16 Nisan 2017

,

Emel Meslusi İnsanlık İçin Söylüyor

Kaç kez zorladılar beni kaçmaya
Kaç kez zulmettiler
Kaç kelime incitti yüreğimi bilemezsin.

 

Emel Meslusi’nin Suriyeli çocuklar anısına kaleme aldığı güçlü sözleri, Londra’nın kuzeyinde bulunan Lexington konser salonunda çınlıyor. Günümüze ait elektronik ritimlerle bezediği geleneksel Tunus müziğini icra ettiği sahnede kısa süren bir koreografi dâhilinde bir balerin gibi bir o yana bir bu yana hareket ediyor. O müziğe insanın yerinde durmasına imkân vermeyen davul ritimleri eşlik ediyor.

2010’de Tunuslu bir genç, zabıtaların işportasına el koyması sonrası kendisini yaktı. Bu protesto, ülkeyi saran gösterileri ve eylemleri tetikledi, neticede Yasemin Devrimi gerçekleşti.

Bu gencin yaktığı ateş sonrasında civar ülkeleri sardı. Bu öfke, Emel Meslusi’nin sesine de yansıdı. Eylemlere katılan bir isim olarak Meslusi, baskı, adaletsizlik ve ekonomik güçlüklerle geçmiş onca yılın yarattığı umudu ve korkuyu sesiyle kavradı ve şahlandırdı.

Onun şarkıları kendi ülkesinde yıllarca yasaklıydı. Ama devrim sonrası her şey hızla değişti ve Meslusi “devrimin sesi” hâline geldi.

“Biz özgür ve korkusuzuz.
Biz hiç ölmeyen sır, direnmeyi bilenlerin sesiyiz.”

Kelimelerim Hür isimli bu şarkı, Tunus’un gayriresmi ulusal marşı hâline geldi zamanla. Elinde yüreğinden başka silâhı olmayan bu kadın, kalabalıkların karşısına çıkıp şarkılarını gitarıyla ve kelimelerindeki güçle söyledi.

Baskıcı bir rejime başkaldırmak yoktu onun aklında. “Bir şey yapayım ki hâlâ aklımın başımda olduğunu göreyim diye düşündüm aslında. Yararlı bir şeyler yapmalıydım. Öyle eli kolu bağlı oturmak yerine, sanatı bir şeyleri düzeltecek, bir amaca hizmet edecek bir güce dönüştürmek gerekiyordu.”

Farklı cinsiyetlere ait sesleri çıkartsa da ondaki “küçük kızlara has” ses, ilk başta ondaki gücün yoğunluğunu bir biçimde gizliyor. Ritmin dinamik yapısı ile birlikte ondaki yumuşak kadınsı enerji, bu büyük gücü açığa çıkartıyor ve Mesluesi’deki ses, tüm geleneksel Arap müziğinin karşısına dikiliyor.

“Hepimizde bir enerji, yumuşaklık ve güç mevcut. Benim savunduğumu savunmanız için çok fazla güce ihtiyacınız var.”

Son albümü İnsan için şunları söylüyor Meslusi:

“İnsanın her şeyden önce ne anlama geldiğini göstermek istedim. Bence insan, kırılganlık, paylaşım, duygudaşlık ve dayanışmak demek.”

Konserde Meslusi bir sürpriz yapıyor ve “artık görmeyi unuttuğumuz o evsiz insanlar için” bir şarkı söylüyor. Bu şarkıyı Paris’te kaldığı dönemde yaşadıklarından ilham alarak yazmış. “Londra, New York ve Paris gibi insanların çok para kazandığı büyük şehirlerde, kışın ortasında kaldırımda yatan insanların yanından yürüyüp geçmek gayet normal bir şey.”

“Paris’te böylesi bir durumla ilk kez karşılaştığımda, şaşkına dönmüştüm. Aile değerlerimiz, Tunus’ta böyle şeylere tanık olmamıza izin vermez. Sanırım, Paris’teki kadar olmasa da burada da evsizler var.

İnsanlar, onların yanından yürüyüp geçiyorlar ve bu konuda zerre rahatsızlık duymuyorlar. Bazı insanların hissetmeye ve görmeye karşı direnç geliştirmesi ne kadar da kötü. ‘Bunda ne var ki, hayatın parçası’ diye düşünemeyiz.”

Konserde Paris’te kaldığı sıralarda apartmanın önünde yatıp kalkan bir evsizle arkadaşlık kurduğundan, sık sık onun yanına uğradığından, yanında çorba veya çay götürdüğünden bahsediyor.

“İnsanlar selam vermekten bile korkuyorlar, selamını almadığında hissettiğin utanma hissinin bir önemi yok. Alt tarafı hayattan giden bir beş dakika, sonra evinize gidiyor, yatıp uyuyorsunuz. Aynı dili konuşamasak da iki kişiyle arkadaşlık kurmuştum bir zamanlar.”

Meslusi, insanlık ve duygudaşlık meselesine vurgu yapıyor. Müziği ve hayatı bu iki kavramın önemine vurgu yapıyor.

Onun umudu, “zihinsel bir kaynaşma” sağlamak. Müziğinde derin düşünceler oya gibi işleniyor ve kendi ezgilerine kavuşuyor. “Kendimizi, idrakimizi aşmak için bize asıl lazım gelen, merak.”

Edebiyat da tiyatro gibi dolaylı. İkisi de çok önemli ama gençlerin büyük bir kısmı için her şey müzik, ondan bir şeyler öğrenmek, onu başkalarına aktarmak mümkün.

Duygular da dile dökülemeyecek şeyleri öğretir. Müzik, çok dinamik ve hareketlidir. Size duygu, güç ve inanç kazandırır. Müzik, en güzel dindir.”

Dindar müzisyenlerin yüzlerce yıl önce keşfettiği üzere, müzik gerçekliği aşar. “O kutsal olana dokunur ve sizi arşa çıkartır. Müzik, sahip olduğumuz tek hakikattir.”

Meslusi, daha çok klasik Avrupa müziği ile büyümüş.

“Geleneksel Arap müziğini pek bilmiyordum. Doğu müziğini statik buluyor, kişiliğime pek uymadığını düşünüyordum.

Sonradan, Avrupa’ya taşındıktan sonra, Arapça söylemeye başladım. Şeyh İmam ve Marcel Khalife gibi şarkıcılarla tanıştım. Lübnanlı besteci Khalife, klasik müzikten epey beslenmiş bir isim.”

Meslusi konuştukça, Arap dilinin derinliğine ve gücüne dair bolca güzel söz dökülüyor ağzından.

“Önce Kuzey Afrika ve Tunus müziğini araştırdım. Burada müzik, Mısır’dan kaynak almıyordu. Doğu ve batıdan ilham almaya ve popüler müzikten de beslenmeye çalıştım.”

Modern ritimlere rağmen, Meslusi’deki geleneksel Tunuslu kimliği, tüm yalınlığı ile görülüyor. Onda her iki dünya Tunus bünyesinde kaynaşıyor.

“Arap dünyası, onun çokkültürlü bir topluma sahip olmasına ve gelişmesine izin vermeyen, güçlü diktatörlüklerin idaresi altında.

Zorluklarla yüklü bir tarihimiz var. Kültür ve sanat, artık bir araya getirilmeli. Sanat tüm engelleri kaldırıyor, tüm farklılıkların hoşgörülmesini sağlıyor.”

Nur Terk
23 Mart 2017
Kaynak

,

Entelektüel Mastürbasyon


Akademi Yoksulluğu, Zulmü ve Acıyı

Entelektüel Mastürbasyonu İçin Nasıl Kullanıyor?

 

Dekolonizasyon siyaseti, sömürgeden kurtulma eylemi gibi bir şey değildir. “Kalbi ve aklı sömürgelikten kurtarma” ve “sömürgelikten kurtulma” gibi ifadelerin akademik ortamda hızla tüketiliyor olması, endişe verici. Dedem, sömürgelikten kurtulan biriydi. Öldü, ama yaşıyor olsaydı o, bu akademisyenlerin söz konusu kavramı kendisine izah ettiklerinde kafasını kaşıyıp rahatsızlığını ortaya koyardı.

Beni asıl endişelendiren, terimin sömürgecilik pratiklerinden kurtulmaya dair uygulamaları anımsatıyor olması. Dekolonizasyon, beyaz için farklı, siyah için farklı anlamlara sahip. Peki bu neden önemli? Bu terimi, beyazların elinde olan, siyahların simgesel düzeyde varlık imkânı buldukları akademik mahfillerde duyduğumda, beni neden kaşıntı tutuyor? Boğazım tüm o cümleleri neden yutamıyor, neden kelimelerden oluşan bir hapishaneye dönüşüyor? Sakın bu “dekolonizasyon pratikleri” denilen şey, bizi yeniden sömürgeleştiriyor olmasın?

Beyaz bir akademisyen veya öyleymiş gibi yapan kadar insan muamelesi görmüyorum ben. Beyaz olmayanlara alan açtıklarını iddia edip, insan muamelesi görenlere itiraz etmek şart. Bunlar, bir de gülünç kimi yollardan, pozitif ayrımcılık üzerinde duruyorlar. İşe alım esnasında bizden “yabancı” olmadığımızı göstermemiz isteniyor. Bir siyah, “Dekolonizasyon” kelimesini duyduğunda, aynı acıyı beyaz da hissediyor mu içinde? Amerika’da üst düzey akademisyenler yarışında kalabilmem için daha kaç kez bu türden aşağılayıcı ifadelere katlanmam gerek? Bunları bilmeyen aynı beyaz meslektaşlarım, tüm merhametleri ve zarafetleriyle beyaz olmayanlardan yana saf tuttuklarını göstermek için dekolonizasyon yöntemine dair konferanslarda boy gösteriyorlar.

