08 Temmuz 2025

, ,

Eleştirmen Olarak Devrimci


Gassân Kenefâni’nin Siyonist Edebiyat Üzerine Çalışması

 

Gassân Kenefâni, kolay kolay kategorize edilebilecek bir isim değil. Filistinlilerin ve Filistin’le ilgilenen kişilerin gayet iyi tanıdığı bir isim olarak Kenefâni, münferit bir kişilik değil. O Marksist devrimci, bir partinin sözcüsü, romancı, politik teorisyen, öğretmen, sanatçı, gazete yayın yönetmeni ve kendisini davasına adamış bir enternasyonalist.

Kenefâni, farklı renklere sahip hayatında farklı roller üstlenmiş ve hepsinin de üstesinden başarıyla gelmiş. Onun pek bilinmeyen, dolayısıyla övülmeyen bir başka mesleği daha var: edebiyat eleştirmenliği.

O kısa ömrü boyunca Kenefâni, altmışlarda ve yetmişlerde önemli bir büyüklüğe ve nüfuza sahip bir Marksist-Leninist örgüt olarak FHKC’yi kurmuş olan, akıl hocası Corç Habeş’le tanıştığı Şam Üniversitesi’nde edebiyat öğrencisi olması hasebiyle çok farklı türlerle ilgili eleştiriler ve analizler kaleme aldı. Siyonist Edebiyat Üzerine kitabına ek olarak Kenefâni, Filistin edebiyatını eleştiren iki kitap yazdı. Romanlarından ve hikâyelerinden ayrı olarak bu kitaplar, İngilizceye tercüme edilmedi.

Siyonist Edebiyat Üzerine isimli çalışmasında da görüldüğü üzere Kenefâni, kalemi keskin, dili sert bir eleştirmendi. Duyguyu ve biçimi anlama konusunda gayet cömert bir tutum içine girebilen Kenefâni, politika ve efsaneleri değerlendirirken de aynı ölçüde acımasız olabiliyordu.

Kenefâni’nin edebiyat eleştirisi sahasına taşıdığı politik hassasiyeti anlamadan, onun bu eleştiri pratiğini yeterince idrak edemeyiz. Politik hassasiyeti, aynı zamanda onun edebiyat eleştirilerini incelememize de katkı sunacaktır.

Edebiyat eleştirisi “politik” olmamalı. Bu, yüzeyden bakıldığında saçma görünecek bir söz. Öyle ki hiçbir ciddi edebiyat eleştirmeni, bu pratiğin politik olmasını mümkün görmez. Oysa bu söz, afili bir kelam değil, bir tür ideolojik kodlama.

Fikri ve ekonomik görüşlerdeki kitabiliği bu yaklaşım besliyor. “Politik” eleştiri, kültürel emeğe ait düşük düzeydeki bir kategori olarak görülüyor. Akademi ve sanat sahasının önderleri, devrimci düşünceyi kurumsal yapılar içine gömüyorlar. İktidar merkezini tehdit eden her şeye “politik” damgası vuruluyor. Olumsuz bir değer yükleniyor. Hemen itibarsızlaştırılıyor. Böylelikle iktidar, apolitik olanın cisimleşmiş hâliymiş gibi çıkıyor karşımıza. Bu tür bir ortam, Kenefâni gibi eleştirmenlerin hoş karşılamayacağı şeyler.

Kenefâni’nin burjuva adetleriyle zıt düşmek gibi bir derdi yok. Onun derdi, eleştirel yaklaşımıyla Filistin’in ulusal kurtuluş mücadelesini fikren beslemek. Kenefâni, basit ve keyfi bir tercihin değil, Siyonist edebiyatın alabildiğine politik olduğuna ilişkin tezi üzerinden belirli bir yaklaşım geliştiriyor.

Kenefâni, Siyonist liderlerin sömürgeci projelerine hizmet eden sanatsal faaliyetlerin ardındaki o “muazzam plan”ı görüyor. Tezini ispatlamak adına, bir dizi örnek sunuyor: Yail Dayan’ın Ürkmüş Kıskançlık, Ahad Haam’ın Siyonizm ve Yahudilikle ilgili denemeleri, Leon Uris’in Büyük Göç’ü ve yaratıcı içeriğe sahip, tarihsel daha birçok malzeme.

Kenefâni’nin eleştirisi, sadece metinlerle de sınırlı değil. Kenefâni, yayıncılık sektörünü ve onunla bağlantılı kültür kurumlarını emperyalist politikanın alanları olarak inceliyor. Bu noktada Nobel Ödülü komitesini özel olarak inceliyor:

“Nobel Ödülü komitesi, 1966 yılında Şmuel Yosef Agnon gibi böylesi bir ödül için gerekli edebiyat ölçütlerini yerine getirmeyen gerici ve şoven bir yazara neden ödül verdi?”

Kenefâni’ye göre Batı edebiyatı denilen alan, meritokrasiyi temel alan açık bir forum değil, açgözlü muktedir sınıfın tercihlerine göre biçim alan, onların kontrol ettiği bir pazar. Devrime bağlı olan birçok yazar adayı, bu sektöre girmek için uğraştı ama aynı akıbetle yüzleşti.

Kenefâni’nin net bir dille aktardığı biçimiyle, Siyonizmin ne Yahudilikle ne de Yahudi halkıyla bir alakası-bağı var. Bu noktada Kenefâni, Siyonist hareketin kendisini tarif ettiği süreçteki kopuklukları belirliyor ve bugün popüler olan tanımının kaynağının Batı emperyalizmi olduğunu söylüyor. Lafı dolandırmadan, meramını tüm yalınlığıyla aktaran Kenefâni, Filistin’in çilesi içerisinde Yahudilerin sahip olduğu yere işaret ediyor ve bu çilenin Filistin’in mülksüzleştirildiği süreçte Yahudileri Yahudiler adına masumlaştırmak için ortaya konulan fikri namussuzluk karşısında bir sapmayı ifade ettiği üzerinde duruyor. Bir yandan da Kenefâni, Yahudi halkıyla alakalı hâkim anlayışların Siyonizmi doğal bir oluşum olarak gören, gösteren normalleştirme çabalarının bir sonucu olduğunu ortaya koyuyor.

Siyonizm, kitabi bir geleneğin veya kültürel bir pratiğin ürünü olmamasına rağmen, ısrarla Yahudi halkının ana modeli ve nihai efendisi olduğunu, üstünlüğünü bu vasfının sağladığını söylüyor. Oysa bu, Yahudi halkının ayak bastığı tek toprak değil. Bu süreçte emperyalist güçler ve Sami ırkı sevicisi aydınları önemli bir rol üstlendiler.

Kenefâni, Siyonizmi Avrupa antisemitizmine karşı geliştirilmiş doğal bir cevap olarak görmüyor, bunun yerine, sınıf ve dini bağlılığı merkez alan, cemaat içi dinamikleri keşfediyor. Yahudilerin modern Avrupa’ya entegre edildiği sürece dair özeti, muhtemelen kitabın en fazla itirazla karşılaşacak bölümü. Ama gene de Siyonizmi varoluşsal zorunluluk olarak takdim eden yaygın hikâyeyi ters yüz eden yaklaşımı bize önemli kapılar açıyor.

Kenefâni’ye göre, Siyonizm nihayetinde içselleştirilmiş ırkçılığın ve sıradan Yahudi halkı hilafına emperyalizmin hâkimiyet ve birikim çabalarına hizmet edecek gücün peşinde koşmaya yönelik üstünlükçü eğilimin ürettiği bir tercihtir:

“Toplumsal bütünleşme ve asimilasyon ile ilgili fırsatların arttığı koşullarda biz, sosyo-ekonomik açıdan imtiyazlı olan Yahudi çevrelerinde şovenist akımın güçlendiğine şahit oluyoruz. Yüzyılın ortalarından itibaren kendisine alan bulan akım, sonrasında Siyonist edebiyat içerisinde ana akım hâline geldi ve 1897’de Basel’de düzenlenen Birinci Siyonist Kongresi’nde politik Siyonizmin birlik zeminine kavuşmasına öncülük etti.”

Bir yanıyla Hristiyan yazarları da içine alan bir kategori olarak Siyonist edebiyat haricinde Yahudi edebiyatına da hâkim olan Kenefâni, dini geleneklere, laik söylemlere ve dilsel gelişimlere dair çarpıcı bir anlayış geliştiriyor. Yahudilik çalışan hocaların, Kenefâni’nin her unsuru içeren tarihsel özetlerini provokatif bulmaları gayet doğal. Ama sömürülen tarafın gözüyle baktığımızda, ondaki keskin ferasetin kitabın en ikna edici niteliği olduğunu söyleyebiliyoruz.

Bu noktada bizim Kenefâni’nin “Siyonizm ne kültürel bir eğilim ne de politik bir zorunluluktur” cümlesine odaklanmamız gerekiyor. Kenefâni’ye göre Siyonizm, Avrupa’da Yahudiler arasında gelişen devrimci ve komünist politikayı susturmaya çalışan, kültür ve politikaya dair şoven fikirlerden kök alıyor. Kenefâni’nin tarihsel değerlendirmesi, Siyonizmin içine kök salmış çelişkileri ortaya koyuyor.

Demek ki Siyonist edebiyatı anlamak için eleştirmenin diğer toplumlarla uyuşmayan, onlardan ayrı, müstakil bir millilik anlayışını oluşturmak için işletilen zahmetli ve çoğunlukla çelişkilerle yüklü süreci analiz etmesi gerekiyor. Zira Siyonizmin ilk elden belirlediği politik hedefler, edebiyat gibi yaratıcı faaliyet alanlarındaki ustalık olmaksızın Batı’nın muhayyilesine hâkim olamazlar.

Yeniden yazma ve revize etme pratiği, Siyonizmin ve emperyalizmin Filistin’e hâkim olmak için belirlediği stratejinin en önemli özellikleridir. Hareketin liderleri, Doğu Akdeniz’e yerleşmek için geçerli bir bahane bulmak adına geçmişi eşeleyip durdular. Kaynak olarak yüzlerini kutsal kitaba döndüler. Bu, birçok akademisyene ilham veren bir pratikti. Fakat Kenefâni, bu alanda ortaya konulan ve belirleyici sonuçlar üreten icat pratiğinin kültürel ürünler üzerinden işletildiğini ortaya koyuyor. Yaratıcı yazım pratiği türünden kültürel ürünler, esas olarak ya Siyonist projeyi besledi ya da ideologlar ve muhtelif burjuvazi için eğilim belirleyen kişilerce Siyonizmin hizmetine sunuldu. Bu süreçte Benjamin Disraeli ve George Eliot gibi Viktorya döneminin o herkesçe bilinen isimleri bu davaya teksif edildiler. Kenefâni’nin üzerinde durduğu en çarpıcı örnekse, Eliot’ın Daniel Deronda isimli romanının bir yerinde karakterin ettiği laf. Orada romanın kahramanı, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmazdan yetmiş yıldan fazla bir zaman önce bu gayeden söz ediyor:

“[…] İsrail kazanırsa dünya da kazanır. Böylelikle Doğu, her milletin beğenisini ve kültürünü sırtında taşıyacak bir hamala kavuşacak. Düşmanlıkların son bulduğu bir yurt, Batı için Belçika neyi ifade ediyorsa onu ifade edecek, tarafsız bir zemin oluşacak.”

