sürece mezara yürüyüş de hızlanacaktır.

Eren Balkır
2 Temmuz 2018

Dipnot:
[1] Şenol Karakaş, “HDP’nin Yanlış Seçim Stratejisi ve Parlamentoya Yönelik Solcu Merakı”, 23 Mayıs 2018, Marksist.org.

29 Haziran 2018

, ,

Bütün Dünya İşçi ve Köylüsünün Ortak Vatanı

Şimdiki Rusya, din, millet ve renk farkı olmaksızın, bütün Dünya işçi ve fukara köylüsünün müşterek vatanı. Bolşevikler, Teşrinievvel İnkılâbı’ndan sonra bütün Rusya’yı fukara düşmanı zalim kapitalistlerin, yani altın kuvvetine dayanan zenginlerin tasallutundan temizlediler. Hem de Rus padişahı, Rus bankeri, Rus fabrikacısı, Rus pomeşçiki (çiftlik sahibi) olmak üzere, işçi ve fukara köylü sırtında yaşayan müstebitleri ezerekten bütün mazlum insanlar için böyle bir ortak vatan, yeni bir dünya yarattılar.

Eski dünya ve eski vatanda idare, kuvvet, baht, saadet güya ki yalnız çarlar, han ve hakanlar, şehzade ve paşalar, bey ve ağalar, fabrikantlar, banker ve tüccarların meşru malı, meşru bir hakkı idi. Bütün yerler, bütün fabrikalar, bütün saray ve konaklar, bağlar, bahçeler, güller, bülbüller, hep bu gözleri doymaz, insan kanı emmekten usanmaz adam kılıklı canavarların; tarlalarda yıldızdan yıldıza çalışmak, karanlık fabrikalarda, yeraltı maden ocaklarında, demiryollarında hayvan gibi işlemek ve en sonunda bir günlük yaşayabilecek rızkını bile tedarik edememek, bir yeri sakat olsa dilencilik etmek, ecelin pençesine düşünce yetim çocuklarını ve genç karısını yabancılar ve zenginler elinde esir bırakıp ölüp gitmek, bütün bu felaketler, her işçi ve her zavallı köylünün alnında yazılı facialar, bütün dünya işçi ve köylüsünün gözyaşları...

Rusya’da Bolşevikler, içtimai inkılâp ile böyle merhametsiz bir dünyayı yıktılar. Ve bütün kanunların, bütün mahkemelerin ve bütün papaz ve mollaların, bütün jandarma ve polis alaylarının din, Allah ve millet adından utanıp arlanmaksızın himaye ve silâh kuvvetiyle müdafaa ettikleri böyle adaletsiz bir dünyayı altüst ettiler.

Şimdi Rusya’da bu yer ve çiftlikler, kendi gücüyle, kendi alnının teriyle işleyen köylünün, bankalar ve bütün fabrikalar mazlum işçilerin elinde.

Rusya’da evvelce “param var, binlerce altınım var” diye kabarıp yürüyen zenginler, şimdi bir hırsız gibi gizli deliklerden hilekâr gözlerle bir türlü inanmak istemedikleri bu yeni âlemi seyrediyorlar. Bellerinde eskiden kalma binlerce altın olduğu hâlde kendilerini göstermemek için yırtık gömleklerle dolaşıyorlar. Şimdi, zenginlik tarlasında çalışıp hiçbir paraya ve ağaya pay vermeyen köylünün; şimdi bütün mal ve metadaki hüner ve marifetiyle ve kolunun kuvvetiyle meydana getirip kimseye faiz ve vergi vermeyen işçinin...

Şimdi işçi ve köylü hükümeti, bütün ordu ve bütün kızıl askerler, işçi ve köylü hükümetinin omuzunda yükseliyor.

Şimdi ihtilâl mahkemeleri, iş bırakan veya vergi vermeyen işçi ve köylüyü öldürmek için değil, zalim çarlar, padişahlar, generaller ve paşaları tepelemek için kuruluyor. Şimdi mektep, yalnız zengin bey ve paşa çocukları için değil, bütün işçi ve fukara köylü yavruları için hem terbiye, hem hayat ve hem de ışık ocağı...

Hulasâ: bolşeviklerin şimdi Rusya’da ve tedricen bütün dünyada yaşatmak istedikleri içtimai inkılâp, alnının teriyle geçinen mazlum işçi ve köylü halkın cihan ihtilâlinden beri beklediği büyük bir bayram; bu inkılâbı yaratan Rusya ise, bütün cihan işçi ve köylüsünün ortak vatanı!

Yaşasın toplumsal devrim!

Yaşasın bütün Dünya mazlum insanlarının müşterek vatanı olan Sosyalist Rusya!

Mustafa Suphi

[Kaynak: Mustafa Suphi ve Arkadaşları, Yayına Hazırlayan: İnfo Türk Ajansı, İstanbul 1977, s. 56-58.]

25 Haziran 2018

, ,

Doğu Sorunu Üzerine Tezler

I

1. Genel mânâda iflas etmiş olmasına rağmen, Avrupa kapitalizminin hâlen daha Batı ülkelerinde işçi sınıfına, giderek daha büyük bir güçle saldırabiliyor olması, dünyaya hükmeden bir unsur olarak kapitalizmin henüz çöküş aşamasına ulaşmadığını, ama öte yandan aniden yıkılışının kaçınılmaz olduğunu ispatlıyor. Kapitalizmin, son ve en gelişkin aşaması olan emperyalizm aşamasına girdiğinden beri elinde bulundurduğu kaleler, salt Batı Avrupa’daki endüstriyel açıdan gelişmiş ülkelerle sınırlı olmaktan çıktı. Kapitalizmin fıtratında olan çelişkiler, kaçınılmaz olarak, aşırı üretime bu da sonuçta tekrarlanıp duran ticari ve mali krizlere yol açıyor. Emperyalizmde bu zorluktan kurtulmak için gerekli yol bulunmuş gibi görünüyor. Elbette bu, geçici bir çözüm yolu ve bu yolun kapitalist üretim tarzını kendi çelişkileri sebebiyle çökmekten kurtarma noktasında etkisiz olduğu görüldü. Gelgelelim bugüne dek emperyalist yayılma ve sömürünün, kapitalizmi onun Avrupa’daki konumunu muhafaza edebilmesini mümkün kılacak bir güçle donattığını görmek gerekiyor.

Büyük emperyalist savaş, Avrupa ülkelerinde mevcut olan kapitalist düzenin temelini sarsmıştır. Bu devletler, güç sahibi olmak için başka kaynaklara muhtaçlar ama artık bu kaynaklardan mahrumdurlar, dolayısıyla eskiden olduğu gibi sermayenin hakkını savunamamaktadırlar. Bu güç kaynakları, günümüz kapitalizminin emperyalist niteliği ile alakalıdır. Kapitalizm, tüm dünyanın ekonomik, politik ve askeri kontrolünü elinde bulunduruyor, böylelikle de kendi ülkelerinde işçi sınıfına karşı sürdürdükleri direnişi boğma ve devam ettirme imkânı buluyor. Avrupa burjuvazisinin varlığı ve kudreti, tümüyle ve sadece, kendi ülkelerinde işçilerin işgücünden en fazla artık değer elde etme becerisine dayanmıyor. Avrupa dışı piyasaları ve halkları sömürme imkânı, eskiden olduğu gibi bugün de verili konumu savunma şansı sunuyor, lâkin gene de kapitalizmin iktidarını uzun süre muhafaza edebilmesi mümkün değildir. Bugün bu iktidarın tehlike altında olduğunu görmek gerekmektedir.