Beşeri bilimler alanında dekolonizasyon meselesini bir komediye dönüştüren diğer bir husus da kurulan şebekelerin yol açtığı etki. Tarihten bildiğim kadarıyla Kolomb, şebeke kurma konusunda gayet başarılı. Zincirlenmiş, bana benzeyen insanlarla didişmiş, bizleri “Buraya Gel” şarkısıyla bizi bir ağın içine dâhil etmiş.

Akademik mahfillerin zerre güvenliği yok, ayrıca ifade hürriyeti de pek hoş karşılanmıyor oralarda. “Radikal” denilerek cezalandırılıyoruz, ayrıca özgürce konuşma imkânımız yok. Bizlere “fazla duygusal”, “öfkeli”, hatta “akademik açıdan yetersiz” diyorlar. Gerçek bir dekolonizasyon çalışmasında işe alınmama riskine karşın tüm köprüler yakılıyor. Dekolonizasyon çalışmaları sahasında olduğunuzu söylemeniz yetmiyor. Dekolonizasyon yöntemleriyle uğraşanların bile efendinin araçlarını taklit edip cilâlaması asla şaşırtıcı değil, çünkü hepimiz, bu şirketleşmiş dünyada sömürgeciliğe bulaşmış kişileriz.

“Ben sadece sizin ufak çocuklar olarak burada ne aradığınızı, Mapuche topraklarına niye geldiğinizi merak ediyorum. Buraya sizi ne getirdi? Soru mu soracaksınız bize? Bizi çalışma konusu hâline mi getireceksiniz? Ben, sizin eve gidip uzun süredir kalbimde taşıdığım dert yükünü ele almanızı istiyorum oysa.”

Mapuche lideri Ñana Raquel, Nisan 2015’te Şili’de bulunan Araucanía bölgesindeki Curarrehue mezrasına gelen ABD’li insan hakları öğrencilerine bu cevabı veriyordu. Ondaki bu öfke, rizomatik sistemimde devamlı yaşanan değişimlerimi nasıl politize etme ve beşeri bilimleri nasıl deneyimlemem gerektiği meselesini nasıl yeniden tefekkür edeceğim, eksikleri nasıl telafi edeceğim, meseleyle ilgili perspektifleri yeniden nasıl okuyacağım üzerine düşünmeye itti. Araştırma esnasında yaptığımız iş de bu değil mi zaten? Ñana Raquel’in soruları, haklı öfkesi ve gösterdiği tepki, bir toprağı gerçek anlamda neyin tarif ettiğine dair bakış açılarını yeniden düşünmeme neden oldu. Bu, esasında karıncaları ve arıları nasıl anlayacağımı öğrettiğinde, dedemin beynime titizlikle kazıdığı bir bilgi.

Beşeri bilimlerde dayanışma, direniş ve toprak meselesine dair büyük tartışmalar içerisine girmek zorundaysak, politik düşünürler olarak bizlerin bu deneyimler üzerine kafa yorması şart. Akademisyenler olarak kuzeydeki ilkeleri nasıl ele alacağız? Bu işi yaparken, bizi neyin oraya götürdüğü gerçeğini itiraf edecek miyiz kendimize? Homojen akademik ortamlarda faaliyet yürüten (ve zihninde kimi liberal izler taşıyan) birçoğumuz, bu soruyu dobra dobra soracak cürete sahip değiliz.

Seksenlerde ellerindeki mikroskopla Latin kökenlileri gözlemleyip incelemek için bölgeye geldiklerinde pedagoglar, bize savaş sahasına dönüşmüş olan El Salvador’da yaşamanın nasıl bir şey olduğunu sordular. Bu durum, aklıma hemen Raquel’in sorularını getirdi. Raquel de ben de mülksüzdük ve Kuzey Amerika’daki ilkelere göre hareket edip belirli araştırma gündemlerine katkı sunuyorduk. Bu anlamda biz, belirli tarihsel ölçütlere göre “okunma” konusunda benzer bir deneyimi paylaşıyorduk.

Raquel’in sesi heyecanlı, coşkulu bir ses. O gün Riholi’de bulunan Ruka kasabasında toplandık. Çember oluşturduğumuz an, dikkatimizi yaşlıların sessizliği çekti. Raquel, bize çok kıymetli bir ders vermişti aslında. Nepal ve Ürdün’de yürütülen araştırma projelerinde kullanılan işlemleri sorguladıktan sonra, Raquel’in talebi yüzümüze tokat gibi indi. O, bize politik bilincin zahirine sahip olan bizlerin akademik disiplini “egzotik” davranışları incelemek, bu hâliyle, onları kültürel değiş tokuşu neyin teşkil ettiği bilgisinden mahrum etmek, onların kuyusunu kazmak ve bu insanları karalamak için kullandığımızı gösterdi.

Sahada kurulan bu türden etkileşimler, meselenin özüne nüfuz eden soruları çıkarttı açığa: beşeri bilimlerde toplumsal tavizle ilgili meseleleri nasıl ele almalıyız? Bunları unutmakla işe başlamak gerekir mi? Birçok örnekte akademik mahfiller, öğrenim merkezlerinden çok, birer sirke benziyorlar. Bu sirkte daha iyisini yapmaya dönük dış baskılar üzerine kurulu rekabet kültürü, öğretmenle öğrenci arasındaki ilişkiye bir biçimde yön veriyor.

Geleneksel yüksek eğitim sisteminin trajik sonuçlarından biri de sosyal aktivizm konusu üzerine uzman olduğunu iddia eden, ama müdahil olma konusunda zerre deneyime sahip olmayan akademisyenlerle çalışmak. Burada esasen kıyıya köşeye atılmış topluluklarda olan bilgiyi tüketerek, başkalarının acısı üzerinden kariyer edinmiş kişilerden bahsediyorum. “Hiç bilmedikleri veya çok az bildikleri şeyler hakkında” konuşma pratiği, özünde, dekolonizasyon konusunda araştırma yapmak için hazırlık yapan ve birer öğretmen ya da danışman olan bizlere de aktarılıyor.

Linda Smith, “araştırma” kelimesinden iğrendiğini söyleyen bir isim. Ona göre, bu kelime İngilizcedeki en necis kelimelerden biri. Ona pek katılmıyorum aslında. Her sömestr oturup “unutma” kılavuzunu veya ders programını kaleme almaya çalıştığımızda, mevcut toplumsal gerçeklerle beşeri bilimlerde önceden tarif edilmiş disiplini ilişkilendirmemize katkı sunacak içeriği nasıl ele alacağımız üzerine kafa yormak zorunda kalıyoruz. Oysa asıl soru şu: Öğrencilerin kötü not alma korkusu olmadan, özgürce konuştukları ortam nasıl yaratılabilir?

Bugün politik aciliyeti olmasa bile her şeyin üzerinde postkolonizasyon ve dekolonizasyon çalışmalarının tasdik mührü var. Bu türden eğilimler, süsten ibaret ve bizim bu türden çabaların asli temeline karşı çıkmamız gerek. Bir yandan derin bir idrak için çaba sarfetmeden, dayanışmaya dair yüzeysel vizyonlarımızı muhafaza ederken, bir yandan da neoliberal sistemi eleştirmeye devam edemeyiz. Bunlar, kendi sırtımızı okşamaya yarayacak türden eylemler ve sadece sonuçta muteber tüketiciler için alan açmaya yarıyor.

Çalıştığım kurumun koridorları, Dünya’nın Güney’ine dair konferanslar, kolokyumlarla ilgili sahte dayanışma afişleriyle ve Güney’e yönelik seyahat afişleriyle kaplı. Uçağa, otele, yemeğe ve ulaşıma verecek paranız varsa, siz de CV’inize bir iki satır ekleyebilir, yeni toplumsal hareketler ve onların sistemi yıkmaya dönük radikal stratejileri hakkında iki çift laf edebilirsiniz. Ülkeye kaçak girmiş, sizin yatağınızı yapacak olan bir temizlikçinin yanından geçip, onun mücadeleleri hakkında konferans salonunda ahkâm kesebilir, yoksulluk ve emek hakları konusunda akademik muhabbetlere girebilirsiniz.

Entelektüel mastürbasyondan önce bizim o cümlemizi orgazma ulaştıran yoksulluk, korku, zulüm ve acıdan kurtulmak için daha iyi bir şeyler yapmamız gerek. Tartışmalar, soru önerileri, büyük önermeler kaleme almak, “rahatlama”nın bir yolu. Rahatladıktan sonra da başka eğlence yöntemlerine geçiş yapıyoruz.

Neoliberalizm, her şeyi bir ürüne veya deneyime dönüştürdü. Oysa bizim, ders programımızın ve araştırma faaliyetimizin ardındaki iktidar mantığını didik didik etmemiz gerek. Eğer dekolonizasyon pratiğine gerçekten bağlı ve sadıksak, bizim sessizlerin o hiç kaleme dökülmemiş olan seslerine kulak vermemiz, toplulukların iç dinamiklerine dikkat kesilmemiz ve onların deneyimlerine nasıl etiketler bulduğumuzu anlamamız şart.

Clelia O. Rodriguez
6 Nisan 2017
Kaynak

15 Nisan 2017

,

Post-referandum


Kontrgerilla talimnamelerinin hocası Avrupa emperyalizmi, okulu Latin Amerika, uygulama sahası Ortadoğu’dur. Bu zincir dâhilinde, elbette kimi tadilatlara ve geliştirme girişimlerine tanıklık edilmektedir, ama tüm yapı, “kontra” niteliğini hiçbir vakit yitirmemiştir.