Kimi yönlerden Kenefâni, takip eden on yıllık dönem boyunca özellikle İngiltere’de ortaya çıkan kültür çalışmalarını önceden haber veren bir yaklaşım ortaya koyuyor. Stuart Hall ve Raymond Williams gibi Marksist eleştirmenlerin biçimlendirdiği bu eleştiri, nesnellik iddialarının kısıtlamalarına pek aldırış etmiyor, edebiyatı bilhassa komünizme karşı yürütülen propaganda faaliyetlerinde kullanılan ideolojik bir meta olarak ele alıyor. Siyonist Edebiyat Üzerine isimli çalışma, tarafsız bir kültür pazarı olduğu görüşünü reddediyor. Bunu aptalca ve ciddiyetsiz bir yaklaşım olarak görüyor. Kitaba göre kültür pazarı, sadece kapitalist endüstrinin ürünlerinin girdiği bir birikim alanı. Bu pazarda hegemonyanın estetik temeli, politik sağduyunun hammaddesi konuşuyor.

Bu temel üzerinden Kenefâni, Siyonizme bağlı olanların Siyonist edebiyatı idrak edemeyeceklerini söylüyor. Hatta bu kategorinin düşünceyi yeniden koşullandırdığı üzerinde duruyor.

Siyonist edebiyattaki asıl tuhaflık, onun ancak Siyonizmi reddetmek suretiyle okunur olması ile ilgili. Aksi takdirde bu edebiyat, modern dünyada doğal bir şeymiş gibi çıkıyor karşımıza. Siyonist edebiyat, amacına ulaşmak için amaçsızmış gibi görünmek zorunda. Kenefâni, onun yüzündeki maskeyi söküp almak için epey zaman harcıyor ve ideolojik içeriğini ifşa ediyor. Siyonist edebiyat, sömürgeci projenin hem başında hem de sonunda düşülmüş bir not. Bu iki vasfı birbirini inşa ediyor. Birini anlamak istiyorsanız, ikisini birden idrak etmek zorundasınız.

Peki böylesi bir yaklaşım, bizi düşünsel ve politik emek düzleminde nereye götürür? Muhtemelen okur, kitap boyunca bu soruyu soracak.

Kenefâni, kurtuluşa dair meseleleri tefekkür etmekten başka bir seçenek bırakmıyor bize. Uyguladığı tazyik, ara sıra sertleşen üslubu, bizim meselelere kayıtsız veya ilgisiz kalmamıza asla fırsat vermiyor. Kullandığı yöntem, tarafsız kalmamıza mani oluyor. Tarafsızlık, 1967 Savaşı sonrası Filistinlilerde ve Araplarda oluşan devrimci ruh haline yabancı olan bir anlayış.

Filistinliler, bu yaşanan yenilginin acısını direnişi yeni ve önemli biçimlere evrilterek yaşadı. FHKC, kurulalı daha birkaç ay olmuştu. Kenefâni, henüz 31 yaşındaydı. Hemen kollarını sıvadı.

Sadece politik malzemeyi değil, politikanın kendisini de analize tabi tuttu. Siyonist Edebiyat Üzerine isimli çalışması, bugünün okurunu da ilgilendiren bir çalışma. Filistin’de ve Filistin sınırlarının ötesinde karşılığı olan, önemli bir kitap. O, aynı zamanda kendi dönemini belgeliyor. Saldırgan Arapların kuşatması altında olan İsrail’in azimli insanları ile ilgili efsaneyi boşa düşürüyor.

Kenefâni’nin ele aldığı koşullar bugün de mevcut. Hatta daha ağırlaşmış halde. Bu anlamda, söz konusu kitabı basit bir eser olarak görmemeli. Kendi döneminin ürünü olsa da, Kenefâni’nin yaşadığı dönemde hüküm süren politik ve ekonomik koşullar üzerinde duruyor ama bugün yaşanan sömürgeci şiddetinden ve mülksüzleştirme pratiklerinden de bahsediyor.

Bugün yaşanan da dün yaşanan da deneyim olarak evrensel bir niteliğe sahip. Kenefâni’nin Siyonist edebiyatla ilgili değerlendirmelerinde amaç, Filistinlilerdeki devrimci duygunun ve milli kurtuluş mücadelesinin iyi bir dünya yaratma çabasından ayrıştırılamayacağını ortaya koymak. Kenefâni bunu, Siyonizmin zafer naraları attığı bir dönemde, Kuzey’de solcuların İsrail’in mağdur olduğuna dair hikâyeye kandıkları koşullarda yapıyor.

Ama Kenefâni ve Filistin davası, Güney’de müttefiksiz değil. Siyonist Edebiyat Üzerine kitabının yazıldığı ve yayımlandığı yıl Kenefâni’nin 1960 yılına dek yaşadığı Beyrut şehri, Üçüncü Afrikalı Asyalı Yazarlar Konferansı’na ev sahipliği yaptı. Kenefâni’nin de katıldığı bu etkinliğin[1] sonunda Filistin’le ilgili bir karar alındı. Kararda, dünyadaki tüm ilerici Afrikalı ve Asyalı yazarlara “Siyonist hareketin kurduğu kapsamlı kültürel komploya karşı durmaları çağrısı” yapıldı. Alınan başka bir kararda ise kültür sahasına sızan emperyalist ve yeni sömürgeci unsurlarla mücadele etme gerekliliğine vurgu yapılıyor, bu unsurlardan biri olan Siyonist hareketin “saldırı sürecinde emperyalistlerin çıkarlarına hizmet eden emperyalist bir araç” olduğuna işaret ediliyordu.[2]

Bu anlamda, Kenefâni’nin bu kitabın çevirisi üzerinden İngilizcede ve Batı dünyasında belirli bir anlama kavuşması çok önemli bir gelişme. Ama tercüme edilmiş olan kitabın farklı bir dile ait olduğunu bilmek, onun özgün dilindeki yankısını dikkate almak gerek. Asıl metne en fazla sadık kalan çeviride bile belirli kelimelerin ve ifadelerin bağlamı tam olarak aktarılamaz. Arapça yazılmış, İngilizceye aktarılmış, Filistin’e hasım olan bir dil ve coğrafya zeminine taşınmış Filistin’e ait bir yazıda mesele daha da çetrefilli bir hal alıyor.

Bu demek değil ki Siyonist Edebiyat Üzerine kitabı, tercüme edilmemeliydi. Bilâkis, kitabın tercüme edilmiş olması, onu özgün dilinde okuma imkânı bulunmayan insanların hayrınadır. Kenefâni’nin okur kitlesi genişledikçe diasporada azalma ihtimali bulunan, Filistin’in ulusal kurtuluş mücadelesine dair hassasiyet de artacaktır.

Kenefâni, Filistin toplumunu aktaran devrimci bir dile sahipti. Haysiyetli duruşundan zerre ödün vermeyen, kendi halkını yansıtan bu dil, okura kavrama gücü ve zengin bilgi birikimi sunuyor.

Kenefâni’nin derdi, ABD veya Filistin’deki liberallerin hassas yüreklerini hoş etmek değildi. O, Filistin davasına yoldaş olan insanlardan ve Filistinlilerden oluşan bir okur kitlesine sahipti. Bu kitap çevirisi, yeni kuşağın bu dava uğruna mücadele etmesini sağlayacak.

Bu, Kenefâni’nin okur kitlesi için hiç de ufak bir mesele değil. Kenefâni, Siyonizm konusuna uzun zaman kafa yormuş bir isim, ama zeki bir okur, kitabın gerçekte Filistin ve Filistinlilerle alakalı olduğunu anlayacak.

Kenefâni, İsrail denilen yerde yaşayan halka değinmeden İsrail’e dair bir şeyler yazılamayacağını biliyordu. Siyonist yazarlar, o toprakların yerlisi olan halkı kabul ediyor, Arapların orada yaşamaya hakkı olmadığını söylüyorlardı. Böylelikle Filistinli, insanlık dışı bir varlık olarak görülüyordu.

Asıl olaya geçmeden önce yazarla ilgili birkaç kelam edelim. 1972’de 36 yaşındayken İsrail tarafından katledilmeden önce Kenefâni, önemli bir isim olarak görülüyordu. Bugün sosyal medyada fotoğrafları ve videoları dolaşıyor. Filistin’in kültürel ve politik tahayyülünde halen daha canlı. Buna karşın Kenefâni, eserlerini ve ideolojisini şekillendirmiş olan devrimci ilkelerini tanımlayan maddi koşullardan kopuk, soyut bir olgu olarak ele alınıyor.

Altmışlarda ve yetmişlerde en şanlı dönemini geçiren FKHC, bugün o kadar ön planda değil. Ama gene de sahada ve Filistin’in milli sorununa dair analiz çalışmalarında halen daha belirli bir ağırlığa sahip.

Uçak kaçırma ve gerilla savaşı ile önemli ve somut bir miras bırakmış olan FHKC, etkili olan kimi görüşler de geliştirdi. Bu görüşlerin büyük bir kısmı, bahsini ettiğimiz kitapta da çıkıyor karşımıza: Siyonizmin emperyalist niteliği, devletin şiddetinin onaylanmasında dilin sahip olduğu önem, Siyonist yerleşimcilikte ve Filistin direnişinde sınıfın sahip olduğu öncelikli konum.

İsrailliler, Kenefâni’yi farklı tanıyorlar. (Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar da ondan az çok haberdarlar.) Siyonist siyasetçiler ve aydınlar, onu sadece düşman olarak görmüyorlar, ayrıca onu Siyonizmin mağdur ettiği kişiler için kullanılan ağır sözlerle anıyorlar: “müfrit, barbar, terörist.”

Marksizme bağlı bir isim olmasına rağmen Kenefâni, İsrail işçi sınıfının gözünde bir kahraman değil. Hatta bu sınıf, ondan epey nefret ediyor.

Kenefâni, İsrail işçi sınıfını ülkedeki hukuk sisteminde mevcut olan yapısal eşitsizlik ve Nekbe’deki o büyük zulmün ürünü olan çatışkılı bir yapı olarak görüyor. İşçiler arasındaki dayanışmanın ancak sömürgelikten kurtuluşla ve emperyalist hâkimiyete son verilmesiyle yaşama imkânı bulacağını söylüyor.

Bugüne dek İsrailliler, Kenefâni’yi gerçek manada tanımıyorlardı. Sadece ismini biliyorlardı. Eylemlerinden haberdarlardı. Şöhretli biri olduğunu duymuşlardı. Onu bir aydın ve eylemci, bilhassa insanlara ilham veren bir kişi olarak görmüyorlardı.

İsraillilere göre Kenefâni, huzura dair hayallerini bozan bir öcüden başka bir şey değildi. Ama Kenefâni, İsraillileri gayet iyi tanıyordu.

Başka bir yeteneğe, o kaşları kalkık bürokratları ve burjuva kurumlarıyla ezenin resmi bilgilerinden farklı bilgilere sahip olan ezilende güçlü bir sezgi mevcut: o, kendisini adaletsizlikten ve boyunduruktan kurtulmak zorunda olduğunu biliyor. Zorunluluk gereği, ezilen, ezendeki engin bilgiye sahip. Bu kitap, bu sözün kusursuz bir örneği.

Kurulduğu günden itibaren FHKC, kendi fikirlerine bağlı kaldı, devrimci teorinin o canlı birikiminden hiç kopmadı, aynı zamanda Frantz Fanon ve Amílcar Cabral’ın geleneği olarak direniş süreci boyunca aktif askeri varlığını muhafaza etmeyi bildi.[3] Örgüt, şiddeti, sadece toprak ve siyaset üzerinde egemenlik tesis etmenin aracı değil, kurtuluş yoluna atılacak ilk psikolojik adım olarak devreye soktu.