2. Savaşın yol açtığı bir sonuç olarak dünya, iki büyük sömürgeci imparatorluk arasında bölündü. İki güçlü kapitalist devletten biri olan ABD, tüm Yeni Dünya’yı sömürme ve yönetme hakkının kendisinde olduğunu iddia ediyor. Öte yandan Büyük Britanya ise karşımıza Asya ve Afrika’yı ilhak etmiş bir güç olarak çıkıyor. Kıta Avrupası ise sanayi sahasında yaşanan çözülme ve yaşanan ekonomik iflas sebebiyle, bu iki büyük emperyalist devletten birine ekonomik açıdan bağımlı olmak durumunda. Görünen o ki iki büyük emperyalist devlet, bugünlerde dünya hâkimiyeti için yeni, devasa bir mücadele içine girmek üzere. Bu bağlamda Amerikan burjuvazisinin Avrupa’daki savaştan pek fazla etkilenmediğini görmek lazım. Bilâkis, bir yüz yıldır Britanyalı kapitalistlerin tekelinde bulunan dünya finansının kontrolü, Amerikalı kapitalistlerin ellerine geçmiş durumda ve bunların henüz çöküş ve dağılma aşamasına girmediklerini söylemek gerek. Yeni ele geçirdikleri dünya gücü olma imkânını perçinlemek adına Amerika’daki kapitalist sınıf, Avrupa’da sağa sola hastalık bulaştırması muhtemel yıkım sürecinden uzak durmaya çalışıyor. Dolayısıyla bugün Eski Dünya’nın hâkimi ve kapitalist düzenin belkemiği, Britanya İmparatorluğu’dur.

Bugün Britanya burjuvazisi gücünü nereden almaktadır? Bugün Britanya’da sanayinin tabi olduğu koşullar üzerinden düşündüğümüzde, eldeki kaynakların bu adalardaki üretkenlik düzeyiyle ve kıta Avrupası’ndaki tüketimin gücüyle sınırlı olduğu koşullarda, Britanya’daki kapitalist düzen çöküşün eşiğine gelip dayanacağını görmek gerekmektedir. Buna karşın derin çelişkilere ve güçlüklere rağmen, savaş öncesinde kendi topraklarında sanayisini yeniden inşa etmeyi bilen Britanya’da kapitalist sınıf gücünü hiç kaybetmeyeceğini ortaya koydu. Bu sınıf, bugün de işçi sınıfının belirli bir bölümünü aldatma konusunda hâlâ daha başarılı. Avrupa dışında geniş arazilere sahip olması, kıta Avrupası’nı ekonomik açıdan kendisine bağımlı kılması, Britanya’ya geniş bir hareket imkânı sağlıyor, böylelikle ülke içerisinde sahip olduğu konumu muhafaza ediyor, öte yandan da uluslararası planda sahip olduğu gücü güvence altında tutuyor. Doğu’nun zengin ve yoğun nüfuslu ülkelerindeki ekonomik ve endüstriyel gelişme, batı sermayesine yeni bir zindelik katıyor. Ucuz işgücü temin eden bu ülkelerdeki muazzam imkânların ve yeni pazarların yakın zamanda tükenmeyeceği görülüyor. Bu nedenle Doğu’da imparatorlukların elinde bulunan topraklarda sömürüye son verilmesi, Avrupa’da kapitalist düzenin nihai ve başarılı bir biçimde yıkıma tabi tutulması noktasında hayatî önemi haiz bir husustur.

3. Beynelmilel sermayenin iktidarının tüm dünyaya kök saldığı gerçeği dikkate alındığında, kapitalist düzene son verip Avrupa’da proletaryanın muzaffer olmasını dünya devrimi dışında hiçbir şey sağlayamaz. Avrupa proletaryasının mücadelesine, aynı gücün, yani kapitalist emperyalizmin boyun eğdirdiği başka diyarlardaki emekçi halk kitlelerinin devrimci eylemi bir biçimde katkı sunmalıdır. Mevcut fasit daireden kurtulma mücadelesi dâhilinde kapitalizm, evrilip emperyalizm hâlini almış, böylelikle büyük pazarları ve sömürgelerdeki devasa işçi ordusuna hâkim olabilmiştir. Kendisine tabi olan ülkelerdeki köylüleri ve zanaatkârları tarım ve sanayi proletaryasına dönüştürmek suretiyle emperyalizm, onun yıkım sürecine katkı sunmaya yazgılı başka bir gücün vücut bulmasını sağlamıştır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, Avrupa’da kapitalist nizamın yıkılışının onun emperyalist yayılma siyasetine bağlı olduğu, bu yıkılışın da sadece Avrupa’nın ileri proletaryası eliyle değil, ekonomik, endüstriyel ve politik açıdan fazlasıyla gelişmiş olan, ayrıca imparatorluğun elindeki sermayeye askeri ve ekonomik açıdan en büyük desteği sunan sömürge ülkeler ve tabi ülkelerdeki devrimci unsurların işçilerle kuracağı bilinçli bir işbirliği üzerinden de gerçekleşebileceği görülmelidir.

4. Dolayısıyla dünya devrimini gerçekleştirecek güçleri seferber etme görevi dâhilinde Komünist Enternasyonal, faaliyet sahasını salt Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile sınırlı tutmamalıdır. Dünya devrimini yapacak orduların öncüsünün Avrupa ve Amerika proletaryası olduğuna hiç şüphe yok fakat dünyayı emperyalist sermayenin elinde bulundurduğu hâkimiyetten kurtarmaya dönük çalışmalarda Avrupa dışı dünyadaki en ileri ülkelerde mücadele eden emekçi halk kitlelerinin de önemli bir rol oynamaya yazgılı olduklarını gözden kaçırmamak gerekmektedir. Avrupa dışı dünyadaki en ileri ülkelerde mücadele eden kitlelerin oynayacağı bu tarihsel rol şu hususları içermektedir: (1) Batı proletaryasının devrimci eylemiyle eşzamanlı olarak emperyalizme karşı isyan etmek; ve (2) aynı zamanda ülkede bulunan toprak ağası sınıfla ve burjuvaziyle mücadele etmek. İki taraftan saldırıya uğrayan emperyalizm, böylelikle kendi varlığı üzerinden oluşan fasit daireden çıkma imkânı bulamayacaktır. Çin ve Hindistan gibi ekonomik açıdan gelişmekte olan ülkelerde yeni pazarlar açma imkânından mahrum kalacak olan emperyalistler, kendi ülkelerinde yaşanan aşırı üretimden kaynaklı sonuçların yol açtığı badirelerden başlarını kaldıramayacaklardır.

Doğu’daki büyük ülkeler, kapitalist dünyanın ayrılmaz birer parçası hâline gelmişlerdir; kapitalizme karşı mücadelelerin fitili tutuşmuş, bu ülkelerde kapitalizme karşı mücadele verilmeye başlanmıştır. Bu, emperyalizmin tarihsel gelişiminin bir sonucudur.