Toplum ve tarihteki kurallar, yasalar, kişilerin kaprislerini dinlemezler. “Belirli şahısların bilgilerine saygısızlık eder miyiz, kibirli miyiz biz?” diye düşünmezler. Bu nedenle, o kurallara ve yasalara dair fikir yürütmeyi kibirli addetmek, özünde cehaletle alakalı bir meseledir. Cehaletse ümmilikten farklıdır. Ümmilik, anadan üryan, bilgisiz olmaktır; cehaletse, bilmek istememektir.

Belirli bir dönemde bir dünya, bir bölge veya bir ülke belirli bir yönelim içerisine girer. Bu yönelimin birçok boyutu olabilir. Teorik açıdan bu boyutların kişinin kendi solculuğu üzerinden analize tabi tutulması sorunludur. O kurallar ve yasalar ideoloji de tanımazlar. En fazla, ideolojiler, o kurallara ve yasalara göre eğilip bükülürler, belirli kılıflara büründürülürler, bazıları öne çıkar, bazıları da geri plana itilir. Bugün yaşanan budur.

* * *

1978’de Guatemala’da Ponzás Katliamı yaşanır. Plantasyon sahipleri ile ilgili şikâyetlerini belediye başkanına sunmak için yürüyüşe geçen köylülere ateş açılır. Yüzlerce Maya köylüsü katledilir. Ülke ve bölge bağlamında bu olay, ordunun, halk karşıtı faaliyetlerin ve politik havanın dönüşümüne dair bir eşik olarak değerlendirilmektedir. Hatta tüm kıta genelinde süreç dâhilinde sol yapılar incelirler, renk değiştirirler, kitleselleşme ve seçime endeksli bir pratiğe evrilirler.

Sonuç itibarıyla bugünkü koşullarda eleştirilen, şu veya bu örgütün şu veya bu pratiği değil, genel yönelimin kendisidir. Bizde Gezi ve AKP, bir tür Ponzás Katliamı momentidir. Sol, tüm bileşenleriyle sosyal demokrasi ve liberalizm eksenine oturmuş, burada teneffüs edebileceğini düşünmüştür. Kalkan yumruğun şiddeti bileği kırmıştır. Asıl sorun buradadır. O teneffüsün halkla alakası, ona hayrı kalmamıştır.

Sosyal medya alanında Cizreli gencin yabancı gelinle muhabbeti de bu bağlama oturur. O düet, yanmış insan bedenlerinin kokusuna rağmen yapılmaktadır. Onun içindir. Batı’yla kurulan ideolojik hissi bağ, buradaki düzene dairdir, bağlıdır. Dolayısıyla, o muhabbeti övünme gerekçesi olarak görenler, bodrumda yaşanan katliama dolaylı ortaklık ederler.

* * *

“Devletin kurumsal yapısıyla toplumun uyumunu dağıtıcı niteliğine kurumsal yapı içinden gelen 1960 tarihli TSK müdahalesi”ne dönük övgüler de bu bağlamda gerçekleşmektedir. Yüksek siyaset bilgisine sahip olduğunu düşünenler ahkâm kesmekte, devlete ve topluma akıl verecekleri vehmine kapılmaktadırlar. Bu kişilere göre Mahir Çayan, 9 Mart’a destek verdiği için “kemalisttir” (ki bu, tartışmalı bir husustur), ama aynı kişiler (misal Metin Kayaoğlu), 15 Temmuz’u 9 Mart olarak görmüş, hatta 60 darbesi olarak değerlendirmiş, darbe girişimine destek vermiş, bu anlamda, içteki gizli kemalizm ifşa olma imkânına kavuşmuştur.

Bugün sosyal demokrasi ve liberalizm, kemalizmin iki kanadıdır. Ona Anka Kuşu misali sarılanların hâlidir tanık olduğumuz. Bu popülarite düşkünleri, kişiselliğini yüceltme, şişirme meraklıları, dönemi ve süreci bu bağlamda değerlendirmektedirler. Sol, AKP düştüğü noktada AKP düşmanlığı yapabileceğini görmüş, buradan yol alabileceğini düşünmüş, bu yolda sosyal demokratlığı ve liberalizmi arındırıp üstüne giymiştir.

* * *

Nurettin Demirtaş’a göre, “AKP zayıf halkadır, ilgilenmeye bile değmeyen bir şeydir, onun kitlesi ona ihanet edecektir.” HBDH’ye göre, “AKP zayıf halkadır ve asıl ona vurulmalıdır.” Veysi Sarısözen, “Saray dayandığı kitleden emin olamaz” demektedir.

Tüm değerlendirmeler, belirli bir şahsa indirgenmiş olan AKP gerçekliği ile tanımlıdır. Devletin AKP askısına asılmış olması, AKP’nin “zincirin zayıf halkası”nı temsil etmesi mümkün değildir. Olan biten, mevcut devlet kurgusunda cereyan etmektedir. AKP’yi devlet, kemalizm, yönetsel gelenek dışında gören her değerlendirme, devletin işidir, ona katkı sunar. Çünkü bu tip değerlendirmeler, “devlet koltuğunda ah ben oturaydım” diyenlere aittir, zorlu ve meşakkatli yolun yolcularına değil.

Zaten devletle toplum arasındaki uyumu sağlayacak darbelere, örneğin 15 Temmuz’a bu nedenle destek verilir. Demek ki bu eşhasın zihninde, çiviyi çiviyle sökme yöntemi esastır. Yani Çayan’a “Kemalist” diyerek, ondaki suni dengenin bozulacağı ana dair bir andaç olma niteliği sökülüp atılmak istenmektedir. Kemalizm eleştirileri, daha iyi bir kemalizm için icra edilmektedir. Devletin halkla uyumunu gözetenlerden ezilenlere bir hayır gelmez. Bazı Hayır’cılardaki hayırsızlık budur.

* * *

Bir belgeselde anlatılıyordu: aynı denizde yaşayan iki cins köpekbalığının biri memeli, diğeri yumurtlayarak çoğalıyor. Memeli olan, yavrularını denizin dibine bırakıyor, diğeri yüzeyine. Ama yüzeye bırakılan binlerce yumurta karabataklara yem oluyor. Memeliler, bir tür bilgiyi nesilden nesle aktarmayı biliyorlar, o kuşlara dair bilgi üzerinden deniz dibinde yavruluyorlar. Diğer cins ise bu bilgiden habersiz, yüzeye bırakıyor yumurtalarını. Bu teşbih dâhilinde memeli olan, devlet; yumurtlayan cins, soldur.

Devlet, belirli bir gelenekle hareket eder. Sol ise her bir kuşakta, hatta her birey toplamında tarihi ve toplumu yeniden başlatır. Başladığını zanneder. Devleti askıya alan, paranteze koyan, mutlak kudret kabul eden, halkın direnç ve kudret imkânlarını küçümseyen her türden yaklaşım, bu yapısal sorunla alakalıdır. Gezi sonrası belirli bireylerin eleştirilerden haz etmemesi de bu durumun bir sonucudur. Referandum, sonucu ne olursa olsun, yeni bir vehme ve illüzyona yelken açılmasına neden olacaktır. Boşluk, bireydir, yok-yerdir. Bağlam görülmesin diyedir bireycilik. Kolektif olan dinamiklerin örgütlenmesi, buradan boşluğa düşürülmektedir. Devlet buradan ilerler.

“Kemalizm tepedendi, ona kitle lazım” lafını bugün birçok sol örgüt açıktan dillendirmektedir. Bu, devletin örgütlenme tarzıdır. O örgütlenme, salt kapalı kapılar ardında gerçekleşmez. Referandum o örgütlenmeye aittir, dairdir.

Katliam, baskı ve zulmün ilerlediği belirli bir hat mevcuttur. O hat dâhilinde sosyal demokrat veya liberal seçenekler arasında sıkışmak kaçınılmaz bir hâl alır. İlkinde devletle; ikincisinde burjuvaziyle aynı masada olunduğuna dair yanılsama zemin bulur kendisine. Aradaki salınımın siyaset ve teori diye adlandırılması mümkün değildir. Referandum, İsimsizler, Söz gibi dizilerin sahnesidir. Mısır'daki Sisi darbesinde kızı için ağlayan Erdoğan, o sahnede her role hazırdır.

* * *

Başkanlık, kadim bir tartışmadır. Şahsın kendisi ile alakası yoktur. Devlete ait, devlete dair bir tartışmadır. AKP, muhafazakâr kitle içerisindeki olası pürüzleri temizlemiştir. Sola ise laik ve modern kesimlerdeki çapakları temizlemek düşmektedir. Çünkü mesele başkanlık değil, Erdoğan’dır. Böylelikle başkanlık, fikir olarak tüm olumlu-olumsuz veçheleriyle içselleştirilmiştir. Sol ise tepeden inmecilik eleştirisiyle alttan kitle örmekle meşguldür. Ne tepeye ne de inmeye karşıdır, tek karşı olduğu şey, halktaki örgü, örgünün halklaşmasıdır.

Bu gidişat, ezilenlerin kudret mücadelesi açısından değerlendirilmemektedir. Zira asıl nefret, devlete değil, ezilenlere yöneliktir. Onlardaki belirsizlik, rahatsız edicidir. Brumaire’de Marx’ın birkaç yerde vurguladığı biçimiyle, “Fransa huzur istemektedir” ve Erdoğan eliyle devlet, kendisini huzurun ana jeneratörü olarak örgütleme çabasındadır. Bugün bazı sol mahfillerde bahsi edilen “kuruculuk”, bu huzur fikrinin bir çıktısıdır. Artık yanmış insan kokusu düetlerle örtbas edilebilmelidir. Mahallede silâhlı “hayır” propagandası yapanların videosu paylaşılmalı, ilk fırsatta A örgütüne yönelik küfür çıkını ortalığa serilmelidir. Kimse, devlet kadar ciddi değildir.

