Eğer Bu Bir Savaşsa,
“Plus ça
change…” diyor Fransızlar; ya da “elbette her şey daha çok değiştikçe onlar
daha fazla aynı kalacaklar.”
Bu düşünce, iniş-çıkışlarına karşın belirli bir
tekdüzeliğe sahip olan Siyah Özgürlük Mücadelesi’ne baktığımızda, mevcut özgül
iktidarda bir biçimde yankılanıyor. Söz konusu tekdüzelik, bilincimizde hâlen
varolsa da günbegün dolaysızca yaşadıklarımızdan tuhaf bir biçimde ayrı
tutulan, kendi âleminde hüküm süren bir İncil hikâyesine benzeyen, kendi zamanı
içinde asılı duran bir olgu.
Ama bu metafizikle ilgili bir tartışma değil.
Hayır.
Mesele varoluşsal. Kan ve mermilerle ilgili.
Tartıştığımız konu hapishanelerin sert tuğlaları, soğuk çeliği. Zamanın giderek
genişleyen mekânlarında şeylerin hâlâ aynı olması da değil mesele, baskının tüm
uğursuzluğuyla yoğunlaşması da değil, bu baskının aralıksız sürüyor olması. Bu
baskı, bu zulüm, Siyah Özgürlük Mücadelesi’ne yönelik nefreti ve Amerika’nın
onun üzerindeki hegemonyasının iki partide dil bulan ifadesi. Bu, tam da ona
kötücül karakterini veren şey.
Nesiller boyu siyahî liderler ve örgütler maruz
kaldığımız zulümlere çözümler arayıp durdular, bazıları uluslararası topluma
çağrıda bulundu. Bunun bir örneği William Patterson’ın 1951 tarihli “Soykırımı
Suçluyoruz” bildirisi (bu bildiriye merhum Malcolm X de destek vermişti). On
beş yıl sonra Kara Panter Partisi bir şikâyetler listesi hazırladı, adına “On Maddelik Program”
dedi, polis devletinin Siyahlara yönelik şiddetini, varoşlarda köhne binaları
Siyahlara kiralayanları, Siyahların hapse atılmasını ve daha birçok meseleyi
kınadı. Yedi yıl sonra Siyah Ulusal Kongresi Gary, Indiana’da toplandı. Burada
iki kapitalist parti, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler ile Siyahlara yönelik
kesintisiz devam eden polis şiddeti suçlandı, ardından Siyah halkın
ihtiyaçlarının sesi olmak için “Ulusal Siyah Bağımsız Politik Partisi kurulsun”
dendi.
Bu Siyah eylemcilerin ve örgütlerin kurucu
metinleri bugün okunursa, bunlar, elli-altmış yıl önce değil, sanki bugün
kaleme alınmışlar gibi.
Bu metinler, bize içinde yaşadığımız koşulların,
gerçek maddî koşulların elli-altmış yıldır somutta hiç değişmediğini söylüyor.
Esasında birçok yönden bu koşullar daha da
kötüleşti, örneğin artık kitlesel olarak imha ediliyoruz.
Peki neden? Çünkü milyonlarca Siyah’ın içinde
yaşadığı maddî koşullar sanayinin dışına atılma, bunun sonucunda vergi
mükellefi olamama, kamusal okul sistemlerinin şirketlerin eline geçmesi ve
benim Beyaz Kır İşleri Programı adını verdiğim hapishane sanayinin,
hapishanelerin hızla büyümesi.
Siyahların ileride ABD olacak yere geldiği ilk
günden beri Afrikalılar beyazlar nezdinde kâr için sömürülecek birer kaynak
olarak görüldüler. Devletin kurucu babalarının ağzındaki o merhametsiz
gevezeliğe karşın Afrikalılar özgür olmamayı kâbusvari bir gerçeklik olarak
yaşadılar. Devletse Siyahların hayatına karşı yürütülen terörü destekledi ki bu
da beyazların ağzındaki özgürlük sözcüğünün yalandan başka bir şey olmadığını
kanıtladı.
