19 Ekim 2015

, ,

Filistin'i Destekliyoruz



Filistin davası insan ruhunun temellerini derinlemesine yerinden ediyor, çünkü o, adalet hasretinin en yalın biçimini yansıtıyor.

Bu davaya eşlik eden veya ona ilham veren her daim varolan sebepleri anlamak için teorik açıklamalara ya da ekonomik, sosyal teoriye başvurmaya gerek yok.

O, tankın karşısında elinde taşla duran çocuk, güçlü ve kibirli Golyat’ın karşısına çıkan küçük ve zayıf Davud’dur.

Filistin davası, oğlunun kurşunlarla delik deşik edilmiş bedenini alan bir kadının acı dolu çığlığıdır. O, oğullarının cesetlerini harabeye dönmüş evinin içine girip alan babanın haykırışıdır.

Onu tekzip etmek için tarihle veya efsanelerle ilgili herhangi bir karmaşık argüman ileri sürmek gayrimeşrudur. Hiçbir millet uygulayacağı şiddeti içinde yaşadığımız sisli zamanda kaybolup gitmiş gerçekler üzerine kurma hakkına sahip değildir.

Eğer biri çıkıp, New York’un, Buenos Aires’in veya Rio de Janeiro’nun boşaltılıp buralara eski Amerikalı kabilelerin yeniden yerleştirilmesi gerektiğini söyleme cüretinde bulunsa, herkes ona deli diyecektir

Onlar, bunu anlamak için beş yüz yılı aşkın bir zaman yeterli diyeceklerdir. Bu nedenle iki bin yıl öncesine atıfla ifade edilen haklara dayanmak gayet saçmadır.

Adalet davası, ondan kaynaklanan güç ve para meselesiyle yüzleştiğinde her zaman önemli bir zorlukla yüzleşmiştir. Para ve güç, adalet davasını akamete uğratıp onun saygınlığına halel getirir.

Hakikat, çoğunlukla savaş uçaklarının ve bombaların sesiyle ezilir. Yalanların mantığı silâhlarla aynı hizada yürür.

Çıkarlar oyunu insanları başka yöne bakmaya iter, burada amaç onların gördüğü günahı görmezden gelmektir. Hiçbir para, hiçbir ödül bir çocuğun yüzündeki gülümsemeden kıymetli değildir.

Filistin, namusunu yitirmiş gibi görünen insanlığın karşısında çile çekip tek başına ağlıyor. Çekilen acıya kayıtsız kalmak ve başkalarının çektiği ızdırabı görmemek yaşanan yıkımın kaynağıdır.

Biz Filistin’i, davası ve mücadelesiyle birlikte destekliyoruz. Bugünün gettolarında gizlenen anneleriyle, yaşlıları, çocukları ve kadınlarıyla, erkekleriyle, o davası ve intifadasıyla…

FARC-EP Merkezî Yüksek Komutanlık Sekreterliği
Kolombiya Ormanları
14 Ekim 2015
Kaynak

17 Ekim 2015

Siyahların Hayatı Önemlidir

Eğer Bu Bir Savaşsa,
Siyahların Hayatı Önemlidir Hareketi Bu Savaşı Kaybediyor

Plus ça change…” diyor Fransızlar; ya da “elbette her şey daha çok değiştikçe onlar daha fazla aynı kalacaklar.”

Bu düşünce, iniş-çıkışlarına karşın belirli bir tekdüzeliğe sahip olan Siyah Özgürlük Mücadelesi’ne baktığımızda, mevcut özgül iktidarda bir biçimde yankılanıyor. Söz konusu tekdüzelik, bilincimizde hâlen varolsa da günbegün dolaysızca yaşadıklarımızdan tuhaf bir biçimde ayrı tutulan, kendi âleminde hüküm süren bir İncil hikâyesine benzeyen, kendi zamanı içinde asılı duran bir olgu.

Ama bu metafizikle ilgili bir tartışma değil.

Hayır.

Mesele varoluşsal. Kan ve mermilerle ilgili. Tartıştığımız konu hapishanelerin sert tuğlaları, soğuk çeliği. Zamanın giderek genişleyen mekânlarında şeylerin hâlâ aynı olması da değil mesele, baskının tüm uğursuzluğuyla yoğunlaşması da değil, bu baskının aralıksız sürüyor olması. Bu baskı, bu zulüm, Siyah Özgürlük Mücadelesi’ne yönelik nefreti ve Amerika’nın onun üzerindeki hegemonyasının iki partide dil bulan ifadesi. Bu, tam da ona kötücül karakterini veren şey.

Nesiller boyu siyahî liderler ve örgütler maruz kaldığımız zulümlere çözümler arayıp durdular, bazıları uluslararası topluma çağrıda bulundu. Bunun bir örneği William Patterson’ın 1951 tarihli “Soykırımı Suçluyoruz” bildirisi (bu bildiriye merhum Malcolm X de destek vermişti). On beş yıl sonra Kara Panter Partisi bir şikâyetler listesi hazırladı, adına “On Maddelik Program” dedi, polis devletinin Siyahlara yönelik şiddetini, varoşlarda köhne binaları Siyahlara kiralayanları, Siyahların hapse atılmasını ve daha birçok meseleyi kınadı. Yedi yıl sonra Siyah Ulusal Kongresi Gary, Indiana’da toplandı. Burada iki kapitalist parti, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler ile Siyahlara yönelik kesintisiz devam eden polis şiddeti suçlandı, ardından Siyah halkın ihtiyaçlarının sesi olmak için “Ulusal Siyah Bağımsız Politik Partisi kurulsun” dendi.

Bu Siyah eylemcilerin ve örgütlerin kurucu metinleri bugün okunursa, bunlar, elli-altmış yıl önce değil, sanki bugün kaleme alınmışlar gibi.

Bu metinler, bize içinde yaşadığımız koşulların, gerçek maddî koşulların elli-altmış yıldır somutta hiç değişmediğini söylüyor.

Esasında birçok yönden bu koşullar daha da kötüleşti, örneğin artık kitlesel olarak imha ediliyoruz.

Peki neden? Çünkü milyonlarca Siyah’ın içinde yaşadığı maddî koşullar sanayinin dışına atılma, bunun sonucunda vergi mükellefi olamama, kamusal okul sistemlerinin şirketlerin eline geçmesi ve benim Beyaz Kır İşleri Programı adını verdiğim hapishane sanayinin, hapishanelerin hızla büyümesi.

Siyahların ileride ABD olacak yere geldiği ilk günden beri Afrikalılar beyazlar nezdinde kâr için sömürülecek birer kaynak olarak görüldüler. Devletin kurucu babalarının ağzındaki o merhametsiz gevezeliğe karşın Afrikalılar özgür olmamayı kâbusvari bir gerçeklik olarak yaşadılar. Devletse Siyahların hayatına karşı yürütülen terörü destekledi ki bu da beyazların ağzındaki özgürlük sözcüğünün yalandan başka bir şey olmadığını kanıtladı.

Özgürlükle ilgili hoş ama boş sözler, Siyah Özgürlük Hareketi’nin ve liderlerinin zulmedildiği, hedef alındığı, tecrit ve imha edildiği bir dünyanın sürmesini sağladı. Dr. Martin Luther King’den Malcolm X’e; Kara Panter Partisi’nden Siyahî aktörlere ve aktrislere, devlet iktidarının tüm ajanları zarif ve kaba her türden aracı kullanarak Siyahların özgürlüğünü ve Siyah Milliyetçi hareketlerini zayıflatıp nötralize etmeye çalıştılar.

Bu, öyle arada sırada yaşanan bir alçaklık da değildi. Siyahlardan resmî düzeyde tiksinildiği için sürekli onlara saldırıldı.

Hayır.