Kenefâni’nin politik ve edebi çalışmaları, bu örgütün yolundan kopuk ve ayrı şeyler değil. Siyonist edebiyatla ilgili değerlendirmesi, bir bakıma Filistin’in geleceğine dair bir tasvir.

Kenefâni’yi anlamak istiyorsak, birbirinden kopuk ontolojik ve düşünsel kategorileri terk etmek, en azından bu kategorileri dinamik ve birbirleriyle etkileşim içerisinde olgular olarak ele almak zorundayız. Siyonist Edebiyat Üzerine, kültürü emperyalizmden ayrı bir şey olarak alan fikre karşı çıkan, “politik” bir edebiyat eleştirisi olarak görülmeli.

Filistin’deki düşünce geleneği gibi Kenefâni’nin politik yazıları da Arapçada ciddi bir etkiye sahip olmasına karşın İngilizce konuşan dünyada yeterince bilinmez. Siyonist Edebiyat Üzerine isimli kitabın çevrilmesi, bu anlamda söz konusu eksikliğin giderilmesine dönük bir çabadır. Kenefâni’nin sunduğu güvenilir bilgiler ve deneyim, biz okurlara Siyonizm ve Filistin’in direnişi konusunda çok şey öğretecektir. Kitabın açtığı yol, bize şu internet çağında politik malzemeyi efsanelere boğulmuş halinden kurtarıp, onu maddi politika alanına taşıma imkânı sunacaktır.

Steven Salaita
27 Haziran 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Gassân’ın dul eşi Anni Kenefâni’nin bu çeviriyi yayına hazırlayan Louis Allday’e Mayıs 2022’de gönderdiği eposta. Anni, konferansın Filistin’le ilgili kararında Gassân’ın etkili olduğuna inanıyor.

[2] “Resolutions of the Third Afro-Asian Writers’ Conference” (25-30 Mart 1967, Beyrut, Lübnan). Kararlar, örgütün resmi yayın organı Lotus’ta aktarılıyor.

[1] Ocak 1973’te, Kenefâni cinayetinin üzerinden bir yıla bile geçmeden, Cabral da katledildi.

Kerbelâ Neden Unutturuldu?

“Gökkubbe Çöktü” [Hasan Ruhulemin -Tahran 2016]

 

Beş on yıl önce arkadaşlarla bir sohbet esnasında, yeri geldi Kerbelâ’dan bir örnek vermek istedim. Bir arkadaşımız sözümü kesti, “O konulara girme” dedi. Ben yine de devam etmek isteyince, sesi sertleşti. Devam etmemi istemedi; “dilimizi kirletmeyelim!” dedi.

Kerbelâ hadisesini çok geç öğrenmiş biri olarak bu “sansür” beni şaşırtmadı. Çünkü bireysel bir şey değildi. Hz. Hüseyin’in şehadeti, çok çeşitli teknikler kullanılarak, bir şekilde geri plana itilmişti.

Bu tekniklerden biri de bütün mutlu olayların bugüne denk getirilmesiydi. Hz. Yusuf’un kuyudan kurtulmasından tutun da, Yunus Aleyhisselam’ın balığın karnından kurtulmasına kadar hepsi 10 Muharrem’de olmuştu! Kızıldeniz bugünde yarılmış, Hz. Eyyüp bugün şifa bulmuş, Hz. Davud’un tevbesi bugün kabul edilmiş, Hz Nuh’un gemisi bugün Cudi’ye oturmuştu, Hz. İsmail bugün doğmuştu. Dolayısıyla “âşura” günü, böylelikle “aşure” gününe dönmüştü. Kerbelâ hadisesi de bu mutlu günler içinde bir detay olarak kalmıştı. Tarihimizin belki de bizim için en öğretici olayından mahrum bırakılmıştık.

Peki neden böyle yapılmıştı? Kerbelâ’yı hakkıyla öğrenseydik, Hz. Hüseyin’in neden şehid edildiğini bilseydik, ne olurdu?

Çok şey olurdu.

Her şeyden önce bugün Gazze’yi yalnız bırakmayı böylesine meşrulaştıramazdık. Bin bir mazeret bularak İsrail’le ilişkileri normalleştiremezdik.

Kendini “hadimül haremeyn” görenler saraylarda oturamazdı. Emperyalistlerin elini sıkamazdı.

Eğer Hz. Hüseyin’in “Kanım dökülmeden ayakta kalmayacaksa Muhammed’in dini, ey kılıçlar gelin alın beni! Parçalayın bedenimi!” sözü şiarımız olsaydı, kimse bize boyun eğdiremezdi.

Hz. Hüseyin’in bu şiar uğruna altı aylık yavrusunu feda ettiğini kalbimize yerleştirmiş olsaydık, bugün Siyonistler bu bölgede kimsenin kılına zarar veremezdi.

Büyük camiler yapmanın, büyük ihanetleri örtemeyeceğini bilirdik. Makam için, mevki için, para ve unvan için insanların nasıl dönüşebileceğini aklımızdan hiç çıkarmazdık.

Eğer Kerbelâ’yı hakkıyla öğrenseydik, zalim sultanların karşısında nasıl durulacağını, onların yüzüne hakkın nasıl haykırılacağını Hz. Zeyneb’ten öğrenirdik. Kerbelâ’nın misyonunu bir kadının tarihe nasıl taşıdığını bilirdik. Şiarlarımız uğruna en yakınlarımızı feda etmeyi felaket değil “güzellik” olarak görmeyi Zeyneb’in “Ben Kerbelâ’da güzellikten başka bir şey görmedim” sözünden öğrenirdik.

Kerbelâ’nın “almak değil, vermek olduğunu”; bir medeniyet dersi olduğunu, bir insanlık dersi olduğunu hakkıyla öğrenmiş olsaydık, bugün insanlığın umut meşalesi olabilirdik.

Eğer dersimizi Kerbelâ’dan almış olsaydık, kimseye aldanmaz, kimseyi de aldatmazdık.

Merhum Şeriati’nin söylediği gibi; ya Hüseyin gibi gider, ya da Zeyneb gibi kalırdık.

Mücahit Gültekin
7 Temmuz 2025
Kaynak

07 Temmuz 2025

,

Sumen


2001 senesinde bir arkadaş, bir vesileyle, sağ siyasetteki birlik görüşmelerinden haberdar olur. Neticede AKP’yi doğuracak süreçle ilgili bu konuyu Teori ve Politika dergisi sahibi Metin Kayaoğlu ile sohbet sırasında gündeme getirir. Kayaoğlu, “O işten bir şey çıkmaz” der. Dedikten iki yıl sonra AKP, iktidar olur. En Marksistinin bile öngörüsü, Suriye’deki savaş sürecinin ilk günlerinde “Suriye’de bir şey olmaz” öngörüsünde bulunan Hüsnü Mahalli düzeyindedir.

O sol, 2007’ye dek AKP’yi ağzına almadı. Hatta hapishanelerde F tipine karşı mücadele yürüten örgüt, 2004 1 Mayıs’ına AKP karşıtı dövizlerle geldi. Tüm örgütler, “Ne AKP’si ya, asıl önemli olan…” cümlesiyle tepki geliştirdiler. O üç noktayı bazıları, “derin devlet”le, bazıları “emperyalizm”le, bazıları “kapitalizm”le dolduruyordu. Herkesin derdi o günlerde AKP karşıtlığını boşa düşürmekti. Çünkü AKP Avrupa Birlikçiydi.

Ama sonra 2007’de Cumhuriyet gazetesi, “Tehlikenin farkında mısınız?” dedi. Cumhuriyet mitingleri yapıldı. Tüm sosyalist örgütler, “aslolan AKP’dir, onunla mücadele etmek gerekir, devrim olacaksa AKP yıkıldığında olacak” dedi. İçtimaya alınan örgütler, bir bir sahaya sürüldüler. Oyalama, kandırmaca, reformizm, AKP iktidarını bugünlere getirdi.

Reformist partinin, misal TKP’nin bildirilerini, yazılarını yapay zekâya yazdırması, filmlerini ona çektirmesi, bunun için. Yapay zekâyla çekilmiş NATO filmi, TKP’nin bilinçaltına dair bir şeyler söylüyor. Neticede ABD ve NATO, TKP’nin “kirli işler”ini yapıyor. Natocularla tartışarak onlarla eşdüzleme yerleşmek isteyen parti, onlara karşı bileylenen silahları kırmaya çalışıyor, aşağıya “eleştiriyle yetinelim arkadaşlar” emrini veriyor.

Bu yapay zekânın ırkçı olduğu söyleniyor. New York’ta polislerin olay yerlerine gönderilmesi işlemi yapay zekâya bağlanıyor. Bir yıl sonra görülüyor ki yapay zekâ, polisleri en çok zenci mahallelerine göndermiş. Ya da bir yerde donör eşleştirme işlemi de yapay zekâyla ilişkilendirilmiş. Görülmüş ki yapay zekâ, siyahi bir hastaya beyaz bir donörün böbreğini vermemiş.

Aynı ırkçılık, TKP’nin videosunda da var. Video tek bir zenciyi içermiyor ayrıca çizilen tiplerin hepsi belirli bir estetiğe uygun. TKP, NATO’yu yakışıklı, semiz ve güzel olarak resmetme gereği duymuş. Çünkü o Natocu bir ülkenin resmi KP’si. Bugün yobaza, gericiye, Ortadoğu’ya ve Ortaçağ’a karşı herkes Altıncıfilocu! Dün o filoya secde edenler yerlerini secde edenlerin saldırdıklarına bıraktı.

Yapay zekâ ürününe dönüşen sosyalist örgütler, halktan kopmak istiyorlar. Pandemiden beri yabanın, kirin uzağında durmaya çalışıyorlar. Durmak isteyenleri örgütlüyorlar.

“Bu ülkenin ve sınırlarının güvenliği benden sorulur” diyen TKP, mottosunu filmdeki duvarlara kazıyor. “Güvenlik refah demektir” diyor. Parti de tüm siyasetini bu cümle üzerine kuruyor.

2007 sonrası AKP’yi keşfedenlere, bu reformist ve resmi örgütlere dini ve Müslümanı dövme işini verdiler. Oradaki sınıf mücadelesini yok ettiler. “Tehlikenin farkında mısınız?” reklâmını seslendiren kişinin kızını cumhuriyet mitingini düzenleyenin yaveri olan gazeteciyle evlendirdiler. O mitinglerin tek “hayırlı” sonucu bu oldu! Ama sosyalist harekete hiçbir hayrı olmadı. Hareket, hiçbir mevzi örgütlemedi. CHP’ye ve burjuvaziye örgütlendi. Ayırıcı hiçbir vasfı ve özelliği kalmadı. Bugün Yılmaz Özdil’e “işçi düşmanı” diye küfrediyorlar. Oysa Özdil cumhurbaşkanı adayı olsaydı koşa koşa oy vereceklerdi.

2007 sonrası sosyalist hareket, Müslüman düşmanlığını iş haline getirdi. Aslında burada AKP’nin Refah Partisi ile Demokrat Parti geleneği arasındaki ilişki üzerine kurulu olduğu gerçeğine müdahale edilmek isteniyordu. Bu istek, hem devletin hem de burjuvazinindi. Refah Partisi ile ilişki kuruldu diye birilerinin “bitleri kanlanabilirdi.” Kitleyle ilişki kurdu diye Demokrat Parti geleneği gaza gelebilirdi. Neticede altmış darbesiyle ilgili notunda CIA, CHP’nin bu geleneğe karşı gerilla mücadelesi bile verebileceğini söylüyordu.[1] Devletin ve sermayenin ölçüsü, ölçütü, ölçeği belliydi. Başka coğrafyalara talan ve yağma için giren burjuvazi, devlete Müslüman’ı dövdürttü.