Özgürlükle ilgili hoş ama boş sözler, Siyah
Özgürlük Hareketi’nin ve liderlerinin zulmedildiği, hedef alındığı, tecrit ve
imha edildiği bir dünyanın sürmesini sağladı. Dr. Martin Luther King’den
Malcolm X’e; Kara Panter Partisi’nden Siyahî aktörlere ve aktrislere, devlet
iktidarının tüm ajanları zarif ve kaba her türden aracı kullanarak Siyahların
özgürlüğünü ve Siyah Milliyetçi hareketlerini zayıflatıp nötralize etmeye
çalıştılar.
Bu, öyle arada sırada yaşanan bir alçaklık da
değildi. Siyahlardan resmî düzeyde tiksinildiği için sürekli onlara saldırıldı.
Hayır.
Bu deliliğin bir yöntemi var; aynı delilik, on
dokuzuncu yüzyıldaki ve yirminci yüzyıl başındaki linçlere can veren şey. Bu
türden bir baskı, milyonların zihnine korku ve kaygı salmaya yarıyor. Devlet
terörü, insanları milliyetçi ve kendi kaderini tayin hakkına dair yoldan
uzaklaştırıp, onların hâkim kapitalist partileri politik açıdan kabul eden,
nispeten daha az eleştiri içeren, daha fazla kabul edilir yollara tevessül
etmesine neden oluyor.
Bu sayede devlet, Siyah düşüncesini kolektif
yerine kişisel olanın steril yollarına, programa değil, şahsiyete dayanan
partilere kanalize ediyor. Devlet, ayrıca Siyahların devlet terörizmine yönelik
tepkisini radikal olmaktan çıkartıyor.
Özetle bu, ABD hükümetinin hem bir ırk polisi hem
de politik polis olarak işlev gördüğü karşı-istihbarat inisiyatifinin özü.
Halkın yabancılaştırılmasına dönük bu türden
faaliyetler, kütlesel hâlde gidip Bill Clinton’a payanda olan, “umudun ve
değişimin” peşinden giden Siyah oylarında (yoksa “Siyah oyları hilesi”nde mi
demeliyim?) yeterince tuhaf bir biçimde sürüyor. Değişimdir yaşanır ama değişim
zorunlu olarak her daim daha iyiyi ifade etmez.
Az bir oyla seçilen Clinton, iki parti adına
yürüttüğü çalışma sonucu ülkede hapishane sayılarını artıran programın mimarı.
Bu, bugün de tanık olduğumuz kitleleri hapse tıkma sürecinin başlangıcı.
Politikada bu neoliberalizm, makul düzeyde bir
becerinin işler olmasını gerektiriyor. Bu da sadece beyazlar kendi üstünlüğünü
isteyip kendi kaygı ve korkuları için oy kullanırlarken, demokratik koalisyon içindeki
en sadık ve tutarlı oy bloku olan Siyahların kendi çıkarlarına karşı konum
alıp, bu konumu teşvik eden bir adaya oy verdiği bir düzen aslında.
Clinton bu konuda uzman olduğunu hepimize
gösterdi.
Müteveffa tarihçi Howard Zinn’in (1922-2010) The Twentieth Century’de [Yirminci
Yüzyıl] söylediği biçimiyle:
“O
kibirli retoriğine rağmen Clinton on sekiz yıllık görev süresi boyunca
kendisinin tıpkı diğer siyasetçiler gibi toplumsal değişimden çok seçim
zaferiyle ilgilendiğini gösterdi.