Bu deliliğin bir yöntemi var; aynı delilik, on dokuzuncu yüzyıldaki ve yirminci yüzyıl başındaki linçlere can veren şey. Bu türden bir baskı, milyonların zihnine korku ve kaygı salmaya yarıyor. Devlet terörü, insanları milliyetçi ve kendi kaderini tayin hakkına dair yoldan uzaklaştırıp, onların hâkim kapitalist partileri politik açıdan kabul eden, nispeten daha az eleştiri içeren, daha fazla kabul edilir yollara tevessül etmesine neden oluyor.

Bu sayede devlet, Siyah düşüncesini kolektif yerine kişisel olanın steril yollarına, programa değil, şahsiyete dayanan partilere kanalize ediyor. Devlet, ayrıca Siyahların devlet terörizmine yönelik tepkisini radikal olmaktan çıkartıyor.

Özetle bu, ABD hükümetinin hem bir ırk polisi hem de politik polis olarak işlev gördüğü karşı-istihbarat inisiyatifinin özü.

Halkın yabancılaştırılmasına dönük bu türden faaliyetler, kütlesel hâlde gidip Bill Clinton’a payanda olan, “umudun ve değişimin” peşinden giden Siyah oylarında (yoksa “Siyah oyları hilesi”nde mi demeliyim?) yeterince tuhaf bir biçimde sürüyor. Değişimdir yaşanır ama değişim zorunlu olarak her daim daha iyiyi ifade etmez.

Az bir oyla seçilen Clinton, iki parti adına yürüttüğü çalışma sonucu ülkede hapishane sayılarını artıran programın mimarı. Bu, bugün de tanık olduğumuz kitleleri hapse tıkma sürecinin başlangıcı.

Politikada bu neoliberalizm, makul düzeyde bir becerinin işler olmasını gerektiriyor. Bu da sadece beyazlar kendi üstünlüğünü isteyip kendi kaygı ve korkuları için oy kullanırlarken, demokratik koalisyon içindeki en sadık ve tutarlı oy bloku olan Siyahların kendi çıkarlarına karşı konum alıp, bu konumu teşvik eden bir adaya oy verdiği bir düzen aslında.

Clinton bu konuda uzman olduğunu hepimize gösterdi.

Müteveffa tarihçi Howard Zinn’in (1922-2010) The Twentieth Century’de [“Yirminci Yüzyıl”] söylediği biçimiyle:

“O kibirli retoriğine rağmen Clinton on sekiz yıllık görev süresi boyunca kendisinin tıpkı diğer siyasetçiler gibi toplumsal değişimden çok seçim zaferiyle ilgilendiğini gösterdi.

Daha fazla oy almak için o, partisini merkeze daha fazla yaklaştırma kararı aldı. Bu da artık Siyahlar, kadınlar ve çalışanların desteğini elde tutmak için gerekli şeyleri yapmış olduğu, sosyal yardımlara dönük acımasız tedbirler, suçlara karşı sert olma ve güçlü bir orduya dayanan programla beyaz muhafazakârların oylarını kazanmaya çalışacağı anlamına geliyordu.” [Zinn, s. 428]

Neoliberal Clinton rejimi ileride uygulanacak baskı programına öncülük etti. Bu program, terörizm karşıtlığı üzerinden haksız yakalamayı yasaklayan kanunda delikler açılmasını, ölüm cezası kanunun etkinleştirilmesini, mahkeme kapılarının Hapishane Mahkeme Süreci Reformu Kanunu üzerinden tutsaklara kapatılmasını, yeni hapishanelere milyarlar harcanmasını ve kayıtlara 60 yeni ölüm cezasının eklenmesiyle sonuçlanan 1996 tarihli o ünlü Ceza Kanunu’nu içeriyordu.

Clinton iki dönem iktidarda kaldı. Bu süreçte Klintıncılığın simgeleri boş fabrikalar, tıka basa dolu hapishanelerdir ve bu hapishaneler illaki Siyah erkekler ve giderek artan sayıda kadınlarla doludur.

Yazının başında Patterson’ın “Soykırımı Suçluyoruz” bildirisine atıfta bulunmuştuk. Bildirideki suçlamalar bir şikâyet dilekçesi olarak kaleme alınmış ve Siyahlara karşı soykırım konusunda BM’de ABD’ye yönelik yapılan suçlamaların dosyalarının yer aldığı rafa kaldırılmış. BM bu konuda ne bir adım atmış ne de dilekçeyi kötüleme yoluna gitmiş. Aksine medya, Paul Robeson’a odaklanmış ve onu komünist olmakla suçlayarak Robeson’ın da yazarlarından olduğu bu dilekçeyi kötülemeye başlamış. Çünkü o dönemde kamusal akılda komünist olmak deli olmaya az çok yakın bir şey.

Bağımsız bir politik temsil kurumundan mahrum olan Siyahlar, dün olduğu gibi bugün de BM gibi yerlerde söz hakkına sahip değiller.

Bu nedenle yıllar yıllar sonra Ferguson’da Mike Brown’ın katli fitili tutuşturdu ve devletin zulmüne karşı gösteriler bir kez daha patlak verdi. Bu gösteriler yaz ortasında açan sarmaşık gibi tüm ülkeyi sardı.

Bugün şirket medyasının Siyahların Hayatı Önemlidir hareketinin “polislere karşı sözde savaş” yürüten bir tür nefret grubu olduğunu söyleyerek, ona karşı komplo kurup onu karalamaya çalıştığına tanıklık ediyorsunuz.

Ama burada gene onlardaki deliliğe dair kimi yöntemlere rastlıyoruz. Şirket medyasının kapitalist devlete hizmet ettiği meselesini bu örnek dâhilinde daha da netleştirmek mümkün değil. Çünkü Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi kendisini döven, çok sayıda Siyahı, Latin’i ve hatta fakir beyazları vurup öldüren polislerin suratına kelimeler fırlatıyor!

2015’te polisler kaç insanı katletti, bir tahmin edin?

800’den fazla. 800’den fazla!

Eğer bu bir savaşsa, Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi bu savaşı kaybediyor.

Yüz elli yıldan fazla bir zaman önce en saygıdeğer atalarımızdan biri, köleliğin kaldırılması yanlısı dostunu mücadeleyi sürdürmeye ikna etmeye çalışır. Dostu, “işte İç Savaş bitti, kölelik kanunen geberip gitti.” der.

Frederick Douglass bunu söyleyenlere şu uyarıyı yapar: “Ben ve sen, hepimiz biraz bekleyip görelim bakalım, bu eski canavar hangi yeni biçime bürünecek, bu yaşlı yılan bakalım karşımıza nasıl bir yeni deriyle çıkacak.”

O gün Douglass haklıydı. Bugün de haklı.

Aramızda yeni derisiyle dolaşan eski yılanlara karşı dikkatli olmalıyız.

Mücadele sürüyor!

Mumya Ebu Cemal

,

Hız


Ed-dünya cîfetün, tâlibühâ kilâbün.
[Hz. Muhammed]

 

Bir futbol yorumcusu, ihtisas alanını korumak adına, basketbol terimlerinin futbolda kullanılmamasını istiyor. Ama UEFA ve FIFA, endüstrinin gerekleri üzerinden, futbolun daha hızlı oynanmasını, daha fazla gol atılmasını istiyor. Kuralları buna göre değiştiriyor.

Geçenlerde bir eski futbolcu, şimdilerin yorumcusu, ceza sahası içinde basit bir faul yapmanın cezasının kırmızı kart ve penaltı olmasına itiraz ediyor. Bu şekilde herkesin cezalandırıldığını söylüyor. Patronların futbolun hızlanmasını, sonuç odaklı olmasını istediğini o da görmüyor.

Akademi ve siyaset alanı da sonuç odaklı. Çözümler bir bir sıralanıyor. Zamana tahammül kalmıyor. Derhal, anlık öneriler ardı ardına sıralanıyor. Herkese bu hıza yetişememe korkusu sirayet ediyor. Korku tüketim dünyasının alışkanlığı oluyor.

