06 Nisan 2020

,

Direniş mi Devrim mi?


Artık devrimler değil, direnişler çağındayız.

Bin yılın başında Teori ve Politika dergisi üyesi solcular gibi birçok kişi, “devrimler çağı bitti” dedi. Marksizmin kapitalizmi beslediğini, onun yaşamasına katkı sunduğunu söyledi. Bu iki yaklaşım, bugünkü tüm sol örgütleri biçimlendirdi. Hepsi geçmişle, köklerle bağlarını bir bir koparttı. Bugünde varolmak, iktidardan icazet almak, bir yer bulabilmek için yaptılar bunu. Mesele, artık başkaldırmak değil, varlığın farkına varılması idi.

Oysa direniş, 1848’de sağcıların bayrağıydı.[1] Direnilen ise devrimdi. Direniş, yirminci yüzyılda emperyalizme karşı mücadele bağlamında başka bir anlama büründü. İş işten geçtikten sonra burada sivrilttiği dişler söküldü, postkolonyal çalışmalar dâhilinde, zararsız bir kavram hâline getirildi. O anlam katan devrimcilik, yitip gitti. 1848’de ayrışmış sınıfların sancısı, bu sayede dindirildi.

Süreç içerisinde direniş, devrimin karşısına yerleştirildi. Devrim, bireye dışarıdan tahakküm kuran, hiyerarşi dayatan, işbölümüne bağlayan, disiplinin çarkları arasında parçalayıp öğüten bir olgu idi. Direnişse bireyin mutlak verili bütünlüğünün korunduğu, yüceltildiği, o bireyin eyliyormuş, hareket ediyormuş gibi yaptığı, onun merkezde durduğu yerdi. O, bireyin olma hâliydi; yapma hâli olarak devrime düşmandı. Olmak zorundaydı.

* * *

İster neoliberalizme direnilsin, isterse kapitalizm, direnen, direndiği şeyle suç ortaklığı içerisindedir. Ortaklık zaruridir. Çünkü daha önceki bir hâl muhafaza edilmiştir, o hâl ölçü kılınmıştır, sadece rötuş ve makyaj talep edilmektedir. Bu da döne dolaşa, karşı konulan güce biatle sonuçlanacak bir pratiktir. Emperyalizme karşı mücadele, devrimci müdahale ve mücadele yoksa, emperyalizmin o ülkede istediklerini talep etmekle sonuçlanır.

Ayrıca iktidar her yerdedir, demek ki nesnelliğe ve gerçekliğe ait bir alan yoktur. İktidarı öznelliğin, bireyliğin düşmanı olarak kodlamak, bireylere seslenir, onların ait oldukları gerçeklik, bağlı bulundukları nesnellik, hükmünü yitirir. “Azınlıklara göre gerçek, her zaman iktidardan güçlüdür.”[2] Ama o gerçek, iktidarın önünde diz çöktürülür. Giderek gerçek, iktidara kapatılır. İktidar, bir açıdan gerçekliği ve nesnelliği örtbas etsin diye her yana yayılır. Burada aslında bireyi yüceltmek için iktidar yüceltilmekte; o, kadir-i mutlak tanrı olarak bireyin karşısında duran, taşlanacak şeytana dönüştürülmektedir. İktidar, bireyi yüceltmek için yüceltilir. Bu da iktidarı döne dolaşa besler. Nihayetinde bu siyaset, yılgınlık ve ümitsizlik anında egemenlere teslimiyetle neticelenir.

* * *

Devrim, kopuşu, paradigma değişikliğini, bağlamın farklılaşmasını talep eder. Tarihini burjuva devrimlerinden başlatanların bugünü burjuva dışında algılaması mümkün değildir. “Burjuva”ya vurmayan hiçbir teorik ve politik faaliyet, “proleter” olamaz.

Bugün “Direniş, dışsal faktörlerden değil, bilakis, direkt olarak kendimizden başlamalı”[3] türünden cümlelerin neden kurulduğuna bakmak gerekmektedir. Burada devrimin tepesine balyoz indirilmekte, herkes, tek tek direniş ile ilgili telkinlerle hipnoza tabi tutulmaktadır. Sınırsız-sınıfsız kabul edilen kendi’den, nefs’ten, bireyden başlayarak inşa edilen siyaset, küçük burjuvaların siyasetidir. Siyaset, Nesnel, kolektif dertlerden, acılardan, öfkeden ve sınıfsal ayrımdan başlayarak inşa edilmelidir.

Egemenler, kolektif, kütlesel başkaldırı imkânlarına düşmandırlar. Küçük burjuva ajanlarını örgütleyip o kolektifi ve kütleyi tuz buz etmeye mecburdurlar. Artık temel politik ve teorik ölçüt, sınıf değil, bireydir. Her şey, bireyi merkeze alarak inşa edilmeli ya da yıkılmalıdır. Birey, itiraz edilemeyen, eleştirilemeyen, bağsız-bağlamsız olandır. O, küçük burjuvanın ideolojik putudur. 1848’de ayrışan sınıfların sancısını hâlen daha yaşayan küçük burjuva, 1848’i Fransız Devrimi’ne, burjuva ideolojisine boğdurmak zorundadır.

* * *

Fuko türevi yaklaşımlarda beden kurgusu, o bireye dair bir imgeden ibarettir.[4] Aslında kolektif bedenden söz edilmelidir. Ama bu liberalizm, mülkiyete kitlidir, aidiyete düşmandır. İktidar ve birey arasında kurulacak her türlü “dolayım”a karşıdır. Bireyle iktidarı karşı karşıya getirmeye çalışıyormuş gibi yapan liberalizm, ikisini eşdüzleme yerleştirerek aynılaştırır. İktidarın bireyde tesis edilmesini isteyenler, bireyin iktidarda inşa edilmesini isteyenlerle yan yana gelirler. Bireyin iktidara direnişi, iktidarın sathını genişletir. Sınıf silikleştikçe sınır da silikleşir; iktidar ve birey, bir olur.

Devrim, o satıhta geriye dönüşsüz çentik atmaktır. Biri iki yapmaktır. Bu pratik, toplumsal olduğu kadar tarihsel bir boyuta da sahiptir. Yataycı dil dikeye, katmanlara, boyutlara, nesnel yönelimlere kördür. Her şey anda başlasın ve maraz çıkartmadan bitsin ister. Yataycı dil, ezilenlerin-sömürülenlerin kavgalarını zamana yayma iradesini yok eder.

* * *

“Aşk, basit kimyasal, hormonal gelişmelerin sonucudur” denilebilir. Onun dışına bakmamak, sınıfsal bir “tercih”tir. Lâkin buradaki tarihsel birikimi, bağlamı ve bağları görmeyen kaba materyalist yaklaşım, eleştirilmelidir. “Geçmiş de gelecek de zararlı, despotik, ezici; o sebeple, bugünün sonsuz özgürlüğüne açılalım” diyen liberalizm, böylesi bir kaba materyalist tutuma yaslanır. Kendi bugününü yüceltir, herkesi onun etrafında döndürmeye çalışır. Ona göre sadece an vardır, anda beden, bedende sonsuz ruh olarak birey vardır. Varlık ondan sorulur. Bugün sol ideoloji, bu yaklaşım etrafında dönmektedir. Varlığın dışındaki herkes sürüdür, ya ehlileştirilmeli, evcilleştirilmeli, terbiye edilmeli ya da öldürülmelidir. O an, egemenlerin zamanıdır. Sol, o yüzden an’ın sınırsızlığına ve sınıfsızlığına kaçmıştır.

Böylesi bir yaklaşımda tarihsel kopuşlar, sıçramalar, kesikler, bağlamdaki değişiklikler görülmez. Bireyden kurulan teori, daha fazla sistemden, bütünden, dünyadan, kâinattan, cihanşumuldan vs. bahsetmek zorunda kalır.[5] Bireyden kurulan pratik, kitleleri, sınıfları, dinamikleri, kolektif hareketleri görmez, sadece kendisi gibi bireyleri kendisine ikna etmeyi siyaset zannederek ömrünü tamamlar. Bölünmeyen bütün olarak birey, hiçbir şeyi bölemez, bölünmüş olana örgütlenemez.

* * *

Sonuçta bir birey, ölüme yatmaz. Hayata kesik atmaz. Kolektif hareketin parçası olarak bir devrimci örgüt, o tam birey değil, o eksik kişi nezdinde, hayatı askerîleştirir, namluya sürer. Başka bir hayat için davayı sürdürür. İktidar-birey karşıtlığı, “namlu ucu”na asla bakmaz, ona körleşir, hatta düşmanlaşır.