Referandum öncesi CHP ve MHP pratiğine kilitlenmiş sol pratik de bu huzur arayışının parçasıdır. Yüksek siyaset ehilleri, herkese nizamat verme derdindedirler. Brumaire’de Marx’ın dilinden dökülen sınıfsal tahlilin binde birine tanık olunmaz bu çabada. Sadece sınıfsız, sınıfsal ilişkilerden ari olan devlet klikleri vardır ve aslolan, o kliklerden birinin koltuk altına ilişmektir. “Zincir” mecazı da bu sınıfa soğuklukla alakalıdır.

Bu açıdan, eski TKP’li hasmının “halk, kendi devletini kurmak için adım atıyor” sözüne Birgün gazetesinin neden içerlediğini, dönemin Adalet Partili gazetelerinin Fatsa ve Terzi Fikri ile ilgili sözlerine benzer sözleri neden sarfettiğini açıklığa kavuşturması gerekir. Birgün gibi solcuların rahatsızlığı, halkla değil, devletle alakalıdır ve onlar, sadece o halkın devlete uyumunu önemseyebilmektedirler. Artık onlar, halkın devlet kurma iradesine, iradenin muktedir olma ihtimaline yönelik bir küfürdür. Onlardaki “Hayır”a tam da bu noktada itiraz etmek gerekir.

* * *

Belediye seçimi, cumhurbaşkanlığı seçimi, genel seçim ve en son 15 Temmuz’da kursakta kalan hevesin adı hâline gelmiştir sol. Referandum süreci de benzer bir akıbetle yüzleşirse, o, halktan kopuşunu taçlandıracak, gizemli bir “devlet”e daha da bağlanacaktır. Devlet geleneğine karşı başka bir geleneğe bakmayı tehlikeli görenler, her yılı, her momenti kendisine özel zannetmeyi sürdürecek, yeniden başlayacak, öyle olduğunu düşünecek, her şeyi kendisine bükecek, gerçeklikle ilişkisi daha da kopacak, kutsal asanın sahibini beklemek alışkanlık hâlini alacak, düzen partisi bir salgı gibi her yanı kuşatacak, kırılmalar, ayrışmalar marazi kabul edilecek, burjuva siyasetiyle aradaki ayrımlar iyice silikleşecektir.

Referandum bağlamında evetçilerin “evet” dediğine “hayır”; hayırcıların “hayır” dediğine “evet” demek şarttır. Çünkü her ikisinde de halk lehine hiçbir şey yoktur.

Eren Balkır
14 Nisan 2017

12 Nisan 2017

, ,

Emperyalizmin Suriye’ye Saldırısı


Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, ABD’nin Suriye’ye yönelik olarak gerçekleştirdiği emperyalist saldırıyı kınar.

Bu saldırının amacı, Han Şeyhun’da yaşanan olayların uluslararası komisyonlarca ciddi bir şekilde ve tarafsız olarak soruşturulmasının önünü almak ve esas olarak Suriye’yi egemenliğinden mahrum edip gerici, zorba güçlere destek sunmaktır.

Bu yaşanan olay, Trump yönetiminin “terörizmle mücadele” etmek istediklerine dair iddialarının boş olduğunu açığa çıkartmıştır.

Cephe’ye göre bu saldırı, Siyonist yapı ve Suriye devletinin parçalanması konusunda hâlâ ısrarcı olan gerici Arap güçleri ile kurulan koordinasyon dâhilinde gerçekleştirilmiştir.

Bu saldırı, Birleşmiş Milletler’de sürdürülecek politik çalışmaların yolunu kesmek, Suriye’nin birliğini ve Suriye halkını koruyacak politik bir çözümün önünü almaktır.

Bu saldırı, ABD’nin Kuzey Suriye’de hâlen devam eden, yasadışı ve zorbaca gerçekleştirdiği saldırılardan ve bombardımanlarından ayrıştırılamaz.

Bu saldırıların amacı, ülkenin parçalanıp bölündüğü süreci perçinlemek ve gelecekte ülkeyi Siyonist yapıya ve onun yayılmacı arzularına karşı duruş sergileyen ulusal rolünden kopartmaktır.

FHKC, tüm Arap güçlerine Suriye ve halkıyla dayanışma içerisinde olma ve ABD’nin bu emperyalist saldırganlığını mahkûm etme çağrısı yapar.

Bölgede ABD saldırganlığına karşı direnmek için tüm çabaların acilen birleştirilmesi ve bu saldırıya destek vererek ABD emperyalizmiyle ortak hareket eden gerici Arap rejimlerini mahkûm edip onlara karşı koyulması gerekmektedir. Bu rejimler, Siyonist yapıyla normalleşmenin yolunu yaparken, bir yandan da Suriye devletini yok etmeyi planlayan, halkını terörize eden en gerici güçlere arka çıkmaktadır.

FHKC
12 Nisan 2017
Kaynak

, , ,

Marksist Determinizm

Marksist kitapları kendi çıkarlarına olacak şekilde, birer fare gibi kemirip durmaktan keyif alan aydınlarda sıkça görülen tavır şudur: onlar, Marx’ın ve Marksist okulun dillendirdiği determinizmi, kendi bakış açıları üzerinden, on dokuzuncu yüzyıla ait mekanisist bir dünya görüşü olarak takdim etmeyi amaçlıyorlar. Oysa bu görüş, savaş sonrası modern dünyanın meylettiği, kahramanlığa ve iradeye ağırlık veren hayat anlayışına aykırı. Marksizmin üzerine düşürülmüş bu türden lekelerin sosyalist hareketin rasyonalist, ütopyacı, en dipte mistik batıl inançlara yönelik eleştirisi ile uzlaştırılması asla mümkün değil.

Bu bağlamda Henri de Man, 19. yüzyıl aydınlarına en fazla zarar veren argümanları kullanmadan edemiyor. Bu aydınları asıl ayartan husus, “aptal on dokuzuncu yüzyıl”a yönelik tepkilerdeki züppelik.

Bu anlamda revizyonist bir isim olan Henri de Man, ihtiyatlı bir yaklaşım koyuyor ortaya:

“Marx’ın onun tarihin gelişiminde insan iradesinin sahip olduğu nüfuzu inkâr etmek anlamında, kendisine sıkça yöneltilen kadercilik suçlamasını hak etmediğini açık bir dile ifade etmek gerekiyor. Marx, aslında bu iradenin önceden tayin edildiğine inanıyordu. Dolayısıyla Marx’ın bu türden bir kadercilikle alakalı suçlamalar karşısında öğretmenlerini koruyan öğrencileri bence haklı.”

Ama bu türden sözler, Henri de Man’ı “Marksist anlayış uyarınca kaçınılmaz kategorik amaçlarla alakalı başka bir tür kaderciliğe” inananları suçlamaktan alıkoymuyor. Ona göre “yasalara tabi olan bir toplumsal irade var ve bu irade, çıkarlara karşı belirli bir muhalefeti üreten ekonomik evrimin kaçınılmaz sonucu ve sınıf savaşı aracılığıyla açığa çıkıyor.”

Anlamlı bir bakış açısıyla bakıldığında, yeni revizyonizmin ufak bir iki değişiklikle birlikte, irade ve ruha dayalı eylemi savunup ihya eden idealist eleştiriyi benimsediği görülüyor. Ama bu eleştiri, sadece sosyal demokrasiye has kitabîlikle alakalı. Söz konusu kitabîlik, esasen Marksist değil, Lassalle’cı. Bu gerçeği, Almanya’daki sosyal demokrat mahfillerde dilden dile yayılan “Lassalle’a dönelim” ifadesinin coşkuyla aktarılması da teyit ediyor. Bahsi geçen eleştirinin geçerli olabilmesi için öncelikle Marksizmin bizatihi sosyal demokrasi olduğunun ispatlanması gerek.

Oysa Henri de Man, bu ispata girişmekten kaçınıyor. O, aksine, Üçüncü Enternasyonal’i Uluslararası İşçi Derneği’nin vârisi kabul ediyor. Adı geçen dernekse toplantılarında yeraltı mezarlarına ait Hristiyanlığa çalan bir tür mistisizmi teşvik etmiş bir yapı.

Henri de Man kitabında şunları söylüyor:

“Komünist hareket içerisindeki kaba Marksistler, Marx’ın mirasının hayrını en fazla gören, ondan en fazla istifade eden kişilerdir. Onlar, Marx’ı kendi dönemlerine yönelik atıflar üzerinden iyi anlamakla kalmamış, aynı zamanda kendi dönemlerine ait görevler konusunda, hedeflerine yürürken, Marksizmi etkili bir biçimde kullanmayı da bilmişlerdir. Kautsky’deki Marx imajı, Lenin’in öğrencileri arasında oluşan imajdan daha özgündür ve daha fazla Marx’a benzemektedir; ama Kautsky, Marx’ın hiçbir zaman etkileyemediği bir siyasete dair yorumlarda bulunurken, Lenin, sözlerini Marx’tan bir tür parola gibi almış, aynı siyaset üzerine konuşmuş, Lenin’in ölümü sonrası bu sözler, yeni gerçeklikler yaratmayı sürdürmüştür.”