Müslüman düşmanlığı, o Demokrat Parti geleneğini ürkütmek, tedirgin etmek, saflaştırmak, bölmek için yapılmış bir hamleydi. Yani sosyalist hareket, abisi CHP ile birlikte Demokrat Parti geleneğiyle Müslüman hat arasına kama sokmak için uğraşmaktan başka bir şey yapmadı. Kentli, içki içen, mini etek giyen, yurtdışıyla ilişkili olan sağ kesimi AKP’den uzaklaştırmak için uğraştı. Sonunda elinde paganist, ırkçı bir Türkçülük kaldı. Yılmaz Özdil-Ümit Özdağ karışımı bir şeye dönüştü. Millet olma vasfının silinmesinin kimlerin işine geldiğine hiç bakmadı. Bayrağı dinden imandan arındırdı, ancak o şartla sahiplenebildi. Bayrak bile bayrak değildi. Sol, her gittiği, her değdiği yeri kuruttu.

Sosyalist hareket, öz olarak gördüğü burjuva devrimini sahipleniyor, kabuğa saldırıyor. Devleti ve sermayeyi sahipleniyor, ilerlemeye yoldaş oluyor, sadece hükümete hücum ediyor. Devleti koruyor, hükümeti eleştiriyor. “Ah biz bi yönetsek”ten başka bir şey söylemiyor. Hükümet eleştirisi, ancak burjuva bir zeminde anlam kazanabiliyor.

Aslında sosyalist hareket, kapitalizmin, burjuvazinin, sermayenin ve devletin tüm kirini pasını “hükümet” denilen sumenin altına atıyor. Onları temize çekiyor. 12 Eylül sonrası Özal liberalizmi karşısında gözleri buğulanan, gözleri ışıldayan, gözleri kamaşan sosyalist örgüt şefleri, gizliden gizliye, içten içe o ilerlemeye alkış tutuyorlar. Sadece ilerlemeden pay istiyorlar. Halk da sınıf da ezilen de umurlarında değil.

Sol, ilerlemeyi savunuyor, madenler açılmasını istiyor, her yanı yağmaya açan Kemal Derviş yasalarına ses etmiyor, maden mühendisleri odasından gelen paralar karşılığında toprakların, ormanların yağmalanması karşısında susuyor. Ama bir yerde hükümet, maden açınca eylemi de ilkin koşup o sosyalistler yapıyor. Bu samimiyetsizliği kimse sorgulamıyor. Sırf hükümet yaptı diye bir şeyleri eleştiriyor, ama öze sahip çıkıyor. Elektrikli arabayı eleştiriyor ama “bizim sanayimizin düzeyini gösterdiği için önemli” diye sahipleniyor. O arabanın Avrupa sermayesi için üretildiğini söyleyemiyor. Çünkü herkes Avrupa’nın uşağı.

Sol, inşaat mühendisleri odasından gelen paraları yiyor, ama o odanın imza verdiği inşaatlar her yanı sarıyor. Bir inşaat işçisi ölünce yalandan feveran ediyor. En fazla, “yönetemiyorsunuz gidin, yangın uçağını biz alırız” diyebiliyor!

Bir kısmının sosyalizm diye bildiği, Avrupa ve Amerika. İzmir yanıyor, “ama baksanıza İspanya yanmıyor!” diyor. Aslında “Bu ülkedeki kapitalizm, devlet, sermaye ve burjuvazinin ilerleyişini bu iki güç yönetsin de refaha ulaşalım” diye düşünüyor. Tek siyaseti, yurtdışındaki uygulamalarla buradaki uygulamaları kıyaslamak. Burayı Avrupa’ya bakıp kötülemek. Ama kimse, Hollanda polisinin veya Fransız polisinin gözleri kör eden müdahalelerine bakmıyor. Buradaki devletin polisinin oralarda eğitim aldığını görmüyor. Emperyalizmin içsel bir mesele olduğu gerçeği ile hiç ilgilenmiyor.

Sumen altına atmakla meşguller. Sadece kapitalizmin, burjuvazinin, sermayenin ve devletin kirli, tehlikeli ve yanlış görünmesini istemiyorlar. Tüm pisliği, günahı, yanlışı hükümetin sırtına atıp bunları temize çekmek, arındırmak için uğraşıyorlar. Hükümet eleştirisi, bir sumen olarak iş görüyor. “Yönetemiyorsunuz” lafı her şeyi bireyselleştiriyor, bağlamından kopartıyor, siyaseti burjuvaziye mahkûm ediyor. Oysa AKP, devlet ve sermaye adına ülkeyi gayet iyi yönetiyor! Halkı o devlete kul, sermayeye köle etmeye çalışan sosyalist hareket, meseleyi yönetememe meselesine indirgiyor. O da verilen görevi layıkıyla yapıyor.

Eren Balkır
4 Temmuz 2025

Dipnot:
[1] CIA’in 27 Mayıs Değerlendirmesi”, 26 Mayıs 1961, İştiraki.

06 Temmuz 2025

Trump’ın Projesi Başarısız mı Oluyor?


Elon Musk ile Donald Trump’ın arasına (en azından şimdilik) kara kedi girdiğini görüyoruz. Bu ayrışma, televizyon ekranlarına da yansıyor. Ama bu eğlenceli içerik, kimseyi kandırmasın. İkili arasındaki atışma, Amerika’yı Yeniden Büyük Yapalım koalisyonunun temel bir çelişkiyle malul olduğunu ortaya koyuyor. Muhtemelen bu çelişki, ileride önemli bir gelişmeye yol açacak ve Trump Projesi’nin çöküş sürecini başlatacak.

Son ABD seçiminin ana meselesi, Silikon Vadisi’nin aşırı zengin teknoloji oligarklarının Demokratlara sırtını dönüp Trump’a destek sunmasıydı. Bu destek, para temin etti ama daha da önemlisi, Amerika’nın ışıl ışıl parıldayan bir ödüle kavuşmasını sağladı. Bu anlamda artık Amerika, dünya ölçeğinde veri depolama ve yapay zekâ gibi alanlarda tekel haline gelebilirdi. Amerika, artık Yanis Varufaki’nin “sermaye bulutu” dediği, devasa veri arzına ve onunla bağlantılı Büyük Teknoloji platformlarına erişim imkânı üzerinden rant ve komisyon elde edebilecekti. Amerika’nın veri tekelini eline geçirmesi durumunda bu ülke, dünyanın düşünme tarzını yönlendirme, ürünleri ve tasarım biçimlerini kendince tanımlama imkânına kavuşabilirdi.

Ayrıca borçları karşılamak için yüksek miktarlarda sermaye akışını güvence altına alan, ticaretin ana para birimi olarak Amerikan dolarının tekel haline gelmesinde olduğu gibi, veri tekelinin de kârlı olabileceği üzerinde duruluyordu.

Ama teknoloji oligarkları ile Trump’ın ardında toplaşmış popülistler arasındaki koalisyon çözüldü. Çünkü her iki taraf da ülkenin kültürel geleceği ve yapısal borç krizi konusunda birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan vizyonlara sahipti.

Musk ve şürekasını ifade eden bir tabir olarak “Teknoloji Kardeşliği”, alabildiğine radikal bir yapı. Onu “otoriter liberterizm” üzerinden tanımlamak mümkün. Peter Thiel, her türlü demokratik sınırlamadan muaf olan küçük bir grup oligarkın dünyayı yönetmesi gerektiğini söylüyor. Bu yaklaşım, geleceğin “yıkıcı teknoloji”yi esas alması, robotik ve yapay zekâ güdümlü olması, nüfusun yapay zekânın yönettiği kontrol mekanizmaları üzerinden yönetilmesi gerektiği üzerinde duruyor.

Trump’ın ekonomi ekibi ise tümüyle farklı düşünüyor. Bu kesimin jeopolitika anlayışını tabi kıldığı ana hedefi, doların dünyada ticaret sahasında kullanılan ana para birimi olarak sahip olduğu gücü pekiştirmek. Ancak bu hedefe Amerika’nın artık sürdürülemez olan kamu borcunu çözüme kavuşturarak ulaşılabilir.

Buradaki fazla, 1970 sonrası oluşan dengesizlikle ilgili. O yıl ABD ticareti açık verdi. Dünya, dolarla borç aldı, dolar dünyanın üzerine boca edildi ama bir yandan da Amerika’nın üretim alanı daraldı, daralmaya da devam ediyor.

Başka bir ifadeyle, ABD, bu sermaye akışından muazzam fayda sağladı ama artık onun kendi kendisini düşürdüğü bu borç tuzağından kurtulması mümkün değil.

Trump ve ekibi, bu dengesizlik sorununu doları yüzde 30 oranında değersizleştirip, şirketlerin ödediği vergileri düşürerek, böylece dışarıya kaçmış imalat sahasını ülkeye döndürerek, neticede yurt dışında birikmiş dolar borcunu ABD’nin üretim kapasitesine nispetle, kontrollü olarak düşürerek çözüme kavuşturmayı öneriyor.

Ama bu öneri, borç sorununa çözüm olamaz, sadece zaman kazanılmasını sağlar.

ABD, dünyayı ihtiyatsız bir yaklaşım üzerinden anlaşma imzalamasını sağlamak adına, fiyatlandırma alanında “şok ve dehşet” stratejisine başvuruyor. ABD’nin NATO için daha fazla para harcanmasını istemesi de ABD’nin “iflas etmemek için başvurduğu yöntemlerden biri” aslında. Burada ABD, borçları yeniden yapılandırma derdinde.

Bugüne dek planlanan hiçbir şey gerçekleşmedi. Çünkü Çin, bu sürece direnç gösterdi. Sonuçta ABD tahvil piyasası (borç piyasası), bugün dengede ama her açık satışta Amerika’nın yüreği sıkışıyor.

Meseleyi sadeleştirirsek: Trampçılar, Maskçıların distopik vizyonuna karşı insanı temel alan ekonomiye ve iyi ücretlerin ödendiği düzene geri dönülmesini istiyorlar. Maskçılarsa geleceği teknolojinin, robotların ve yapay zekânın inşa edeceğini, insan dışı bir geleceğe uzanılması gerektiğini söylüyorlar. Burada iki görüş de birbiriyle çatışıyor.

Trump destekçisi Steve Bannon, Elon Musk’ı tam da bu bağlamda “dönek” ilan ediyor, “illegal yollardan ülkeye girmiş bir göçmen olduğunu”, “sınır dışı edilmesi gerektiğini” tam da bu bağlamda söylüyor.

Asıl soru şu: böylesine çelişkili iki vizyon, nasıl oldu da birbirleriyle ittifak kurdu?

Trump, başkan seçilmek için anlaşma yapmak zorunda kaldı. Sadece ABD ekonomisinin kurtuluş yolu değil, Amerikan siyasetini kontrol eden karanlık derin devletin üst tabakasıyla arasındaki sorunu çözüme kavuşturma yolu konusunda aşırı zenginlerle, finans kesimiyle anlaşmak zorunda kaldı.