II

5.) Doğu halklarının Batı’daki halklarla aynı ekonomik ve politik düzeyde olmaması sebebiyle yeknesak ve tek biçimli olduğu, çözmesi gereken benzer sorunlarla yüzleştiği iddiası, hiçbir gerçek temele dayanmadığından, tümüyle yanlıştır. Mevcut coğrafi sınırların ötesinde tüm ülkelerde Komintern’in yürüteceği faaliyetlere rehberlik edip yön verecek tek bir siyasetin formüle edilebileceğini düşünmek kesinlikle hatalıdır. Doğu ülkeleri arasında, ekonomik, politik, endüstriyel ve toplumsal koşullar bakımından ciddi farklar mevcuttur. Sonuç olarak farklı Doğulu halklar, çözülmesi gereken farklı sorunlara sahiptirler. Bu nedenle tüm Doğu ülkelerinde sıkı sıkıya uyulacak, net bir siyaset ve taktik belirlemek kesinlikle mümkün değildir. Muhtelif ülkelerde mevcut koşullar dikkatle incelenmeli, böylelikle yakın gelecekte ve bugünde tarihin ve şartların dayatması sonucu devrimci olmaya yazgılı toplumsal sınıf tespit edilebilmelidir. Zira kapitalist toplumsal nizamı yıkmak için verilen mücadelede Batı proletaryası, doğal müttefikini böylesi bir devrimci toplumsal sınıf şahsında bulacaktır. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, Doğu ülkelerinde anti-emperyalist güçleri seferber etmek istiyorsa, Komintern tarihsel açıdan kendi safında olan veya olmaya yazgılı toplumsal sınıfı arayıp bulmalı, faaliyetlerini o sınıf üzerine inşa etmelidir.

6.) Yakındoğu ve Ortadoğu’daki Müslüman ülkelerde cahil kitlelerin dinî bağnazlığı ve toprak sahibi orta sınıftaki karşı-devrimciliğin beslediği yabancı düşmanı hissiyat, emperyalizmin altını oymak için gerekli bir güç olarak görülse de bu unsurların artık Hindistan gibi bir ülkede sahip olduğu anlam ve önemden mahrum olduğunu görmek gerekmektedir. Bu, son yirmi yıl içerisinde ekonomi ve sanayi düzleminde meydana gelen köklü dönüşümün bir sonucudur. Emperyalist sermaye, Yakındoğu ve Ortadoğu ülkelerine daha yeni giriş yapmıştır. Toplumun ekonomik yapısı hâlen daha feodaldir ve din adamlarının etkisi hâlâ güçlüdür. Fakat uzun zaman önce sermayenin kontrolüne giren ve onun tarafından sömürülen Hindistan’da bir miktar emperyalizmden bir miktar da yereldeki dinamiklerden (ki bu dinamikler, son yıllarda hızla büyüme kaydetmişlerdir) beslenen feodalizm, şiddet araçlarına başvuran bir devrim aracılığıyla değil, oldukça gelişkin olan kapitalist devletin birer refleksi olarak meydana gelen modern politik ve ekonomik kurumlarla uzun zamandır temas içerisinde olması sayesinde yok edilebilmiştir. Hindistan’da varlık imkânı bulan yerli burjuvazi, otuz yılı aşkın bir süredir yabancı idareciden politik iktidarı almak için tarihsel bir mücadele vermektedir. Öte yandan proletarya ve ciddi bir nüfusa sahip olan topraksız köylülük de sayıca büyümekte, ülkedeki hızlı sanayileşmeyle doğru orantılı olarak, bu sınıflarda sınıf bilinci de artmaktadır.

Sonuç olarak bugün Hindistan’daki devrimci hareket, toplumun ekonomik dönüşümü sonucu tüm imkânlarını, gizil gücünü hızla yitiren cahil kitlelerdeki dinî bağnazlığa yaslanmamaktadır. Devrimci hareket, aynı zamanda küçük burjuvazideki hissî milliyetçilikten de beslenmemektedir. Bu milliyetçilik, tüm halkın çıkarlarının tek olduğunu söyleyen bir tür vehme dayanır ve her gün daha net olarak görülen sınıfsal ayrışmayı asla dikkate almaz. Hindistan’da ve benzer ekonomik, politik koşullara sahip başka ülkelerde milli demokratik hareketin ön saflarında aktif olan liberal burjuvazi, yereldeki kaynakları ve emeği sömürme hakkı için emperyalist idareciye karşı tarihsel mücadele yürüttüğü sürece devrimci bir unsur olarak görülebilir. Ama burjuvazinin bu devrimci niteliği geçicidir, zira yabancıların politik hâkimiyeti kitlesel isyanlar ile alt edildiğinde, burjuvazi işçi sınıfının karşısına geçecek ve temsilî hükümet ile milleti savunma adına devrimin yürüyüşünü durdurmak için şiddete dayalı tüm tedbirlere başvuracaktır. Ayrıca henüz zayıf olan yerli burjuvazinin emperyalistlere teslim olması, daha kârlı bir teşebbüs olarak görülecek, bunun karşılığında, ülkedeki politik idare burjuvaziye verilecek, böylelikle ilgili sınıfın kapsamı genişleyip fırsatları çoğalacaktır. Dolayısıyla Hindistan gibi bir Doğu ülkesinde devrimin temellerini teşkil eden en önemli toplumsal sınıf olarak topraksız köylü kitleleri ve proletarya da hızla büyüyecektir.

Bu sebeple Doğu’da bulunan, ekonomik ve endüstriyel açıdan gelişmiş olan ülkelerde Komintern, yürüteceği faaliyetler dâhilinde, devrimci hareketi nesnel koşullar uyarınca geliştirip yönetme becerisi bulunan politik partiler kurmalıdır. Bu türden partiler, Komintern’e bağlı birer aygıt olarak çalışacak, bu partiler sayesinde Doğu halkları, emperyalizmle mücadele etmek için kendi ülkelerinde birleşecek ve yabancı sömürücü gücün yerini aldığı ölçüde yerli burjuvaziye karşı işçi sınıfının ekonomik ve toplumsal kurtuluşu için verilen mücadeleye öncülük edeceklerdir.

7.) Emperyalizme tabi ve onun hâkimiyetinde olan ülkelerde burjuvazi, geçici bir süre emperyalizme karşı mücadele eder ama asla bu mücadeleye bel bağlayamaz. Doğu’da dünya devrimi güçleri, Komintern’in faaliyetlerinin dayanacağı güçler, bu ülkelerdeki yoksul köylüde bulunabilir. Söz konusu ülkelerde feodalizm hâlen daha mevcuttur, öte yandan makineye dayalı endüstriyle tanışmış olan proletarya ve tarım işçileri ile halkın büyük bir kısmı, yabancı ya da değil, modern kapitalizmin doğrudan hâkimiyeti altına girmiştir. Tüm Doğu genelinde devrimin ilk aşamaları emperyalizme karşı gerçekleşecek o büyük ayaklanmaya tabidir, fakat bu devrimin liderliğini, ilgili ülkelerdeki ekonomik gelişim uyarınca, en devrimci toplumsal sınıf üstlenecektir. Bu nedenle söz konusu ayaklanmanın örgütlenmesinde farklı ülkelerde farklı taktikler benimsenmelidir.