Lenin’e atfedilen bir ifade var. Unamuno bu sözü Hristiyanlığın Izdırabı kitabında göklere çıkartıyor. Bu söz, yaptıklarının gerçekliğe aykırı olduğunu düşünen birinin altındaki halıyı çekecek cinsten: “Gerçek olamayacak kadar kötü!”

Marksizm, devrimci olduğu momentlerde asla pasif ve kaba bir determinizme boyun eğmemiş ve zaten o momentlerde Marksizm olmuştur. Reformistlerse, ekonomiye ait, hâlen oluşmakta olan determinizme meyilli bir akıl uyarınca, savaş sonrasında yaşanan huzursuzluk esnasında devrime karşı direnç geliştirmişlerdir. Gerçekte bu akıl, muhafazakâr burjuvazinin aklıdır. O ancak söz konusu determinizmin sosyalist değil, burjuva niteliğini açığa vurabilir.

Tersten birçok eleştirmeni, Rus Devrimi’ni bağnaz ütopyacıların rasyonalist, romantik ve tarih karşıtı çabası olarak anlamıştır. Her şeyden önce, tüm renkleriyle reformizm, Üçüncü Enternasyonal’e bağlı partilerin taktiklerini “sağcı” ve “darbeci” olarak etiketlemiş, devrimcilerde görülen, tarihi zorlama eğilimini asla tasvip etmemiştir.

Marx, realist bir siyasetten başka bir şey düşünemez ve öneremezdi. Bu sebeple Marx, sosyalizme uzanan en dolaysız yolu ortaya koydu ve kapitalist ekonominin gelişme sürecini tüm yoğunluğu ve ayrıntıları ile açıkladı. Ama Marx, yeni düzenin önkoşulu olarak, sınıf savaşı aracılığıyla proletaryanın ruhanî ve fikrî bir muhteva kazanması gerektiğini de gördü.

Marx’tan önce dünya, hiçbir politik veya toplumsal öğretinin tarih ve bilimle çelişmediği bir noktaya ulaşmıştı zaten. Dinler, tarihsel ve bilimsel deneyimden koptukları ölçüde çöküyordu. Dolayısıyla tüm öğeleriyle bugüne ait olan sosyalizm gibi bir politik fikrin bu türden görüşlere karşı kayıtsız kalmasını istemek, tam bir saçmalık olacaktır.

Julien Benda’nın Trahison de Clercs [“Aydınların İhaneti”] isimli çalışmasında tespit ettiği üzere, bugün varolan ve gericilikle malul tüm politik hareketlere asıl niteliğini veren, onların kendilerini tarihin seyrine tekabül eden bir güç olarak gösterme çabalarıdır.

Her türlü gericiden daha pozitivist olan sağcı L’Action Francaise [“Fransız Eylemi”] hareketindeki gericilere göre, liberal devrimin başlattığı dönem, tümüyle romantik ve tarih karşıtıydı. Marksist determinizmin sınırları ve işlevi ise çok uzun zaman önce belirlenmişti.

Görecelikçi felsefeye bağlı İtalyan felsefeci Adriano Tilgher gibi tüm parti kriterlerinden habersiz olan eleştirmenler, hep şu türden yorumlara başvuruyorlar:

“Başarı kazanmak için sosyalist taktik, hareket edeceği zemin olarak mevcut tarihsel durumu göz önünde bulundurmalı ve sosyalizmin kurulması için koşulların henüz olgunlaşmadığı yerlerde kuruluşu zorlamaktan kaçınmalıdır. Diğer yandan olayların seyri konusunda dinginliği esas almalı; olayların seyrine müdahale ederken, o seyri sosyalist yöne çekmek için uğraşmalı, bu sayede nihai dönüşüm için gerekli hazırlıkları yapmalıdır. Dolayısıyla Marksist taktik, tıpkı Marksist öğreti gibi, dinamik ve diyalektiktir: sosyalist irade boşlukta oluşmaz, önceden varolan durumu hiçe saymaz, insanların kalplerine yönelik seslenmelerin vehmine kapılmaz. O, tarihsel gerçekliğe sıkı sıkıya, tüm somutluğuyla bağlı kalır ve ondan asla kopmaz. Ayrıca sosyalist irade, tarihsel gerçekliğe tüm canlılığı ile tepki geliştirir, bu noktada proletaryayı maddi ve manevi açıdan güçlendirir ve ona burjuvazi ile arasındaki çelişki konusunda gerekli bilinci aşılar. Öfkesinin zirvesine ulaştığında burjuvazi, tüm kapitalist güçleri elinde topladığında, bu düzeni yıkıp yerine herkesin hayrına ve avantajına olan sosyalist bir rejim kurmak gerekecektir.” [La Crisi Mondiale e Saggi critice di Marxismo e Socialismo –Dünya Krizi ve Marksizmle Sosyalizme Dair Eleştirel Denemeler]

Eleştirmenleri pek anlamasa da hakikatte sosyalizmdeki iradeci yanın, ondaki determinist temele kıyasla daha az belirginlik arz ettiğini söylemek pek mümkün değildir. Bu olguyu tespit etmek için Marx ve Engels’in Londra’dayken proleter hareket içerisinde yaptıklarına bakmak yeterli olacaktır. Birinci Enternasyonal’den ilk sosyalist devlet deneyi olan Sovyetler Birliği’ne kadar birçok pratikte onların izi vardır. Bu süreçte Marksizmin her bir sözü ve eylemi, inanca, iradeye, kahramanlığı ve yaratımı esas alan muhakemeye rengini çalmıştır. Ondaki itici güçte “ne şiş yansın ne kebap” diyen bir tavrı ve pasif bir determinizmle yoğrulmuş bir hissiyatı aramak tam bir saçmalıktır.

José Carlos Mariátegui
Mundial, 7 Aralık 1928
Amauta, Kasım-Aralık 1928, s. 14-16
Kaynak

10 Nisan 2017

,

Winstanley

1918 yazında Ekim Devrimi’nin ilk yıldönümü yaklaşırken, Lenin’in favori projelerinden biri olan anıtlar üzerine kurulu propaganda faaliyetinin planının uygulamaya sokulması için Moskova’da kimi adımlar atıldı.

12 Nisan’da yayınlanan kararname uyarınca, Çar rejiminden kalan semboller sistematik olarak sökülecek, şehrin ana yollarına geçmişin devrimci düşünürlerinin ve eylemcilerinin anıtları dikilecekti. Benzer planlar, Petrograd’da da uygulamaya konuldu. Eski çarlık dönemine ait olan ve yıkımla yüzleşen sembollerden biri de granitten yapılmış dikilitaştı.

Kremlin’in Alexander Bahçeleri’nde bulunan taş, Romanof ailesinin 300 yıllık iktidarını taçlandırmak amacıyla 1913 yılında dikilmişti. Yıkım kararına karşı çıkan İlyiç Lenin, dikilitaşın muhafaza edilmesine karar verdi ve yeniden kullanılmasının tercih edilmesini söyledi.

İç savaşın yoğunlaştığı dönemde yeni anıtların dikilmesi de güçleşti, dolayısıyla devrimin ilk yıldönümünde yeterince anıtın dikilemeyeceği anlaşıldı. Moskova’daki avangart sanatçıların ve heykeltıraşların kızmasına karşın eski anıtın yeniden kullanılması fikri kabul gördü.

Dikilitaştaki Romanof ailesini simgeleyen çift başlı kartal söküldü, üzerindeki çarlara ait isimler silindi. Yerlerine on dokuz devrimci düşünürün ismi kazıldı. Bekleneceği üzere listenin başında Karl Marx ve Friedrich Engels vardı. Sekizinci isim “Uinstenli” veya Gerrard Winstanley’nin (1609–76) ismiydi.

Winstanley, on yedinci yüzyılda İngiliz Kazıcıların lideriydi. Nisan 1949’da St. George Tepesi’ndeki Surrey bölgesinde bulunan boş araziye el koyup yabani havuç, havuç ve fasulye ekti, ayrıca yeryüzünün kısa süre içerisinde belirli kişilerin saygınlığına bakılmaksızın, tüm insanların müşterek hazinesi hâline gelmesini umut ettiğini beyan etti.[1]

Lenin ve arkadaşları, Ekim 1917’daki ayaklanmalara uzanan yolun açılmasına katkı sunduklarını düşündükleri düşünürlerden biri olarak neden Winstanley’yi seçtiler? Onun ismi büyük devrimciler panteonuna neden girdi? Rus ve İngiliz devrimciler arasında zayıf da olsa mevcut olan bağı kuran neydi? İlk bakışta Winstanley’nin isminin dikilitaşa kazılması kafa karıştırıcı bulunabilir. Zira Winstanley, kendi döneminde bile pek bilinen bir isim değildi, ayrıca hâkim simalarından biri olarak da kabul edilemezdi.

Faaliyetleri çok kısa süren, sadece 1648-1652 arası dönemde belirli bir pratik ortaya koyan Winstanley’nin başında olduğu Kazıcılar da Surrey ve diğer yerlerdeki yerleşimler dağılana dek ancak bir küsur yıl çalışma yürütebildiler. Ektikleri ürünler söküldü, evleri yakıldı. Winstanley’nin ölümünden iki yüz yıl sonra yazılarını çok az insan okuyabildi. On dokuzuncu yüzyılın son on yılına doğru hayatı ve eserleri bilinir hâle geldi.

