08 Temmuz 2014

,

Kara Panter Partisi


Kara Panter Partisi Planı, Programı ve Kuralları

Ekim 1966

Plan ve Program

Ne İstiyoruz?

Neye İnanıyoruz?

 

1. Özgürlük istiyoruz. Siyah toplumunun kaderini tayin etmek için iktidar istiyoruz.

Siyahların kendi kaderlerini tayin edene kadar özgür olmayacaklarına inanıyoruz.

2. İnsanlarımızın hepsinin istihdam edilmesini istiyoruz.

Merkezi hükümetin herkese iş ya da garantili bir gelir temin etmesinin, onun bir sorumluluğu ve mecburiyeti olduğuna inanıyoruz. Amerikalı patronlar tam istihdam sağlamazlarsa, üretim araçlarının onlardan alınıp halka verilmesi gerektiğine, böylelikle halkın tüm insanların hayatlarını örgütleyip onları istihdam ederek, yüksek bir hayat standardı temin edebileceğine inanıyoruz.

3. Beyaz insanın Siyah toplumuna yönelik soygununun sona ermesini istiyoruz.

Bu ırkçı devletin bizi soyup soğana çevirdiğine inanıyoruz, bu sebeple, şimdi 160 dönüm ve iki katır tutarındaki vadesi geçmiş borcun tahsil edilmesini istiyoruz. Yüz yıl önce bu devlet, köle emeği ve kitlesel kıyımın tazminatı olarak, bize 160 dönüm arazi ve iki katır vaat etmişti. Biz, tazminatın nakit para olarak ödenmesini kabul edeceğiz, zira bu para halkımıza dağıtılacaktır. Bugün Almanlar, Yahudi halkının maruz kaldığı soykırım yüzünden, İsrail’deki Yahudilere yardım ediyorlar. Almanlar altı milyon Yahudi’yi katlettiler. Amerikan ırkçılığı ise yirmi milyondan fazla siyahın katline imza attı; bu nedenle talebimizin gayet makul olduğunu düşünüyoruz.

4. İnsanların barınmasına uygun, düzgün evler istiyoruz.

Eğer beyaz toprak sahipleri siyah halka düzgün evler vermeyeceklerse, o vakit evler ve toprak kooperatiflere teslim edilmeli, böylelikle halkımız devlet yardımıyla kendi evlerini inşa edebilmelidir.

5. Halkımıza, bu yozlaşmış Amerikan toplumunun gerçek yapısını ifşa eden bir eğitimin verilmesini istiyoruz. Biz, gerçek tarihimizi ve bugünün toplumunda sahip olduğumuz rolü öğreten bir eğitim talep ediyoruz.

Biz, insanımıza özbilinç aşılayan bir eğitim sistemine inanıyoruz. Eğer bir insan, kendisini ve toplum ile dünyadaki konumunu bilmezse, o vakit, başkalarıyla ilişki kurma konusunda çok az şansa sahip olacaktır.

6. Tüm siyahî erkeklerin askerlikten muaf tutulmalarını istiyoruz.

Siyahların bizi korumayan bu ırkçı devleti müdafaa etmek için askerlik yapmaya zorlanmamaları gerektiğine inanıyoruz. Biz siyahlar gibi, ırkçı Amerikan devleti yüzünden mağdur olan, dünyanın başka deri renklerine sahip halklarıyla savaşmayacağız ve onları öldürmeyeceğiz. Biz, gerekli olan her türlü araçla, kendimizi ırkçı polisin ve ırkçı ordunun zoruna ve şiddetine karşı koruyacağız.

7. Polisin siyahlara yönelik uyguladığı vahşet ve katliam politikasının derhal sona erdirilmesini istiyoruz.

Biz, kendilerini siyahî halkı, ırkçı polisin zulüm ve vahşetine karşı korumaya adamış öz savunma grupları örgütleyerek, kendi halkımıza yönelik polis vahşetine bir son verebileceğimize inanıyoruz. Birleşik Devletler Anayasası’nda yapılan İkinci Değişiklik, bize silâh taşıma hakkı vermektedir. Bu nedenle biz, tüm siyahların öz savunma amacıyla silâhlanmaları gerektiğine inanıyoruz.

8. Biz, merkezi hükümetin, eyaletlerin ve kasaba idarelerinin elindeki şehir hapishanelerinde ve hücrelerinde tutulan tüm siyah tutsakların özgür olmasını istiyoruz.

Biz, tüm siyahların adil ve tarafsız bir yargılama sürecine tabi tutulmamaları sebebiyle, onların hapishane ve hücrelerden çıkartılmaları gerektiğine inanıyoruz.

9. Biz, mahkemeye çıkartılan siyahların, Birleşik Devletler Anayasası’nda tarif edildiği biçimiyle, siyahî halktan insanlardan ve akran grubundan oluşan bir jüri ile yargılanmasını talep ediyoruz.