Daha
fazla oy almak için o, partisini merkeze daha fazla yaklaştırma kararı aldı. Bu
da artık Siyahlar, kadınlar ve çalışanların desteğini elde tutmak için gerekli
şeyleri yapmış olduğu, sosyal yardımlara dönük acımasız tedbirler, suçlara
karşı sert olma ve güçlü bir orduya dayanan programla beyaz muhafazakârların
oylarını kazanmaya çalışacağı anlamına geliyordu.” [Zinn, s. 428]
Neoliberal Clinton rejimi ileride uygulanacak
baskı programına öncülük etti. Bu program, terörizm karşıtlığı üzerinden haksız
yakalamayı yasaklayan kanunda delikler açılmasını, ölüm cezası kanunun
etkinleştirilmesini, mahkeme kapılarının Hapishane Mahkeme Süreci Reformu
Kanunu üzerinden tutsaklara kapatılmasını, yeni hapishanelere milyarlar
harcanmasını ve kayıtlara 60 yeni ölüm cezasının eklenmesiyle sonuçlanan 1996
tarihli o ünlü Ceza Kanunu’nu içeriyordu.
Clinton iki dönem iktidarda kaldı. Bu süreçte
Clinton’cılığın simgeleri boş fabrikalar, tıka basa dolu hapishanelerdir ve bu
hapishaneler illaki Siyah erkekler ve giderek artan sayıda kadınlarla doludur.
Yazının başında Patterson’ın “Soykırımı Suçluyoruz”
bildirisine atıfta bulunmuştuk. Bildirideki suçlamalar bir şikâyet dilekçesi
olarak kaleme alınmış ve Siyahlara karşı soykırım konusunda BM’de ABD’ye
yönelik yapılan suçlamaların dosyalarının yer aldığı rafa kaldırılmış. BM bu
konuda ne bir adım atmış ne de dilekçeyi kötüleme yoluna gitmiş. Aksine medya,
Paul Robeson’a odaklanmış ve onu komünist olmakla suçlayarak Robeson’ın da
yazarlarından olduğu bu dilekçeyi kötülemeye başlamış. Çünkü o dönemde kamusal
akılda komünist olmak deli olmaya az çok yakın bir şey.
Bağımsız bir politik temsil kurumundan mahrum olan
Siyahlar, dün olduğu gibi bugün de BM gibi yerlerde söz hakkına sahip değiller.
Bu nedenle yıllar yıllar sonra Ferguson’da Mike
Brown’ın katli fitili tutuşturdu ve devletin zulmüne karşı gösteriler bir kez
daha patlak verdi. Bu gösteriler yaz ortasında açan sarmaşık gibi tüm ülkeyi
sardı.
Bugün şirket medyasının Siyahların Hayatı
Önemlidir hareketinin “polislere karşı sözde savaş” yürüten bir tür nefret
grubu olduğunu söyleyerek, ona karşı komplo kurup onu karalamaya çalıştığına
tanıklık ediyorsunuz.
Ama burada gene onlardaki deliliğe dair kimi
yöntemlere rastlıyoruz. Şirket medyasının kapitalist devlete hizmet ettiği
meselesini bu örnek dâhilinde daha da netleştirmek mümkün değil. Çünkü
Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi kendisini döven, çok sayıda Siyahı,
Latin’i ve hatta fakir beyazları vurup öldüren polislerin suratına kelimeler
fırlatıyor!
2015’te polisler kaç insanı katletti, bir tahmin
edin?
800’den fazla. 800’den fazla!
Eğer bu bir savaşsa, Siyahların Hayatı Önemlidir
hareketi bu savaşı kaybediyor.
Yüz elli yıldan fazla bir zaman önce en saygıdeğer
atalarımızdan biri, köleliğin kaldırılması yanlısı dostunu mücadeleyi sürdürmeye
ikna etmeye çalışır. Dostu, “işte İç Savaş bitti, kölelik kanunen geberip
gitti.” der.
Frederick Douglass bunu söyleyenlere şu uyarıyı
yapar: “Ben ve sen, hepimiz biraz bekleyip görelim bakalım, bu eski canavar
hangi yeni biçime bürünecek, bu yaşlı yılan bakalım karşımıza nasıl bir yeni
deriyle çıkacak.”
O gün Douglass haklıydı. Bugün de haklı.
Aramızda yeni derisiyle dolaşan eski yılanlara
karşı dikkatli olmalıyız.
Mücadele sürüyor!
Mumya Ebu Cemal
0 Yorum:
Yorum Gönder