Sosyalistler, inançlarının önemli bir kısmını önceden dile getirmiş bu ismi yeniden keşfettiler. Yüzyılın ortasında çartistler, Düzleyici hareketi (Eşitlikçiler) lideri John Lilburne’ü biliyor, övgüyle anıyor ama Winstanley’nin ismini bile anmıyordu.[2]

Winstanley’nin yeniden keşfedilmesi o kadar geç oldu ki Marx ve Engels bile ondan habersizdi.[3] News from Nowhere [“Hiçbir Yerden Haberler”] isimli kitabın yazarı, İngiliz sosyalist William Morris, Winstanley’nin yazılarının hiçbirisini okumamıştı.

Eduard Bernstein, 1895 yılında, Winstanley’nin Karl Kautsky’nin Modern Sosyalizmin Ataları isimli kitabına düşünceleriyle sunduğu katkıyı ilk kez sistematik olarak analiz etti ve Marksist aydınların o yazıların önemini takdir etmelerini sağladı.[4]

Winstanley dindar bir düşünür ve hayalperest bir isimdi. Onu en çok etkileyen, İngiliz Devrimi’nde devrimciler arasında yaygın olarak beğenilen mistik yazılardı. Yazılarında sıklıkla eski ve yeni ahitten bölümlere yer veriyor, kendi döneminde belirgin olan, binyılcılıkla alakalı heyecanı tüm yönüyle paylaşıyordu. Onun dünyası on dokuzuncu yüzyıl sonunda yaşayan Marksistlerin dünyasından birçok yönden farklıydı. Ama gene de o Marksistlerin Winstanley’yi nasıl ele aldıkları ve onu nasıl bir öncü olarak gördüğü meselesini idrak etmek mümkün.

Winstanley özel, kendine has düşüncelere sahip biriydi: O, Tanrı kelimesi yerine Akıl kelimesini kullanıyor, insanlıkla tüm mahlûkatın açgözlülük, rekabetçilik ve yanlış ilişkiler yüzünden çürüdüğünü söylüyor, herkesin özel mülkiyetin terk edilmesini ve müşterek çalışmayı bir erdem olarak kabul edeceği günlerin geleceğine dair ümidini ısrarla dile getiriyordu.

Winstanley’nin yazılarında Marksistler, on yedinci yedinci yüzyılda yaşamış bu yazarın kaleminden o dönemin toplumsal ilişkilerine dair en sert eleştirileri bulmuşlardı. Diğer tespit ettikleri husus ise, toplumun topyekûn dönüşümünün insanlığı çileden ve sömürüden kurtaracağı, bu dönüşümü de bilgili ve kendilerini yenilemeyi bilmiş bireylerce gerçekleştirileceği gerçeğiydi.[5]

Kazıcılara göre, toplumun ve yeryüzünün tüm sorunları paranın takas edilmesi ve özel mülkiyetin doğuşu ile alakalıydı. Paradan ve mülkiyetten kurtulmuş bir toplum sadece arzulanacak bir şey değil, kaçınılmaz bir gelişmeydi de. İleride yaşanacak dönüşüm, her şeyin yerli yerine oturması herkesi, zengini de yoksulu da kurtaracaktı.[6]

Marx’ın on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşayan öğrencilerine göre, Winstanley’deki “toplum” vizyonu kendilerindeki komünizm anlayışına uygundu. Komünizm, ilk kez kendi yüzyılları içerisinde üretilmiş bir kelimeydi. Winstanley’nin yazılarını didik didik eden, aralarında Eduard Bernstein ve Georgi Plehanof’un da bulunduğu Marksistler, o yazılarda yabancılaşma ve emek değer teorisi gibi kavramların ilk hâllerini buldular.[7]

Winstanley’nin daha fazla bilinmesini sağlayan Bernstein’ın 1895’te onu çağdaşlarının önünde olan bir isim olarak tarif etmesinde ve kendi dönemindeki toplumsal koşullarla davası arasında bağ kurma becerisini övmesinde şaşılacak bir yan yoktu.[8]

John Gurvey

[Kaynak: Gerard Winstanley: The Digger’s Life and Legacy, Pluto Press, 2013, s. 1-4.]

Dipnotlar:
[1] Richard Stites, “Iconoclastic currents in the Russian Revolution: destroying and preserving the past”, Yayına Hz.: Abbott Gleason ve Richard Stites, Bolshevik Culture: Experiment and Order in the Russian Revolution içinde (Bloomington: Indiana University Press, 1989), s. 23; Graeme Gill, Symbols and Legitimacy in Soviet Politics (Cambridge: Cambridge University Press, 2011), s. 62.

[2] Northern Star, 22 Ağustos 1840, 10 Eylül 1842.

[3] Marx’ın Düzleyicilerden bahsederken aslında Kazıcılara atıfta bulunduğu iddiası, Toplu Eserler’ini yakın dönemlerde yayına hazırlayan isimlere ait.

[4] Eduard Bernstein, “Kommunistische und Demokratisch-Sozialistische Ströhmungen während der Englischen Revolution des 17. Jahrhunderts”, Yayına Hz.: Karl Kautsky, Die Vorläufer des neueren Sozialismus: von Thomas More bis zum Vorabend der Franzöhsischen Revolution içinde (Band I, Theil 2 of E. Bernstein, C. Hugo, K. Kautsky, P. Lafargue, F. Mehring ve G. Plekhanov, Die Geschichte des Sozialismus in Einzeldarstellungen) (Stuttgart: Dietz, 1895), s. 594–608.

[5] Winstanley ve Marx arasındaki paralellikler konusunda özel olarak şu çalışmaya bakılabilir: James Holstun, “Communism, George Hill and the Mir: was Marx a nineteenth-century Winstanleyan?”, Yayına Hz.: Andrew Bradstock, Winstanley and the Diggers, 1649–1999 içinde (Londra: Frank Cass, 2000), s. 121–49.

[6] Marx’ın toplumsal varlık olarak insanın, yani insanoğlunun tüm yönleriyle yenilenmesine ve işçilerin kurtuluşunun insanlığın evrensel kurtuluşunu içerdiğine dair tespitleri 1844 Elyazmaları’nda yer alır.

[7] Bernstein, Strömungen, s. 599; Georgi Plekhanov, Selected Philosophical Works (Moskova: Progress Publishers, 1976), cilt. 3, s. 551.

[8] Bernstein, Ströhmungen, s. 607.

, ,

Yinon Planı ve Suriye


Yinon Planı ismini, 1978-1987 arası dönemde İbranice olarak yayınlanan, Yahudilik ve Siyonizmle ilgili çalışmalara yer veren Kivunim [“Yönler”] isimli üç aylık derginin 1982 Şubat sayısında yayımlanan makaleden almaktadır. Dünya Siyonist Örgütü Enformasyon Dairesi’nce Kudüs’te yayımlanan dergide yer alan bu makalenin yazarı ise İsrail Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey görevlerde bulunmuş, ayrıca Jerusalem Post gazetesinde gazetecilik yapmış olan Oded Yinon’dur.

 

Filistin Yahudi Ajansı üyesi Haham Fişman, 9 Temmuz 1947’de Birleşmiş Milletler Özel Soruşturma Komitesi’ndeki açıklamaları dâhilinde şunu söyledi: “Vaat edilmiş topraklar Nil’den Fırat’a dek uzanır ve Suriye ile Lübnan’ı da içerir.”

[…]

Dolayısıyla, Arap Müslüman dünyası, seksenlerde yüzleşeceğimiz ana stratejik sorun değildir, ama öte yandan da bu dünyanın artan askerî gücü İsrail aleyhine ciddi bir tehdit teşkil edecektir. Etnik azınlıkları, politik grupları ve iç krizleri bu dünyayı yıkıma sürükleyecektir. İran’da, Lübnan’da ve Suriye’de yaşanan budur. Bu nedenle söz konusu dünya, temel sorunlarını çözme konusunda başarı gösteremez, bu hâliyle uzun vadede İsrail devletine karşı gerçek bir tehdit teşkil edemez, ama kısa vadede askerî gücü hızla artacaktır. Gerçek devrimci değişimlere maruz kalmadan, bizi kuşatan bu bölgedeki mevcut çerçeve varlığını sürdüremez. Müslüman Arap dünyası, orada yaşayanların dilek ve arzuları dikkate alınmaksızın yabancılar (yirmilerde Fransa ve Britanya) tarafından inşa edilmiş, derme çatma bir yapıdır ve daha çok iskambilden eve benzemektedir. On dokuz devlete ayrışmış bu dünya, birbirine düşman azınlıklardan ve etnik gruplardan oluşmaktadır. Bugün her bir Arap Müslüman devletinin toplumsal etnik yıkımla, kimi örneklerde iç savaşla karşı karşıya kalmasının nedeni budur.

[…]

“Tüm Arap devletlerinin İsrail eliyle küçük parçalara ayrıştırılması gerektiği fikri, İsrail’in stratejik düşünce dünyasında tekrar tekrar gündeme gelmelidir.” [Aktaran: İsrail Şahak]

[…]

İsrail’in doğusundaki tüm Arap devletleri, Mağrip’tekilere kıyasla, parçalanmış, lime lime olmuş durumdadır. Suriye, başındaki güçlü askerî rejimi dışarıda tutulacak olursa, Lübnan’dan hiç de farklı bir durumda değildir. Bugün (ülke nüfusun yüzde 12’sini teşkil eden) Şii Alevi yönetici azınlıkla Sünni çoğunluk arasında meydana gelen iç savaş, içteki sorunluğun ne kadar yoğun olduğunun bir delili gibidir.