Trump’ın anlaştığı bu nüfuzlu kişiler, kutsal görülen güvenlik mekanizmasını koruyan “tanrılar” olarak iş görüyorlar. Bu anlamda, ABD’nin İsrail’e koşulsuz, başında kim olduğuna bakmadan destek sunması gerektiğini söylüyorlar, ayrıca Rusya korkusunu körüklüyorlar. Ama bir yandan da bu kişiler, Amerika’nın finans alanında elinde bulundurduğu kalenin güvenliğine dair derin şüphelere sahipler. Zaten bu yüzden “Çin’in küresel finansın geleceği için yapılan savaşı kazanmasına izin verilemez” diyorlar.

Bu iki farklı olgu nasıl bir araya geldi?

Evans Osnos, The Haves and the Have-Yachts [“Zenginler ve Yat Sahipleri”] isimli yeni kitabında Lee Hanley adındaki bir adamın Amerikan sağını son dönemde nasıl biçimlendirdiğini açıklıyor. Trump’ın Amerika’yı Yeniden Büyük Yapalım programını ilk hazırlayan isim olan Steve Bannon, Osnos’u “Amerikan tarihinin adı anılmayan kahramanlarından biri” olarak tarif ediyor. Bannon, ayrıca Osnos’un Trump yandaşlarını çok sevdiğini, her daim sözünün arkasında durduğunu söylüyor.

Wessie du Toit’nin yazdığına göre, Lee Hanley, aşırı zenginlerden biri. Yazar, Osnos’un “Amerikalı aşırı zenginler tek bir partide birleşmiş durumda değiller” sözünü alıntılıyor. Bu zenginlerin ayrıştığını söylüyor.

Forbes dergisi, 2024 seçimleri öncesinde, Kamala Harris’e bağış yapan milyarderlerin sayısının Trump’a bağış yapan milyarderlerden fazla olduğunu ortaya koyan bir habere yer verdi. Bir tarafa 83 milyarder, diğerine 52 milyarder bağış yapmıştı. Ancak habere göre, Cumhuriyetçi adaylara ve muhafazakâr politikalara destek veren milyarder ailelerin oranı üçte ikiydi. Forbes dergisinde çıkan haber, aynı zamanda milyarderlerin politika sahasında yaptıkları harcamaların 2010’a kıyasla 160 kat arttığını söylüyordu.

Wessie du Toit yazısında Osnos’un “Trump’ın seçim stratejisinde Hanley’nin ağırlığı olduğuna, onun muhafazakâr elitlerle beyaz işçi sınıfı arasında koalisyon kurduğuna” dair ifadelerine yer veriyor.

Anlaşılan o ki Amerikalı elitler, iktidarda kalmaya devam etmenin bedeli olarak Trampçılığın şartlarını kabul ediyorlar.

2012 seçimlerinde başkan adayı olarak yarışan Mitt Romney’nin yaşadığı yenilgi sonrası Lee Hanley, ABD’deki ortamı derinlemesine anlamak için bir anket yaptırıyor. Kendisine “ülkedeki hoşnutsuzluk düzeyinin herhangi bir tedbirle kontrol altına alınamayacak düzeye ulaştığı” söyleniyor. Hanley, bu noktada bu hoşnutsuzluğu kendi lehlerine yönetecek tek siyasetçinin Trump olduğuna ikna oluyor. Gidip diğer zenginleri ona bağış yapmaya ikna etmek için çalışma yürütüyor. Bu kurnazlık üzerine kurulu yatırım, sonuç veriyor. Trump, Bannon’ın sözünü ettiği “hobbitlerin”, yoksul ve dışlanmış kesimlerin öfkesinin sesi oluyor, ama nasıl oluyorsa başkanlığı için muazzam bir servet harcanıyor.

Osnos, “Trump’un paranın bilhassa açgözlülük, adalet, özgürlük ve hâkimiyet üzerine kurulu Amerikan düşüncesinin ürünü olduğunu” söylüyor. Osnos, burada popülist Trampçıların sözünü ettiği devrimden farklı bir devrimin gerçekleştiği iddiasında.

Yıllar içerisinde zenginlerin belirli bir kesimi servet biriktirme imkânlarını sınırlayan her şeye karşı çıktı. Ellerindeki kaynakların kendilerine yurttaşlara karşı özel bir sorumluluk yüklediği fikrine de itiraz ettiler. Bu zenginler, kendilerini sadece kendi kaderlerinden sorumlu olan, kendilerine yakıştığını düşündükleri o servetin keyfini çıkartma hakkına sahip özel bireyler olarak gören radikal liberter bir etiği benimsediler.

Buradan, Osnos’un kitabının başında değindiği, Trampçılarda görülen açmaza işaret etmek gerekiyor: “Bu yoksullar, Elitlere hakaret edip New Yorklu bir emlak zenginin milyarder oğluna neden tapıyorlar?” Osnos, bu soruya “Hanley’nin 2012’de gördüğü hoşnutsuzluk düzeyinin elitleri servetlerini ve oligarşik düzenlerini korumak için popülizmin bu biçimini benimsediler” cevabını verirken muhtemelen haklı.

Ortada bir sorun olduğu çok açık: bu popülist devrimcilerin değerleriyle Trump’a destek veren Peter Thiel, David Sachs, Elon Musk ve Marc Andreessen’in değerleri çatışıyor.

Peki bu sorun nasıl çözülür? Trampçılar, Silikon Vadisi’ndeki oligarkların kongre seçimlerine doğru Demokratlarla yeniden birleşmelerinden korkuyorlar. Hatta Musk’ın orta yolcu bir üçüncü parti kurma ihtimali bile var ki Musk, sosyal medyada bu fikrini paylaştı.

Trump’ın dış politikasını oluşturan, Çin’le anlaşma yapma, İran ve Batı Asya’nın İsrail’le ilişkilerini normalleştirme ve Rusya ile ilişkilere yeniden başlama gibi başlıklarda hiçbir ilerleme sağlanamaması, mevcut çelişkilerin daha da yoğunlaşmasına neden oluyor. Öte yandan, Trump’ın acilen gümrük anlaşmaları imzalaması gerekiyor, çünkü Amerika’nın borcu ve mali durumu bunu şart koşuyor.

Trump’ın önerdiği jeopolitik öneme sahip anlaşmalar, Amerika’nın müzakere sürecindeki hâkimiyetini, elinde tuttuğu kozları esas alıyor. Ama görülüyor ki Trump’ın elindeki kartlar o kadar da önemli değilmiş. Çin, “halen daha yönetilmesi zor bir ülke”, İran ve Rusya’nın ondan aşağı kalır bir yanı yok.

Gerçekte Trump yeterli koza sahip değil, Ama Senato sahip. Senato, Trump’ın vergi kesintileri, sınır güvenliği gibi konuları içeren Tek Büyük Güzel Kanun Tasarısı’na onay vermeyebilir, Rusya’yla gerilimin tırmanmasını, İran’ın nükleer geliştirmesine izin vermemeyi isteyebilir.

Trump’ın ekibi, Rusya’nın nükleer caydırıcılığına yönelik saldırının Putin’i ABD’nin şartlarını belirlediği bir ateşkesi imzalamaya mecbur edebilir diye düşünüyor ama bu düşüncenin gerçekte hatalı olduğu görüldü.

Trump, Ukrayna’nın Rusya’ya ait stratejik öneme sahip bombardıman uçaklarına yönelik saldırısından haberdar olmadığını söylese de Rusya, bu durumu epey ciddiye aldı: Larry Johnson’ın Moskova’dan geçtiği habere göre, kendisiyle konuşan, Rus Savunma Bakanlığı Uluslararası Askeri İşbirliği Ana Direktörlüğü’nde çalışmış, sonrasında emekli olmuş general Evgeni Buzinski, “Putin’in küplere bindiğini” söylemiş. Ardından general, Rusya ve ABD’nin Küba füze krizinden beri ilk kez nükleer savaşın eşiğine geldiği uyarısında bulunmuş.

Moskova’da bugün Trump’ın gerçek hedefinin ta başından beri Putin’i onu politik açıdan zayıflatacak bir ateşkesi kabul etmeye zorlamak mı yoksa Rusya’yı Ukrayna’yla sürekli savaş durumuna mahkûm etmek mi olduğu sorusu soruluyor. İkinci seçenek, Trump’ın Rusya’yı bertaraf edip doğrudan Çin’in karşısına dikilme ihtimalini güçlendiriyor. Bu Çin’le kapışma hedefi ta 2016’da belirlendi ve muhtemelen Amerika’daki tüm iktidar merkezlerince onaylandı.

İlk olarak Trump, ABD senatosunun ve derin devletinin Rusya ile ilişkilerin her türden dönüşümüne sert bir şekilde karşı çıkacağını, bu dönüşümün Rus devletini daha da güçlü kılacağını görmeliydi. İkinci olarak Trump, Rusya’nın yenilmesi için çalışması konusunda CIA’ye yetki veren Biden yönetiminin kararını terse çevirecek tek bir adım atmadı. Peki neden? Trump’ın ilişkileri normalleştirmeye yönelik adımlarına ne oldu?

Bilmiyoruz.

Bildiğimiz tek şey, Trump’ın ekibinin Rusların mizacını yanlış okumuş oldukları. Bu yanlış okuma neticesinde Rusya ve diğer birçok ülkenin Vaşington’un çıkarlarıyla çelişen sonuçları kendilerine dayatma girişimlerine karşı koyma konusundaki kararlılıkları daha da arttı. Trump’ın doları ticaret sahasında kullanılan hâkim para birimi olma vasfını koruma hedefi üzerine kurulu stratejisinin işleyip işlemeyeceği, ülkelerin ABD’ye yönelik güvenlerine bağlı.

Güvense her şeydir.

Ve bu güven denilen “sermaye”, hızla eriyor.

Alastair Crooke
11 Haziran 2025
Kaynak

05 Temmuz 2025

, ,

Halklar ve Rejimler: Antiemperyalizm ve İran İslam Cumhuriyeti


ABD ve İsrail’in İran İslam Cumhuriyeti’ne yaptığı saldırı, Vaşington’un bölgeye, özelde İran’a yönelik olarak yürüttüğü savaşın son aşamasını ifade ediyor. Kimi zaman bu savaş, füzelerle ve robot helikopterle kimi zaman da yaptırımlar, yoksullaştırma ve kuşatma gibi şiddet araçlarıyla sürdürüldü.

Bu savaşların amacı, kalkınma imkânlarının ortadan kaldırıldığı, devletlerin çökertildiği süreci hızlandırmak. Savaşları yürütenler, ABD’nin güvenlik şemsiyesi dışında duran egemen devletleri yok etmek için çalışıyorlar. Onurlu bir yaşam arzusunun cisimleşmiş hali olabilecek, kurtuluş hareketleri için birer araç ve koruma zırhı olarak iş görebilecek, ülkeleri boğan ambargoları alt etmek için oluşturulmuş barışçıl ticaret yollarıyla, veto, teknoloji ve silah gibi imkânları kullanmak suretiyle, dayanışmanın gücünü artırabilecek her devlet, hedefte.

ABD ve İsrail’in İran İslam Cumhuriyeti’ne ABD’nin sürece gizlice dâhil olması ardından gerçekleştirdiği saldırılara iki açıdan yaklaşıldı.