Örneğin doğrudan emperyalizmin yönettiği ve toplumsal gelişimin özgürce gerçekleşmesi için politik bağımsızlığın zaruri olduğu Hindistan gibi bir ülkede, burjuva milliyetçiliği temelinde yürüyen politik kurtuluş hareketi dâhilinde, tüm halkı en azından yeterli bir bölümünü birleştirmek pratikte pek mümkün olmayacaktır. Emperyalizm, kitleleri yerli burjuvazinin faaliyetleri ve feodalizmin mevcutta kudretten mahrum kalmış kalıntıları üzerinden sömürür. Bu sebeple, başını burjuvazinin çektiği, ekonomi ve politika konusunda burjuva ideolojisi üzerinden cisimleşen bir hareket, tabiatıyla kitleleri kendisine çekmeyi başaramaz, zira bu hareket kitleler arasında güven telkin edemez. Hareket, kitlelere sefalet koşullarından kurtulmanın yolunu gösteremez. Emperyalizm, salt burjuvazinin faaliyetleri ile alt edilemez. Burjuvazi, halkın önemli bir kısmını coşkulu ve hissî ifadelerle ateşleyip harekete geçirse bile, bu işi başaramaz. Bunun için emperyalizme tabi halkın ayağa kalkıp devrimci harekete bilinçli olarak iştirak etmesi gerekir. Sömürülen sınıfı, ancak ekonomik kurtuluş için verilen tarihsel mücadele birleştirebilir. Bu sınıf, halkın büyük bir çoğunluğunu, hatta burjuvazinin alt katmanlarını bile bünyesinde barındırır.

8.) Panislamizm gibi dinî-politik hareketler, artık emperyalizm karşıtı bir güç olarak görülemezler. Bugün emperyalist sermayenin hâkim olduğu koşullarda, yeni yeni ayağa kalkan yerli burjuvazinin ilericiliği sayesinde Müslüman dünya denilen yapı geçmişe ait bir unsur hâline gelmiş, toplumsal bir birim olmaktan çıkmıştır. Bu yapı, artık yobazların muhayyilesinde varlık imkânı bulmaktadır ve sadece Müslüman ülkelerde iktidarda olan hanedanların ve sınıfların emellerine hizmet etmektedir. Dolayısıyla bir zamanlar kitlesel bir ayaklanmayı teşvik etme becerisini sergilediği ölçüde devrimci bir niteliğe sahip olan Panislamizm, bugün sadece en gerici ve karşı-devrimci unsurlara sırtını yaslayabilmektedir. Doğu’da hanlar, mollalar hatta ilerici Müslüman tüccarlar ve kapitalistler, artık müflis olan Panislamizm denilen görüş dâilinde cahil halk kitlelerini sömürmenin en uygun araçlarını bulmaktadırlar. Mevcut durumda bu türden bir niteliğe sahip olmasıyla Panislamizm, kurtuluş davasından çok emperyalizmin safındadır. Yakındoğu ve Ortadoğu’daki ekonomik ve endüstriyel açıdan geri kalmış ülkelerde yoksul köylülük ve küçük zanaat atölyelerinde çalışan işçiler, emperyalizme ve onun uşakları olan toprak ağaları ile tüccar sınıfına karşı mücadele etmek için örgütlenmek zorundadırlar.

Manabendra Nath Roy
12 Temmuz 1921
Kaynak

23 Haziran 2018

,

Perde Gerisi


Bir seçim mitinginde Muharrem İnce diyor ki: “bu Erdoğan, seksen milyon adına seksen bin doktora saldırıyor, ben doktorları savunacağım.”

Geçen yıl üniversite sınavı sonuçları açıklandığında CHP yayın organları, “en başarılı liseler arasında imam-hatipler yok, kolejler var” haberlerini parlatarak veriyorlardı ve kolejlere övgüler düzüyorlardı.

Bugün sosyalisti, komünisti tüm sol, kolejlerden yana. Birçok sol örgütün şefi çocuğunu koleje yolluyor.

Bu solculardan biri, gençlerin apolitikliğinden, yozluğundan şikâyet ediyor, sonra bir arkadaşı, “onları biz yetiştirdik ama” diyor.

Evet, işçi baba, “çocuğum benim çektiklerimi çeksin, öğrensin hayatı” diyor. Küçük burjuva baba, “benim çektiklerimi çekmesin” diyerek yetiştiriyor evladını. Sonuçta kolejler, buradan müdafaa ediliyor.

Esasında sahnedeki Erdoğan’la uğraşmaktan perde gerisine bakmamak bir alışkanlık hâlini alıyor. Bu teorisizlik, siyasetsizlikle birlikte, kanıksanıyor.

Muhtemelen perde gerisinde Erdoğan’a ve CHP’ye, sırasıyla, “sen yoksulları sen de orta sınıf ve üstünü al” diye rol paylaştırılıyor. Edilen küfürler, sözler karşı tarafı büyütmek için ediliyor. Sonuçta devlet, baraj altında kalacak parti kurmuyor. Herkes verilen rolü layıkıyla ifa etme gayretinde.

Bir yanıyla ÖDP trajediyse Haziran komediye denk düşüyor. Tüm okulların imam-hatip olacağı yaygarasını kopartan “hareket”in zihninde sınıfsal ayrımlardan eser kalmadığı görülüyor. Erdoğan, kimilerinin sınırsız-sınıfsız dünyasına ait bir şeytan hâline getiriliyor. Bu, bile başlı başına sorgulanması gereken, sınıfsal bir durum.

Sınıfsal ayrımlardan eser kalmayınca, hemen doların çıkışına dair burjuva iktisatçılarına has analizler kaleme alınıyor. Bir yandan da alelacele seçim malzemesi olacak bildiriler kaleme alınıyor.

Muharrem İnce doktorları savunurken, Erdoğan’ın yoksul halktan yana olduğunu da söylemiş oluyor. Doktor, mühendis ve avukat, devleti temsil ettiği günleri geri istiyor. Birileri de halkı “yeni devlet” adına yeni temsillere ikna etmeye çalışıyor.

Bir yanıyla laiklik ve ateizm, Hristiyanlık içre tartışmaların birer sonucu olarak varlık imkânı buluyor. Toprak ve güç sahibi kilise, baştan beri sahip olduğu, yoksullara dair sorumluluğu toprağa gömmek istiyor. Tartışmalar, bu bağlamda gerçekleşiyor. Sonuçta yoksulları kontrol ve disiplin altında tutacak, kilisenin yerini alacak veya kiliseyi dönüştürecek başka mekanizmalar geliştiriliyor.

Benzer bir durum, neoliberalizmle birlikte, devlet bahsi için de geçerli. “Devlet don üretir mi, domates eker mi?” tartışmaları ile birlikte halkın devletle kurduğu ilişki de dönüştürülüyor. Bugün HDP dâhil tüm liberal pratikler, bu dönüşüm bağlamında anlam ve değer buluyorlar.

Neoliberal döneme kendilerini batıdan uyarlayanlar, doğalında hayata doktorların, mühendislerin, avukatların dünyasından bakıyorlar. Yoksul milyonlar hükmünü yitiriyorlar. Esasında küçük burjuva sol, devletin kendisi gibi, AKP’nin o milyonları kontrol ve disiplin altında tutmasından memnun. Sadece kendisine batan, kendisini kesen yerlerini törpülemeye çalışıyor, o kadar.