[…]

Ürdün, gerçekte Filistinlilere ait bir ülkedir ve başında ise Ürdün ötesinde oturan Bedeviler bulunmaktadır. Oysa ordunun ve bürokrasinin büyük bir kısmı Filistinlidir. Esasında Amman şehri, Nablus kadar Filistinlidir. Tüm bu ülkeler, güçlü ordulara sahiptirler. Ama buralarda da sorunlar mevcuttur. Bugün Suriye ordusunun ekseriyeti Sünni’dir, ama subay sınıfı Alevi’dir. Irak ordusu Şiilerin elindedir, ama komutanlar Sünni’dir. Uzun vadede bu husus çok önemlidir. Uzun vadede ordunun bağlılığını koruması, pek mümkün değildir. Bu bağlılık, ancak ortak payda bağlamında sağlanabilir: İsrail düşmanlığı denilen bu ortak payda bile kâfi gelmeyecektir.

[…]

Yüzeyden bakıldığında daha sorunlu görülen Batı cephesinin durumu, esasında Doğu cephesine kıyasla daha yalındır. Bu bölgede yaşanan olaylar, son dönemde manşetlerde daha fazla yer bulmaktadır. Lübnan’ın beş bölgeye ayrışması Mısır, Suriye, Irak ve Arap Yarımadası’nı içeren tüm Arap dünyası için bir emsal teşkil etmekte, bölge bu yola girmiş görünmektedir. İsrail’in uzun vadede Doğu cephesiyle ilgili ana hedefi, Suriye’nin ve Irak’ın Lübnan’da olduğu gibi, etnik ve dinî temelde özel kimi bölgelere ayrışıp parçalanmasıdır. Kısa vadede ise hedef, bu devletlerin askerî gücünün dağıtılmasıdır. Suriye etnik ve dinî yapılar uyarınca parçalanacak, bugün Lübnan’da olduğu gibi, içinden birkaç devlet çıkacak, buna göre sahil şeridi boyunca bir Şii Alevi devleti, Halep’te Sünni devleti, Şam’da komşusuna düşman olan başka bir Sünni devleti, ayrıca muhtemelen bizim elimizde olan Golan’da, ama kesin olarak Hauran ve Kuzey Ürdün’de de Dürzi devleti kurulacaktır. Bu gidişat, uzun vadede bölgede barışı ve güvenliği garanti altına alacaktır. Bu hedef, artık menzilimizdedir.

[…]

Bir yandan petrol zengini olan, bir yandan da içte parçalanmış hâlde varlığını sürdüren Irak, İsrail’in hedeflerinden birisidir. Bizim için Irak’ın parçalanması, Suriye’nin parçalanmasından daha önemlidir. Irak, Suriye’den daha güçlüdür. Kısa vadede Irak, elindeki gücüyle İsrail’e yönelik en büyük tehdittir. İran-Irak savaşı Irak’ı parçalayacak, bize karşı kapsamlı bir mücadele örgütleme fırsatı bulamadan, kendi içinde çökecektir. Araplar arasında yaşanacak her türlü çatışma, bize kısa vadede katkı sunacak, Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi, Irak’ın da belirli parçalara ayrıştırılması hedefimizde yürüdüğümüz yolu kısaltacaktır.

İsrail Şahak
13 Haziran 1982

[Kaynak: The Zionist Plan for the Middle East, Çeviren ve Yayına Hz.: Israel Shahak, 23 Temmuz 1982.]

09 Nisan 2017

, ,

Che’nin Kardeşi


Bu bakışta aşina olduğumuz bir şeyler var. Omzunda küçük bir çocuğu taşıyan bu adamın gözlerinde güçlü bir kararlılık söz konusu. Bu takım elbiseli, kravatlı adamın on yıl sonra askerî gücü ve Marksist devrimci coşkusu ile övgülere mazhar olan, Castro’nun Küba’da öncülük ettiği isyanın bir kahramanı olacağına inanmak pek zor. 1967’de ABD destekli Bolivya ordusu tarafından öldürülmesinden sonra, Alberto Korda’nın çektiği, üzerinde kızıl yıldız bulunan beresi ile o sakallı isyancıya ait fotoğrafın da sayesinde Ernesto “Che” Guevara, solun Mesihvari bir efsanesi hâline geldi.

Fotoğraftaki ufak çocuk, Che’nin en küçük kardeşi Juan Martin Guevara. Ağabeyinin ölümünden elli yıl sonra hatıratını kaleme alan Juan’ın amacı,

“bu efsaneyle mücadele etmek ve ağabeyine insanî bir yüz kazandırmak, onun bir insan olduğunu ortaya koymak. Onu o kaideden indirmek gerek. […] O olsa, puta dönüştürülmüş olmaktan nefret ederdi. […] Önemli olan, onu normal, hatta sıradan bir insan olarak yola koyulduğunu, sonradan onun başkalarının taklit ettiği istisnaî bir kişiye dönüştüğünü görmek önemli.”

Juan Martin Córdoba’da Che’nin omuzlarında -1945. Juan Martin’in izniyle.

Ernesto Che Guevara, 1928’de Arjantin’in Rosario’da beş çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailenin durumu iyiydi. Celia de la Serna’nın ailesi Buenos Aires’li zengin bir aileydi. Manastırda eğitim alan anne zeki ve oldukça isyankâr bir isimdi. Celia, Arjantin’in ilk feministlerinden ve pantolon giyen, sigara içen ve otomobil kullanan ilk kadınlardandı. Ernesto Guevara Lynch, altı yaş büyüktü ondan. Kadın onun cazibesine fazla karşı koyamadı. Yerinde duramayan, partilerde eğlenmeyi seven bu adam, saygın ailesinin yüz karasıydı. İşçilerin ikili dans ettikleri, hâlâ çirkin görülen dans partilerine sürekli katılan tangoculardandı. İkili alelacele evlendi. Altı ay sonra da Che geldi dünyaya.

Celia ve Ernesto, çocuklarını mali açıdan güçlü oldukları koşullarda, kural mural tanımadan büyüttü. Düşünce ve eylem konusunda özgürlük, çiftin sürekli teşvik ettikleri konulardı. Aile sabit bir yerde yaşamadılar. Anne ve babanın farklı kişilikleri mevzubahisti. Anne, disipline ve çalışmaya hayranlık duyan biriyken, baba, macerayı seven, ense yapmaya bayılan, sorumluluk nedir bilmeyen biriydi. Bu da ilişkinin istikrarsız bir niteliğe sahip olmasına sebep oluyordu. Buenos Aires’te olan Juan Martin, telefonda anne ve babasının Che’yi çok fazla etkilediğini şu şekilde izah ediyor:

“Babam, kendisini bağlayan bir şey olmadan yaşamak istiyordu. Çok özgürdü denilebilir. Ama bu özgürlük, bize seyahat etmemizin, dünyayı gezmemizin mümkün olduğuna dair bir his kazandırıyordu. Annemse çok daha ilkeli biriydi, onun fikirleri çok katiydi. Che’de bu iki mizacın karışımı mevcuttu.”

Juan Martin, ağabeyinden on beş yıl sonra, ağabeyinin omzuna çıktığı bu fotoğrafın çekildiği Córdoba şehrinin kaplıcalarıyla ünlü kasabası Alta Gracia’da dünyaya geldi. Aile, kuru dağ havasının Che’nin kronik astımının iyileşmesine katkı sunacağı umuduyla taşınmıştı bu kasabaya. İyi de geldi aslında. Sağlığı iyileştikçe yerinde duramayan bu gencin enerjisi de arttı. Doktor olduktan sonra Latin Amerika’yı motosikletle dolaşmaya çıktı. İki yıl süren bu yolculuk Walter Salles’ın Motosiklet Günlükleri filminin konusunu teşkil etti. Yolculuk esnasında politik düşünceleri de şekillendi. Tanık olduğu eşitsizlik ve yoksulluk konusunda ABD’nin önünde diz çökmüş olan kıtayı ve emperyalist sömürüyü suçladı. (O yolculukta Florida’da geçirdiği kısa süreyi “ömrünün en kötü iki haftası” olarak tarif etmişti.) Bu eşitsizliğinse, sıradan insanların ayaklanıp iktidarı almasıyla ortadan kaldırılabileceği sonucuna ulaştı.

Che Guevara -1959. Fotoğraf: Joseph Scherschel/Getty

O zorlu maceralarından döndüğünde aile çok sevindi ve Che ailesine fazlasıyla bağlı olduğunu gösterdi. Kaleme aldığı, Ağabeyim Che isimli hatıratında Juan Martin “bana evladıymışım gibi davranırdı” diyor. Fotoğrafta Che, onun genç babası gibi görünüyor zaten. Aralarındaki ilişkinin niteliği bu şekilde olabilir mi?

“Aramızda on beş yaş fark vardı. Aynı yaştaki kardeşimden daha fazla dinliyordum onu. Babam gibi olduğunu söyleyebilir miyim? Belki de ikinci babam gibiydi. Ama aynı zamanda sadece kardeşlerin yaptığı şeyleri de yaptık. Futbol oynadık, eğlendik. […]

Ernesto’nun gölgesinde büyüdüm. Ondan hiç kurtulamadım. 1956’ya dek ben Juan Martin Guevara’ydım. 1957’den itibaren Fidel Castro’nun yoldaşı ve korkusuz savaşçı devrimci Ernesto Guevara’nın kardeşiydim. O zamanlar Che bir efsaneydi. Onun yokluğu beni çok üzdü, ölümü beni mahvetti. Her zaman derim, o birilerinin kardeşi olmalıydı.”

Peki bu bir yük müydü?

“Onun düşüncelerinin ışığında büyüdüm. Bu bir ağırlık değil, sorumluluktu. O, düşündüğüm mânâda, bir yoldaşımdı benim.”