Bir taraf, İran’ın kendi kaderini tayin hakkını ve emperyalist güçlere karşı kendisini savunma hakkını savunan sözler sarf etti. Bu kamptakiler, İran halkının kendilerine uygun hükümeti seçme hakkına vurgu yaptılar, yıkıcı saldırıya yönelik direnişlerine destek çıktılar ve ABD ile İsrail’e tüm askeri operasyonları derhal durdurmaları çağrısında bulundular. Bu kamptaki bazı kişiler, daha da ileri giderek, İran’ın bölgedeki direniş güçlerine sunduğu maddi desteğin, bölgedeki asimetrik güce sahip milislere, egemen devletlere ve halk hareketlerine yönelik teknolojik, lojistik ve askeri desteğinin özgürleştirici ve adil olduğunu söylediler.

Diğer kamptakilerse ki askeri bir terim olarak “kamp” bu kesim için gayet yerinde bir kelime, soyut, net bir tanıma sahip olmayan bir halkla dayanışma ilişkisi kurulamayacağını söylediler. Bunlara göre, İslam Cumhuriyeti’ne de rejime de devlete de destek sunulamazdı. Bu kamptakiler, İran İslam Cumhuriyeti ordusuna, yönetim aygıtına mesafeli olduklarını ortaya koydular. İran’a has olan, baskı, otoritarizm, İslami yönetişim, alt-emperyalizm gibi kirli hususlardan beri olduklarını dile getirdiler.

Oysa bu, yanlış hatta tehlikeli bir duruş.

Tarih, bir halkı yücede tutan seçmeci dayanışma pratiklerinin yanlışa sevk ettiğini ortaya koyan birçok örnekle yüklü. Gazze’de Hamas, Libya ve Suriye rejimlerinin ezdiği veya yeterince temsil etmediği “halk”ı yüceltenler, Apaçi helikopterlerini, B-52 bombardıman uçaklarını ve ölüm mangalarını “devrimci”ymiş ve kurtarıcıymış gibi takdim edebiliyorlar.

Zaten ABD ve İsrail’deki propaganda araçları da hep “halkı değil rejimi hedef alıyoruz” dedi. Sivil halkta yaşanan kayıplar “tali hasar” olarak görülüp göz ardı edildi. Hastaneler “yanlışlıkla” fırlatılmış füzelerle vuruldu. “Altyapıya verilen hasardan tabii ki pişmanız ama altyapı yanlışlıkla vuruldu” ya da “altyapıyı hükümet kötü yönetmiş” denildi. Yaralı ve ölü sayılarıyla bilerek oynandı. Bu noktada sivilleri, 16 yaşından büyük silahlı erkekleri “askerler”e dönüştüren, gayet yaratıcı hesaplama teknikleri kullanıldı.

Batılı insan hakları örgütlerinin ve akademisyenlerinin Gazze’de Ehli Vaftiz Hastanesi’ni Hamas füzelerinin vurduğunu söyleyen yalanı papağan gibi yinelediklerini, sürekli Hamas’ın komuta merkezleri olarak gösterilen Gazze hastanelerinin İsrail eliyle yıkılması için gerekli ideolojik zemini teşkil ettiklerini unutmayalım.

Birçokları, bugün İsrail’in sivil kurumlara yönelik gerçekleştirdiği saldırıları kınıyor ama İran ordusuna yapılan saldırıları kınamaya yanaşmıyor. İran’ın ordusu üzerinden kendisini savunma hakkını savunmayı kimse istemiyor.

Bu da bizi temel bir soruyla karşı karşıya bırakıyor: Ordu nedir, devlet nedir?

Devletin içteki baskı mekanizmasının motorundan başka bir şey olmadığı tespiti, vehimden başka bir şey değil. ABD’de o ünlü “tüm devleti ilga edelim” diyen anlayıştan ilham alan, umutsuz kötülüğün kol gezdiği şenlik ortamının gerçeklikle bir alakası yok. Philip Abrams’ın net ifadesiyle devlet, hem bir fikir hem de kurumlar toplamıdır. Bu ikisi iç içe geçer. Kurumlar fikri uygular, fikir de kurumları meşrulaştırır. Bu kurumlar, her gün halkın zihnine devlet fikrini salgılar ve orada somutlaştırır.

Bazılarına göre, sosyal güvenlik, yüksek eğitim, devlet hastaneleri gibi kurumlara denk düşen devlet anlayışına ancak Kuzey’in dilinde izin vardır ve ancak Kuzey’deki halklar böylesi bir devlete sahip olabilirler. Gerçekte ise devlet, toplumsal yeniden üretiminin merkezi unsurudur. Devlet, insanları kamusal ulaşım sistemleri üzerinden taşır, devlet hastanelerinde onları tedavi eder, ulusal araştırma sektörlerine destek sunar ve hangi ekonomik sektörün diğerlerinden daha hızlı büyüyeceğine karar verir. Bugün devlet aygıtı olmadan ekonomi planlaması başarıya ulaşamaz. Büyüme hızını artırmak için devlet, ekonomiyi yönetmek, ona müdahale etmek zorundadır.

Bu bağlamda, devlete yönelik geliştirilen düşmanlık, devletin işlevlerini ortadan kaldırmaya çalışan, “devlet gece bekçisi olsun” diyen liberallerin hayallerini yankılayan emperyalist ajandalarla uyumlu bir pratiktir. Devlete yönelik düşmanlık, bir yandan da Güney ülkelerinde küçük ölçekli, merkezsizleştirilmiş kalkınma türünden kimi devlet işlevlerini üstlenen sivil toplumun şişirilmesine katkıda bulunur. Bu para, tabii ki Kuzey’den gelmektedir.

İran’da ise ordunun ve onun gerçekleştirdiği savunmanın ardında hizalananlar, devlet fikrini bir bayrak gibi görmekte, devleti devletin temin ettiği her şeyi savunma aracı olarak değerlendirmektedir. Bu anlamda Güney ülkelerinde, özellikle İran’da yurtseverlik gerici değildir. O, işçi sınıfı ideolojisinin bir parçasıdır.

Güney’de ve İran’da devletin sivillere yönelik işlevleri konusunda merhametli bir dile başvuruluyor. Hastanelere, okullara, elektrik santrallerine, her şeyden önce “kadınlara ve çocuklara” yönelik saldırılar kınanıyor. Ama o çocukların babalarından, o kadınların kocalarından kimse bahsetmiyor. Daha da önemlisi, o hastaneleri, okulları, elektrik santrallerini koruyan pratik mekanizmalara kimse değinmiyor. Saldırılar kınanıyor ama özsavunma fikrini kimse savunmuyor.

Avrasya’nın komünist devleri olarak SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde aradaki dezavantajları ortadan kaldırmayı amaçlayan sanayileşmenin tarihinin aynı zamanda sivillerin kullandığı sınai ürünlerle oluşan artığı özsavunmaya yöneltme ihtiyacı arasında bir denge bulmanın tarihi olduğunu hepimiz biliyoruz.

Barış döneminde halktan yana, halka uygun bir ekonominin inşa edilebilmesi için hızla ve kolayca şiddete başvurabilecek olan bir düşmana karşı halkı korumak gerektiğini, bu sebeple, silaha ihtiyaç olduğunu herkes görmüştü. Bu anlamda özsavunma, temelde orduyu ifade ediyordu.

İran’daki militarizasyon bağlamında devlet, giderek Çin’e ve Rusya’ya daha fazla bağlı hale gelen, ülkeye ait bir sınai kapasiteyi geliştirmek için çok önemli bir unsur haline geldi. İran, ihtiyaçlarını giderek daha fazla kendi içinde karşılamasının, bölge gücü olarak sahip olduğu konumu ve politik egemenliğini güvence altına alan yegâne unsur olduğunu gördü. Neticede İran, kendisini sadece verili sınırları içerisinde değil, tüm bölge genelinde savunmak zorunda olan bir ülke.

İran İslam Cumhuriyeti, elindeki tüm silahları ve tüm planları kuşatma altında olan, yoksul halklarla paylaşıyor. Ensarullah gibi bölgede faal olan devlet güçlerine ve milislere silah armağan ediyor. Bu bağlamda, devlet, kaçınılmaz olarak bir rol üstleniyor. Halkın bir rol üstlenmesine bu devlet fikri imkân sağlıyor.

ABD-İsrail eliyle yürüyen propaganda faaliyeti, “rejim”i “halk”tan ayrıştırmak suretiyle “devleti halk adına çökertiyoruz” yalanına kılıf örüyor. Oysa bir halk, onu yok edenlerin eylemleri için meşrulaştırmak amacıyla kullandıkları dil benimsenerek savunulamaz.

Max Ajl
2 Temmuz 2025
Kaynak

04 Temmuz 2025

Yeşil Sömürü Yeşil Zulüm

TBMM’de oylanan İklim Kanunu ve küresel ısınma konusunda genel hatlarıyla görüşlerimi paylaşmak istiyorum:

Küresel ısınma, soğuk savaşın hemen ardından dünya gündemine geldi. Buna ilişkin küresel ölçekteki ilk uyarı, Sovyetler’in dağılmasından hemen sonra, 1992 yılında yapıldı. “İnsanlığa Uyarı” başlığıyla yayınlanan bildiriyi Nobel ödülü alan pek çok ismin de içinde bulunduğu 1.700 bilim insanı imzaladı. 2017’ye gelindiğinde ise iklim meselesine ilişkin küresel düzeyde muazzam bir duyarlılık oluşturulmuştu. O yıl, “ikinci uyarı” yapıldı ve buna 184 ülkeden 15 bini aşkın bilim insanı imza attı. Tarihte ilk defa bir metnin altına bu kadar “uzman” imza atıyordu. 2022’de üçüncü uyarı yapıldı. İklim meselesi, tartışmasız son 40 yılın en önemli meselesi oldu. Yeryüzünde yaşayıp da bu sorunu duymayan kimse kalmadı âdeta. Öyle ki, 2001-2018 yılları arasında küresel ısınmaya ilişkin 120 bin akademik makale yazılmıştı.

Fakat konu, sadece bilim çevrelerinin değil, küresel güçlerin de gündemindeydi. ABD Başkanı Obama, 2010 tarihli Milli Güvenlik Stratejisi’nde ve Pentagon, 2014 tarihli Dört Yıllık Savunma İncelemesi’nde iklim krizi ve küresel ısınma tehlikesine dikkat çekmişti. ABD Ulusal İstihbarat Şefi James Clapper da (15 Temmuz’da ismi çok sık gündeme gelmişti) 2013’te Senato’da bir konuşma yapmış ve iklim meselesinin bir “güvenlik tehdidi” oluşturduğunu belirtmişti. Soğuk Savaş sonrası kolektif Batı, bütün insanlığın uğrunda mücadele edeceği bir “düşman” bulmuştu. Küresel medya, konuyu gündemden hiç düşürmedi.

Konu, hiç şüphesiz BM’nin gündeminde de ilk sıralarda yerini aldı. Onlarca rapor hazırlandı. Karbon ayak izi, sera gazı salınımı, karbon emisyon ölçümü, akıllı sistemler/akıllı kentler, dijital dönüşüm gibi kavramlar dillerden düşmez oldu. En popüler kavramlardan biri de “yeşil” sıfatıydı. Hemen her kavramın önüne bu sıfat getirildi: Yeşil yatırım, yeşil finans, yeşil dönüşüm, yeşil vergi vs. Bunlardan biri de “Yeşil Yapay Zekâ” kavramıydı.

İklim kanunu TBMM’de oylanmazdan hemen önce Milli İstihbarat Akademisi “Yapay Zekâ, Toplum ve Güvenlik” başlıklı bir rapor yayınladı. 40 sayfalık raporda 13 kez “Yeşil Yapay Zekâ” kavramı geçiyordu. Nitekim Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi’nin 2021’de yayınladığı Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi belgesi de “yeşil dijital dönüşüm”den söz ediyordu. Buna biraz sonra tekrar döneceğim.