Politik konularda futbola atıfta bulunmak vaka-ı adiyedendir. Bu alışkanlık doksanlara ait biraz da. İşlerin hızlanmaya başladığı aşamada futbol ve politika yan yana, eşdüzleme geliyor, öyle algılanıyor. “Zaten proletaryanın oyunu” deniliyor. Kimi eski solcular futbol yazarı, yorumcusu olarak köşe kapıyor.

Bugün futbolda basketbol terimlerinin kullanılması da iki sporun yan yana, eşdüzleme gelmesiyle alakalı. İşlerin hızlı ilerlemesini isteyenler, basketbolun futbola nüfuz etmesine ses etmiyorlar. Nüfuz, sonuçta basketbol terimlerinin yeşil sahadaki nüfusunu artırıyor. Kelimeler gidişatı ele veriyor.

Yarışta, hız dâhilinde ülke de önce Avrupa ülkeleriyle yan yana, eşdüzleme geliyor. Avrupa kapısına bağlanıldığı gün patlatılan havai fişekler bugün devrimcilerin elinde patlıyor. Devrimciler, hızla, kişisel hazla, vasıflarla övünmeyi öğreniyorlar. “Sevişmeyi bilmedikleri için böyleler” diyorlar. Kişidışı, tarihsel-toplumsal analizlerin yerini birey-merkezli gevişler alıyor.

Eşdüzleme gelindiği noktada ülkeye “dur hele, senin Ortadoğu’da yapacakların var” deniliyor. Eğik düzlemde ülke, Suriye’ye kendi iç nifakını, kirini, kanını ve nefretini akıtıyor. İslamcılık ve Kürd oraya kayıyor. Ülkenin bu savunma hâli baştaki isimle örtbas ediliyor. Ona kızılıyor. Kızılsın. Ama kayış ve eğimin sonuçlarına zerre bakılmıyor.

Sonra sanki kimilerine göre “paranoid-şizofren”, kimilerine göre “küstah-köle”, bir sabah rüyasında “başkan” olduğunu görüyor. Böyle zannediliyor. Başka ülkelerle eşdüzleme geldiğini zanneden ülke hıza örgütleniyor. O zan, uzun bir cüsse buluyor kendisine, bir bitirim delikanlı yürüyüşü, hotzot bir eda giyiyor üzerine. Herkes ona bakarken, o bakışları örgütlemenin sevinciyle, efendilerin hızını gizliyor. Misal, silah, bugün ulaştığı hızla övünüyor her fırsatta.

Parti başkanı, o dakika “ülkede bazı işlerin hızlı yapılması lazım. Bu nedenle başkanlık sistemi şart” diyor. Kürd, “ama bu başkanlık sistemi Türk tipi olacak.” lafına içerliyor. Özelde konuşulduğunda Kürd, “başkanlık sistemi daha demokratik, biz onaylarız.” diyor. Bu hızın kendisini rahatlatacağını, kendisinden kaynaklandığını ve kendisiyle mümkün olduğunu zannediyor. Zan mizah, hızlı cevap verme, hızlı hamle gömleğini giyip demirden bir taş niyetine siyaset alanının orta yerine düşüveriyor.

Demokrasi, zaman meselesi. İşlerin hızıyla, biçimiyle değil, niteliğiyle ilgili bir dönüşüme dair. Yani bir işin yapılabilmesi için meclisin, kurulun, kolektif herhangi bir yapının oluşturulması, yetki kazanması, tartışması, uzlaşması epey zaman alıyor. Dolayısıyla işlerin hızlı yapılmasıyla alakalı olan başkanlığın demokrasiyle bir alakası bulunmuyor. Yani başkanlık için zaten Kürd’ün çözülmesi gerekiyor. Burada Kürd ile batı solu eşdüzleme geliveriyor. İşlerin hızlanması bunu gerektiriyor.

Sezai Temelli’nin ekonomik programı da bu nedenle “inovasyon”a dayanıyor. İnovasyon da işlerin hızlı yapılması meselesi. CHP ise emperyal kapitalizme tren veya karayolu olmayı öneriyor. Ekonomi-politik, ekonominin hızıyla politik yapıların çözülmesi bilimi.

Zımnî başkan, “hız tutkusu”nun, daha doğrusu, yarışta yer bulma hevesinin kurbanı oluyor, bindiği dalları birer birer kesiyor. O hızla çok para kazandırdığı kişiler bu zımnî başkanı önlerinde bir engel, üstlerinde bir yük olarak görmeye başlıyor. Sonra da günahtan arınma törenleri başlıyor. İnternet âlemi kurban yerine dönüyor. Kapitalist ilişkiler içerisinde biriken tüm kir onda temizleniyor, ellerdeki kan onun üzerine siliniyor. O bunu gerçekte, fiilen yapıyor.

“Masum değiliz hiçbirimiz” diyor Sezen Aksu. Müziği hıza, kalıplaşmış ezgilere mahkûm eden Aksu, itiraf ediyor. Masumiyet yarışında öfke kabarıyor. Zımnî başkana zımnen olur verenler, şimdi onu uluslararası mahkeme önüne çıkartmadan yüreklerinin soğumayacağını söylüyor. O ise dünyanın beşten büyük olduğunu söyleyerek, fukara halkları kandıracağını zannediyor. O da biliyor beşin dünya olduğunu, kendisinin de o dünyaya taptığını, ona tâlib olduğunu.

Eren Balkır
16 Ekim 2015

15 Ekim 2015

,

Çatlak

Bulunulan konum sufle verir, gizli emirler fısıldar kulağa.

Bombayı kimin patlattığı değil, bombanın şiddetinin, yarattığı dalganın bizi nereye sürüklediği önemli olan.

Bombayı koyan, toplumda çatlak olduğunu biliyor, bombayı da oraya koyuyor. İki seçenek var: ya çatlak iyice yarılsın diyedir bomba, ya da sarılacak sargı, dökülecek alçı içindir. Alçının üzerine kim imza atıyor, o önemli. Birlik-bütünlük teraneleri bizi neye mecbur ediyor? Leyla Zana, Tayyip’e niye çağrı yapıyor?

Cemü cemaat nereye sürükleniyoruz? Nereye sürüklenmek isteniyoruz?

Rakamların hükmettiği bir yere doğru olduğu kesin. Faz, düzey, katman olarak denk bir alan oluşmuş olmalı. Akış, sürüklenme başka türlü mümkün değil. Bireyin sınırlarına mahkûm, o sınırlarla tanımlı, bireyin haz ve biliş dünyasına kapanmış bir siyaset, bizden istenen. Bireydışı, kolektif olana bu kadar neden küfrediliyor ki? Rakamlara vurgu bir’ey bir’ey sayılıp bir’ey bir’ey ölelim, bireydışının değeri-anlamı görülmesin diye mi?

Patlama sonrası Hacettepe Hastanesi’nin Acil Servisi’nde bir görevli, yaralı listesini okuyor. Orada çok az kişi biliyor, esasında listede ölülerin de isimlerinin olduğunu. Bu, incelik.

Ama aynı inceliği, içeride yüzlerce kişinin yakının, yoldaşının olduğunu bilmesine rağmen, ölü sayısını önce 118 sonra 128 açıklayan HDP’nin göstermesi gerekiyor. Rakamları yüksek tutmanın kime faydası var ki?

Rakamlar… Patlamadan en fazla yarım saat sonra Sırrı Süreyya Önder canlı yayına bağlanıyor. “Üç bomba patladı, biri cılızdı” diyor. Önder’den başka kimse duymamış üçüncü bombanın patladığını. İşimiz saymak mı?

Sonra bir de yirmi bir kişilik liste dolanıyor. Kandil diyor ki, “bir hafta öncesinden haberimiz vardı.” Kimse de sormuyor, “niye haber vermedin, niye uyarmadın?” Neye mecbur ediliyoruz? Ölüm mü iyi sürekli sıtma olmak mı? Korkmayalım, titreyelim mi, bu mu isteniyor?