Biz, mahkemelerin Birleşik Devletler Anayasası’na uyarak siyahların adil yargılanmalarını sağlaması gerektiğine inanıyoruz. ABD Anayasası 14. Değişiklik Metni, her insana kendi akran grubu ile yargılanabilme hakkı vermektedir. Akrandan kasıt, benzer ekonomik, sosyal, dinî, coğrafî, çevresel, tarihsel ve ırkî arka plana sahip kişidir. Bunu yapmak için mahkemenin, siyahî sanığın geldiği siyahî halktan oluşan bir jüri seçmeye zorlanması gerekecektir. Geçmişte olduğu gibi bugün de bizler, siyahların ortalama fikriyatına dair hiçbir kanaati olmayan beyaz jüri üyelerince yargılanıyoruz.


10. Biz, toprak, ekmek, ev, eğitim, kıyafet, adalet ve barış istiyoruz. Asli politik hedefimiz, Birleşmiş Milletler gözetiminde, siyahların ulusal kaderiyle ilgili olarak kendi iradelerini tayin etmelerini amaçlayan, sadece siyahların katıldığı bir halk oylamasını yaptırmaktır.

Olayların verili seyri içinde bir halkın kendisini bir diğer halka bağlayan politik bağları kopartması ve yeryüzündeki tüm iktidarlar arasındaki yerini alıp, doğanın ve Tanrı’nın bahşettiği ayrı ve eşit olma hakkını kullanması mümkündür; insanlığın fikirlerine saygı duymak, halkın kendisini ayırmasına yol açan sebepleri ilân etmesini gerektirir.

Tüm insanların eşit yaratıldığı gerçeği tüm çıplaklığı ile ortada olan bir gerçektir. Tanrı, tüm insanlara, hayat, özgürlük ve mutluluk peşinde koşmak gibi, devredilemez belirli haklar bahşetmiştir. Bu hakların güvence altına alınması için insanlar arasında devletler kurulmuş, devletler mevcut güçlerini yönetilenlerin ortak rızasından almışlardır. Ama herhangi bir devlet biçimi, bu amaçlar konusunda yıkıcı bir nitelik arz etmeye başlamışsa, onu değiştirmek ya da lağvetmek, yeni bir devlet kurmak halkın hakkıdır; bu aşamada halk söz konusu ilkelere dayanacak, kendi elindeki güçleri buna uygun biçimde örgütleyecek, kendi mutluluğu ve güvenliğine uygun hareket edecektir. Uzun süredir ayakta olan devletler, hafif ve kısa süreli sebeplere bağlı olarak değişmezler; dolayısıyla tüm deneyimin de gösterdiği üzere, insanlık, kötülüklerin katlanılır olduğu durumlarda, alışkın olduğu biçimlerin lağvedilmesiyle doğrulmaktan çok, oturup akşam yemeği yemeye meyillidirler. Ama gasp ve suiistimaller kapıyı çaldığında, mevcut gerçeklik onları mutlak bir despotizmin yumruğu altında ezdiğinde, bu devleti yıkmak ve gelecekte içinde yaşayacakları güvenli koşullar için yeni muhafızlar temin etmek, onların hakkı ve görevi olacaktır.


Kara Panter Partisi’nin Kuralları

Irkçı Amerika genelinde tüm Kara Panter Partisi üyeleri, partinin pratik üyeleri olarak bu kurallara uymak zorundadırlar. Merkez komite üyeleri, merkez kadrolar, yerel kadrolar, ulus, eyalet ve yerel Kara Panter Partisi liderliğine tabi olan tüm vekiller, bu kuralları yürürlüğe koyacaklardır. Bu kuralların ihlal edilmesi durumunda gerekli olan, üyeliğin askıya alınması gibi disipliner müdahalelerin süresi, Kara Panter Partisi kural veya kurallarının ihlal edildiği ulus, eyalet ya da yerel bölgedeki komite ve kadroların ulusal kararlarına tabi olacaktır. Partinin her bir üyesi, kuralları harfi harfine, ezbere bilecek ve gündelik hayat içinde tatbik edecektir. Her üye, bu kuralların her türden ihlalini liderliğe rapor etmelidir. Etmedikleri takdirde, karşı devrimci olduklarına hükmedilecek ve Kara Panter Partisi tarafından üyelik askıya alınacaktır. Kurallar şu şekildedir:

1. Hiçbir parti üyesi parti çalışması yürütürken üzerinde uyuşturucu ya da esrar bulunduramaz.

2. Uyuşturucu kullanan parti üyesi partiden ihraç edilir.

3. Parti üyesi, gündelik parti çalışması yürütürken sarhoş olamaz.

4. Hiçbir parti üyesi, büro faaliyeti, Kara Panter Partisi’nin genel toplantıları ve herhangi bir yerde parti tarafından tertiplenen mitinglerle ilişkili kuralları ihlal edemez.