Devletle cepheden, tam boydan, bodoslama bir mücadele içerisine giremeyen bir solun AKP’yle de mücadele edebilmesi mümkün değil. Dolayısıyla sol, eğitim sahasında zengin mahallelerdeki okulların kolej, yoksul mahallelerdeki okullarınsa imam-hatip olmasındaki sınıfsal-politik anlamı hâlen daha idrak edemiyor. En fazla, batıya hoş görünmek, yaranmak adına, uydurma “imam-hatip menşeli Tübitak projeleri” haberleriyle dalga geçmeyi iş zannediyor. Siyaseti mastürbasyona indirgiyor.

Ayrıca, Suriyelilere yönelik olarak, “burası aşevi mi?” diyen birine oy veren sol, buradaki aşa kan bulaştığını, o kana ortak olduğunu gizlemek zorunda elbette. Suriyeli dedikleri esasen Suriyesiz, asıl mesele de bu.

Ayrıca sol, evinde kendi şehrindeki fabrikaya işgücü yetiştiren babaya karşı, evinde Avrupa ve ABD’de çalışacak işgücü yetiştiren babadan yana tavır alıyor. Dolayısıyla, kendisini yakan köylünün, işten atılan işçinin haberini yapan sol haber portalları, açıktan yalan söylüyorlar, çünkü ne işçiyi ne köylüyü ne de yoksul halkı umursuyorlar.

İşçi-köylü iktidarını küçük burjuvadan başlayarak, o temelde inşa etmek mümkün görünmüyor. Başka yerlere bakmak gerekiyor.

Eren Balkır
23 Haziran 2018

18 Haziran 2018

,

Dinî Dünya ve Dünyevî Din


Buradaki dine saldıran, başkasının dininin savaşçısıdır. Bize açık toplum, açık demokrasi okullarının öğrencilerinden öğrendikleri liberalizmi solculuk olarak satanların anlam veremeyecekleri, işte şu cümledir: “Modern devleti savunmanın en iyi yöntemi, onu siyasî amaçlar için dinin her türlü kullanımının ulaşamayacağı bir yere koymaktır.”[1] Bu tür laflar eden liberal solcuların kendi sınıfsal çıkarlarına tercüme ettikleri Kobanê dolayımıyla buranın pazarına sundukları mal, içi geçmiş liberalizmden başka bir şey değildir. Bu liberalizmse, modern devleti savunmaktan başka bir şey düşünmez. Lenin’i çöpe atıp Foucault’yu önder belleyenlerin, anarşistlerden rol çalanların, sol liberalizm boşluğunu DSİP sonrası doldurabileceklerini sananların bugün geldikleri nokta, modern devlet savunuculuğudur.

Çünkü bu-dünya savunusu, bir devlet tasavvuruna ve kurgusuna kapanmaya mecburdur. Kimi bireyler, kendi varoluşlarını koşullayan somut ilişkileri bir dünyaya ve oradan da bir devlete tamamlamalıdırlar. Bu ilişkilerin her türlü düşman sızmasından ve saldırısından korunması ve ilişkilerin zamansal sonsuzluğa-mekânsal sınırsızlığa dair bir hisse sahip olması, devletle mümkündür.

Varolan devlete dönük itirazsa, evrimseldir, ilerlemecidir, mevcut devletin geri bir aşamaya ait olmasına inanılmasıyla ilgilidir. Ama burada mesele, somut dünyevî ilişkilerin mutlak kabul edilmesi, merkeze konması, hiç değişmeyecek kabul edilmesidir. Mutlak istikrar, sabitlik ve düzen için kargaşaya meyletmek, bu bireylerin doğal yönelimidir. Onların sözlerinin altında statüko sırıtır, zulüm göz kırpar, sömürü konuşur. Bu, dünyanın, somut ilişkilerin din bellenmesidir. Din bellenmiş dünya ile dinî dünya apayrı şeylerdir. İlki, kendisini savunmak için modern devleti dinî dünyanın ulaşamayacağı yere koymak zorundadır.

Dünyayı din belleyenler, sağcılaşırlar.[2] İçinde yaşadıkları ve rant ilişkileri üzerinden putlaştırdıkları dünyayı din belleyenlerin, dini dünya kılanlara savaş açması kaçınılmazdır. Burada dünya ile devlet arasında kısa devre yapmak zorunludur. Yani dinî dünyaya açılan savaş, devlete açılmış gibi gösterilmektedir. Oysa bu, savaş açanların vehmidir.

Fehim yoksa vehim ve lehim vardır. Ayrımları anlama cehdi mevcut değilse, eldeki malzemeler birbirlerine lehimlenip belirli bir vehme duçar olunur. Vehim, yanlış, temelsiz kurgu, kuruntudur. Bu kuruntuyla, dinî dünyanın kavgası, devletin direnci olarak görülür ve devletle mücadelenin aslî alt başlığı hâline getirilir. Aslında devletle, dini yok etmek için mücadele edilmektedir. Bu mücadele ise, kendi dünyevî dinini hâkim kılmak amacıyla verilmektedir. Dünyevî din, sol şahsında, egemenlerin suyuna daldırılıp ehlîleştirilmiş Yahudilik-Hıristiyanlık kırması bir dinden başka bir şey değildir.

Muhafazakârların yüz yıldır batıdaki sol karşıtı Yahudilerin ve Hıristiyanların eserlerini Türkçeleştirmekten başka bir üretim ortaya koymamaları, bu noktada manidardır. Tüm argümanlar, tezler, batıdan devşirilmişlerdir. Amerika’da bir komünist aleyhine ne söyleniyorsa, Erzurum’da da aynı şey söylenmiştir. Orada da insanlar, “bir gün Sovyetler Amerika’yı işgal edecek” korkusuyla yetiştirilmiş, Erzurum’un politik iklimi de aynı korkuya göre biçimlendirilmiştir. Putlaştırılan dünya yüceye yerleştirilmiş, o kendi devletini kitle içerisinde tesis etmiş, ona itiraz edenler, siyasî alanın kıyısına fırlatılmışlardır.

Dünyevî dinle devlet dolayımıyla dövüşülmez; devletle dinî dünya aracılığıyla savaşılır. Devletin dünyevî dinine itiraz etmek, devletin başka bir dünyevî din arayışının ifadesidir. Başka bir dünyevî din, mülkün ve mülk ilişkilerinin farklı bir tezahürüdür. O, mülkü Allah’a havale eden müşterek bir irade olarak, halka, millete başka bir mülk ilişkisi değil, başka bir hayat sunuyor olmalıdır.