Dost acı söyleyen değil midir? Mao’nun tabiriyle, “dostunu eleştirmeyen liberal” değil midir?

Tek derdimiz rakamlarımızı çoğaltmak olunca, gerçek de örtülüyor. Rakamların ardında gerçekler köreliyor. Köreltiliyor. Seçim için adayların yeri birkaç oy için değiştiriliyor. Aklımızı ve irademizi strateji merkezlerine kul mu edeceğiz?

Patlamadan sonra “iktidarı almak bizi bozar” teraneleri dolaşıma giriyor tekrar. Esas derdi işgal ordusunu topraklarından sürüp atmak olan bir örgüt temelde bir ideolojiye denk düşüyor. O ordu sürülüp atılmadığı gibi, bu ideoloji, işgal ordusunun devletine karşı mücadele eden güçlerin zihinlerini, hücrelerini bir bir ele geçiriyor. Faşizm açıkta liberalizmi, liberalizm sırda faşizmi örgütlüyor. Düalizm kötü, “kuantumizm” evla oluyor.

Sonra kandilden bir nur saçılıyor etrafa: “proletarya diktatörlüğüne karşıyız. Herkes kendisini yönetsin.”

Cezayir Direnişi’nde Kurtuluş Cephesi aynı gün kırk yerde Fransızlara karşı eylem örgütlüyor ve bir bildiri kaleme alıyor: “Burası bizim vatanımız, sizi istemiyoruz, defolup gidin!”

Lenin devrimden bir yıl sonra bağırıyor: “Her devrim iktidar sorunudur.”

Bu iki tutumdan kaçmak, uzak durmak, bu tarafta zaten bir şey yapmayanlara, zaten yapma derdi bulunmayanlara ya da yapacak hâli kalmayanlara ilâç gibi geliyor. Bunlar kahve falı bakıp Tayyip’in üç vakte kadar gideceğini söyleyip, “tası tarağı toplayın, iltica edin” önerisinde bulunuyorlar. “27 Mayıs tekrarlanabilir” diyorlar. “Ordu kılıcını attı” diye yazılar yazmaya hazırlanıyorlar. Demek ki bomba bu laflar söylensin diye patlıyor. Bir devletten bir altdevlete katarlar diziliyor.

Sonra milli maç oynanıyor Konya’da. İç savaş edebiyatı, kışlık saray masalları anlatılıyor durmadan. O kadar çok örgütün o kadar çok ve afaki devrim-sosyalizm hayalleri vasatını, ortalamasını Tayyip’te buluyor. “Devrim sosyalizmi yozlaştırıyor” diyenle, “iktidarı almadan dönüşüm” diyen, bir kavşakta buluşuyor. Sonuçta “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen bir zihniyet üzerinden, “herkes kendisini yönetsin, bana da ilişmesin” deniliyor. Bugün iktidar ve devrim kaçkını iki şahıstan biri “vuran adam”, diğeri de “duran adam” olalım diyor. Özneliği bataklıktan insanın kendisini saçlarından tutup çıkartması zannediyorlar, politika da burada köreliyor, körleşiyor. Mikro makroyu, küçük büyüğü, güçsüz güçlüyü çağırıyor. Özel bireylerin pratiklerine kutsiyet atfetmek, düşmanın genel kolektif gücünü pekiştiriyor.

O nedenle uluslararası topluma “başsağlığını Tayyip’e dilemeyin, bize dileyin” deniliyor. Uluslararası toplum her daim ABD merkezli dünya oluyor. O dünya Uluslararası Af Örgütü gibi silâhlarını kullanarak hamleler yapıyor. YPG’nin Rusya ile yakınlaşma ihtimallerinin konuşulduğu yerde Uluslararası Af Örgütü bir gün içinde YPG’nin yaptığı “zulmü” raporlaştırıyor, raydan çıkma tehdidini hiç affetmiyor.

Neye râm ediliyoruz, neyin önünde diz çöktürülüyoruz?

Sedat Peker ve Devlet Bahçeli toplumdaki öfkeyi kontrol etmek, gazını almak için var. Bombayı müteakip birkaç saniye içinde Peker’in mitingini kim izledi, o cümleyi kim cımbızlayıp internette dolaşıma soktu, kimi neye örgütlemek istedi? Konya’ya ağız dolusu küfürler savurmak kime yaradı?

Bombanın diyalektiği… Bir yandan bölüyor, bir yandan birliyor. Böldüğü vicdanımız, kalbimiz, birlediği aklımız. Devletin dediği üzre, “TNT ve özenle kesilmiş demir bilyeler”den oluşan bombadan öğrenmek gerek: kalbimiz dinamit kuyusu; aklımız, irademiz her yana saçılan demir bilyeler… Bulunduğumuz konum bunu emrediyor, emri kulağımızda çınlıyor.

Eren Balkır
15 Ekim 2015

14 Ekim 2015

,

Onlarda Bizi Görüyorum


Siyah-Filistinli dayanışması ne bir güvence ne bir ihtiyaçtır, o bir tercihtir. Biz devlet destekli şiddete karşı omuz omuza vereceğimiz bir mücadeleyi birlikte inşa etmeyi seçtik. Bu şiddet bedenlerimizi lime lime eden mermilerin, copların ve göz yaşartıcı bombaların hızında ifadesini bulan bir şiddettir. Bu şiddet, hukuk denilen kurgu içerisinde gizlenen, fiziken ve mecazen bizi hapsetmek için iş gören somut bir yapıdır. Biz, birbirimizin direnişine dâhil olmayı mücadelelerimiz aynı olduğu için değil, bizler, yapısal ırkçılığın o heybetli güçlerine ve o güçlerin muhafazası için devreye sokulan hapishane ve ölüm teknolojilerine karşı mücadele ettiğimiz için seçtik. Bu videonun amacı, bu sürece müdahale etmek, insanlığımızı ortaya koymak ve hayatın tasdiklenmesi ve direnişe bağlılık noktasında birlikte durmaktır. Ferguson’dan Gazze’ye, Baltimore’dan Kudüs’e, Charleston’dan Beytüllahim’e hepimiz özgür olacağız.

Angela Davis bu projeyle ilgili olarak şunları söylüyor: “Karşılıklı dayanışma ifadeleri ABD’deki siyah örgütçüleri, akademisyenleri, kültür emekçilerini ve politik tutsakları Filistinli eylemcilerle, akademisyenlerle, politik tutsaklarla ve sanatçılarla birbirine bağlayan güçlü politik akrabalık ilişkisinin oluşmasına katkı sunmuştur.”

İşbirliği içerisinde olan örgütler: Düş Savunucuları, Siyah Gençlik Projesi 100, Washington Filistin Film ve Sanatlar Festivali, Ortadoğu’yu Anlama Enstitüsü, Barış için Yahudi Sesi, Arap Çalışmaları Enstitüsü-Kapiton Noktası Yapımcılık.

13 Ekim 2015

,

Mücavir


Hulusi Akar, sanırım Silvan saldırısı sonrası, “asker şehre girmemeli” demişti. Bu söz Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filminde başçavuşla savcı arasında yaşanan “mücavir alan” tartışmasını hatırlatıyor.

Siyaset tarzı ve ideolojik yönelimler bakımından özellikle soldaki yaklaşımın filmde Komiser Naci’nin dediği “Halay başı olacaksın, Arap. Bu dünyada halay başı olacaksın” cümlesiyle paralellik taşıdığı da görülüyor. Kimilerine de Arap’ın “buralarda silâhı olmayan mı var doktor, iyisi var, kötüsü var” repliği düşüyor.