Juan Martin, ağabeyinin öldürüldüğü, Bolivya’daki o küçük Higuera Köyü’nde bulunan sınıfa ancak 47 yıl sonra gidebilmiş. Ziyaret onu çok yıkmış, ama aynı zamanda bazı yanlışları düzeltmek için gerekli işlemi de hızlandırmış. Che’nin öldürüldüğü yer bugün turistler için bir tuzağa dönüşmüş. Che’nin imajı ticarî bir mala dönüştürülmüş, tam da yıkmak istediği kapitalist sisteme ait bir ürün hâline getirilmiş. Köylüler, Juan Martin’in kim olduğunu öğrenince “dilleri tutulmuş ve ‘Mesih’in kardeşi olamaz’ demişler.” Che orada bir azize dönüşmüş, sahip olduğu imajın karşısında dualar edilmeye başlanmış ve mucizeler beklenen bir güç zannedilmeye başlanmış. Bunun üzerine Juan Martin, “ağabeyinin düşünceleri ve ideallerinin aktarılacağı bir kanal açmaya yemin etmiş.”

Bolivya’da ölmesinden önce Che, bir yoldaşına Juan Martin’in ve tüm kardeşlerinin manevi vârisi olacağını söylüyor. Kardeşi Roberto ve kız kardeşi Celia ise Che hakkında konuşmayı reddediyor. Esasında Celia da Juan Martin’i “medyada çok yer almak”la suçluyor ve “Ernesto hakkında söylediklerime asla onay vermiyor” diyor. Che’nin ölümü ona çok acı vermiş, bu yüzden yıllarca öldürülmesini kabullenmemiş. Juan Martin, Celia’nın karakter ve inançlar konusunda tüm kardeşler içerisinde Che’ye en fazla benzeyen kardeş olduğunu söylüyor. Martin, Celia’ya kitaptan hiç bahsetmemiş, bu nedenle kitabı duyduğunda kendisiyle bir daha hiç konuşmayacağından korkuyor ve “onun benimle ilgili eleştirilerini dinleyeceğim” diyor.

Che Guevara’nın hikâyesi inanılmaz bir hikâye, Juan Martin’inki de öyle. Martin yetmişlerin sonunda ve seksenlerin başında, efsanevi bir isim olan Che’nin akrabaları olmaları sebebiyle kendisinin ve ailesinin hâlen daha Küba’da hürmet gördüğü dönemde, sağcı cuntanın başta olduğu Arjantin’de politik tutsak olarak sekiz yılı aşkın süre hapis yatmış. Peki kendisi, dünyanın ağabeyi gibi birine gene ihtiyaç duyduğunu düşündü mü hiç? Böyle bir kişi olmak mümkün müydü?

“Evet mümkündü. O ilkörnek. Aynı onun gibi birisine ihtiyacımız var mı peki? Bir gerilla olarak böyle bir isim lazım mı? Bence hayır. Alnı kızıl yıldızlı beresiyle dağlarda yaşayan birine gerek yok. Bize ilkeleri olan, değişim konusunda düşüncelere sahip, o ilkeleri ve düşünceleri paraya, şöhrete ve güce satmayacak insanlar lazım. Bize Che’nin özelliklerine sahip birileri lazım. Evet. Bize gereken bu. Dünya Che’nin yaşadığı yıllardaki dünyadan daha iyi durumda değil. Hatta daha kötü durumda. Bizim o dünyayı daha iyi kılmak için mücadele etmemiz gerek.”

Rick Williams
8 Nisan 2017
Kaynak

05 Nisan 2017

,

Hamas Bildirgesi


Pazar akşamı Hamas’ın yeni bildirgesi basına sızdı ve bildirge, Lübnan’dan yayın yapan Meyadin sitesinde yayınlandı. Palestine Ltd: Neoliberalism and National Liberation in the Occupied Territory [“Filistin Ltd: İşgal Altındaki Topraklarda Neoliberalizm ve Ulusal Kurtuluş”] isimli kitabın yazarı Tevfik Haddad, bildirgenin yayınlanmasından birkaç saat sonra sosyal medyada kaleme aldığı analizi paylaştı. Hamas’ın ideolojisini ortaya koyan bir belge olarak bildirge, 1988’den beri yayınlanan, kurucu niteliğe sahip ilk belge. Haddad’ın konuyla ilgili düşünceleri şu şekilde:

Tümünü çevirmeye vakit bulamadığım bu belge, hareketin önemli bir politik aktör hâline geldiğini gösteriyor. Hareket, yönetim becerisini haiz bir aktör olarak bölgesel ve uluslararası eğilimlere de cevap veriyor. 19. Madde, Filistin’in herhangi bir parçasını teslim etmeye karşı çıkıyor ve “nehirden denize” formülünden vazgeçmiyor, aynı zamanda 67 sınırları içinde kalan ve başkenti Kudüs olan devlete ve mültecilerin, yerinden yurdundan edilmiş insanların geri dönüşüne dönük kabulü “Siyonist yapıyı hiçbir şekilde tanımayan, ulusal uzlaşmaya dayalı müşterek formül”ün olarak tarif ediyor, ayrıca bu kabulü, Filistinlilerin hakları konusunda tavizde bulunmak anlamına gelmediğini söylüyor.

Birçok yorumcu, muhtemelen bu 19. Madde’ye odaklanacak, oysa belgedeki diğer maddeler bu maddeden daha ilginç, zira bildirge, yıllardır şu veya bu Hamas liderinin sözlerini yazıya döküyor, öte yandan, 1988 bildirgesinde yer alan, bildirgenin ilk yazıldığı dönemde eleştirenlerin saldırmaktan zevk aldığı, Yahudi ve Mason karşıtı atıflara yer vermiyor.

Daha da ilginci, belgenin bölgesel ve uluslararası eğilimlerin bilincinde oluşu (bu noktada belge mezhepçiliğe ve teröre karşı savaşa/İslamofobiye atıfta bulunuyor) ve birçok yerinde İslam’ın ve Hamas’ın dine, etnisiteye, cinsiyete veya yurttaşlığa yönelik her türden zulme karşı çıktığını, bunlara karşı hoşgörülü ve ılımlı olduğundan bahsediliyor (Madde 8 ve 9). Bunun üzerinden 15. ve 16. Madde’de Siyonizmle Yahudilik arasında bir ayrım yapılıyor ve mücadelesinin özcü olmayan dinî temeline vurgu yapıyor (yani metin, Siyonistlere, Siyonist projeye ve Filistin halkına saldıran, onun haklarını ihlal eden, dinden, milliyetten veya kimlikten bağımsız olarak onun toprağını işgal eden herkese karşı olduğunu beyan ediyor, Yahudi olduğu için Yahudi’ye karşıtlıktan söz etmiyor). (15); metinde bahsedilen diğer bir husus da antisemitizmin Avrupaî temeli (16); Hamas, ulusal, dinî veya mezhepsel çizgiler üzerinden yapılan her türlü zulme itiraz ediyor. (16)

Madde 26’da Hamas, ulusal çeşitlilik ve diyalogu kabul eden demokratik bir oyuncu olduğuna vurgu yapıyor, FKÖ ise muhafaza edilmesi gereken ulusal çerçeve olarak tarif ediliyor ve onunla birlikte çalışılabilmek için örgütün geliştirilmesi ve demokratik temellerinin yeniden inşa edilmesi gerektiğini söylüyor (27). Filistin Yönetimi’nin Filistin halkının hizmetinde olması, ulusal projeyi, halkın güvenliği ve haklarını koruması gerektiğinden bahsediliyor (30).

Madde 33, Filistinli kadınların rolünü “bugünün ve geleceğinin inşa edilmesi için gerekli zemin, Filistin tarihinin kurucu unsuru, direniş, kurtuluş ve politik düzenin inşasının öncü gücü” olarak tarif ediyor. Arap ve Müslüman dünyasına atıfta bulunan belge (Madde 34-36), “Hamas, tüm dinî, etnik ve mezhepçi unsurların ümmetin birliği çatısı altında birleşmesi gerekir, birliği ve ortak duruşu paramparça eden tüm yaklaşımlardan uzak durulmalıdır” diyor ve Filistin’in tüm Arapların ve Müslümanların ana davası hâline gelmesi gerektiğinden söz ediyor (Madde 35).

Madde 36, bence en ilginç bölüm. Burada karşımıza Fetih’in ideoloji dışı stratejik eğilimi çıkıyor:

“Hamas, Filistin halkının haklarına destek veren tüm devletlerle işbirliğinin önemli olduğuna inanır ve devletin iç meselesine yönelik müdahalelere karşı çıkar. Hamas, ayrıca içte yaşanan gerilim ve mücadelelere dışarıdan müdahale edilmesine de karşıdır.”

Müdahaleci olmayan yaklaşım üzerinden Fetih ve Hamas özerkliğini ve mali kaynak akışını koruyabileceğini, devletler içi ve devletlerarası politik ve sınıfsal mücadeleler karşısında tarafsız kalabileceğini düşünüyor. Bu formülasyon dâhilinde Hamas’ın muhafazakâr devletçi eğilimi açığa çıkıyor, zira örgüt, bölgesel düzenin köklü dönüşümünün parçası olmak yerine, bu düzenin içerisinde yer almak için çabalıyor. Bunun bilincinde olan örgütün bildirgesinin son maddesinde (41) şunu söylüyor:

“Hamas, Arap-Müslüman halkın üzerinde kurulmaya çalışılan her türden hegemonyaya karşıdır. Diğer milletlerin ve halkların üzerinde hegemonya kurulmasına dönük çabaların karşısında durur. Dünyada tüm sömürgecilik, işgal, zulüm ve saldırganlık biçimlerini mahkûm eder.”

Tevfik Haddad
3 Nisan 2017
Kaynak