Dinî dünya ile dünyevî dinin kavgası, mazlumlara dairdir. Burada savunma hattının mı yoksa saldırı hattının mı örüldüğü aslî değildir. Dinî dünya, Hakikat’i tavaf eder; dünyevî dinse, Batıl’ın önünde diz çöker. Dolayısıyla dinî dünyanın devlet şahsında karşıya atılması, kendi dünyevî dininin hâkim olması için mücadele edilmesi, manasızdır. Solcuların “Dersimlilere medeniyet götürdük, daha ne istiyorsunuz?” diyen CHP’den ayrı bir dertleri varsa, öncelikle, o medeniyetin üzerine kurulu olduğu dünyevî dini reddetmeleri gerekir. Bu ret, dinî dünyalarını korumak ve güçlendirmek isteyen mazlum kitlelerin içerisinde, dünyevî dinin nüfuzunu kırmaya dönük bir gayreti de doğalında içerecektir. Dünyevî dine vurdukça, dinî dünya da özgürleşme imkânı bulacak; özgürleşen mücadele, kendi Müslüman yoldaşlarını bu topraklardan bulacaktır. Ama önce, Batı’nın kurduğu İnsan, Medeniyet gibi olguların arkasındaki fikrî uzantıların dağıtılması şarttır. Seçkin, özel bireyler arayışından kurtulduğunda, bu ülke ve bölgenin kurtuluşçu ve devrimci failleri, mazlum halkın kanı ve terinde birbirine karışacaktır.

* * *

Osmanlıca üzerinden kopan son fırtına, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde neyin ve kimin önünde diz çöküleceğiyle ilgili bir tartışmadır. Bu tartışma dâhilinde AKP, önünde diz çöktüğü Batı’nın Ortadoğu, Asya ve Afrika politikalarının bir Truva Atı ve maşası olarak başka bir dünyevî dinden dem vurmaktadır. Onun ağzındaki “Osmanlı”, dinî dünyaya ihanet etmiş, onu mahvetmiş, dünyevî dinin egemen ideolojik argümanıdır. Dolayısıyla bu “Osmanlı”, üç-beş patronun faaliyet alanına, sermayenin rahat akacağı kanallara, sömürü gemilerinin karadan yürütülmesine, binlerce emekçinin kılıçtan geçirilmesine, mazlum halkların emperyalistlere peşkeş çekilmesine işaret etmektedir. O, “biz büyüyeceğiz, ama bu emperyalistler büyümemize izin vermiyorlar” masalının ana fonudur.

Osmanlıca ve yeni alfabeye geçiş tartışması, hangi evrene, âleme ve gerçeğe bağlanmak istendiğinin de bir alâmetidir. “Okuryazarlığı artırma amaçlı” bu 1928 tarihli reform sonrası, istatistiklere göre, okuryazarlık oranlarında uzun süre bir artış yaşanmamıştır. Üstelik konuyla ilgili kimi kesimler, Osmanlıcanın yazım ve basım teknikleri açısından kolaylıklar da sunduğunu söylemektedirler. Bu tartışmaların tam orta yerinde, Aziz Nesin’in Osmanlıca tuttuğu Madımak notları çıkmıştır açığa…

Demek ki kemalizm, bir yandan Osmanlı devlet geleneğini restore ederken, ona karşı ortaya konmuş tüm mücadele birikimini de toprağa gömmek istemektedir. Araplara ve İslam’a düşmanlık, Türkçüleşme, korporatizm üzerinden sol, kemalizmin Batı’ya karşı varlık mücadelesi verdiğine, bu hamleleri zorunlu olarak yaptığına inandırılmıştır. Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmamaktadır: ülke içinde güç olma derdi taşımayan, güç imkânları olmadığı için de, Batı’ya dönük direnişte hep kemalizmin yanına sıralanan sol, yapılan bu hamlelerin içe dönük sınıflar mücadelesinin aslî bileşenleri olduğunu görmemiştir, görmek istememiştir. Ekim Devrimi ile sola çeken ittihatçı damarın, Anadolu’daki Müslüman direnişinin bu damarla ilişkilerinin kesilmesi için Batılılaşma adımlarının atıldığını görmek gerekir. Şeyh Servet’in bu topraklardaki ilk komünist partilerden birinin kurucularından olması, az buz bir şey değildir. Birinci Meclis içerisinde Kur’an üzerinden miras ve mülkiyet tartışmaları yürüten, Sivas Kongresi öncesi oluşturulan Muvahhidin Cemiyeti üyesi mebusların yürüyüşü kemalizmi ürkütmüş olmalıdır. Kemalizmin 1922-1942 arasında tek işi, birinci meclisteki muhtemel ve mevcut iç düşmanları, rakipleri ve hasımları tasfiye etmektir. Sol ise bu tasfiyenin yandaşı olarak, ellilerden sonra başını kaldırma imkânı bulmuştur. Kemalizm içi liberal itiraz anlamında, Demokrat Parti kurucularıyla ilk sosyalist kadroların birlikte dergi çıkartmış olmaları manidardır.

Osmanlıcanın liselere sokulması üzerinden yaşanan tartışmalarda İnönü’nün Latin alfabesine geçişle ilgili şu sözleri tedavüle girmiştir: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma-yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi… Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı... Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”[3] Osmanlıcanın kaldırılmasına karşı çıkan bir isim olan İnönü, muhtemelen bu sözlerde aktardığı ideolojik argümanlara ikna edilmiştir. Bu argümanlar, devletin aslî yönelimini ve derdini de ele vermektedir. Kendisinin halef oluşu ise, ilgili yönelimin ve derdin muhafaza edildiğinin alâmetidir.

Harf reformunun Osmanlı’dan, 1870’lerden beri tartışıldığı söylenir. İzmir İktisat Kongresi’nde tartışılan bu konuya işçi temsilcilerinin “Latin alfabesine geçilsin” önerisiyle yaklaşmaları, II. Enternasyonal çizgisiyle belirli bir bağ içerisindeki ideolojik çizginin tezahürü olarak anlaşılmalıdır. Bu temsilcilerden biri de işçi kılığında kongreye katılan Şefik Hüsnü’dür. TKP’nin başındaki bu ismin zihninde, Batı’nın doğurduğu, yoğurduğu, biçim verdiği bir tür solculuk ve o solculukla organik, canlı bir ilişki içerisinde olmak vardır. Mustafa Suphi’nin katledilmesinin, Şefik Hüsnü’nün yükseltilmesinin temel sebebi, batılılaşma temayülüdür.

Oysa 1907 tarihli Stuttgart’ta düzenlenen II. Enternasyonal kongresi sonrası belirli bir çentik atılmıştır. Şefik Hüsnü, bu çentiği görmediği ve hâlâ Avrupa’da olduğu düşüncesiyle hareket ettiği için, Avrupa’nın Anadolu’daki her ilerleyişini zafer nidalarıyla karşılamaktadır. Burada uğruna mücadele verilen şey sosyalizm değil, Avrupa ilerlemesidir. Söz konusu ilerlemenin sosyalizm olarak kodlanması, ideolojik-politik yenilgiyle alakalıdır. Avrupa şahsında tesis edilen dünyevî din, sosyalizm kılıfına bürünmüş, Anadolu topraklarına bir de o kanaldan sokulmuştur. Kemalizm, ilgili kanaldan gerekli isimleri sonrasında kendisine devşirmiştir. Kadrocuların temel tezi, o koşullarda Türkiye’nin sınıf mücadelelerinden azade olduğu, üretici güçler teorisine atıfla, devletin emperyalistlerle çelişkisinin aslî oluşu üzerine kuruludur. Kemalizm, bunları vura vura öğretmiştir. O bilgileri bugünde tedavüle sokmanın solculuk olduğu yanılsaması ise hâlâ hükmünü yürütmektedir.