Küresel ısınma, insanlığın ortak bir düşmanı gibi sunulsa da küresel ısınmaya ilişkin yayınlanan raporlarda ilginç bir ortak nokta vardı: Küresel ısınmanın faili “insan faaliyetleri” (Human activities) olarak gösteriliyordu. Örneğin BM bünyesinde 130 devletin üyesi olduğu hükümetler arası bir yapı olan IPBES’in (Birleşmiş Milletler Güdümlü Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Üzerine Hükümetlerarası Bilim Politika Platformu) 2019’da yayınladığı bir rapor, küresel ısınmadan “insan faaliyetleri”ni sorumlu tutuyordu. 2013 yılında yayınlanan ve 4 bin bilimsel makaleyi inceleyen bir araştırma da makalelerin %97’sinin iklim değişikliğinden “insan faaliyetlerini” sorumlu tuttuğunu ortaya koymuştu. Buna bilimsel bir isim de verilmişti: “Antroposen: İnsan Çağı”. Yani, insanın sınırsız üretim ve tüketim faaliyetleri yeryüzünü imha ediyordu. Kısacası, sorun İnsan türünün kendisiydi. Yani, antroposentrizm (insan merkezcilik).

Peki insan faaliyetleri ne anlama geliyordu? BM’nin 2019’da yayınladığı yıllık rapor, buna da cevap veriyordu: Neredeyse tüm insan aktiviteleri: Beslenme alışkanlıklarımızdan tutun da, kılık kıyafetimize kadar tüm üretim ve tüketim faaliyetlerimiz.

Örneğin Proceedings of the National Academy of Sciences isimli akademik dergide yayınlanan bir araştırmanın sonuçlarına BBC dikkat çekici bir başlık koymuştu: “Dünyanın sadece yüzde 0,01’ini oluşturan insanlar, canlıların yüzde 83’ünün yok olmasına yol açtı” Habere “Yeme alışkanlıklarımız dünyayı belirliyor” alt başlığı atan BBC, araştırma ekibinin lideri olan Ron Milo’nun şu sözünü aktarıyordu: “Beslenme tercihlerimiz, hayvanların, bitkilerin ve diğer organizmaların üzerinde büyük bir etkiye sahip.” Bu arada Prof. Ron Milo’nun İsrail Weizmann Enstitüsü’nden olduğunu da ekleyelim. Milo, henüz kendisi vejetaryen olmasa da tavuk yerine soya peyniri tüketilmesine işaret ediyor. Ayrıntısına giremesem de konunun felsefi bir boyutunun da olduğunu belirtmeliyim. Çünkü insan faaliyetlerinin değişmesi, insana ve evrene ilişkin tasavvurumuzun değiştirilmesiyle de ilgili.

Burada önemli bir noktanın altını çizmeliyiz: BM ve Avrupa raporları, “insan faaliyetleri” derken yeryüzünü bütün bir hırsıyla yok eden “kapitalist” bir zümreden söz etmiyor; sorunu bütün bir insan türüne genelliyor. Yani dünyanın canını okuyanlar onlar ama bu faturanın yükünü hep beraber çekeceğiz. Buna yeryüzünde temiz gıdaya bile ulaşamayan yaklaşık 1 milyar kişi de dâhil.

Diğer taraftan, küresel ısınmaya karşı çözüm olarak önerilen “yeşil politikalar” da küresel patronların cebini daha fazla doldurmaya yarayacak. Örneğin “yeşil dijital dönüşüm” olarak sunulan çözüm ise küresel ısınmaya çare olarak üretilen çözümlerin bir aldatmacadan ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Kaldı ki AB belgelerinde “dijital dönüşüm” ile “yeşil dönüşüm” ayrılmaz bir ikili olarak sunuluyor ve bundan “ikiz dönüşüm” olarak söz ediliyor. Bu arada "Avrupa Yeşil Mutabakatı" belgesinin de İsrail soykırımının önde gelen destekçisi Ursula von der Leyen tarafından yayınlandığını da belirtelim.

Microsoft gibi dünyanın büyük dijital şirketlerinin aynı zamanda sıkı bir “yeşil politika” yanlısı olduğunu görmek şaşırtıcı değildir. Çünkü onlara göre, dijital ve robotik hareketlilik arttıkça insan faaliyetleri ve dolayısıyla, küresel ısınma kaynaklı problemler azalacaktır. Fakat gerçek bunun tam tersidir. Soru şu: Dijital teknoloji sektörünün karbon salınımındaki payı nedir? Dahası, insanlık karbon salınımına yönlendirilirken dijital teknoloji endüstrisinin ürettiği daha tehlikeli gazlar göz ardı mı ediliyor? Günümüzdeki ve gelecekteki ekolojik felaketin asıl kaynağı neresi?

Sözü uzatmamak için sadece birkaç rakam aktaracağım. 2 kilo ağırlığındaki bir bilgisayar için 22 kilo kimyasal, 240 kilo yakıt ve 1,5 ton temiz su kullanılıyor. 2 gramlık bir entegre devre için 32 kilo hammadde tüketiliyor.

Samsung, Intel, Qualcom ve TSMC şirketleri, 2019 rakamlarına göre yılda 1 trilyon çip üretiyor. Bu çipleri üretebilmek için %100’e yakın saflaştırılmış silikon, bor, arsenik, tungsten ve bakır gibi altmışa yakın hammadde kullanılıyor. TSMC çip üretimi için tek başına günde 156 bin ton su kullanıyor. Nitekim Tayvan elektronik sanayisinin karbon ayak izi, ülkenin toplam salınımının %10’unu temsil ediyor.

Dahası, bizler ineklerin çıkardığı gazla meşgul edilirken dijital teknoloji devlerinin sınırsız üretimi küresel ısınmaya yol açan, adını hiç duymadığımız gazları salgılıyor. Örneğin mikroelektronikte, yarı iletkenlerde, entegre devrelerde, ekran tasarımlarında elli kadar çeşidi bulunan florür gazlar kullanılıyor. Guillaume Pitron şöyle aktarıyor:

“Bu tip gazların tek bir molekülü bile karbondioksitten çok güçlüdür. Küresel ısınmaya katkıları da dev boyutlarda: Ortalamanın 2.000 katı. Örneğin nitrojentriflorür atmosferde karbondioksitten 17.000 kat fazla ısı tutar. Sülfür hekzaflorür ise 23.500 gibi şaşırtıcı bir katsayıya sahip; bu da onun sera etkisi açısından şu fani dünyada üretilmiş en zararlı gaz olmasına yetiyor.”

Peki küresel ısınmanın ve ekolojik felaketin kaynağı olan bir endüstri, neden çözümün kaynağı olarak sunuluyor? Bunu ayrı bir yazıda anlatmak gerekiyor ama şimdilik şunu söylemekle yetinelim: Bunun gözetim endüstrisi ile ilgili olduğunu düşünmek gerekiyor.

Diğer bir önemli soru da şu: İktidar bunları bilmiyor mu? Dünyayı cehenneme çeviren soykırımcı bir kültürün “çevre duyarlılığı”nı neden sorgulamıyor? Açıkçası bilip bilmedikleri konusunda bir fikrim yok. Bunları pek önemsediklerini de zannetmiyorum. İktidar, konuya “duygusal” olarak bakıyor. Nitekim İstanbul Milletvekili Mustafa Demir’in ve Murat Kurum’un açıklamaları bunu teyit ediyor: Onlar için önemli olan, Avrupa’yla yapılacak ticaret. Sözde kükreseler de uygulamaya geldiğinde gayet “uyumlu” olduklarını görüyoruz: NATO “savunma harcamalarınızı %5’e çıkaracaksınız!” diyor, “tamam” diyorlar. “Üretim ve tüketim standartlarınızı benim koyduğum normlara göre yapacaksınız!” diyor, “tamam” diyorlar. Bir taraftan Batı’nın korkunç boyutlardaki silahlanma yarışına ortak oluyorlar diğer taraftan da “çevre” için bu kanunları çıkardıklarını iddia ediyorlar.

Mücahit Gültekin
3 Temmuz 2025
Kaynak

Nâzım Bey Vakası

İşte, arz etmek istediğim husus, vekillerin seçilmesine dair kanunda değişiklik yapılmasının zorunlu olduğunu ortaya koyan sebeplerden biridir.

Efendiler; 4 Eylül 1920 tarihinde Meclis, Tokat milletvekili Nâzım Bey’i 89 oya karşı 98 oyla içişleri bakanı yaptı. Nâzım Bey, bir dakika bile kaybetmeden, büyük bir aceleyle, bakanlık makamına geçip görevini ifa etmeye başladı. Sonrasında bakanlar kurulu başkanı olmam sebebiyle beni ziyarete geldi.

Ben, Nâzım Bey’i kabul etmedim. Yüce meclisimizin güvenini kazanıp seçilen birine yönelik olarak gerekli gördüğüm bu muamelenin içeriğini ve bu muamelenin nazik olmadığını ben de biliyordum. Fakat memleketin büyük menfaati beni bu yolda harekete mecbur ediyordu. Burada hareketimin sebebini doğal olarak açıklayıp ortaya koyacağım. Açıklayacağım hususun yüce meclisimizce mühim görüleceğinden eminim.

Efendiler, son dönemde Meclis üyeleri arasında birtakım ilkelere eğilim gösterenler çıkmaya başlamıştı. Bunlar arasında en çok da Nâzım Bey ve yoldaşları dikkatimi çekmişti. Nâzım Bey’in, daha Sivas Kongresi sırasında kendisinden dinlediğim safsatalarla ve ondan aldığım, bazı mektuplarla onun ne tür bir zihniyete ve mahiyete sahip olduğunu zaten anlamıştım. Nâzım Bey, milletvekili olarak Ankara’ya geldikten sonra, her gün yeni yeni siyasî faaliyetler gösteriyordu. Kurulmaya başlayan her türden politik partiyle temas kurma fırsatını hiçbir şekilde kaçırmıyordu.

Nâzım Bey, doğrudan ve bizzat gidip yabancılarla temas kurmaya çalışmış, onların teşvikine ve yardımlarına mazhar olmuştu.

Bu zatın, Halk İştirakiyyun Fırkası diye, ciddiyetsiz, menfaat peşinde koşan bir partinin kurulması girişiminde yer aldığını, bu partinin başında milli olmayan faaliyetler yürüttüğünü işitmişsinizdir.

Bu zatın, yabancılara casusluk ettiğine de asla şüphe etmiyordum. Nitekim sonrasında İstiklâl Mahkemesi onunla ilgili birçok gerçeği ortaya koydu. İşte Efendiler, bu Nâzım Bey, bizzat ve arkadaşları vasıtasıyla yürüttüğü kesintisiz propaganda faaliyeti sayesinde ve bize muhalefete hazırlanan, yüce milletimizin çıkarlarını unutan kesimlerin yardımlarıyla içişleri bakanı yapıldı. Bu suretle Nâzım Bey, hükümetin bütün iç idaresine ait mekanizmanın başına geçerek, memleket ve millete değil, fakat, paralı uşağı olduğu kimselerin arzusuna en büyük hizmeti ifa edebilecek vaziyete gelme imkânı buldu.

Efendiler, ben buna doğal olarak rıza gösteremezdim. Bu sebeple içişleri bakanı Nâzım Bey’i kabul etmedim ve onu istifaya mecbur ettim. Lüzum görüldüğü zaman dahi, Meclis’te gerçekleştirilen gizli oturumda gerekli bilgileri ve görüşlerimi açıkça dile getirdim.