Bu anlamda “örgüt, bireyi öldürüyor, bu ölüm oruçları saçmalık, İbrahim’i kurtaralım, o ölmesin” diyenle, “birey, özgür tercih gereği yasaların yaşamı mümkün kılmadığını görür ve ölüme yatar” diyen yan yana, kol koladır. İkisi de örgüte ve devrime düşmandır, örgütün ve devrimin kimyasının iktidarın kimyası ile aynı olduğu düşüncesindedir. Burada siyaset ve ideoloji, kendi bireyliğinden başlasın denilmektedir, ama bu da yalandır, çünkü aslında başladığı yerde bitsin istenmektedir.

Bahsi edilen “kimya” bilgisi, bugün “evde kal” talimatının insandan sayılmayan işçi kitlesini bağlamadığını görmemektedir. Solun tüm siyaseti, evde kalanlar, kalabilenler içindir, onlara göredir. O siyaset, “tenin sınırları”ndan başlar, tüylerin ucunda biter. Dert, zaten siyaseti ezilenlere, yoksullara ve işçilere yasaklamaktır. Sol, onlara yönelik düşmanlığın siyasetidir.

* * *

Irak işgali sonrası eşlerinin gözü önünde erkeklere tecavüz eden Amerikan askerlerinin fikri dünyası ile bugünün feministlerinin fikri dünyası birdir. Aynı kaba materyalizmden beslenen feministlerin salgın günlerinde işçiden dem vurup, bir yandan “erkekleri öldüreceğiz!” demelerinin bir anlamı yoktur. Onları sadece o aşağılık erkek şiddetiyle kadınları aynı çatıda bir araya getiren virüs, ilgilendirmektedir.

Direnişle özne olduğunu sanan, devrimle özne olana düşman olmak zorundadır. Bireye kapatılmış hayat, diplomasiden, bürokrasiden ve teknokrasiden başka bir şey görmez. Çarklardan, çekiçlerden, cıvatalardan, somunlardan başka bir şey işitmez. Onların dışındaki fazla, tüm o kolektif tarihsel pratik, ezilmelidir.

* * *

Bu anlamda, “Grup Yorum ve Mustafa Koçak, bütün demokratik yolların kapandığı bir süreçte bedenleri üzerindeki hakkı”[6] istemiyorlar. Kaba materyalist bir tutumla, an-beden-özgürlük zincirine tutunduktan sonra direnişe geçildiği varsayılıyor. Bağlanılan örgüt, örgütün bağlamı, devrimci mücadelenin bağları, değersizleştiriliyor. Dert de bu zaten.

Uyuşturucu, seks ve bireyci hedonizmin panayırı olarak Barışarock’ta çayanizm bulanlar, bu mızrağı ellerindeki çuvala ancak onu lime lime ederek sığdırabiliyorlar. Bu noktada Yorum, o panayırın basit bir süsü hâline getirilmelidir. Ardındaki siyaset, sol liberal temrinlere teslim edilmelidir. Tüm bağlarından kopartılmalı, bağlamsızlaştırılmalı, basit bir renk olarak, panayırdaki yerini almalıdır.

Devrimci mücadele kolektif düzlemde sulandırıldıkça mesele, bireysel varoluşa doğru kapanmakta, ucu açık gerçekliğimiz, yarınımız, mirasımız silikleşmektedir. Direnişçilerin devrimcilere ettiği budur. Anarşist zihin, sosyalist hareketi ele geçirmiştir.

Eren Balkır
6 Nisan 2020

Dipnotlar:
[1] Ross Wolfe, “Direniş”, 3 Kasım 2014, İştiraki.

[2] Alan Ryan’dan aktaran: Alan Sokal ve Jean Bricmont, Son Moda Saçmalar, İletişim, 2002, s. 287.

[3] Nail Aras, “Grup Yorum, Ölüm Orucu ve Biyopolitika”, 04 Nisan 2020, Bianet.

[4] Eren Balkır, Foucault Partisi”, 25 Ocak 2019, İştiraki.

[5] Nabi Kımran, “Korona, Kriz ve Sol”, 5 Nisan 2020, Sendika.

[6] Nail Aras, A.g.m.

05 Nisan 2020

,

Sömürgecilik

Neoliberalizm, İnsan Hakları ve
“Sömürgeci Emperyalizmin Eski Kalıntıları”

Varsayalım ki Birleşmiş Milletler 1600 yılında kurulmuş, Kuzey Amerika’daki Kızılderili kabileleri örgüte kabul edilmiş olsun. Bu noktada herkes, bu Kızılderililerin egemenliğini tanıyacak, o egemenliği ihlal edilemeyecek bir hak olarak görecekti. Böylelikle Kızılderililer, topraklarından tüm yabancıları atma, kendilerinin nasıl faydalanılacağını bilmedikleri zengin doğal kaynaklarını sömürmelerine mani olma hakkına sahip olacaklardı. Peki herhangi bir uluslararası anlaşmanın veya sözleşmenin bu Avrupalıları söz konusu ülkeleri işgal etmesine mani olabileceğine gerçekten inanan var mı?

[Ludwig von Mises]

 

1966’da, Birleşmiş Milletler’in devreye soktuğu insan hakları sürecinin başlamasından yaklaşık yirmi yıl sonra, BM Genel Kurulu bağlayıcı iki insan hakları anlaşmasını kabul etti: Kişisel ve Politik Haklar Uluslararası Sözleşmesi (ICCPR) ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (ICESCR).

O güne dek BM’deki üye sayısı, başarılı sömürgecilik karşıtı mücadeleler üzerinden, ikiye katlanmıştı. Sözleşmelerin kabul edildiği gün Nijerya delegesi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hazırlandığı sürece katılmamış olsa bile, ülkesinin bağımsız olmasıyla birlikte sözleşmelerin hazırlık sürecine “mütevazı” da olsa katkıda bulunmakla gurur duyduğunu ifade etti.[1]

Yeni bağımsız olmuş devletlerin genel kurula büyük bir coşkuyla katılmış olmasının da ortaya koyduğu biçimiyle, beyannamedeki evrensel niyet ve dilekler, 1948’de sömürgeciliklerini muktedir kılmak için çabalayan medeni güçlerin niyetleri ve dilekleri karşısında galebe çaldı. Yaptığı coşkulu konuşmasında Meksika delegesi, “tıpkı kozası içerisinde saklı olan ipekböceği gibi bu sözleşmeler de kanatlarını zaferle çırpıyor, dolayısıyla artık insanlığı ileri götürmeye hazırlar” dedi.[2]

Sömürgeciler, süreci iki sebeple sevinçle karşıladılar: eski sömürgeler, sözleşmelerin hazırlık sürecine bağımsız ve egemen devletler olarak katıldılar, ayrıca kendi kaderini tayin hakkını ilk insanî hak olarak kabul ettirmeyi bildiler.

Meksikalı delegedeki iyimserlik, insan hakları söyleminde görülen soyutluk ve onun yaşanmış deneyimlerde görülen özgüllüklere yönelik kayıtsızlığı konusunda sıkça dillendirilen eleştirilerle çelişiyordu. Ama buna karşılık şurası da kesindi ki insan hakları metinlerinde kayıtlı olan evrensel insan söyleminin soyut olması sebebiyle bu söylem, daha önce dışlanmış olanları da içerecek şekilde genişletilmişti.

Bu bakış açısı dâhilinde hakların konuları ve sınırları yapısal açıdan esnek tutuluyor, böylelikle insan hakları ile ilgili dil, insanlık kategorisine dâhil edildiklerini görmek isteyen yeni ve dışlanmış öznelerce benimsenmekteydi. Fransız felsefeci Jacques Rancière’nin “doğrulanabilir eşitlik” dediği bu strateji, (tüm insanların haklar açısından eşit ve özgür doğduğunu söyleyen) temelsiz bir iddia olarak sıklıkla görmezden gelinenin hacmini belirlemeyi ve onu ciddiye almayı, ayrıca bir tartışma yürütmek için kullanmayı gerekli kılıyordu.[3]

İnsan hakları ile ilgili tarihyazımında bu yaklaşımı en çok tarihçi Lynn Hunt dillendirmekteydi. Hunt’ın tespitine göre haklarla alakalı beyanlarda genel eğilim, daha fazla insanı hakların konusu kişiler olarak kademelendirme yönündeydi.[4]

1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünden insan hakları sözleşmelerinin 1966’de kabul edilmesine dek uzanan süreç, ilkin bu türden hakların kademelendirildiği iddialarına tanık oldu. Mücadelelerinden zaferle çıkmış sömürgecilik karşıtı hareketler BM’nin bileşimini ve insan hakları tartışmalarının şartlarını büyük ölçüde değiştirdiler

1955’de yirmi dokuz Afrika ve Asya ülkesinden gelen delegeler Endonezya’nın Bandung şehrinde bir araya geldi ve burada halkların ve milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkının tüm temel insan haklarından istifade etmenin önkoşulu olduğunu beyan etti.[5]

İki yıl sonra, 1957’de Gana Sahra altı Afrikası milletleri içerisinde bağımsızlığını elde eden ilk ülke oldu. “Afrika Yılı” olarak adlandırılan 1960 yılında aralarında Nijerya’nın da bulunduğu on yedi Afrika ülkesi Gana’nın peşi sıra bağımsızlıklarını ilân etti.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hazırlandığı günden itibaren çok şey değişti. Beyannamenin hazırlandığı günlerde sömürgeci güçlerin delegelerinin asıl derdi medeniyet üzerine kurulu hiyerarşik yapıyı savunmak ve sömürgelerini insan hakları alanından uzak tutmaktı.