Yenilgi, 1919-1922 momentinde yaşanan iç savaş koşullarında yaşanan bir yenilgidir. Buradan sol, Anadolu’nun damarlarında ilerleme, toprağına sinme, mevziler elde etme imkânından mahrum bırakılmıştır. Bugün ideolojik planda kapışan öznelerin hepsi, kemalizmin hizaya getirdiği, ölçülendirdiği, ölçeklendirdiği ve belli bir kıvam kattığı, ruh üflediği öznelerdir. Dolayısıyla, solun Şefik Hüsnü solculuğundan bir adım öteye geçmesi mümkün değildir. Ondaki solculuk, dünyevî bir dine tekabül etmekte, bu dinin tağutu Batı, putu ilerleme, mümini “işçi” olmak zorundadır. Bu “işçi”nin gerçek işçiyle herhangi bir rabıtası bulunmamakta, o, salt, ilerlemenin, Batı’nın ve hâkimiyetin bir mecazı olarak iş görmektedir. Birileri işçi eli tuttuğunda ya da ağzına “işçi” kelimesi aldığında, dünyevî dinleri için gerekli ibadeti ifa ettiklerini düşünmektedirler. Böylece her şey yolunda gitmekte, bilimsel olarak geleceği kesin olan sosyalizm cennetine dualarla selam durulmuş olmaktadır. Ama iş, Fanon’un “bugün köylü proleter, kentli burjuvadır” ya da Castro’nun “bugün dağ proleter, kent burjuvadır” demesine benzer bir biçimde, fiilî ilişkiler içerisinde sınıf mücadelelerinin takipçiliğini yapmaya, izini sürmeye gelince, bu insanlar kuyruklarını kıstırıp kaçmakta, bu izi sürenlere öfkeli küfürler sallamaktadırlar. Bu zevatın kemalizmle ettiği doksan yıllık valse son vermeleri, o saraylar, şatolar, malikâneler yıkılmadığı sürece imkânsızdır.

Yukarıda bahis konusu olan ve Lenin şahsında tecessüm etmiş bulunan, 1907 sonrası atılan çentikte Doğu halklarının ve sömürgelerin kıyamı vardır. Kemalist dünyevî dine örgütlenmiş solun bu kıyamın dışına düşmesi acıdır. Dışarı düşüş, beraberinde, bölgeye, bölgenin hakikatine yabancılaşmayı getirmiştir. Sonrasında koca koca örgüt ve partiler, canlı-kanlı mücadelelerin sürdüğü Lübnan, Suriye, Irak, İran hattındaki sol mahfillere değil, devlete ve emperyalizme yedeklenmiş bir solculuğun mekânlarına kaçmış, buralarda bürolar açmıştır. 1970’te Sovyetler, TKP’ye “seni hangi bölgenin komünist parti listesine alayım?” diye sorduğunda, TKP, “beni Avrupa listesine yazın” demiştir. İran, Lübnan ve Irak komünistlerinin çeşitli araçlarla birlikte ciddi güç kazandığı momentte, bizim KP’miz, Avrupa’nın serin sularına kaçmıştır. Trajedi buradadır. Bugün ilgili bölgeye gitmeye cüret eden öncü gençlerin hatırası ve birikimini tasfiye etmekle meşgul olan bu sol, dolayısıyla, İran, Irak, Suriye ve Lübnan hattındaki mücadelelerin yenilgi ve zaferlerinden de hiçbir şey öğrenememiştir. Buradaki temel zafiyet üzerinden, toplumsal devrimle politik devrim karşı karşıya getirilmiş, aradaki açının devrimcileştirilmesine bakılmamış, politik devrim peşinde koşanlar, toplumsal ilişkilerden; toplumsal devrim peşinde koşanlarsa, politik müdahale/mücadele imkânlarından uzaklaşmışlardır. Dolayısıyla, Anadolu’daki ilk komünistlerin müşterek ittifak politikaları toprağa gömülürken, toprağın üzerinde yaşamak için kemalizmin rüzgârına teslim olunmuştur. Bu teslimiyet, solun kendisini tümüyle dünyevî dinle birlikte ve ona göre tanımlamaya zorlamıştır.

* * *

Dinin dünyevîleşmesi, bu dünyaya itirazın sönümlenmesi içindir. Dünyanın dinîleşmesi, öte dünyanın hakikileşmesi amacını güder. Cehennem de cennet de buradadır. Dünyayı kendi servetleri ve çıkarları üzerine kurmuş olanların onu din kılıfı altında sunmaları, kimseyi kandırmamalıdır. Kurucuların dünyası, yıkıcıların dini altında ezilecektir. Kur’an’da ve toplam İslamî gelenekte ne varsa, dünya dinîleştikçe, başka görünecektir. Başka görünen, illaki, “başka hayat”a dairdir, olacaktır.

Cezayirli Salah Chouki’nin ezilmemesi için devleti daha yüce bir yere yerleştirmesi, bu ülkenin eski sömürgecisi Fransa’nın bir emridir. Bu emre bizim buradan uymamız gerektiğini söyleyen sosyalist, anarşist bilumum sol postlu liberalin anlamadığı, dinle mücadele ederken, devlete hizmet ettikleridir. Yani Fransa, hâlâ o ülkeyi kendisinin mülkü kabul etmektedir. Demek ki o, 1962’de terk ederken, geride kimi ajanlarını bırakmıştır. Bu ajanlar, Fransız’daki ideolojik, dünyevî din dairesinde ilerleme söz vermiş olanlardır. Deri siyah iken, maske beyazdır. Sömürgeci, halkla değil, malı olan kültürel ve maddî altyapı ile ilgilendiğinden, bu altyapı, ideolojik müdafilerine ihtiyaç duymaktadır. Yerin altında maden olduğu bilgisine sahip olan, o yerin ve altının da sahibi olduğunu düşünmektedir. Yüceye oturtulan devlet de onların malıdır, çünkü o madenin sevk ve idaresi için kurulmuş bir şirkettir. Arap Baharı, bu açıdan, kendilerini gerçek mülk sahibi olarak görenlerin iç devrim ve ayaklanma süreçlerine müdahale etmelerinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla “bu memleket bizim” demek, ister istemez, ideolojik planda emperyalistlerle ortaklaşmak, onların dünyevî dinlerine bağlanmak demektir. Bu söz, hafi bir akit olarak, mülk sahiplerine zımnî bir mesaj kabilindendir.

Devlet, dünyanın göstergesidir, kurucu olanın faaliyetine övgü ve hürmettir. “Bugün Türkiye’nin kurucusuna, devletine saldırı var, onunla yoldaş olabiliriz” diyenlerin görmediği, AKP’nin o devletin, kurucunun emriyle hareket ettiğidir. AKP, dünyevî din, dinleşmiş dünyası adına, dinî dünyayı, dinin hakikatini ezme teşebbüsüdür. “Kur’an’ın nüzûl sırasına göre ilk 28 ayetini okuyup tefsir etmeye çalışan kişinin ilk işi, o Ak Saray’ı yıkmak olmalıdır” [Muhammet Sağlam] diyen bir dinin öldürülmesi zorunludur. İnşa edilen saray, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin bir simgesi olarak vardır. O sarayı yıkmak için sarayın temsil ettiği dünyevî dinle de hesaplaşmak zorunludur. Uhud Savaşı’nda Peygamber’i elinden yaralayan kılıcın öfkesini ve maddesini anlamazsak, ona karşı Zülfikar olmamız mümkün değildir.