* * *

Tahrir öncesi Mısır’da, Mübarek’te temsil olunan, bir parti-devlet hâkim. Ordu, ekonomi ve siyasetin tek muktediri. Ocak 2011 sonrası meydanları dolduran kitlelerin değil, yönetsel, siyasî ilişkilerde mevki peşinde olanlar galebe çalıyorlar. Bir toplumsal muhalefet hareketi olarak İhvan, muhtemelen Silâhlı Kuvvetler Yüksek Konseyi ile anlaşarak bir isim belirliyor. İsme itiraz ediliyor. Sonra öne Mursi çıkıyor.

İşçi ve toplumsal muhalefet hareketleri içerisinde önemli bir ağırlığa sahip İhvan ordu ile anlaşarak, tüm eski müesses nizamı “İslam” adına muhafaza ve müdafaa etme sözü veriyor. O dönemde Mısır’a giden Tayyip Erdoğan “laik olun” diyor onlara. Demek ki bizdeki hükümet de müesses nizamla ve orduyla o noktada ittifak kuruyor.

Sonra liberal ve sol kesimler Mursi iktidarına karşı saldırıya geçiyorlar. Öz itibarıyla “ülkenin birliği, bütünlüğü” edebiyatına sarılan bu kesimler orta sınıfların duygularını okşuyorlar. Sonrasında Rabia’da yaşanan katliamda bu sol, liberal kesimin ciddi bir katkısı var. Darbeyi çağıran, “birlik-bütünlük” edebiyatı üzerinden darbeye gerekli toplumsal zemini hazırlayan onlar. Tüm o pratik, Tahrir’deki kazanımların, mevzilerin birilerinin mevkileri adına toprağa gömülmesini sağlıyor. Bugün Samir Amin’in Mısır’ın ikinci Süveyş Kanalı’nı kendi belirlediği sözleşme şartlarında yapacak olmasını övmesi de burayla ilgili. Samir Amin kanalın neden yapıldığını bile sorgulamıyor, ülkesinin gücüne övgüler düzüyor. Birileri olmayacak duaya âmin derken, birileri de bizzat âmin’in kendisini dua zannediyor.

* * *

Tayyip Erdoğan’ın bu deneyimden kendince ders çıkartmasına gerek yok. İhvancıların dediğine göre, kendilerini bu denli öne iten, sonra desteğini çeken gene AKP. Bugün Türkiye’de darbe kendisini AKP şahsında gerçekleştiriyor.

Muktedir bir muhalefet partisi olarak hayatına başlayan AKP, 2007 sonrası ikinci döneminde muhalif bir iktidar partisi kimliğine bürünüyor. Devletle belirli bir açıyı gerekli kılan bu iki dönem, parti-devlet formülündeki partinin tasfiyesi ile devlete iyiden iyiye biatle sonuçlanıyor. Artık iktidarın, nizamın ve devletin basit bir uzvundan söz etmek gerekiyor.

Bu uzuv devletin mücavir alanını kontrol altına almak için kullanılıyor. Tüm tartışmalar artık gösteriyor ki, bir tek geriye, işin asıl sahiplerinden biri olarak, CHP’nin AKP’nin yanına iliştirilmesi kalıyor.

* * *

“Civar” sözcüğü ile aynı kökten olan “mücavir alan” tabiri, “belediye sınırları dışında olup, imar mevzuatı bakımından belediyelerin kontrol ve mesuliyeti altına verilmiş olan alanlar” olarak tarif ediliyor. Bu uygulamada amacın, “belediyenin yakın çevresindeki imar faaliyetlerini denetlemesini sağlamak, rantı ve plansız yapılaşmayı önlemek” olduğu söyleniyor.

Mücavir alanın tanımı ülke tarihinde mafyaya işaret ediyor. Belediye sınırları dışındaki alanların kontrolü mafyaya veriliyor. Devlet uzanamadığı ete mundar demiyor, sokak kedilerini sahaya sürüyor.

AKP de burada anlam ve güç buluyor. Devletin mafyaya kimi alanlarda verdiği cevazdan istifade ediyor. Bunun karşısına “daha iyi belediyecilik”le çıkmak mümkün görünmüyor. Devlete bu alanları daha iyi kontrol edeceğine dair bir izlenimi ve imajı satmanın karşılığı bulunmuyor. Merkeze bağlanan AKP ANAP’lıktan çıkıp bir tür Turgut Sunalp partisi hâline geliyor.

Bu noktada, devreye düne kadar buduncu-şaman sularda gezinen Sedat Peker İsmailağa Cemaati’ni ziyaret ediyor, Mahmud Efendi’nin elini öpüyor. Mahmud Efendi de dinen caiz olmadığını bildiği hâlde, Türk bayrağı ile sevenlerine mesaj veriyor. Devlet mücavir güçlerini merkeze yeniden örgütlüyor.

* * *

“Beled” beldeler demek. Bugün emperyalizm açısından Ortadoğu’daki devletler belediyeler derekesinde. IŞİD esas olarak mücavir alanların kontrolü için devreye sokulmuş bir mafya örgütü. Belki de Ankara Katliamı bu bağlamda da değerlendirilmeli.

IŞİD, Irak, Suriye ve Türkiye’nin soyut veya derin devletlerine örgütlenerek bu denli güçlenme imkânı bulabildi. O, “Türkiye Cumhuriyeti Belediyesi” için ortalığı uygun hâle sokmak zorunda. Bugün AKP’lilerin polisin arazi işleri peşinde koştuğu için ciddi bir istihbarat zafiyeti yaşadığını söylemesi de bu meseleyle ilgili. Ankara’da eski mafya babalarının malum şahıs için arazi kapatma, inşaat işlerinde görevlendirildikleri biliniyor.

* * *

Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki başçavuşun mücavir alan takıntısı ordunun yerini-yurdunu resmeder nitelikte. Modernizasyon, maaş akışı, imkânlar, gerekli yetkiler onun politik sınırını tayin ediyor. Bu açıdan ordunun sınırötesi operasyonlarına kayıt yaptırmak solun işi olmamalı.

Kitlelere “halay başı olacaksın” demek de bir anlam ifade etmez. Meseleleri basit manada seçimlere, yönetsel ilişkilere, ABD ve İngiltere’de görülen parlak siyasetçi imajlarına indirgemek çıkışsız. Halaylar sürecek, türküler susmayacaksa, kimin baş olduğunun bir önemi de yok. Kurtuluşumuz mendilin kimin elinde olduğunu belirlemekte değil. Birlikte halaya durup türküler söylemekte.

* * *

Öz ya da biçimsel, yönetim meselesine yapılan vurgu devrimin kimyasından simyasına kaçışı ifade eder. Altına bakıp her demiri altın yapmaya çalışmak, ortada başarıymış gibi görünen sonucu mutlaklaştırıp devrim diye kodlamak manasız. Devrimin kimyasında yönetenlerin yönetememesi, yönetilenlerin yönetilmek istememesi varsa, ekonomik-politik kriz ve devrimci özne de yazılı. Yönetime yapılan aşırı vurgu, halay başını kimin çekeceğine bakılması, krizin ve öznenin üzerinden atlamayı beraberinde getirecektir.

Bu açıdan AKP’nin yönetsel siyaset düzleminde “geri, cahil, beceriksiz, eksik, kötü” olduğuna dair her tür vurgu beledîdir, devletlûdur. “Daha iyisi benim” demektir. Bu türden vurgular yönetsel siyaset kulvarındaki basit burjuva yarışın sıradan emarelerinden ibarettir. Bu yarışı sosyal âlemde veya akademide pek bir heyecanla izleyenlerin akıl yürütmeleri de bir sonuç üretmeyecektir.