Ama Hunt’ın da ifadesiyle “haklar üzerine kurulu devrimci mantığın o buldozer kuvveti” ile birlikte sömürgecilik karşıtı güçler, özgürlüklerinin ve egemenlik konusunda sahip oldukları eşitliğin kendilerine uğruna mücadele ettikleri bağımsızlığı bahşetmeyeceğini gördüler.[6]

İnsan hakları sözleşmelerinin kabulünden hemen önce bağımsız Gana’nın ilk cumhurbaşkanı olan Kwame Nkrumah, resmi bağımsızlık ardından sömürgeciliğin sömürü pratiklerini kalıcılaştıran mekanizmalara atıfla “yeni sömürgecilik” terimini üretti. Nkrumah’a göre resmi egemenliğin elde edilmiş olması ne eski sömürgeleri sömürgecilik döneminin eşitsiz ekonomik ilişkilerinden kurtardı ne de onlara kendi toprakları üzerinde politik kontrol tesis etmelerine imkân sağladı.

“Yeni sömürgeciliğin boyunduruğu altında olan bir devlet kendi kaderinin efendisi değildir”[7] diyen Nkrumah, yeni sömürgeciliğin kullandığı mekanizmalar içerisinde özel olarak dünya piyasası üzerinde uluslararası sermayenin kurduğu kontrol üzerinde duruyordu. Bu bağlamda uluslarası sermaye uluslararası yardımları ve yardım şartlarını istismarcı bir yaklaşımla kullanıyor, ABD’li işçi sendikaları, misyonerler ve STK’lar üzerinden ülkelere baskı uyguluyordu.[8]

Upendra Baxi’nin ifadesiyle yeni sömürgecilik, esasen bağımsızlık mücadelelerinin başaracağı görüldüğü noktada ortaya çıkmıştı.[9] Yeni sömürgeciliğe karşı mücadele süreç içerisinde Doğal Kaynaklar Üzerinde Kalıcı Hâkimiyet ve kalkınma hakkı gibi yeni ekonomik hak talepleri biçimini aldı.[10]

Neoliberallere göre sömürgecilik sonrası dönemin ekonomik düzenini politikleştirmeye dönük bu türden girişimler hem dünya pazarını hem de uluslararası barışı tehdit etmekteydi. Bunlar, sömürgecilik sonrasında gündeme gelen ekonomi projesinin yüzyılın ortasında işleyen sömürgeciliğin bir mirasıydı. Bu sömürgecilik pratiği dâhilinde Britanya İmparatorluğu, serbest ticaret politikalarını ekonomik planlama lehine terk etmişti.

Yükselen sömürgecilik karşıtlığı karşısında neoliberaller emperyalizm ve sömürgecilikle ilgili olarak süren tartışmanın şartlarını değiştirmeye gayret ettiler. Bu kesime göre emperyalizm Lenin’in ifade ettiği gibi “kapitalizmin en yüksek aşaması” değil, ekonominin politikleşmesi sürecinin bir sonucuydu.

Neoliberalizmin ortaklaştığı görüşü özetleyen Wilhelm Röpke’ye göre emperyalizm, giderek içine daha fazla gömüldüğümüz ekonominin politikleşmesi sürecinin üzücü sonuçlarından biri idi. Röpke’nin asıl şikâyet ettiği husus ise bu emperyalizm yüzünden piyasa ekonomisinin ilkelerinin giderek daha fazla terk edilmesiydi.[11]

Ekonomi sahasında kendi kaderini tayin etme konusunda sömürgecilik sonrası dönemde gündeme gelen talepler karşısında neoliberaller karşılıklı işleyen, faydalı, serbest, barışçıl değiş tokuş alanı olarak piyasa alanı ile şiddet, baskı ve militarizm üzerine kurulu siyaset sahası arasındaki ikiliği gündeme getirdiler. Buna bağlı olarak neoliberaller, politik egemenliği ekonomi düzlemindeki sahiplik ilişkisinden ayırmak suretiyle, tüm tarafların eski sömürgelere ait hammaddeleri açık pazardan satın alabileceklerini, sömürgeciliğin ve fetih anlayışının gereksiz hâle geleceğini söylediler.

1957’de Mont Pèlerin Cemiyeti’nin düzenlediği toplantıda Stanford Üniversitesi’nde tarımsal ekonomi dersleri veren Karl Brandt, dekolonizasyon sürecine dair neoliberal yaklaşımı aktarmak için o bilindik, piyasanın düşmanları dost hâline getirdiği efsanesine başvurdu. Brandt’ın dediğine göre “Aydınlanmacı liberalizmin üzerinde durması gereken mesele, onun sömürgeleri beyazlardan nasıl kurtaracağı değil, sömürgelerde mümkün olduğu ölçüde daha fazla beyazın birer ortak ve dost olarak el üstünde tutulacağı koşulların nasıl oluşturulacağı idi.[12]

Beyazların yaşayabileceği koşullar oluşturmak, onların haklarının korunmasını sağlamak demekti. On dokuzuncu yüzyılın bırakın yapsınlar bırakın geçsinlerci iyimserliğini terk eden neoliberaller artık dünya pazarının geleceğinin mevcut uluslararası işbölümünü güvence altına alıp mülkiyeti ve yatırımları koruyacak ayrıca sömürgecilik sonrası dönemde egemenliği kısıtlayacak hukukî ve ahlakî çerçevenin oluşturulmasına bağlıydı.

Sömürgecilik sonrası gündeme gelen insan hakları projesine karşı neoliberaller, piyasaya dost insan hakları projesini gündeme getirdiler. Burada amaçsa ticaret yapma hakkını korumak ve bu hakkı diri tutmak için dönüştürücü müdahalelere izin vermekti.[13] Daha da önemlisi bu neoliberal insan haklarının gündeme getirilmesinde amaç, piyasanın ahlakını herkese telkin etmek ve liberal bir tebaa oluşturmaktı. Sonuçta neoliberallere göre Nkrumah’nın bahsini ettiği yeni sömürgecilik de bir projeydi.

Jessica Whyte

[Kaynak: The Morals of the Market: Human Rights and the Rise of Neoliberalism, Verso, 2019.]

Dipnotlar:
[1] A. A. Mohammed (Nigeria) ‘Official Record of the 1496th Plenary Meeting of the United Nations General Assembly’, 16 Aralık 1966, s. 11, undocs.org.

[2] Cuevas Cancino (Mexico) A.g.e., s. 3.

[3] Jacques Rancière, On the Shores of Politics (Londra: Verso, 2006), s. 47.

[4] Lynn Hunt, Inventing Human Rights: A History (New York: W. W. Norton, 2007).

[5] Asian-African Conference, ‘Final Communiqué of the Asian-African Conference of Bandung’ (Cakarta: Centre Virtuel de la Connaissance sur l’Europe, 24 Nisan 1955), s. 6.

[6] Hunt, Inventing Human Rights, s. 168.

[7] Kwame Nkrumah, Neo-Colonialism: The Last Stage of Imperialism (New York: International, 1966), s. x.

[8] A.g.e., s. 243.

[9] Upendra Baxi, The Future of Human Rights (Oxford: Oxford University Press, 2008), s. 51.

[10] Doğal Kaynaklar Üzerine Kalıcı Hâkimiyet ile ilgili 1803 sayılı karar BM Genel Kurulu’nda Aralık 1962’de kabul edildi. ‘Permanent Sovereignty over Natural Resources, General Assembly Resolution 1803 (XVII)’, legal.un.org. Sundhya Pahuja’nın da ifade ettiği gibi bu kararların alınmasında amaç, “ekonomi üzerindeki politik hâkimiyeti yeniden sağlamak”tı. Sundhya Pahuja, Decolonising International Law: Development, Economic Growth, and the Politics of Universality (Cambridge: Cambridge University Press, 2011), s. 86.

[11] Wilhelm Röpke, The Social Crisis of Our Time, Çev. Annette Schiffer Jacobsohn ve Peter Schiffer Jacobsohn (Şikago: University of Chicago Press, 1950), s. 107.

[12] Brandt’tan aktaran: Angus Burgin, The Great Persuasion: Reinventing Free Markets since the Depression (Cambridge: Harvard University Press, 2012), s. 120.

[13] Upendra Baxi, Future of Human Rights, Oxford: Oxford University Press, 2008.