Bugün sömürgecilerin geride bıraktıkları ajanlarla, valilerle, emir erleriyle mücadele etmek şarttır. “Yerin altındaki ve üstündeki zenginliklerin sahibi kim olacak?” tartışmasında cevabın sol veya İslam olması arasında bir fark yoktur. Bu tartışma geçersizleştirilmeli, bugünün sahiplerine karşı yerin altındaki şehidler, yerin üstündeki mücahidlerle birlikte dövüşmenin yolu-yordamı bulunmalıdır. Bu yol-yordam dâhilinde, tüm meseleler sadeleşecek, kara perdeler kalkacak, düşmanı silikleştiren sis dağılacaktır.

Ama maalesef, mülkün hangi kesimin eline geçeceğine dair tartışma, bu hâkim mülkiyetçilik, bahis konusu olan müşterek cihadı da imkânsızlaştırmaktadır. Kafasında mülk, mülkün sahibi, mülkün bekçisi ve mülkün seyri konusunda net fikirlere sahip olanların solcu mu İslamcı mı olduğunun bir ehemmiyeti yoktur. Bugün kafadaki netlik, mülkün, maddenin netliğidir. Sömürgecilerden miras kalan bu kir-pas temizlenmelidir.

Baran dergisinden Fatih Turplu[4], Salih Mirzabeyoğlu’nun konferansına dair yüzeysel eleştirilere haklı olarak itiraz etmektedir. Ama kendisi de bu netlik ve sadelik üzerinden konuştuğunu bilmelidir. Yazar, fikrî süreçleri sadeleştirdiği için İslam olmuş gibidir. Bu sadelik, dünyevî karmaşanın, at yarışı oynamanın, dedikodu yapmanın, fitne sokmanın, ölü kardeş eti yer gibi gıybet etmenin, magazin peşinde sürüklenmenin işlevli olduğu keşmekeşte, bir mihenk taşı görevi görmektedir sadece, o kadar.

Soydaşlarının ileri gelen kâfirleri O’na dediler ki, ‘Biz senin sadece bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Sana uyanların da aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız görüşünde değiliz. Tersine sizlerin yalan söylediğiniz kanısındayız.’ […]” [Fizilal-il Kur’an: Hûd Suresi 27. ayet][5]

Kavminin kâfirleri, Hz. Nuh’a “peşinden ayaktakımından başka kimse gelmiyor, yalancısın.” derken, bu sözün bugün ilmi Nietzsche’den alanlarca tekrarlanması acıdır. Ama Nietzsche, Hitler ve Almanya şansölyeleri ile rabıta kurmak, doğaldır. Sağın belirli bir damarı, “ehven-i şer”, “daha iyi emperyalist” diye ve Osmanlı’yı hatırlattığından, hâlâ geçmişteki Almancılığını muhafaza etmektedir. Böylece Alman toprak sahiplerinin ve patronların fukara Alman halkını saflarına katmak için söyledikleri yalanlar Türkçeye tercüme edilmekte, bu, beraberinde, sos hâline getirilmiş bir İslam’a bandırılmaktadır. Bu noktada kontrolsüzlüğü, karmaşıklığı ve karmaşayı hatırlattığı için “ayaktakımı”na düşman olmak, sadeliğin muktedir, zengin, müstekbirde bulunmasının bir sonucudur. Ayağa düşmüş bir devlet, bir imparatorluk bakiyesi, milletini aşağılamakta, sonra da milletin bu aşağılık durumdan, çukurun dibinden ancak kendisinin uzatacağı ele tutunarak kurtulabileceğini ona inandırmaktadır. Buradan İslam, dünyevî din olarak formüle edilmiş Yahudi-Hıristiyan geleneğine bağlanmaktadır. İslam, yerine göre, ancak Yahudileşerek ya da Hıristiyanlaşarak hayatta kalma imkânına sahiptir, bu damara göre. İlgili dine itiraz eden herkesin katli vaciptir dolayısıyla. Hz. Nuh ve peşinden gelen ayaktakımının dinî dünyalarını bu topraklardan silmek için onları aşağılayan ne varsa, sahiplenilmek zorundadır. Ayaktakımının kıyamından korkulduğu için, önce o takımda sürünmek istenmeyenlere bireysel haplar verilecek, oradan kurtuluş için devlete bağlanmak öğütlenecek, buduncu-Allah’sız isimlere bile Nakşî şeyhlerinin eli öptürülecek, sonra da müşterek kıyama yazgılı olanların üzerine saldırtılacaktır.

Böylesi bir gidişatta Fethullah operasyonlarından kimi cemaatler ürkmesin diye kesenin ağzı açılacak, TV programları ve devlet imkânları bunların önüne serilecektir. Bu cemaatlerden birinin popstarı Cübbeli Ahmet’in bilip anladığı İslam, esas olarak İslam’ın Yahudi ve Hıristiyan gibi görünmemesi üzerinedir. Zevahiri kurtarayım derken, bu tip âlimlerin “Hadis dinleri”, 23 yıllık mücadelenin tüm mevzilerinin silinmesine dairdir. Cübbeli, cemaatlerin ürkütülmemesi amacıyla çıkartıldığı bir TV kanalında, “Türkler Allah katında seçkin ırktır” demek zorundadır. Yahudi görünmemek isterken, bu sözüyle Yahudileşmiş, Yahudilerin üstün ırk dini oluşuna bağlanmış ve Hûcûrat 13’ü inkâr etmiştir. O, bu sözü Türklüğün mal-mülkün sahipliğine ait bir mecaz olduğunun bilincindedir. O, AKP’ye selam çakarak, dinî dünyaya kılıç salladığını, devletin dünyevî dininin neferi olduğunu ikrar etmiştir. Bu inkâr ve ikrar, onun kısa süreli hapishane ziyaretiyle alakalıdır. Ziyaret sonrası önce Fethullah’a selam yollamış, şimdi de çıkarına göre cübbesi, takkesi ve asasıyla, Hablullah’a değil, AKP’nin ipine tutunmaktadır.

Fethullah ise dinî dünyaya saldırıdır. AKP, devletin dünyevî dinidir. Tüm âlimleri ve siyasetçileriyle, iki kesim de cennet kavgasını uhreviyete terk etmemizi istemektedir. Bu, tepedeki yerlerini, kervanı bir an önce yağmalamak için terk eden okçulardaki “İslam”ın galebe çalmasıdır. O kervan sahipleri ile mücadele, mahfuz olan levhada kazılı, mazlumlarınsa alınlarında yazılıdır.

Eren Balkır
18 Haziran 2018

Dipnotlar:
[1] Salah Chouaki, “Siyasal İslam’la Uzlaşmak İmkânsızdır”, Dünyadan Çeviri, erişim: 18 Aralık 2014.

[2] Ayhan Yalçınkaya, “Alevilik ve Sol”, Derdim Artar Daima, erişim: 10 Aralık 2014.

[3] İnönü, Hatıralar, C. II s. 223.

[4] Fatih Turplu, “Üç Sivrisinek ve Türkiye’nin Kültür Manzarası”, Baran Dergisi, erişim: 20 Aralık 2014.

[5] Kuranmeali.org.