Mustafa Kemal Atatürk
1927
Kaynak

02 Temmuz 2025

Madımak'tan Sonra

“Her gün Aşura, her yer Kerbelâ” [Filistin]

 

Seksenlerde Kürd’ün iradesiyle tanışan cunta, sahaya orduları yanında akademisyenlerini de sürdü. Bu cuntacı hocalar, “Kürt” kelimesinin dağda yürüyen Türk’ün ayağından çıkan “kart kurt” sesinden geldiğini söylediler. Bu “bilimsel” iddia ile Aleviliğin Ali ile bir alakasının olmadığını, “Alevi” kelimesinin “Alev” kelimesinden geldiğini, Alevilerin ateşe tapan, ışığa inanan eski bir kabilenin devamı olduklarını söyleyen iddia arasında hiçbir fark yok. Asimilasyon aranacaksa bu iddianın sahiplerine bakılmalı.

Asıl acı olan, o “Kart Kurt” iddiasına Kürtlerin inanmamış, “Alev” saçmalığına Alevilerin inanmış olması. Bu ayrım, muhtemelen ilkinin kolektif iradeye sahip bulunmasıyla, o iradenin savaşla tanımlı olmasıyla alakalı. İkincisi, kolektif iradesini ya emperyalizme ya da devlet içre hiziplere teslim etti.

Seksenlerde TRT’de “Açılın kapılar Şah’a gidelim” demek yasaktı. Yasakların gevşemesiyle birlikte bu türkü, TRT’de ancak “Açılın kapılar dosta gidelim” şeklinde okunma imkânı bulabildi. Bugün Alevciler, aynı sansür ve aynı tasfiye işlemini bizzat üstleniyorlar. Ali, Hüseyin ve Şah Hatayi ile aradaki bağlar bir bir kesiliyor. Bir üst aşamaya geçtiler. Cem’i tasfiye ettikten sonra tarihsel bağları da kesme yönünde adımlar atıyorlar.

Bugünlerde Aşura’nın bile 12 İmam ile bağının olmadığını, “Aşura”nın “on” anlamına geldiğini söyleyenlere rastlanıyor. Bunu söyleyenler, “10 Muharrem”den habersiz. Daha doğrusu, 10 Muharrem’le bağı kesmek istiyorlar. Ehlibeyt’in sürekliliğinin kutlandığını, o yüzden aşure yapıldığını görmüyorlar. Çünkü derdi, o sürekliliği, bağı, hattı kesip atmak. Devletten aldıkları emir bu yönde. Madımak bir emirdi ve herkes o emre uydu.

Bugün Sabahat Akkiraz’ın “Talat Paşa kahramandır” sözü ile “Aleviler Kerbela’nın yasını tutmasınlar, Madımak’ın yasını tutsalar yeterli” sözü arasında bağ var. İkinci söz, bugünlerde sıklıkla dillendiriliyor. Bu tür sözler, özellikle İran’ın saldırı altında olduğu dönemde piyasaya sürülüyor. Devlet, İran operasyonu için Alevileri ihtiyat kuvvet haline getiriyor.

Devlet, Alevileri çok önceden örgütledi. Bu devletin Türk’e, Alman’a veya İngiliz’e ait olmasının bir önemi yok. Devlet için de yok. Bugün “Alevilik” demek, devlete çalışmak demek.

Alevilik tarihine bakıp, o tarihte Safevi ile bağı görüyorlar, oradan bugünkü İran’a hat çekip aradaki bağı kesmeye çalışıyorlar. Kartkurtçu olan Alevi Kürtler, bugünkü İran’a yönelik düşmanlıkları üzerinden fikirler uyduruyorlar. Kimi Aleviliği Ezidiliğe, kimi de Zerdüştlüğe bağlıyor. Bunu diyen, bir de asimilasyondan söz ediyor. Aleviliğin tarihsel varlığı başkalarına ait potalarda eritiliyor.

O Alevilik içinde yer alıp küçük burjuva olanlar, suyun başına oturdular. Küçük burjuva niteliği uyarınca her şeyi kendisinde başlattılar. Bugün Alevilik, ancak yüz yıllık bir meseledir. Ancak o kadarına izin vardır.

“Auschwitz sonrasında şiir yok”sa Madımak sonrasında Alevilik yoktur! Alevilik, şiir-edebiyat geleneğinden beslenir. Oradan Ali, Hüseyin, Hatayi silinmişse Alevilik ölmüştür. “Asimile olmasın” diyenler, onu öldürmenin, başında abuk sabuk şarkılarını saz eşliğinde çığırmanın derdindedirler. Tarihi kendisinden başlatanlar, Aleviliğin tarihini Cumhuriyet’e, olmadı İttihatçılığa kapatmak zorunda kalıyorlar. Öncesi gözlerini alıyor, zihinlerini allak bullak ediyor, adımlarına mani oluyor. Alevilik, Alevciler eliyle tasfiye ediliyor.

O türkülerle varolmuş bir isim olarak Akkiraz, Talat Paşa’nın kahraman olup olmadığını doğduğu şehirdeki Ermeni köylerine sormalıdır. O Ermeniler katledildiğinde yetim kalan çocuklar Alevi köylerine bırakılmıştır. Bu insanlar Alevi olmuşlardır. Tarih, Alevileşmiş Ermeni halk ozanlarının tanığıdır.[1]

Akkiraz, TKP-Zafer Partisi çizgisinde, burjuva cumhuriyetinin eşiğine yüzünü sürmeyi seçmiştir. Alevilik, ancak Türk olarak varolabileceğini bir yerlerden öğrenmiştir. Arap ve Müslüman düşmanlığının adı olarak tarif edilmeyi seçmiştir. Başka bir içeriği, manası ve özelliği yoktur.

Mossad, Türkiye içinde ateizm çalışması yürüttükten sonra şimdi de Aleviliğe el attı. Aleviliğin üzerine hesap yapan Siyonistler, yerli muhbir, iç ajan bulmakta zorlanmıyor.

Neticede TKP ve Zafer Partisi’nin milletle, vatanla bir ilgisi yok. Bunlar, Müslüman’a karşı millet ve vatan sopasını sallıyorlar. Bilinsin ki bahsettikleri millet Yahudilik, taptıkları vatan İsrail’dir.

Bu tür partilerin Müslüman düşmanlığı, Siyonizmle iltisaklıdır. TKP, Müslüman’ın karşısına milliyetçiliği çıkartmak için Kemalizmle flört etmeyi seçmiştir. İki gün önce “AB’ye girelim de şu Kemalizm pisliğinden kurtulalım” diyen parti, bir anda Kemalist olmuştur. Sebebi, Müslüman düşmanlığıdır. Bir yerlere söz verilmiş, bir yerlerden emir alınmıştır. Müslüman düşmanlığı, onların asli ekmek kapısıdır. Talat Paşa’yı Ermeni devrimci Manuşyan’la barıştırmanın derdinde olan TKP’nin başka yerlerden emir aldığı açıktır.

Bir tarihçi, Talat Paşa’nın bugün Tayyip’te yaşadığını söylemektedir.[2] Yazar, Talat’ın soykırım sürecinde Yahudilerden epey destek gördüğünü iddia ediyor. Hatta kimileri, Talat Paşa’nın “kripto Yahudi” olduğuna vurgu yapıyor. Ermeni katliamlarının bir de Yahudi bağlantısı olduğunu görmek gerekiyor.

Aleviler, İttihatçıların Fransız Devrimi gibi resmi “din” üretme arayışları dâhilinde tanımladıkları Aleviliğe yüzlerini dönüyorlar. “Talat Paşa’nın kahramanlığı” “Abdullah Çatlı’nın kahramanlığı”na bağlanıyor. Kimi Aleviler, yaşadıkları topraklarda Ermeniler olmadığı için yaşayabildiklerini görüyorlar. Ermeni toprağını gasp etmiş dedelerinin torunları olduklarını iyi biliyorlar. Bu sebeple, sessiz sedasız, katliama onay veriyorlar.

Seksenlerde cuntanın ideolojik çalışmasını yürüten Namık Kemal Zeybek, Alevileri göklere çıkartan laflar ediyor, Aleviliği “Türk’e has bir inanış” olarak tanımlıyordu. Bugün herkes bu çizgiye geldi. Zeybek de fikren CHP’li oldu!

Aleviler, bir yandan da Aleviliği, Sünni Osmanlı geleneğinin devamcısı Fuat Köprülü’nün çalışmalarından öğreniyorlar. Sonradan önemli görülen tüm Alevi araştırmacıları, bu iki kaynaktan besleniyor. Gözelere kimse bakmıyor. Onlar aşağılık görülüyor. Zehir kaynağı olarak değerlendiriliyor. Ali, Hüseyin ve Hatayi ile bağ kesilince Alevilik, devletin resmi tarihine kul köle oluyor. Elini, belini, dilini düşmana teslim ediyor. TSK’yı ya da Avrupa kurullarını Kırklar cemi zannediyor.

Aleviler, TSK ve Avrupa kurullarına kul köle olduğu için Madımak Katliamı’nda bu iki gücün parmağını göremiyor, görmek istemiyor, katliamın gerekçesini ve sebebini anlamaya çalışmıyor. Madımak’tan sonra Alevilik, tasfiye işlemi uyarınca hareket ediyor. Ona direnmiyor, teslim oluyor.

Alevcilik değil, Alevi inanışında Hz. Ali’nin kendi cenazesini kaldırdığına dair bir anlatı vardır. Burada mücadelenin sürekliliğine ve devamlılığına yönelik bir vurgu söz konusudur. Yani “Madımak’ın yasını tutun, Kerbela’dan bize ne!” diyen düşkünler, o sürekliliği ve hattı kesme görevini bir yerlerden almış kişilerdir. Kerbela’ya ağlamayan, Madımak’a hiç ağlamaz. Madımak’ta semaha duran o gençlerin etrafında döndükleri mana, bugün belli kişilerin kulluk ettikleri çıkar ilişkilerinde aranamaz.

Ankara’da yaşayan bir dede, sohbet sırasında İkitelli’deki bir cemevinde çalıştığını söylüyordu. Hangi ocağa bağlı olduğu sorulduğunda cevap dahi verememişti. Çünkü bu adam, sahte dedeydi. Alevilerde biriken paraya kepçe sallayan bir üçkağıtçıydı. Aynı zamanda hakkullahını içkiye yatırıp duran bir ayyaştı. Madımak’tan sonra Alevilik, bunların mülkü haline geldi. Bu kişilerin onu en çok parayı verene göre tanımlayacaklarına hiç şüphe yok.

Aleviliği, her şey ve herkesle bağlarını kesmiş, kendinden menkul bir inanış haline getirip öldürecekler. Ali için dövüşülmesini, Hüseyin için ağlanmasını istemiyorlar. Madımak’ı yakanların emri, bu yönde. Bugün Alevi örgütlerinin başında o oteli yakanların maniple ettiği, örgütlediği, teslim aldığı kişiler var. Onlar da toplumsal-tarihsel bağları kesmekle meşguller.

Eren Balkır
2 Temmuz 2025

Dipnotlar:
[1] Nesimi Aday, “Türkçe Halk Edebiyatında Ermeni Aşuğlar”, 16 Şubat 2018, Duvar.

[2] J. P. O’Malley, “Osmanlı Yahudileri ve Ermeniler”, 7 Eylül 2018, İştiraki.