04 Nisan 2020

,

Cennetin Lanetlileri

Hristiyanlığa ve İslam’a ait sembollerle yüklü, yürek paralayan şirinde komünist Iraklı şair Sadi Yusuf, Ebu Gureyb’in yol açtığı dehşetten bahsediyor:
Üryan gideceğiz
Allah’ın huzuruna.
Kefenimiz kanımızdır bizim.
Defne ağacının gölgesindeyiz.
Köpeklerin dişleri kurt dişine dönmüş.
Aniden açıldı
Hücrenin kapalı kapısı.
Kadın asker girdi içeri
Şiş gözlerimiz seçemedi önce
Gizemli bir âlemden gelmişti belki de.
Hiçbir şey demedi.
Kardeşimin kanlı bedenini
Eski püskü bir paspas gibi
Peşinden sürükledi.[1]
Bu şiirin adı “Cennetin Lanetlileri”. Şair, burada Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri isimli çalışmasına atıfta bulunuyor ve Cezayir’deki zulümle Ebu Gureyb’deki zulüm arasında bağ kuruyor.
Yeryüzünün Lanetlileri’nde Fanon, “isyanın insanlığı dünyaya, dünyayı tüm insanlığa yeniden takdim edeceği vaadi”nden bahsediyor.[2]
Sadi Yusuf’un şiirinde de bu vaat yankılanıyor. Şiir, yaşanan onca şeyin ardından, günahlardan arınma ve kurtuluş ihtimalinden bahsederek sona eriyor:
Yolumuz sana doğru.
Bizi yüz üstü bıraksan da ayrılmayacağız o yoldan.
Biz senin dirilteceğin
Ölmüş evlatlarınız.
Peygamberlerine söyle, açsın cennetin kapılarını!
Söyle onlara biz geliyoruz!
Elimizi yüzümüzü pak toprakla temizledik.
Meleklerin tek tek bilir bizi.
Lale Halili
[Kaynak: Time in the Shadows: Confinement in Counterinsurgencies, Stanford University Press, 2013, s. 248-249.]
* * *
Sadi Yusuf 1934’te Irak’ın Basra kentinde dünyaya geldi. Bağdat’ta Arap edebiyatı eğitimi aldı. Şatil Taki ve Abdulvahab Bayati’nin serbest vezin üzerine kurulu şiir tarzından etkilendi. Gençlik döneminde siyasetle ilgilenmeye başladı, eylemlere katıldı. Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Garcia Lorca, Yiannis Ritsos, Walt Whitman ve Constantine Cavafy gibi şairlerin şiirlerini Arapçaya çevirdi. Irak’tan sürgün edilince Cezayir, Lübnan, Fransa, Yunanistan, Kıbrıs gibi ülkelerde kaldı. Şuan Londra’da yaşıyor.

03 Nisan 2020

Trinquier ve Galula

Bir ülkeyi çökerttiğinizde iyi bir mücadele vermiş olmazsınız. Bu, sadece sizin süreci iyi yönettiğiniz anlamına gelir. Çöküş, esasen düz anlamıyla, eksik yönetim demektir.”[1]

[Bernard Fall -1965]

Devrimci savaş, bir tür ihzar müzekkeresiyle yürütülemez.”[2]

[Albay Charles Lacheroy -1957]


“Kontrgerilla Faaliyetlerinin Clausewitz’i” olarak anılan David Galula, ABD’de geliştirilmiş olan kontrgerilla doktrini üzerinde olağanüstü bir etkiye sahiptir. Altmışlarda kaleme aldığı yazılar, 2008’e dek tercüme edilmemiştir. Galula’nın geliştirdiği kontrgerilla teorisi, Fransızların Cezayir devrimini bastırmaya yönelik faaliyetlerine dayanmaktadır.[3]

David Galula’nın iki kitabı var. Bu kitapların ilkini RAND Corporation yayımlamış, ikincisi ise Harvard Üniversitesi’nin desteğiyle basılmış. İki kitap da ayaklanmalara dair kapsamlı bir analizi ve kontrgerilla faaliyetleri ile ilgili reçeteler sunuyor. Galula’nın ilk kitabı, Cezayir’in Kabile bölgesinde gerillaya karşı sürdürülen savaşla ilgili somut deneyimlere odaklanırken, ikincisi savaştan öğrenilen kontrgerilla ilkelerini ortaya koyuyor.[4]

ABD, Galula’nın bu analizlerini Irak’ta yürüttüğü kontrgerilla faaliyetleri esnasında kullandı. Galula, ayaklanmaları iç dinamiklere dayanan olaylar olarak görüyor. Komünist ya da burjuva milliyetçi bir nitelik arz etmesi muhtemel olan bu ayaklanmalar, davaya bağlı çekirdek kadro üzerinden ilerliyorlar. Galula’ya göre bu hareketler, asayişi sağlama konusunda herhangi bir sorumluluğa sahip olmadıkları için kitleleri sürece dâhil etme imkânı buluyorlar. Ayrıca “bugüne dek görülmüş en tutkulu ırk olan Müslümanlardan oluşan milyonların arzu ve isteklerine seslenebiliyorlar”[5]

Galula’nın yazdığı kadarıyla kontrgerilla faaliyetleri dâhilinde hukuk sistemi, çok fazla muhalif ve gerilla yakalamaya imkân veren olağanüstü hâl tedbirlerine indirgenemez.[6] Bu sorunu, önleyici tedbirler kadar, isyancıların içine sızma ve onları gözetleme de çözebilir, bu nedenle “hukuk sisteminin mevcut sisteme uyarlanması, bürokrasinin güçlendirilmesi, polisin ve silâhlı kuvvetlerin tahkim edilmesi, eğer kontrgerilla liderliği kararlı ve uyanık ise, isyana dönük gayretlerin cesaretini kırar”.[7]

İlerleyen süreçte yerli uzmanların (veya yerlileşmiş Fransız uzmanların) yetiştirilmesine ihtiyaç duyulacaktır. Bu insanların korunması önemli bir meseledir. Bu koruma ise Cezayir genelinde askerlerin çekirge sürüsü gibi her yanı kuşatması ile mümkündür.[8]

Izgaralama veya kent ve kırsal bölgelerin tedrici olarak fethedilmesi, Fransız ordusunun ana taktiği hâline gelir. Burada amaç, isyancıların silâh gücünü kırıp halkı pasifize etmektir.[9] Pasifize etme sürecinde devreye ülke içinden müttefikler sokulur. Bu müttefikler, “Fransızlardan yana olan Müslümanları belirler, halkın çoğunluğu bu kişiler eliyle harekete geçirilir, hep birlikte isyancılar ve militan destekçileri yok edilir.”[10]

Yerel müttefiklere ek olarak ülkedeki Fransız askerinin varlığı kalıcılaştırılır, nüfus sayımı yapılır, gerekli ölçümler gerçekleştirilir, halk izlenir, sürekli gözetime tabi tutulur, uzlaşmaya gitmeyenler tutuklanır veya bunlara para cezaları kesilir, zorla çalıştırılır, ücretli olarak belirli yerlerde istihdam edilir.

Galula, Fransız paraşütçü birliğinin Cezayir Savaşı’nda Kazbah şehrini gerilladan temizleme faaliyetlerini büyük bir hayranlıkla anar, bu noktada “bana kararlı yüz asker verin, Paris gibi bir şehirde bile terör estiririm” der[11] ama bir yandan da koruma ve güvenlik tedbirleri üzerinden tarafsızmış gibi görünen sivil halkın ikna edilmesi suretiyle halkın rızasını alma meselesine de odaklanır. Galula, bu değerlendirmenin ardından kontrgerilla faaliyetlerinin “yasalar”ını belirler:

“İlk yasa. Hedef halktır. Halk, aynı zamanda savaşın gerçek sahasıdır.

İkinci yasa. Halk kendiliğinden destek sunmaz, her hâlükârda bu destek örgütlenmelidir. Halkın desteği, ancak kontrgerilla faaliyetlerinden yana olan halk içindeki azınlığın çabaları ile elde edilebilir.

Üçüncü yasa. Bu azınlık, ancak kontrgerilla faaliyeti yürüten gücün nihayetinde zafer elde edeceği görüldüğü noktada ortaya çıkar, çoğunluk, ancak bu aşamada azınlığın peşinden gider.

Dördüncü yasa. Halkın tavrını savaş sahasında çatışan davaların doğal vasıfları değil, şu iki temel soruya verilen cevap belirler: Hangi taraf kazanacak? Hangi taraf halkı en fazla tehdit ediyor ve hangisi halka en fazla korumayı sağlayacak?”[12]

Bu çıkarımlar, siyasetin özü konusunda çok az şey söyler ama öte yandan da politik sorunlara verilecek çözümlere odaklanırlar. Bugün ABD’de geliştirilmiş olan kontrgerilla doktrini, Galula’nın bu çıkarımları üzerine kuruludur.