* * *

Mısır’da Tahrir sürecinde ve sonrasında İhvan’ın hükümet oluşunda bu hareketin işçi hareketi içindeki mevzilerinin önemli bir rolü var. Bu mevzilerden biri de şoförler sendikası. Sendikanın önde gelen isimlerinden olan ve İhvan’ın seçim başarısı için yoğun bir çalışma yürütmüş bulunan bir işçi önderi, İhvan’ın iktidara geldikten sonra eski nizamın çıkarlarını koruduğunu, onun yöntemlerini uyguladığını, emekçi halka karşı düşmanlığını sürdürdüğünü görüyor ve kendisiyle yapılan, öfkesini dile getirdiği röportajda “İhvan’a artık oy vermem. Selefîlere vereceğim, en azından onlar siyasetçi değil, Müslüman” diyor. Sabah satranç oynayıp akşam röportaj veren yapıların bu öfkeye kulak vermesi şart.

Ankara Katliamı sonrası “polis önlem almadı” ya da “DİSK niye önlem almadı?” diyenler de bahis konusu edilen yönetsel ilişkilerin dünyasından, o mücavir alandan konuşuyorlar. Hiçbir kitle eyleminde polisin toplanma yerinde arama yapmadığı bilinmesine karşın, polise bu yöndeki bir çağrının ne tür sonuçlar doğurabileceği üzerinde durulmuyor. Devletin terörle mücadele etmediği, kitlelere karşı bizzat (bir silâh olarak) terör ile mücadele yürüttüğü unutuluyor.

Unutulan bir diğer şey de kitlelerin siyaseten değil, politik olarak sahip olduğu ağırlık. Siyaset mevkilere; politika mevzilere bakıyor. Her mevki arayışı mevzileri dağıtıyor. Siyaset mülkiyete; politika aidiyete dair. Biri tren garının kırılan camlarına; diğeri anaların sıkılı yumruklarına örgütleniyor.

Eren Balkır
13 Ekim 2015

12 Ekim 2015

,

FHKC'nin Ankara Katliamı Bildirisi



Türkiye’de emek hareketinin, sendikaların ve meslek örgütlerinin örgütledikleri, Ankara’da gerçekleştirilen barış ve demokrasi yürüyüşüne yapılan terörist saldırı haberleri üzerine Türkiye’deki yoldaşlarımıza en derin üzüntümüzü ve kederimizi ifade ediyoruz. Bu saldırıda 120’den fazla yoldaşımız katledilmiş, yüzlercesi yaralanmıştır.

Bu saldırıda bir kez daha gördük ki bölge halkları ve en önde olan kesimi olan ilerici, kurtuluşçu güçler, halklarımıza karşı olan bölgedeki gerici güçlerin ve iktidarların, emperyalizmin, Siyonizmin ve onların ajanlarının dayattığı savaşa ve terörist politikalara karşı süregiden mücadelede en ağır bedelleri ödüyorlar.

Aynı zamanda gösteriye katılan ve bu korkunç saldırıda şehit düşen Gazze Cebeliye’den Ahmed Haldi’nin kaybı dolayısıyla üzüntülü olduğumuzu bildirmek istiyoruz. Ahmed, bu yürüyüşte bölge halklarına mensup dost şehitlerimizin yanında toprağa düştü, bu da bir kez daha gösteriyor ki emperyalizme, Siyonizme ve onlar adına vekâlet savaşı yürüten gerici güçlere karşı mücadele, hepimiz için müşterek bir mücadeledir.

Biz Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olarak bu yürüyüşe katılan emek hareketinin, işçi sınıfının ve kurtuluşçu-ilerici güçlerin tek umudunun halklarımız için gerçek barış ve demokrasi olduğunu biliyoruz. Şehitlerin ailelerine ve yoldaşlarına tüm kalbimizle başsağlığı diliyor, yaralılara acil şifalar temenni ediyoruz.

Özgürlük, barış, demokrasi ve adaletin zaferini tüm halklarımız kutlayana dek şehitlerimiz mücadelemizde yaşayacaklardır.

FHKC
12 Ekim 2015
Kaynak

02 Ekim 2015

,

Genjer-genjer


Genjer-genjer, Endonezya’da muhtemelen en fazla ihtilafa yol açan şarkıdır. Şarkı hayatına suda yetişen yabanî otların yolunmasını anlatan bir mani olarak başlar (genjer, limnocharis flava’nın [sarı yabani çeltik marulunun] yaygın kullanılan adıdır) ve zaman içerisinde politik propaganda malzemesine dönüşür, ajitprop için kullanıldığı dönemde yasaklanır ve nihayetinde de bir protesto şarkısı olur. Genjer-genjer, Endonezya’nın yakın tarihini yansıtan bir şarkıdır.

1942-1945 arası dönemde Hollanda’nın elinde bulunan Doğu Hint Adaları’nın (şimdilerde bilinen adıyla Endonezya’nın) Japonya’nın işgali altında olduğu sıralarda Cava’daki fakir halk açlıktan ölmenin eşiğindedir. Doğu Cava, Banyuwangi’deki insanlar, genjer dâhil, yenilebilir olan her şeyi yemektedirler. Genjer, nehir kenarlarında yetişen ve eskiden büyükbaş hayvanlara yedirilen bir yemdir.

1943’te aynı bölgede yaşayan şarkı sözü yazarı Muhammed Arif genjer toplamakla ilgili hüzünlü bir şarkı kaleme alır. Şarkı genjer toplayan, sonra onu götürüp pazarda satan bir kadını anlatmaktadır. Arif'in şarkısı Banyuwangi’de epey popüler olur.

Propaganda

Ancak hikâye burada bitmez: altmışlarda şarkı ülkenin iki büyük yıldızı tarafından kayıt altına alınır. Artık bağımsız olan Endonezya’da herkes, genjer-genjer şarkısını söylemektedir.

Bu gerçek o dönemde ülkenin en büyük politik partilerinden biri olan Endonezya Komünist Partisi’nin de dikkatinden kaçmaz. Zira şarkı ülkedeki en altta yer alan, en fakir sınıflardan biriyle alakalıdır. Sonrasında bu şarkı EKP tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılır ve kısa süre içerisinde parti mitinglerinde ve toplantılarında en fazla istenen şarkı hâline gelir.

Şarkı Yasaklanıyor

General Suharto 1965’te iktidarı ele geçirdiğinde şarkı yasaklanır. Endonezya’nın yeni yöneticisi komünist kadınların altı generale işkence ederken Genjer-genjer şarkısını söyledikleri dedikodusunu yayar. Sonra şarkının sözleri Jendral-jendral (generaller) olarak değiştirilir ve kadınların generallere nasıl işkence ettiklerini anlatan bir metne dönüştürülür. Genjer-genjer artık “şeytanî” komünistlerin yasaklı marşı hâline gelir.

1965 darbesi sonrası milyonlarca insan komünist sempatizan olması şüphesiyle tutuklanır ve aralarında Muhammed Arif’in de bulunduğu yaklaşık 500.000 kişi katledilir. Arif’in şarkısı yasaklanır ve Endonezya’nın kolektif hafızasından silinir. Endonezya’daki tüm bir kuşak şarkıyı bilir ama tek bir notasını bile söyleyemez.

Protesto

Suharto dönemi sonrası Genjer-genjer üzerindeki nisyan örtüsü kalkar. Rejimin mağdurları seslerine kavuşurlar ve şarkı Suharto diktatörlüğünün uyguladığı baskının bir sembolü hâline gelir. Altmışlarla alakalı, ülke içerisinde önemli tartışmalara yol açan film de şarkının yeniden dirilmesine katkı sunar. YouTube’a şarkının binlerce versiyonu yüklenir ve hepsi de çok sayıda beğeni toplar.

Genjer-genjer zengin bir tarihe sahip bir şarkıdır; şarkı ülkenin kolektif hafızasının bir parçası hâline gelir ve Endonezya’nın yakın geçmişine ait acı-tatlı kimi hatıraları canlandırır.