5. Parti üyeleri, gereksiz yere ya da kazara, herhangi bir kişiye karşı, herhangi bir ateşli silâhı kullanamaz, doğrultamaz ya da ateşleyemez.

6. Hiçbir parti üyesi, Siyahların Kurtuluş Ordusu dışında başka bir askerî güce katılamaz.

7. Sarhoşken ya da uyuşturucu veya esrar kullanmışken bir parti üyesi eline silâh alamaz.

8. Hiçbir parti üyesi, diğer parti üyelerine ya da siyahlara karşı suç işleyemez, halktan tek bir iğne, bir parça iplik bile alamaz, çalamaz.

9. Gözaltına alındıklarında, Kara Panter üyeleri, sadece isimlerini, adreslerini verecek, hiçbir şeyi imzalamayacaktır. Hukukî ilk yardım, tüm parti üyelerince kavranması zorunlu bir husustur.

10. Kara Panter Partisi’nin On Maddeli Program’ı ve Plan Metni her üye tarafından bilinip anlaşılmalıdır.

11. Parti tebligatları ulusal ve yerel olmalıdır.

12. 10-10-10-programı, tüm üyelerce bilinmeli ve anlaşılmalıdır.

13. Tüm maliye görevlileri, Maliye Bakanlığı’nın yetki alanı dâhilinde faaliyet yürüteceklerdir.

14. Her üye, gündelik çalışmasına dair bir rapor sunacaktır.

15. Her bir alt bölük lideri, bölük lideri ve teğmenlerle yüzbaşılar günlük çalışma raporları sunacaklardır.

16. Tüm panterler, silâhların doğru biçimde kullanılmasını ve nasıl bakım-onarım yapılacağını bilmek zorundadır.

17. Bir üyeyi partiden ihraç eden tüm liderler, bu bilgiyi gazete editörüne bildirmek zorundadırlar; böylelikle söz konusu bilgi gazetede yayınlanacak, tüm kısım ve şubelerin bu bilgiden haberdar olması sağlanacaktır.

18. Politik eğitim sınıfları genel üyelik için zorunludur.

19. İlgili bürolarda, sadece oralarda görevlendirilmiş büro personeli bulunacaktır. Diğer tüm üyeler gazete satacak, halk içinde politik faaliyet yürütecek, bu faaliyetlere vekiller, bölük liderleri vb. de dâhil olacaktır.

20. Tebligatlar -tüm kısımlar, her hafta yazılı olarak hazırladıkları raporları Ulusal Karargâh’a teslim etmelidirler.

21. Tüm şubeler, ilk yardım ekibine ve/veya tıbbi kadrolara sahip olmalıdır.

22. Tüm kısımlar, şubeler ve Kara Panter Partisinin tüm bileşenleri, her ay Maliye Bakanlığı’na ve ayrıca Merkez Komiteye mali rapor sunmalıdır.

23. Liderlik konumundaki herkes, değişen politik duruma dair son bilgileri almak için her gün en az iki saat okuma yapmalıdır.

24. Hiçbir kısım ya da şube, Ulusal Karargâhla temas kurmaksızın, herhangi bir devlet kurumundan bağış, fakirlik yardımı, para ya da başka bir yardımı kabul etmeyecektir.

25. Tüm kısımlar, Kara Panter Partisi Merkez Komitesi’nce belirlenmiş politika ve ideolojiye bağlı olmak zorundadır.

26. Tüm şubeler, ilgili kısımlarına her hafta yazılı rapor teslim etmelidir.


Dikkat Edilmesi Gereken 8 Husus

Kibarca konuşun.

Aldığınız şeyin parasını eksiksiz ödeyin.

Ödünç aldığınız her şeyi iade edin.

Zarar verdiğiniz şeyin parasını ödeyin.

İnsanlara vurmayın, küfretmeyin.

Fakir, mazlum kitlelerin mahsulüne veya mülkiyetine zarar vermeyin.

Kadınlarla laubalileşmeyin.

Esir ele geçirmişseniz, onlara kötü davranmayın.


3 Ana Disiplin Kuralı

Tüm eylemlerinizde emirlere uyun.

Fakir ve mazlum kitlelerden tek bir iğne, bir parça iplik bile almayın.

Düşmana yönelik saldırı sonrası ele geçirilen her şeyi dağıtın.

“On maddeli programımız bugün itibarıyla değişmiştir, çünkü orada ‘kapitalist’ kelimesi kullanılması gerekirken, ‘beyaz’ kelimesini kullanmıştık.”

-Fred Hampton, Şikago Kara Panterleri
Kaynak

, ,

Marksizm ve Şiilik


Ali Şeriati, yirminci yüzyılın en önemli Müslüman aydınlarından birisidir. Sol İslam ve daha da geniş manada, devrimci İslamcılık formülasyonlarını onsuz tartışmak mümkün değildir. Bir din sosyologu olarak Ali Şeriati, Müslüman dünyasındaki toplumsal dönüşümün yüzleştiği birçok önemli meseleyi ele almıştır. O, İslam Devrimi’nin en önemli ideologu olarak düşünülmektedir. Şeriati, ilgili hareketler içinde İslam’ın sahip olduğu rol konusunda yeterince kavrayış kudretine sahip bir isimdir.