İlginçtir, Galula esasen Fransa’da pek bilinen bir isim değildir. Fransa’daki devrimci savaş okulunu pratikte General Marcel Bigeard ve General Jacques Massu, teoride ise Albay Colonel Charles Lacheroy (ki kendisi sonrasında yarı faşist Gizli Ordu Teşkilâtı’nın üyesi olmuştur), General Jacques Hogard ve Albay Roger Trinquier temsil eder.[13]

Bu subayların içinde bilhassa Trinquier, ABD’nin Vietnam ve Latin Amerika’daki kontrgerilla pratiği üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Trinquier’nin Modern Savaş isimli eseri İngilizceye çevrilmiş ve ABD’deki harp akademilerinde ve askerî okullarda okutulmuştur. Üstelik bu süreçte Trinquier, söz konusu kurumların başındaki eğitimcilerle sürekli yazışma imkânı bulmuştur.[14]

Roger Trinquier, Çinhindi’nde subay olarak faaliyet yürütmüş, ABD’nin Vietnam’da kendince yürüttüğü savaş esnasında taklit ettiği bir yöntem olarak Thai ve Meo dağlılarından Fransa adına savaşacak milisler örgütlemiştir. Altmışlarda Trinquier’yi ABD Kara Kuvvetleri’nin gündemine taşıyan, ondaki bu vasıflardır.[15]

Yukarıda ismi geçen komutanları romanının başkahramanı yapan Jean Larteguy’un Senturyonlar romanının yanında ilgili isimler ayrıca, perde gerisinde de olsa, Gilo Pontecorvo’nun ünlü filmi Cezayir Savaşı’nda da karşımıza çıkarlar.

Savaş sonrasında Trinquier, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin on bir eyaletinden biri olan Katanga Eyaleti’nin başındaki Moise Tshombe’nin yardımına koşar ve ona bağlı orduyu teşkilâtlandırır. Doksanlarda Fransa’da savaş arşivleri üzerindeki gizlilik kaldırılıp Cezayir Savaşı’nın tarihinin en azından akademide gözden geçirilmesi mümkün hâle gelince Trinquier, bu sefer bir dizi filmde ve kitapta arz-ı endam eder: Bunlardan biri Paul Aussaresses’in Kazbah Savaşı isimli hatıratı, diğeri Marie-Monique Robin’in Fransız kontrgerilla faaliyetlerinin Latin Amerika’daki cuntalar üzerindeki etkisini ele alan Ölüm Mangaları isimli belgesel filmi ve kitabıdır.[16]

Fransız Okulu’nu (ve Trinquier’yi) Galula’dan asıl ayıran husus şudur: Okul ve Trinquier, daha çok ayaklanmanın dış kaynaklı sebeplerine odaklanır ve gerekli olan her araca başvurma yöntemine başvurur. Bu yöntemse hukukun ilgasını ve savaş kurallarına uyulmaması gibi hususları kapsar.[17]

Galula ise kontrgerilla mücadelesi esnasında imaja ve temsiliyete odaklanırken, Trinquier orduyu kaba güç kullanma aracı olarak görür ve savaşırken uygulanan zulümler veya kanunlara uyulmaması konusunda zerre rahatsız olmaz:

“Nizami orduya karşı çıkan bir partizan ve gayrinizami güç, üzerinde üniforma olmaksızın yürüttüğü savaşta savaşın kurallarını ihlal eder (böylece risklerden kaçınma imkânı bulur), ama bir yandan da aynı kuralların sağladığı korumadan mahrum kalır. Bu anlamda eğer silâhlı biri tutsak alınırsa hemen oracıkta vurulabilir.”[18]

Roger Trinquier açısından kentteki isyanın bastırılmasında asıl önemli husus, propaganda ve polis faaliyetidir. Trinquier, bu çalışmaları alt bölümlere ayırır. Bu alt bölümler, halkın kitlesel olarak sorguya tabi tutulması, mahallelerin giriş çıkışa kapatılması, sokağa çıkma yasağı, gece tutuklamaları, hapishanelerin muhaliflerin tutulduğu yerler olarak kullanılması ve güç kullanımı konusunda eleştirilmeyecek olan şehir yönetiminin asla sorgulanmaması gibi unsurları içerir.[19]

1958’e Kazbah’taki isyanın bastırılması sonrasında Trinquier, Morice hattının kapatılması ve buraya karakolların/nöbet kulelerinin yerleştirilmesi çalışmalarına dâhil olur. Bu çalışmalar sonucunda Cezayir, dikenli tellerle ve gözetleme kuleleriyle kuşatma altına alınır. Böylece Ulusal Kurtuluş Cephesi mensubu gerillaların Cezayir sınırlarından geçmesine mani olunur.

Kazbah’daki isyanın bastırılmasında Trinquier, sadece Çinhindi’de kontrgerilla savaşı ile ilgili olarak elde ettiği deneyimden faydalanmakla kalmaz, ayrıca kentlerin pasifize edilmesine dair tarihsel taktiklere de başvurur. Napolyon’un Ren Vadisi’ni fethederken kullandığı yöntemleri kullanan Trinquier, Kentleri Koruma Aygıtı denilen kurumun başı olarak, “işe her bir evi numaralandırıp ev sakinlerini saymak ve tanımlamakla” başlar, ardından her bir evde yaşayan insanların isimlerini toplar, komşulardan alınan bilgilerle bu kişilere dair bilgiler çapraz kontrole tabi tutulur, ardından köylerde kullanılan aynı ızgaralama yöntemleri şehrin farklı mahallelerine tatbik edilir.[20]

Trinquier, Fransa’ya bağlı olup eskiden askerlik yapmış olan Müslümanları ızgaranın her bir karesinde muhbir olarak konuşlandırır. Artık muhbir, işbirliği ettiği için suikast girişimlerinin somut hedefidir.[21] Kapsamlı gözetleme faaliyetleri üzerinden Kazbah’taki erkeklerin yaklaşık yüzde otuzu-kırkı tutuklanır, gece tutuklanan bu insanlar sorgulanır, böylelikle sokağa çıkma yasağı kaldırılana dek sorguda alınan isimler yakalanma imkânı elde edilir. Tutuklananlar çoğunlukla işkenceye tabi tutulur, zira Trinquier’nin ifadesiyle, “masumların (FLN operasyonlarının mağdurlarının) hakları, suçlu olanların haklarını geçersiz kılar.”[22]

Cezayir’de görev yapmış birçok Fransız subayı gibi Trinquier de Fransa’nın yenilgisine tanıklık etmiştir. Sonuçta Viet Minh Çinhindi’nde, ulusal kurtuluş mücadelesi Cezayir’de Fransa’yı yenmiştir. Fransa bu süreçte FLN’yi ve Viet Minh’i büyük komünist fesadının parçası olarak görmüştür. Hatta Cezayir’deki köylü savaşçılara “Viet” denilmiş, komünist dünya görüşündeki cazibeyi alt edecek bir fikir, hatta bir ideoloji peşine düşülmüştür.[23]

Peter Paret, bu ideoloji arayışını sağlam bir analize tabi tutuyor. Ona göre Larteguy’un Senturyonlar isimli romanında bu ideoloji çıkıyor karşımıza. Romanda bir Fransız subayı şunu söylüyor: “Tanrı’ya inanmam ama Hristiyan medeniyetine bağlıyım.”[24]

Paret çalışmasında, Fransız ordusunun görev ve etik anlayışı, aynı zamanda taktikleri açısından devrimci bir değişim sürecinden geçtiğini söylüyor. İşte bu süreç, medeniyet savaşı üzerine kurulu bir anlayış temelinde ilerliyor.[25]

Bu devrimci savaş anlayışına bağlı olan isimler, halk içinde savaş yürütmenin önemi üzerinde duruyorlar, ama aynı zamanda merkez ülkelerdeki yüksek siyaset mertebesinde askerî güçlerin sorgulanmadan desteklenmesini istiyorlar. Belirli bir açıdan sırtlarından bıçaklandıklarını söyleyip duranlar, tam da bu talep üzerinde duruyorlar. Bir yandan bu kişiler, savaş sahasında ordunun zafer kazandığı koşullarda siyasetçilerin bu zaferi korkaklık veya namertlik yüzünden heba ettiklerini söylüyorlar.[26]

Trinquier, Modern Savaş kitabında şunu yazıyor: “asıl sorumluluğu savaşmak olan ordu, milletin kayıtsız şartsız, müşfik ve sadakat üzerine kurulu desteğini almak zorundadır.”[27] Bu tespit, bir yandan da ABD’nin ilerleyen süreçte Vietnam’da yürüttüğü savaşa dair değerlendirmelerde de karşımıza çıkıyor. Bu değerlendirmelerde sahada alınan kontrgerilla tedbirlerinin savaşın zaferle sonuçlanmasını beraberinde getireceğinden, bir yandan da ülke içerisinde ABD silâhlı kuvvetlerine verilen desteğin medya ve korkak siyaset sınıfının eliyle aşındığından bahsedilmektedir.[28]

Lale Halili

[Kaynak: Time in the Shadows: Confinement in Counterinsurgencies, Stanford University Press, 2013, s. 34-39.]