Bram Hendrawan

24 Eylül 2015

,

Kolombiya'da Engizisyon Adaleti


Kolombiya hükümeti kimi kanunlar çıkarttı ve Birleşmiş Milletler, Amerikalı Devletler Örgütü ve Uluslararası İşçi Örgütü gibi uluslararası kurumların anlaşmalarına imza attı.

Hükümetin bu çoktaraflı kurumlara verdiği taahhütlerle ülkemizde devletin insan haklarını koruduğu, işçilerin sendikada örgütlenme hakkını güvence altına aldığı düşünülebilir ama gerçek çok farklı.

Binlerce sendika liderinin suikasta kurban gitmesi, binlercesinin sürgün edilmesi veya hapse atılması devletin kendi politikalarına karşı çıkmaya cüret edenlere sistematik baskı uyguladığının birer kanıtı.

Ben, 25 Ağustos 2013’te, sendika hareketine yönelik baskıların yoğunlaştığı bir dönemde tutuklandım. O gün Bogota’daydım ve 19 Ağustos’tan beri ülke genelinde grevde olan tarım örgütlerinin taleplerini içeren bir listeyi sunmak için hükümet binasına gidiyordum.

O güne dek ülke genelinde grev sürecinde faal olan birçok yoldaşım suikasta kurban gitmişti ya da hapse atılmıştı.

O günden beri Vatansever Yürüyüş’ün yaklaşık yüz üyesi suikasta uğradı, 300 civarı insan hapse atıldı.

Bu durumun Kolombiya halkının barış talebiyle ve Havana’daki müzakere masasında Kolombiya hükümeti ile FARC-EP arasında kabul edilen anlaşmayla çeliştiği açık.

Toprak meselesi, yasadışı uyuşturuculara çözüm bulma ve politik katılım konusunda ön anlaşmalara varıldı.

Havana’da köylülerin yüzleştiği sorunlara çözümler sunulurken ve geçici anlaşmalar imza edilirken Kolombiya’da aynı köylülerin aynı sorunlarına yönelik olarak kendi taleplerini geliştirmeleri ardından katledilmelerini ve hapse atılmalarını uluslararası topluma nasıl izah edecekler?

Kolombiya hükümeti politik muhalefet üyelerine ve sendika liderlerine zulmedip onları katletmeye devam edecekse, Havana’daki anlaşmaları nasıl tatbik edecek?

Kolombiya rejiminin sürdürülebilir bir barışa ulaşılması için gerekli ekonomik ve politik değişiklikleri tatbik etmeyi reddedecek olması bizi endişelendiriyor.

Barışa dönük bir hamle yapılmış olsa bile, savaş dönemlerinde kullanılan “adalet” ile ilgili ifadelerin altının boş olması bizi hiç şaşırtmıyor.

Engizisyona has bu adalet, güçlülerin çıkarlarına hizmet etme noktasında bir tür baskı aracı olarak kullanılıyor.

Elbette bu, barış süreci konusunda iyimser olmadığımız anlamına gelmiyor, aksine, yaşanan ilerleme bize cesaret veriyor ama gene de sürecin yüzleştiği tehlikelerin de farkındayız.

Benim davam dâhilinde savcı beni “isyan” ve “finansal terörizm” suçlarıyla suçladı. Davada kendileri için çalışan, parayla satın alınmış kişilerin tanıklıklarına başvuruldu ve askerî istihbarat ile polisin askerî operasyonlar esnasında güya gerilla liderlerinin üzerinden çıkan bilgisayarlara yerleştirdiği “deliller” kullanıldı.

Savcının benimle ilgili olarak hâkime sunduğu suçlara dönük göstermelik soruşturmayı da içeren tüm hukukî süreç her türden usulsüzlükle maluldü.

Yürütme her şeyi açık biçimde planlayıp yönetti, yargı sistemi ise sendika faaliyetlerimin ve muhalefete açıktan iştirak etmemin cezalandırılması noktasında bir araç olarak kullanıldı.

Korkarız hâkim, köylülerin direnişini ve protestosunu akamete uğratma amacı güden bu yavan hukukî kurguyu yansıtan tüm delilleri dikkate alacak.

Karşımızda tümüyle politikleşmiş ve toplumsal gösterileri kriminalize etmeye dönük devlet politikasını dayatmaya çalışan bir hukuk sistemi var.

Politik bir tutsak olarak benim ve diğerleri için adalet talep ediyorum, ayrıca ulusal ve uluslararası standartlara bağlı bir hukukî sürecin ancak ulusal ve uluslararası düzeyde yürüyen sendikal ve toplumsal hareketin desteği ve dayanışması ile mümkün olduğunu düşünüyorum.

Umarız Havana’daki müzakere masasında adalet meselesiyle ilgili bir anlaşmaya varılır ve bu anlaşma toplum liderleri ile sendikacıların isyancı olmadıklarını, toplumsal mücadele ve eleştirel düşüncenin kendisini dünyaya demokrasi olarak takdim eden bir devlette suç olmadığını kabul eder.

Huber Ballesteros
La Picota Erkekler Hapishanesi
Bogota, Eylül 2015

[Huber Ballesteros, politik bir tutsaktır ve Kolombiya Sendikalar Kongresi yürütme komitesi, Tarım İşçileri Birliği FENSUAGRO’nun yürütme komitesi ve Vatansever Yürüyüş (muhalefet hareketi) liderliği üyesidir.]

23 Eylül 2015

, ,

Senin İsmail’in Kim?

Bu İbrahim’in dinidir; kana susamış tanrıların, mazoşistlerin ve işkencecilerin değil. İnsanın mükemmelliğe ulaşmasının, bencillikten ve hayvanî arzularından kurtulmasının hikâyesidir yaşanan. İnsanın daha ulvi bir makama ve aşka; ve bilinçli bir insan olarak sorumluluklarını yerine getirmesine engel olacak her şeyden azade olduğu bir iradeye yükselişidir. […]

Hikâye, bir koçun kurban edilişiyle sona eriyor. Bu, Yüce Allah’ın tarihin en büyük insan trajedisi sonuna ilişkin dileğidir -birkaç aç insanı doyurmak için bir koç kurban etmek.

Sen de İbrahim gibi kendi İsmail’ini getirmelisin Mina’ya. Senin İsmail’in kim? Ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim’in İsmail’i sevdiği kadar sevdiğin bir şey olmalı.

Senin özgürlüğünü çalan, görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikati duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense, meşrulaştırıcı sebepler ürettiren ve seni sadece gelecekte senden gelecek yardım için destekleyen ne varsa; işte bunlar onun işaretlerindendir. Onu arayıp bulmalısın. Eğer Allah’a yaklaşmak istiyorsan, İsmail’i Mina’da kurban etmek gerek.

İsmail’in yerine geçecek koçu (fidye) sen tespit etme, bırak Allah sana yardım etsin ve bir hediye olarak göndersin. O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak kabul eder. Koç ancak İsmail’in bedeli olduğunda kurbandır; yalnızca kurban olsun diye koç boğazlamak ise kasaplıktır.

Ali Şeriati
Derleyen: Asım Gültekin

19 Eylül 2015

,

Charlie Hebdo'nun İtici Esprileri


İsmini herkesin bildiği ölü çocukları aklınıza getirin, sonra bu çocukların çektiği çileyi yüzüne alaycı bir gülümseme kondurmak için kimin kullanacağını anlamaya çalışın. Argümanımız hatırına bir de bu çocukların biri Yahudi, biri Hristiyan biri de Müslüman olsun.

Nazi sempatizanları ve diğer antisemitistlerin aklına hemen 15 yaşında iken Auschwitz toplama kampında kaptığı ağır hastalığa teslim olan Hollandalı holokost mağduru Anne Frank gelir. İngiliz Başbakanı’nın oğlu, beyin felci geçiren ve altı yaşında Londra’daki bir hastanede ölene dek sara krizleri geçiren Ivan Cameron, anarşist kimi nefret tohumu eken isimlerin tercihi olabilir. Bu kesim “muhafazakâr pislik” olarak gördüğü çocuğun babasını ülkedeki sağlık hizmetlerinin çöküşünden sorumlu tutuyor olabilir. Ardından bir de akla üç hafta önce Türkiye sahillerine cesedi vuran üç yaşındaki Suriyeli mülteci Aylan Kürdi gelecektir.