Ortaya koyduğu eser Kurtuluş Teolojisi’ne benzer biçimde, “Kurtuluş İslam’ı” olarak adlandırılabilecek anlayışın idrak edilmesi noktasında epey eleştirel yüke sahiptir.

Şeriati, Gustavo Gutierrez ve Leonardo Boff gibi, Kurtuluş Teolojisi’nin Latin Amerikalı liderleriyle çağdaştır. Eserlerinde bu isimlerin ele aldığı teorik alanı Asyalı ve İslamî bir perspektiften değerlendirmiştir. Ona göre, İslam, sosyal adalet ve etik bir nahda (uyanış) ile ilgili acil ihtiyaç bağlamında, yeniden yorumlanmalıdır.

Şeriati’nin içinde olduğu yakın çevresindeki kozmopolit İranlı göçmenlerden oluşan mahfilde bile bu yaklaşımın ne denli devrimci olduğunu hatırda tutmak gerekir. Kendi kuşağına mensup zengin birçok İranlı gibi Şeriati de eğitim için Paris’e gider. Doktorasını 1964 yılında Sorbonne’dan alır. Burada en yakın ideolojik müttefikleri Tude üyeleridir: sosyal değişime bağlı ve tutkulu olan, 1953 darbesi sonrası ülkeyi terk eden bu insanlar, Marksist ortodoksiye bağlıdırlar. Şeriati hâlâ solcudur ancak iki nedenden ötürü kendisini solculuktan ayrıştırmaya çalışır.

İlk neden, onun dindar olması ve dini doğası gereği sorunlu gören her türden ham materyalizme karşı çıkmasıdır. Bu, Soğuk Savaş süresince Müslüman solcular arasında hüküm süren ana meseledir. Bu kesime mensup birçok insan İslam’ı gerici görmektedir.

Şeriati’nin kendisini solculuktan ayrıştırmasının diğeri bir nedeni de İran’daki alt sınıflarda mevcut işçi dindarlığına hassas olan şahsî dindarlığıdır. Ona göre, geleneksel solcu siyaset, işçi ve emekçilerdeki dindarlığı kapı dışarı etmektedir.

Şeriati, Marksizmi İran toplumunu kurtarması mümkün olmayan, başarısız olmuş bir deney olarak görmektedir. O, Marksizmin ideolojik halefinin devrimci İslam’ın yenilenmiş bir versiyonu olacağını düşünmektedir. Şeriati’ye göre, Marksizmin başarısız olduğu noktada, İslam’ın kullandığı araçların yenilenmesi zorunludur. Onun İslam yorumu, görece daha otantik olan ve aynı zamanda emekçi Müslümanlar arasında sınıf bilincini seferber etme konusunda daha fazla şansa sahip post-Marksist, devrimci bir felsefe olarak görülebilir.

Altmışların sonunda ve yetmişler boyunca Şeriati’nin o kadar popüler olmasının ana nedeni, bölgedeki birçok insanın özelde aynı şeyleri düşünüyor olmasıdır. O dönemi hatırlarsak: Soğuk Savaş’ın seküler solu Müslüman dünyada itibarsızlaşmıştır. Bunun birçok nedeni vardır: ekonomik durağanlık, Cemal Abdul Nasır gibi diktatörlerin idaresi altında otokrasinin sürüyor oluşu ve muhtemelen en önemlisi de, İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda solcu Arap milliyetçilere karşı büyük bir zafer elde etmesi itibarsızlaşmanın başlıca nedenleridir.

Ayetullah Humeyni’nin de aralarında bulunduğu birçok Müslüman, İslam’a alternatif politik seçenek olarak bakmaya başlar. Şeriati, bölge genelinde ideolojik koordinatların gereğince hizalanması üzerinden, ilgili dönemde fikirlerini yaymak için önemli bir fırsat yakalar.

Şeriati, tek bir makalede tümünden bahsetmenin imkânsız olduğu, çok çeşitlilik arz eden bir yazı havuzuna sahiptir. Makaleler, sanat, feminizm, dünya tarihi, sosyal sınıfların İslamî analizi ve Hac gibi çeşitli konular üzerinedir.

Tüm bu çalışmaları birbirine bağlayanın ne olduğunu tartışmak çok basit bir iştir. Şeriati’nin inancına göre, Müslüman dünyanın kurtuluşu, İslam’ın modern mücadeleler bağlamında yeniden yorumlanmasına bağlıdır. Bu türden bir revizyonizm, İslamî dinî söylemin en önemli kısmını teşkil eder. Burada, İslam’ın aslî metinlerine dair anlayışın yenilenmesi yoluyla kelâm ve içtihad alanında yeni gelişmelere kapı aralanır.