Dipnotlar:
[1] Bernard B. Fall, “The Theory and Practice of Insurgency and Counterinsurgency”, Naval War College Review, Nisan 1965, vurgu özgün metne ait.

[2] Lacheroy’dan aktaran: Etienne Durand, “France”, Understanding Counterinsurgency: Doctrine, Operations and Challenges, Yayına Hz.: Thomas Rid ve Thomas Keaney, Londra: Routledge, s. 20.

[3] Max Boot, “Key to a Successful Surge”, Los Angels Times, 7 Şubat 2007; David Petraeus ve John Nagl, Contre-insurrection: Theories et Pratique, 2008, s. xix; de Durand, “France,”s. 23; Bertrand Valeyre ve Alexandre Guerin, Du Galula à Petraeus: L’heritage français dans la pensee americaine de la contre-insurrection. Paris: Centre de Doctrine d’Emploi des Forces, 2009.

[4] David Galula, Pacification in Algeria: 1956-1958. Santa Monica: RAND Cooperation, 2006. İlk baskı tarihi 1963; David Galula, Counterinsurgency Warfare: Theory and Practice. Wesport, CT: Praeger International, 2006. İlk baskı tarihi 1964.

[5] Galula, Pacification, s. 30–40, 5, 8.

[6] Galula, Pacification, s. 20–21.

[7] Galula, Counterinsurgency, s. 46.

[8] Galula, Pacification, s. 24–45.

[9] Galula, Pacification, s. 32.

[10] Galula, Pacification, s. 69, 168.

[11] Galula, Pacification, s. 143.

[12] Galula, Pacification, s. 246–247; ayrıca bkz. Galula, Counterinsurgency, s. 52–55.

[13] Marie-Catherine Villatoux, “Hogard et Nemo: Deux theoriciens de la guerre revolutionnaire”, Revue Historique des Armees, 2003, sayı 232, s. 20-28; George Armstrong Kelly, Lost Soldiers: The French Army and Empire in Crisis 1947-1962, Cambridge, MA: MIT Press, 1965.

[14] Peter Paret, French Revolutionary Warfare from Indochina to Algeria: The Analysis of a Political and Military Doctrine, 1964, Londra: Pall Mall Press; General Paul Aussaresses, The Battle of Casbah: Terrorism and Counter-Terrorism in Algeria, 1955-1957, Çev. Robert L. Miller, New York: Enigma Books, 2002; de Durand, “France”; Marie-Monique Robin, Escadrons de la Mort: L’ecole françoise, Paris: La Decouverte, 2004, s 237–256, özellikle 254. dipnot.

[15] Trinquier ve onun kurduğu Meo ve Thai milisleri konusunda bkz. Martin Windrow, The Last Valley: Dien Bien Phu and the French Defeat in Vietnam, Londra: Weidenfield and Nicholson, 2004, s. 218–220.

[16] Aussaresses, Casbah; Robin, Escadrons; ayrıca bkz. Raphaelle Branche, La Torture et l’armee: Pendant la guerre d’Algerie, 1954-1962, Paris: Galimard, 2001; Mohammed Harbi ve Benjamin Stora, La Guerre d’Algérie, Paris: Hachette Litteratures, 2004.

[17] ABD Kara Kuvvetleri Kontrgerilla Sahra Talimnamesi, s. 392.

[18] Roger Trinquier, Modern Warfare: A French View of Counterinsurgency, 1964, Londra: Pall Mall Press, s. 17–18; Valeyre ve Guerin, Du Galula à Petraeus, s. 17.

[19] Trinquier, Modern Warfare, s. 43–51.

[20] Aussaresses, Casbah, s. 92–93.

[21] Alastair Horne, Savage War of Peace: Algeria 1954-1962, New York: NYRB Classics, 2006, 198. İlk baskı tarihi: 1977.

[22] Horne, Savage Wars, s. 199; Branche, La Torture, s. 167.

[23] Paret, French Revolutionary Warfare.

[24] Paret, French Revolutionary Warfare, s. 26–29.

[25] Paret, French Revolutionary Warfare, s. 26.

[26] Bkz. Bernard Fall’un Trinquier’in Modern Warfare isimli çalışmasına yazdığı önsöz, s. xv.

[27] Trinquier, Modern Warfare, s. 28.

[28] Lewis Sorley, A Better War: The Unexamined Victories and Final Tragedy of America’s Last Years in Vietnam, Orlando, FL: Houghton Mifflin, 1999.

01 Nisan 2020

, ,

Sömürge ve Köle

“Çin, virüsün yayıldığı hayvan pazarını yeniden açtı” başlıklı Euronews haberinin arkasında, muhtemelen Türkiye’deki “sosyalist” görünümlü liberaller var. Küba’ya yönelik, Veli Saçılık’ın ağzından dökülen “sosyal milliyetçi” küfür de aynı liberalizme ait.

Devlet müdahalesinin, kamulaştırmaların, halk sağlığının, kolektivizasyonun öne çıktığı bu türden koşullarda liberaller, “hasetlerinden” kuduruyorlar! Soğuk Savaş liberalleri ile 11 Eylül liberalleri, hizmetlerini aynı yere sunuyorlar. 

Halkına maske veremeyen Amerika’yı öncü ve model kabul ediyorlar. Beynelmilel kontrgerilla, eskiden bireyleri örgütlerdi, şimdi işini sağlama alıp örgütleri örgütlüyor. Bir taşla iki kuş vuruyor. Simurg’u katlediyor.

* * *

Hakan Gülseven, dün CHP’den alıyordu parasını, bugün Suudilerden. Dün çalıştığı gazetede insanlar işten atıldıklarında hiç ses etmedi, ama kendisinin akarı kesilince, birden patronuna ve üstü kapalı olarak CHP’lilere küfürler döşendi. Bugünse eski AKP’lilerle birlikte çalışıyor. Üstelik artık tek hashtag’iyle Twitter’ı sallayacak kudrette. O beşikte bir “millet” uyutuluyor. Parası olduğu için başdüşmanı Erdoğan’a “zırnık”, yani tüy dökücüsünü koklatmayacağını söylüyor. Çünkü işçilerin parası yok, ama onun var!

* * *

Karl Marx, devletle sermayenin “düşman kardeşler” olduğunu söylüyor. Erdoğan’dan gayrı düşman tanımayanlar, kendi bireylikleri ölçüsünde kurdukları siyasetlerini ve ideolojilerini buradan satabileceklerini iyi biliyorlar. Devleti koruyorlar.

Düşman kardeşlerden birinin başlarını okşayacağından eminler. Erdoğan’ın bağlı olduğu güç, bu muhalefetten gayet memnun. Hatta gerektiğinde, ona ihtiyaç duyduğu ekipmanı ve silâhı temin ediyor. Örneğin, belediyelerin bağış hesapları “numaradan” bloke ediliyor, böylece bağış yapmayacak milyonlarca laik kişinin bağış yapması sağlanıyor. Gemiyi birlikte yüzdürüyorlar. Orada işçiye ve ezilene yer yok.

* * *

“Erdoğan siyaseti” o kadar kör ki her şeyi bireysellikle hallolabilecek bir meseleye indirgiyor. İş tanımları bunu gerekli kılıyor. Bugün kendisi Erdoğan’ın yerinde olsa her şey farklı olacak sanıyor, oysa başa gelse, aynı şeyleri yapacak, bunu bal gibi biliyor. Erdoğan denilen kişiye saldıranlar, devrimci kitleleri değil, özel bireyleri, kişileri çağırıyor. Bu yanılgının bir sonuç vermeyeceği açık.

Sonuçta mevcut pandemi dönemini, solcu, laik, materyalist, bilimci bir kurul yönetiyor, öte tarafında laik oytunlar, dizdarlar, karataylar, küçükustalar duruyor, ama bu iki taraftaki sınıfsallığı kimse eleştiremiyor. Bireyle başlayıp, bireyle bitecek bir süreçten başka bir şey görülmediği için bireyi aşan her şeye teoride ve pratikte küfrediliyor.

Bugün kimi sosyalistler, bireysel huzuru için bu sürece ordu ve polisin müdahale etmesini isteyebiliyorlar. 12 Eylül’deki gibi “asker ekmek dağıtsın” diyorlar. Solcular şahsında 12 Eylül’ü alkışlamış örgüt şefleri konuşuyor.