Aylan’ı kimlerin, ne tür insanların seçeceğini düşünmeye bile gerek yok, çünkü gülümseme için birileri çoktan Aylan’ı seçti bile: Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo, Aylan’ın ölü bedenine ait bir dizi karikatür çizdi ve bu karikatürleri jeopolitik ve dinle alakalı kimi duygusuz tespitler yapmak için kullandı. “Je Suis Charlie” mizahı konusunda sözde uzman olan bazı isimler, Müslümanlardan, özellikle güçsüz ve göçmen olanlarından nefret eden dar kafalıların yaklaşımına katılıp, ölü bir çocuğa gülmek için her türden gerekçelerini öne sürdüler.

Tumturaklı ya da Dile Dökülemeyecek Biçimde İnsafsızca

Karikatürlere dair savunmalar ve gerekçelendirmeler, tumturaklı veya dile dökülemeyecek biçimde insafsızca idi. Bir blog yazarına göre, çizilen karikatürlerden biri “Batı’nın ortantalist lütufkârlığı”nı ifşa ediyordu. Bu yazar, söz konusu “hiciv sanatı”na ancak “İslamcı-liberal sol kartel”in itiraz edebileceğini söylüyordu. Karikatürlere ilişkin olarak ayrıca “batılı tüketimcilik”e de atıfta bulunuluyor, fast-food Avrupa’sında yiyecek yemek peşinde koşan güçsüz göçmenlerle alay ediliyordu. Herkesin tahmini de Aylan’ın vefat eden annesinin ve ağabeyinin de yiyecek peşinde olduğu yönünde idi (oysa bu insanlar açlıktan değil, savaştan kaçıyorlardı). Belki de ileride Aylan’ın hayatta kalan babası da bir gün gelir Charlie Hebdo karikatüristlerinin ne kadar zeki olduğunu takdir eder.

Dergi, ayrıca Aylan’ın dinini de gündeme getirerek, “Hristiyanlar suyun üzerinde yürüyebiliyorlar ama Müslüman çocuklar suya batıyorlar” diyordu. Denizin üzerinde yürüyen, İsa’ya benzeyen bir figürün yanında (muhtemelen ölü olan) baş aşağı dönmüş bir çocuğun Hristiyan yardımseverliğinin ikiyüzlülüğünü resmetmek için çizildiği iddia ediliyordu. Gerçekten çok zekice!

Bu türden yüce gönüllü bahanelerin ötesinde, yorum bölümlerinde ve sosyal medyada daha basit gerekçeler dile dökülmeye başlandı. Bunlara göre, Aylan başına geleni hakkediyordu, zira yaşananlarda sorumluluğu olmasa bile, esmer tenli ebeveynleri Suriye’de kalıp “kendi tarzlarınca” yaşamaya devam etmelilerdi.

Charlie Hebdo’ya verilen tüm bu korkunç ve bariz bir biçimde ırkçı desteğin nedeni, Ocak ayında El-Kaide adına hareket eden bir grup sosyopat silâhlı adamın dergi personeline karşı gerçekleştirdiği katliam üzerinden gelişen kahramanlık efsanesi idi. Buradaki kanaate göre, bu iğrenç terörist suç, dinî, kültürel ve etnik azınlıklarla alay eden matbu materyalin ahlakına dair tüm tartışmalara son verdi.

Bilhassa “ifade özgürlüğü” savunucuları öfkelilerdi ve Müslümanların yaşanan vahşet öncesi ve sonrası kendilerine yönelik iftiralara tepki geliştirmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Benim gibi Fransız Müslümanların da yaşanan barbarlık karşısında öfkelenmiş ve üzülmüş olmasının bir önemi yoktu. Bize düşen, çenemizi kapatıp bize edilen küfürleri sineye çekmekti.

“Galyalı İstisnacılığının Kalesi”

Charlie Hebdo’nun devletin finanse ettiği Galyalı istisnacılığının bir kalesi hâline gelmesiyle, nefret suçu, antisemitizm ve ayrımcılıkla mücadele etmeyi amaçlayan Fransız kanunlarının önemli bir kısmı da mucizevî bir biçimde gözardı edildi. Bu konuda dergi hâlâ istisnaî bir konuma sahip. Bense bu derginin en iğrenç materyallerine neden yayın izin verildiğini hâlâ anlamakta güçlük çekiyorum. Bugün nefreti her yana yayma “hak”kının, aralarında İngiltere’den gelenler de dâhil, milyonlarca sterlinlik destekle besleniyor oluşunu ise hiç anlamıyorum.

Charlie Hebdo’nun ırkî ve dinî klişelere ilişkin çiziktirdiği o kötü karalamaları yanına (çoğunlukla akıl sır erdirilemeyen, hiç de komik olmayan) usturuplu “şakalar” iliştirmesi, ne yazık ki şu ana kadar basmakalıplaşmış bir rutine dönüşmüş durumda. Örneğin eğer bir çetenin üyesi iseniz, sizin karikatürünüz, siyah temsilcilerin maymuna benzedikleri düşünüldüğünden, bir maymun şeklinde çizilecektir. Bu, “benim siyah arkadaşlarım var” şakasının bir türevi aslında. Bu yaklaşımın ardından hemen o ırkçı anekdotlar aktarılacaktır. Charlie Hebdo müdafileri de üzerinde yaşadığımız dünyayla ilgili derin ve anlamlı bir şeyleri temsil ettiklerini iddia ediyorlar (burada ipucu niteliğindeki ifadelerden biri de “oryantalist lütufkârlık”).

Aylan Kürdi’yi bir eğlence figürüne indirgeyen dört karikatür, Siyah Avukatlar Derneği Başkanı Peter Herbert’i şu soruyu sormaya itiyor: “Mizah ve hiciv alkışlanması gereken şeylerdir ama bir çocuğun trajik ölümü asla kabul edilemez. Biz holokost ya da soykırımla ilgili espri yapıyor muyuz?”

Hayır Bay Herbert, bizler holokostla ilgili espriler yapmıyoruz, Anne Frank veya Ivan Cameron ile ilgili de espriler yapmıyoruz. Britanya da Fransa ve diğer sözde medenî uluslar gibi çocukları korumak için en üst düzeyde gayret sarfediyor.

Beyaz orta sınıfa mensup çocukların devletin denetiminden mazlum cemaatlerin çocuklarına kıyasla daha fazla istifade ettiği doğrudur. Ailelerinin izinleri olmadan ünlü siyasetçilerinin ve kişilerin çocuklarının fotoğraflarının çekilememesinin sebebi de budur, bu yüzden zengin ve imtiyazlı bir geçmişi olan kayıp bir erkek veya kız çocuğunu bulmak için daha fazla kaynak tahsis edilir. Ama burada şu kutsal ilkeyi tespit etmek gerek: tüm çocuklar korunmasızdırlar ve her zaman gerekli ilgiyi hakkederler.

Şurası kesin ki ölü çocuklarda, en azından küresel mülteci krizinin mağduru olanlarda mizahî bir yan yoktur. Bu, sürekli herkesi eleştirip duran oyunbozanların dile getirdiği, azınlık bir kesime has, radikal ve cahilce dile getirilmiş bir görüş değildir. Bay Herbert gibi yüksek eğitimli bir avukat gibi ben de Charlie Hebdo’nun ne yapmaya çalıştığını ve derginin neyi temsil ettiğini “anlıyorum” ve dünyadaki milyonlarca insan gibi ben de bu karikatürleri gayet itici buluyorum.

Nebile Ramdani
18 Eylül 2015
Kaynak