Şeriati, insanın ümitsizliğini dile dökme becerisini İslam’a kazandırmaya çalışır. O, her türden hâkimiyete karşı çıkan bir İslamî tarz üretmek niyetindedir. Ona göre dinî tutku bu üretim için hayatî önemdedir.

Şeriati, kendisini Müslüman sol olarak nitelememiştir. Tarık Ramazan gibi düşünürlerin son dönemde yürüttükleri sol İslam tartışmaları esas olarak İran Devrimi’nden beslenmektedir. Ne yazık ki Şeriati, 1977 yılında Southampton’da vefat etmiştir, dolayısıyla biz ancak onun ilham verdiği devrime dair yorumu konusunda spekülasyonda bulunabilmekteyiz.

Şeriati, İslam Devrimi’nin kendisini konsolide etmesine neden olan, onun fikriyatındaki ana meseleye değinme fırsatı bulamamıştır. Şeriati’nin en önemli eserlerinden biri olan Kara Şiiliğe Karşı Kızıl Şiilik eseri bu meseleyle ilgilidir. Ona göre, tutkulu dindarların sürdürdüğü şehitlerin halkçı dini, yani kızıl Şiilik, “kara Şiilik” olarak etiketlediği, molla sınıfının taşıyıcısı olduğu kurumsallaştırılmış “yas dini”ne ait yükten kurtulmak zorundadır.

Buradaki ana mesele, tutku ve öfkenin sosyal dönüşüm için, kinik seçkinlerce yayılan suç ve matemi ezme zorunluluğudur. Şeriati’nin sıklıkla Kurtuluş Teolojisi’ne bağlanmasının nedeni, onun kara Şiiliği eleştirmesidir. Bu eleştiri pekâlâ Katolik Kilisesi’ne de tatbik edilebilecek niteliktedir. Kurtuluş Teolojisi temelde Hristiyan bir vakadır; kızıl Şiilik de Şiilik içerisinde belirli köklere sahiptir. Şeriati’nin yapısal eleştirisi, diğer dinî kurumlara karşı geliştirdiği benzeri polemiklere de ilham vermiştir.

Mesele, bu tutku ve itirazın ille de solcu olmamasıdır. Humeyni sonuçta söz konusu enerjiyi sağcı bir İslamî cumhuriyetçiliğe doğru yönlendirmiştir. Devrim sonrası İran, devrimin demokratik kazanımlarına karşı, yeni teokratik statükoyu destekleyen irrasyonel siyasete doğru kayan tutkuyla tanımlanmaya başlanmıştır.

Şehadet kavramı konusunda Şeriati, bu fikrin ortak iyi için kendini pozitif manada feda etmeyi anlattığını söyler. Onun “Her gün Aşura, her yer Kerbela” cümlesi bugün hâlâ gösterilerde haykırılmaktadır ve insanın haysiyetine değer vermeyen her türden politik duruma yönelik bir öfke ifadesi olarak, Kerbela’da kendisini feda eden Hz. Hüseyin’e duyulan hürmeti anlatır. Ancak şehadet kurumu, ulusun müdafaa edilmesi için gerekli bir aygıt olarak kurumsallaştırılmıştır. Bu da İran-Irak Savaşı esnasında yıkıcı etkilere yol açan, Besic isimli paramiliter örgütün oluşturulmasıyla sonuçlanmıştır.

Eğer Şeriati’nin post-Marksist bir güç olarak ortaya koyduğu sol İslamcılığı fiiliyata dökülecekse, bunun Jean François Revel’in tabiriyle, “totaliterlik iğvası”dan kaçınacak biçimde değerlendirilmesi zorunludur.

Ancak bu noktada “post-Marksizm” teriminin de eleştiriye tutulması gerekir. İran Devrimi, İslamcılığın Marksizmin alternatifi olabileceğine dair fikirle harekete geçmiştir. Bu yaklaşım da “ne Doğu ne Batı, İslam Cumhuriyeti!” sloganında ifadesini bulmuştur.

Mesele bu kadar basit değildir. Bugün ortalıkta “post-Marksist” olduğunu iddia eden çok sayıda felsefeci var ama aslında bunlar “post-sovyetik”. Şeriati ve çağdaşlarının önemli bir bölümü Marksizmin hatalarını tartışırken, Sovyetler’deki devlet kapitalizminin ortaya koyduğu sonuçları kastediyorlar. Sovyetler’in etik konumunu ve ateist yaklaşımını eleştirirken, geç döneminde Marx’ın ortaya koyduğu çapraşık “bilimsel sosyalizm”e odaklanıyorlar.