* * *

Alman şansölyesi Merkel, 19 Mart’ta ulusuna sesleniyor, aşağı yukarı Erdoğan’la aynı şeyi söylüyor, “ellerinizi yıkayın, mesafenizi koruyun” diyor, gelgelelim buradaki solcular, “yüce Şansölye, devlet ahlakına, adabına sahip, tek dünya lideri, var ol!” diyerek Merkel’i alkışlıyor, ikincisine küfrediyor. Burada sokağa çıkma yasağı isteyenler, “ordu-polis başa gelsin” diyenler, bağlı oldukları devletin lideri Merkel’den bunu nedense isteyemiyorlar (belki de istiyorlar!). Merkel’se Erdoğan gibi, özünde “ekonominin çarkları dönecek” diyor. Solcu (güya) düşmanları da aynı şeyi söylüyor. “Çarkları dezenfekte edelim yeter” diyorlar. Merkel övgülerinin arkasındaki ideoloji ve politika, sorgulanmayı bekliyor.

* * *

Nizam, belirli ölçülere göre işliyor. Egemenler açısından ilk ölçü köle; ikincisi sömürge. İşçiye ilki; ezilene ikincisi dayatılıyor.

Cezayir valiliği ve Cezayir bakanlığı yapan Robert Lacoste, ülke halkına yönelik ağır tedbirler alıyor. Bir ara Birleşmiş Milletler “ülkedeki kanı durdurun” dediğinde, Lacoste, Cezayir’de milisler oluşturmaya karar veriyor ve BM’nin isteğine “Cezayir’de kan, akacak kan kalmadığında durur” diyor.

Sol, Lacoste’un Sosyalist Partili olduğunu, bu anlayışın hiç bozulmadan bugüne geldiğini görmüyor. Çünkü bir tartışma ortamında, eski bir TİP’li, eski bir ÖDP’li ve eski bir Kaypakkayacı, hep bir ağızdan, “Dersim’de devlet doğru olanı yapmıştır” diyor. Bir başka “Kaypakkayacı” ekip [Teori ve Politika], “Dersim’in modernizmde basit bir yol kazası” olduğunu söylüyor.

15 yaşındaki kızları babası yaşındaki subaylara peşkeş çekenler, bugün çocuk evliliğinden, sapıklıktan bahsediyorlar. Bu yaklaşımlar, bugün herkesin Lakostçu olduğunu ortaya koyuyor.

* * *

Dün “Soma’dakiler AKP’liymiş, gebersin!” diyenlerin bugün işçi sağlığı konusunda laf etmesi mümkün değil. Ücretli izin gibi talepleri kendi keyifleri, rahatları için dile getiriyorlar, işçiye düşman oldukları, Malik Baran’ı tehlikeli gördükleri için önlem almaya çalışıyorlar. Üretimi durdurmaksa gericilik zaten!

Bireyliklerinden, sınıf ve sınır dışı varlıklarından yakalandılar, nizama bağlandılar. Artık ne yapsalar, nafile. Her şeye ve herkese o birey putu adına, ya sömürge ya da köle ölçüsüyle bakmaya mecburlar. Böyle varolabildiklerini biliyorlar. Bu şekilde sömürge veya köle olmaktan kurtulduklarını sanıyorlar.

Çiplerden, sibernetikten, robotlardan o sebeple bahsediyorlar. Kendilerine köleler arıyorlar. Buradan komünizme geçiş hayalleri kuruyorlar. Komünizmin “bugünkü koşullara son verme pratiği” oluşunu toprağa gömüyorlar. O nedenle, diktatörlük ve sosyalizm tartışmalarını gerici kabul ediyorlar. “Bugünkü bilimsel teknik altyapı ile” komünizme geçilebileceğini söylüyorlar. Sınırsız ve sınıfsız olma hayallerini o “altyapı”ya konuşturtuyorlar. O dil, sömürge ve köle üzerine kurulu, bu gerçeği sürekli gizlemek zorunda kalıyorlar.

* * *

Afrika’nın ve Gana’nın devrimci lideri Kwame Nkrumah, emperyalist ülkelerde sosyal devletin temel dayanağının sömürgeler olduğunu görüyor. Bu ülkelerde insan hakları ve sosyal devlet, birlikte sömürge ölçütünü esas alıyor.

Demek ki azınlıklardan bahsedenlerin, insan hakları ve sosyal devlet üzerinde duranların temeldeki gerçeği hiç sorgulamamalarının sebebini burada aramak gerekiyor.

Bu solun aklında, bir tür Osmanlı var! Kürdistan’ın sömürge olarak varlığını tanıyorlar. Onu sosyal devletle, ilericilikle donatmak istiyorlar. “Bilimsel teknik altyapı”nın sömürgesi Kürtler, kölesi işçiler. Merkel övgüsü, esasen buraya denk düşüyor. AB ve ABD’ye bel bağlamış solculuk, sömürgecilik ve kölecilik pratiğinden beslenen solcu geçmişe bağlanıyor.

* * *

Bugün solun belirli bir bölümü, gerçekte antikapitalist olduğu için değil, emperyalizm ve faşizm dememek için kapitalizme (güya) eleştiri yöneltir gibi yapıyor. İlkinde sömürge, ikincisinde köle, dilsiz.

Emperyalizm dıştaki faşizm; faşizm içteki emperyalizm.

Liberallere örgütlenen sol ve sosyalistler, emperyalizmin içteki; faşizmin dıştaki silâhı olmayı maharet sayıyorlar. Bugün mesele, liberalizmin sosyalizm diye yutturulması.

Kapitalizm, küçük burjuvanın mülk ve güç istenci dâhilinde anlaşılıyor. Mülk ve güç istenci üzerinden, sırf tüketmek için okudukları Kapital’i kasten yanlış anlıyorlar. Bu sebeple, tekniği, bilgiyi veya üretimi sınıf ve tarih dışına atarak putlaştırıyorlar ve mevcut hâlini komünizme geçiş için yeterli görüyorlar. “Şimdi imkân olsa komünizme geçebiliriz” diyorlar, herkese hayal satıyorlar. Hayallerin maddiyatını ve sınıfsallığını hiç sorgulamıyorlar, sorgulatmıyorlar.

* * *

Küçük burjuvalar, işçiyle, halkla, ezilenle, bilgiyle, teknikle, üretim pratiği ile ancak kendi bireysel varlığı dolayımı ile ilişki kuruyorlar. Esasında kendisi için istediklerini, kendisi hakkında düşündüklerini, o belirlediği puta söyletiyorlar. Sonrasında siyaset, herkesi ve her şeyi kendi öznelliğine ram etme, onun etrafında döndürme konusunda idealist bir pratiğe doğru kapanıyor. İstediği olmayınca da küsüyor, intihar ediyor. Bu anlamda “ne diktatörlüğü, ne iktidarı, ne sosyalizmi, ya komünizme hemen geçeriz ya da ben gider içkimi içer, sevişir yatarım” diyorlar. Bu komünizmse Batılı Soğuk Savaş ve 11 Eylül liberallerinin yavan gelecek tasarımlarından başka bir şeyi ifade etmiyor. Sömürgeler ve kölelerse çığlıklarının bugünde devrimci silâhlar kuşanmasını istiyorlar.

Eren Balkır
1 Nisan 2020

,

I Wor Kuen'in 12 Maddeli Programı


1900’de Çin’de başlayan Boksör Ayaklanması’nda mücadele yürütmüş bir köylü örgütünden ismini alan I Wor Kuen, 1969’da New York’taki Çin Mahallesi’nde kurulur. Kara Panterler’den etkilenen örgüt, Asya kökenli Amerikalıları örgütlemek için çalışmalar yürütür.

* * *

 

Amerika’da yaşayan Asyalı insanlar, hem kendi toplumlarına mensup açgözlü ve hain çetelerin hem de ırkçı ve sömürücü Amerikan toplumunun zulmüne maruz kalmaktadırlar. Bu toplumdaki konumumuzu kabul etmemiz konusunda medya bizi sürekli yanlış fikirlerle topa tutuyor. Beynimizi yıkıyor, başka ülkelere zorla gönderiyor, Güneydoğu Asya’da bizden olan insanlarla savaşmamızı istiyor.

Aslında Asyalı Amerikalıların asıl düşmanı, bu ülkedeki zulümdür. Bu düşman, Amerika’daki ırkçılıkla ve sömürüyle yüzleştiğimiz ilk günden beri bize zulmetmektedir. Asyalı Amerikalıların uzun ve kahramanlıklarla yüklü mücadele tarihi, güttüğümüz amaç doğrultusunda bize ilham vermiş, gücümüze güç katmıştır.

Bu zulme tahammül etmek zorunda değiliz. Ecdadımızın mücadelesinin boşa gitmesine izin veremeyiz. Gerçek dostlarımızı ve düşmanlarımızı tanıyoruz. Bu ülkede yaşayan kardeşlerimizin katılımıyla daha da güçleniyoruz. Dünya genelinde bu ülkenin başında bulunanlara karşı özgürlük ve adalet mücadelesi verenler gücümüze güç katıyorlar.

Dilekçe yazma, mahkeme, seçimlerde oy kullanma, hatta gösteri yapma gibi barışçıl yolları denedik ama durumumuz hiç değişmedi. Hâlen daha özgür değiliz.

Halkımızın yaşam koşullarını geliştirmek istiyoruz. Topluluklarımızı baskıya karşı savunmak ve çetelere, patronlara, siyasetçilere ve polise karşı devrimci silâhlı savaş yürütmek için hazırlıklarımız devam ediyor. Bir hükümet halka zulmettiğinde ve onun ihtiyaçlarına hizmet edemediğinde, o halkın o hükümeti yıkıp yenisini kurma hakkı vardır.

Biz, tüm halkların birlik içinde yaşadığı, birbirini sevdiği, sınıfsal ayrımların bulunmadığı, halkın ihtiyaçlarının öncelikli olduğu, barış içinde bir dünya için mücadele ediyoruz.

Mücadelemizin dayandığı programın 12 maddesi şu şekildedir:

1.

Asyalı Amerikalıların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olmasını istiyoruz.

Amerika’daki Asyalılar, küçük kolonilere benzeyen gettolarda yaşıyorlar. Amerikalı kapitalistler, bizim sırtımızdan kâr elde etmek için tüm hayat tarzımızı kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek istiyorlar. Biz, bu kölelikten kurtulmak, böylelikle kendi kaderimizi tayin etmek istiyoruz.

2.

Biz tüm Asyalıların kendi kaderlerini tayin etmelerini istiyoruz.

Batılı emperyalistler, son beş yüz yıllık dönem boyunca Asya’daki ülkeleri işgal edip sömürgeleştirdiler. Gözünü Asya’ya dikmiş olan Amerikan emperyalizmi, bugün dünyanın görüp görebileceği, soykırım amacı güden, en sadist savaşı yürütüyor. Biz Amerikan emperyalizminin derhal son bulmasını istiyoruz.

3.

Biz tüm Üçüncü Dünya haklarının ve diğer ezilen halkların kurtuluşunu istiyoruz.

Siyahlar, Asyalılar, Latinler, Kızılderililer, Amerika’daki ırkçı zulümden kurtulmak için mücadele ediyorlar. Bize zulmeden güçlere bir yandan da milyonlarca beyaz karşı koyuyor, onlara karşı mücadele yürütüyor. Biz herkesi gerçek mânâda özgür olabilmesi için tüm insanlara uygulanan zulmün son bulması gerektiğini biliyoruz.

4.

Biz erkek şovenizminin ve cinsel sömürünün son bulmasını istiyoruz.

Feodalizm ve kapitalizm koşullarında binlerce yıldır varolan zulüm, kendi kurumları ve efsaneleriyle erkeğin kadından üstün olduğuna dair yalanlar üretti. Ekonomik ve toplumsal eşitlik mücadelesinde erkek ve kadın el ele yürümeli, erkekler kadınların devrimci ordunun yarısını meydana getirdiğini bilmelidir. Halkımız için verilen mücadelede kadınlar ve erkekler eşittir.

5.

Biz kendi kurumlarımızın ve topraklarımızın toplumumuzun kontrolünde olmasını istiyoruz.

Polis teşkilâtı, okullar, sağlık, barınma imkânları, ulaşım, atık tahliyesi, hava ve toprak kirliliğiyle mücadele araçları ve sosyal yardım ile ilgili kurumlar halkımızın kontrolünde olmalı, bunlar halkımızın ihtiyaçlarına hizmet etmeli, asla para kazanmak için kullanılmamalıdır. Topluluklarımızın mahallelerde evlerin üzerine çöreklenmiş mülk sahipleri ve turizm acenteleri gibi yabancı kişiler tarafından sömürülmesine, sırtımızdan para kazanmalarına son vermek istiyoruz.

6.

Biz Batı emperyalizminin Asya’da ve tüm dünya genelinde yaptıklarını anlatan bir eğitim verilmesini istiyoruz. Bu eğitim, bize bu topraklarda yaşamış ecdadımızın çektiği güçlükleri ve mücadeleleri anlatmalı, Amerikan toplumunun çürümüş, sömürücü yapısını ifşa etmelidir.

Amerikalı emperyalistler, Asya’da ve Üçüncü Dünya’nın geri kalan kısmında yaptıkları insanlık dışı eylemlerini örtbas ederek dünya imparatorluğunu meşrulaştırmaya çalıştılar. Bugün ayrıca bu emperyalistler, okullarda ırkçı tarih dersleriyle beyinlerimizi yıkıyorlar, bu dersler, Asyalıları ve Üçüncü Dünya’yı aşağılayanlardan, zulmedenlerden, değersizleştirenlerden hiç bahsetmiyor. İnsanlar Amerika’da çile çekiyorlar. Biz bu noktada dünya genelinde ve Amerika’da Asya halklarının kahramanlıklarla dolu, ilham verici mücadelelerini öğrenmek istiyoruz.

7.

Düzgün evler, sağlık hizmeti ve çocuk yardımı istiyoruz.

Barınma, sağlık ve çocuk bakımı ile ilgili kurumlar sadece toprak sahipleri, doktorlar, hastaneler ve ilâç şirketleri para kazansın diye varlar. Biz, bize can veren, bizi yavaş yavaş öldürmeyecek evler, sağlık hizmeti ve çocuk yardımı istiyoruz.

8.

Biz tüm politik tutsaklar ve tüm Asyalılar için özgürlük istiyoruz.

Amerika’nın ırkçı hapishanelerinde bulunan Asyalı kardeşlerimiz, kendi Asyalı kardeşlerince yargılanmadıkları için serbest bırakılmalıdır. Politik tutsakların hapiste bulunmalarının sebebi ise bu insanların temel insan hakları ve özgürlük için mücadele etmiş olmalarıdır. Bu kişilerin hepsi serbest bırakılmalıdır.

9.

Biz Amerikan ordusunun ortadan kaldırılmasını istiyoruz.

Amerika’daki askerî mekanizma, dünyada ve Asya’da halkları kıyımdan geçiriyor. Amerikan ordusunun ortadan kalkması, insanlığın kurtuluş mücadelesi tarihinde en önemli olay olarak kaydedilecektir. Biz, tüm Asyalı Amerikalıların askerlik hizmetinden muaf tutulmalarını istiyoruz.

10.

Irkçılığa son verilmesini istiyoruz.

Beyaz ırkçılığı, son beş yüz yıldır Üçüncü Dünya halklarına zulmetmiştir. Anti-emperyalist mücadele içerisinde ilerici beyazların olduğunu biliyor, onların çalışmalarına destek veriyoruz, ama bir yandan da beyaz ırkçılığı ile her düzeyde mücadele etmeyi sürdürmemizin şart olduğunu düşünüyoruz. Üçüncü Dünya’da ise halkların birbirine karşı bileylediği ırkçılık bıçağı kırılmakta, ortak düşmana karşı verdiğimiz mücadelemizde yeni bir birlik tesis edilmektedir.

11.

Biz Amerika’nın coğrafi sınırlarının ortadan kaldırılmasını istiyoruz.

Kurulduğu ilk günden beri Amerika hırsızların ülkesidir. Silâhlı güç kullanarak Kızılderililerin, Meksikalıların, Latinlerin ve başka halkların topraklarını çalmıştır. Bugün Amerika, sınırlarını ancak içte ve dışta şiddet tehdidi ve şiddet kullanımı üzerinden koruyabilmektedir Biz, tüm insanların Amerika’ya serbestçe girebilmesini, gene bu ülkeden serbestçe çıkış yapabilmesini istiyoruz. Amerika’yı dünya halkları inşa etti, bugün onun kaderini gene onlar tayin etmelidir. Bir yandan da Amerika, insanların Çin Halk Cumhuriyeti, Küba, Arnavutluk, Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam konusunda bilgi almasına ve bu ülkeleri ziyaret etmesine mani olmak suretiyle onları sosyalizmin gerçekleri karşısında kör bırakmaya çalışmaktadır. Biz, sınırların açılmasını, göçmenlere ve mültecilere yönelik saldırıların son bulmasını istiyoruz.

12.

Biz sosyalizm istiyoruz.

Bugün Amerika’da hayatta kalmak için insanın insanı sömürmeye mecbur bırakan bir toplum vardır. Biz, işleyişi dâhilinde insanların ihtiyaçlarını karşılayan bir toplum istiyoruz. Biz, barınabileceğimiz düzgün evler, sağlık sistemi, çocuk bakım hizmeti, iş, gıda güvenliği ve yaşlı bakımı talep ediyoruz. Biz, insanların gıda, tıbbi bakım veya ev olmadığı için hayatlarını kaybetmedikleri, herkesin yeteneğine göre katkıda bulunduğu, ihtiyaçlarına göre katkı aldığı bir toplum istiyoruz.

1969
Kaynak