İronik olan şu ki, Marksizmden kopmak için bu yazarlar, esasında ilk dönem Marx’ın geliştirdiği benzer noktaların önemli bir bölümünü İslamîleştiriyorlar. Şeriati’nin kızıl Şiiliği bunun güzel bir örneği. Marx da bu yaklaşımı, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’daki ünlü din tanımına muhtemelen yakın bulacaktı:

“Din, aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, mazlum varlığın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.”

Bu noktada Şeriati Marx’tan kopuyor mu? Ben pek emin değilim. Her şeyin ötesinde onun dinî pratiğin tutkulu yanını ortaya çıkarma arzusu, “mazlum varlığın iç çekişi”ne epey benziyor. Dahası, onun kara Şiilikle esas derdi, kara Şiiliğin Şii İslam’ını “halkın afyonu”na doğru çarpıtmasıdır.

Bu, önemli bir teorik meselesidir zira ilgili husus, devrimci İslam’ın en etkileyici yönlerinden birisidir. Devrimci İslam dairesindeki birçok insan, Marx’ın asla öngöremeyeceği bir biçimde, hümanist Marx’ın tartıştığı konuları İslamî bir müdahaleyle tartışmaktadır.

Bilal Ahmed
Nisan 2014
Kaynak

07 Temmuz 2014

, ,

Direniş'e Karşı Cihad


Direniş’e karşı Cihad, bölgedeki yeni fay hattı. Bugün ABD’nin tekfirci cihadcılığı Direniş’i mağlup etmek için maniple edip araçsallaştırdığı gerçeği giderek daha açık bir nitelik arz etmeye başlamıştır. İnşallah, herhangi bir anti-emperyalist içerikten yoksun olan, yoğun biçimde mezhepçi bir İslamcılığı savunan IŞİD, Siyonist saldırganlığın onlarca yıldır yapamadığını, çökertme, parçalama ve (stratejik düzeyde devreye sokulmuş) terör aracılığıyla yapar!

Clinton’ın kötü şöhretli “El-Kaide’yi biz yarattık” lafını, Seymour Hersh’in Lübnan’daki El-Kaide bağlantılı militanların parasal açıdan desteklenmesinde ABD-Suudi Arabistan’ın oynadığı rolü ifşa eden 2007 tarihli makalesini ve IŞİD’in ABD’nin (ve tabii ki Suudilerin) İran-Hizbullah-Suriye-Irak Ekseni’yle yüzleşmede etkin bir biçimde kullandıkları yeni bir silâh olduğunu unutalım gitsin.

Obama, “Esad’ı yenebilecek, hazır durumdaki ılımlı bir Suriyeli güç” anlayışının “fantezi” olduğunu kabul etti, birkaç gün sonra da bu fantezinin fonlanması için Kongre’den 500 milyon dolar istedi; ertesi gün Obama’nın ima ettiği, önde gelen “ılımlı” İslamcı gruplardan birinin, Suriye Devrim Cephesi’nin lideri Independent gazetesine, El-Kaide’ye karşı yürütülen savaşın kendi sorunları olmadığını söyledi ve savaşçılarının Suriye’de El-Kaide’yi temsil eden Nusret Cephesi ile birlikte ortak operasyonlar düzenlediğini ifade etti; bir Kürd istihbarat kaynağının Telegraph’a aktardığına göre Kürdler, ABD ve İngiliz devletlerini Musul’un IŞİD tarafından ele geçirilmesinin an meselesi olduğunu bildirdiler ama bu uyarı “bir kulaktan girip diğerinden çıktı.”; Başbakan Malikî, Irak’ın kuzeyine ve batısına doğru ilerlemesine karşı bir önlem olarak satın alınan 36 F16 uçağının tesliminin gecikmesi konusunda ABD’yi suçluyor; Netanyahu, Obama’yı Irak’a yapılması muhtemel askerî müdahaleye karşı uyarıda bulunuyor ve “düşmanlarınız birbirleriyle savaşırken, içlerinden birini güçlendirmeyin. Her ikisini de zayıf düşürün.” diyor. Sonra da IŞİD Lübnan’a savaş ilân ediyor.

Gerçekler gün gibi ortada değil mi?

Emel Saed Gureyb

, , ,

Patrick Argüello

Derler ki, devrim sınır nedir tanımaz. Patrick Argüello, Nikaragua’da yürütülen silâhlı mücadelede değil, Filistinli gerillalarla birlikte üstlendiği devrimci enternasyonalist bir görevi ifa ederken düştü toprağa.

Onun hayatının sunduğu örneklik, bize devrimci enternasyonalizmin ne olduğunu öğretmeye devam ediyor.

Patrick José Argüello Ryan, 1943’te, ABD’nin San Fransisko şehrinde dünyaya geldi. Babası Rodolfo Argüello Nikaragualı, annesi Catherine Ryan ise ABD’liydi. Üç yaşında ailesiyle birlikte Nikaragua’ya taşındı. La Paz Centro’da ve Momotombo kasabasında büyüdü. Tarlalarda çalışmak, dağlarda zaman geçirmek, geyik avlamak ve yürüyüş yapmak onu büyüleyen uğraşlardı.

1956’da, Patrick 13 yaşındayken, diktatör Anastasio Somoza Garcia, vatansever şair Rigoberto Lopez Perez’i idam etti. Somoza’nın idam sonrası uygulamaya soktuğu baskı politikası Patrick ve ailesini ABD’ye taşınmaya mecbur bıraktı.

Patrick, gençliğinin geri kalan dönemini Kaliforniya eyaletinin Los Angeles şehrinde geçirdi. Burada Küba Devrimi ve ABD’deki siyahların hak mücadeleleri gibi büyük sosyal mücadeleleri öğrendi. Siyaset Bilimi alanında eğitim aldı. O yıllarda politik faaliyetleri de başladı. Ocak 1967’de Sandino Bulvarı’ndaki katliam sonrası Patrick, Los Angeles’ta, sürgündeki Nikaragualıların katıldığı bir gösteri tertipledi.

1967’de Patrick’e Şili’de yüksek lisans yapması için fulbright bursu verildi. O dönemde Şili, Latin Amerika’daki politik değişimin öncüsüydü ve birçok solcu akıma ev sahipliği yapıyordu. Derslerini takip ederken, bir yandan da diğer ülkelerin toplumsal gerçekliğini inceleme imkânı bulan Argüello, Brezilya, Arjantin ve Peru gibi ülkelere seyahatler gerçekleştirdi.

Aynı yıl, Patrick iki acı yaşadı: ilki, Ağustos ayında Ulusal Sandinist Kurtuluş Ordusu’nda (FSLN) gerilla olan bir arkadaşının Pancasan’da vurulmasıydı. İkincisi ise, Ekim ayında milyonların kahramanı olan Ernesto 'Che' Guevara’nın Bolivya’da öldürülmesiydi. Sonrasında Patrick, dostlarının kendilerini boş yere feda etmediklerini göstermek için politik mücadeleye katılmanın bir yolunu bulmaya karar verdi.

Patrick, Haziran 1968’de Nikaragua’ya döndü ve öğrenci hareketi içinde bir dizi görev üstlendi. Aralarında Julio Buitrago’nun olduğu birçok FSLN üyesi ile çalıştı. Ayrıca üniversitelerde gerilla savaşına dair dersler verdi. Ağustos 1969’da Somoza rejimi, Patrick’i isyancı unsur olarak tanımladı ve onu ülkeyi 48 saat içinde terk etmeye zorladı.

Sürgüne gönderilen Patrick, New York’a gitti. Sonrasında İsviçre’ye geçip burada dayanışma amacıyla Filistin Halk Kurtuluş Cephesi hücresi ile temas kurdu. Ocak 1970’te FSLN lideri Oscar Turcios, diğer devrimci örgütlerle temas kurmaya, Cephe üyelerini eğitmeye ve bir yandan da örgütünü güçlendirmeye karar verdi. Avrupa’da FSLN, bir dizi Filistinli örgütle temas hâlindeydi. Harekete mensup gerillalara, “kendilerini feda edenler” manasında, “Fedailer” deniliyordu.

Nisan-Haziran 1970 arası dönemde Patrick, Pedro Arauz Palacios ve Juan Jose Quezada, Ürdün’deki Filistin kamplarında gerilla eğitimi aldı. Ardından Patrick, Cephe’nin yürüttüğü bir uçak kaçırma eylemine dâhil oldu. Burada amaç, Filistin’in kurtuluş davasını tüm dünyaya duyurmaktı. Patrick ve Filistinli gerilla Leyla Halid, İsrail El Al Havayolları’na ait uçağı kaçırma eylemine dâhil oldu. Bu eylem, 6 Eylül 1970’te gerçekleştirildi. Patrick ve Leyla, Amsterdam’dan New York’a uçan uçağı kaçırırken, uçaktaki İsrailli muhafızlarca yakalandı. Uçak Londra’ya indirildi. Leyla Halid, rehine takası sonucu, 28 gün sonra, serbest bırakıldı.

Patrick Argüello Ryan ise uçakta bulunan İsrail askerî istihbarat şefinin 12 koruması tarafından başından vurularak öldürüldü.

Patrick’in naaşı Nikaragua’ya getirilerek annesine teslim edildi. Mezarı onun çok sevdiği dağların çevrelediği Momotombo Mezarlığı’ndadır. Mezar taşında şu iki kelime kazılıdır: “Dünya Vatandaşı”. Dürüst ve yurtsever Nikaragualılar, kendilerini Filistin’in kurtuluşuna adamış Filistinliler ve tüm enternasyonalistler için Patrick José Argüello Ryan gerçek bir dünya vatandaşıdır.

Sonuç

1983’te, Haysiyet ve Devrim döneminde, Nikaragua hükümeti, onun ismini İtalyanların katkısı ile, Momotombo volkanının eteklerinde kurulan jeotermal elektrik üretimi tesisine vermiştir.

Halk tarafından “katil” olarak anılan Rigoberto Lopez’in yeni takipçileri Patrick’e “terörist” demektedir. 26 Ekim 1991’de tüm sahte ilerici medyanın ülkede tümden sustuğu günlerde, yeni Somozacılar, Nikaragua Elektrik Şirketi yönetim kurulundaki kendilerini üç kuruş rüşvete satan bürokratlar eliyle, tesislerin ismini değiştirdiler ve bir anti-emperyalist kahramanı unutturmaya çalıştılar.

Marshall Yurow

06 Temmuz 2014

,

Alevîlere Kalan


Arif Sağ ve arkadaşlarının 1983-1989 yılları arasında yaptığı Muhabbet çalışması, dönem için anlamlı bir politik içeriğe sahipti. Ahırlarda gizli dönülen semahların sesi, varlığını saklayan dedelerin sözü, yerüstüne sızacak bir kanal buldu.

Bu seride yer alan türkülerin, deyişlerin ve duaz-ı imamların TRT despotizmine kurban gittiğini söyleyenler de var. Bu tespit, haklı olmakla birlikte, Alevîliğin politik hareketliliği açısından söz konusu çalışmanın kıymetini azaltmıyor.

Muhabbet ile başlayan politikleşmenin bugün Kalan Müzik etiketiyle çıkartılan Alevîlere Kalan çalışması ile sona erdiğini söylemek mümkündür. Bu albümle, Bugün Bize Pîr Geldi oyun havasına, Haydar Haydar bir rock zırvalığına dönüştürülmüştür.

Firmanın sahibi Hasan Saltık’ın ticarî zekâsı, bugün Alevî müziğine son darbeyi indirmiştir. Her çıktığı ortamda, kendi asimile oluşunu genele vurarak, “Kürtçe öldü, hepimiz asimile olduk” diyen Saltık, kentli küçük burjuva varlığını bu sefer Alevîliğe doğru sivriltmiştir.

Albüm, bir tür tribute albüm, yani herhangi bir müzik starının son demlerinde saygıya nail olması için çıkartılan bir çalışma niteliği arz ediyor. Bu açıdan, ancak müziğiyle varolabilen bir dinî-politik yönelim, esasen müzeye kaldırılıyor.

* * *

Bugün Alevîlerin can korkusuyla CHP’ye kûl oluşundan bahsediliyor. Gezi gazıyla, “Alevîlerin neden PKK’si yok?” sorusu soruluyor. Aslında bu soru, “Alevîler PKK’ye gitmesin” demektir, ama aynı zamanda, Alevîler içinde belirli bir ağırlığa sahip olan Parti-Cephe’yi hiçe saymak, tasfiye etmektir. Bu sorunun arkasındaki zihniyet, Sivas Katliamı sonrası, alınlarında kızıl Zülfikarlarla sokağa çıkan, devrimcileşen gençleri tasfiye eden zihniyettir. İlgili zihniyet için Alevîlerin politik varlığı, ancak CHP kadardır ve onun içindir.

Alevîlik, sosyalist hareketin CHP ile kurduğu ticarî köprüdür; CHP, ilgili hareketin Alevîliğe açılan kapısıdır. Köprü yıkmadan, kapıları kırmadan, kısa gününü düşünenin kazanacağı hiçbir şey yoktur.

Sivas, batı hattına dayanan Kürd hareketinin önünü kesmek için çıkartılmış, önleyici orman yangınıdır. Bir ormanda yangın varsa, orman görevlileri başka bir yangın çıkartarak asıl yangını söndürmek isterler. İkinci hamle de Alevîleri korkuya mahkûm edip onları devletin yedeğine çekmekle ilgilidir.

* * *

Alevîliğin alkolle değil, doluyladır bağı. Küçük vuslat için yudumlanır, büyük vuslata ermek için. Bar köşelerinde kendi bireyliğini, biricikliğini pekiştirmek, yüceltmek için mideye indirilen alkolün cemle bir derdi, bağı yoktur. Başını rakı masalarından kaldıramayan küçük burjuva sol ancak biricikliği örgütleyebilmektedir. Bu sol, Tuzluçayır’daki cami-cemevi protestolarıyla ilgili hazırladığı afişte, “Alevî dedelerine maaş bağlansın” diyebilmektedir. Bu kafa, cami-cemevi projesinin arkasındaki Cem Vakfı dışında hiçbir Alevî kurumunun devletin dedelere maaş bağlanmasını istemediğini bilmemektedir. Söz konusu körlük ve cehalet, alkolle doluyu karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Bu alkolizmin, zamanında Alevî barlarında türkülerinin ve marşlarının çalınmasını yasaklayan Grup Yorum’u anlaması da mümkün değildir. O barlar artık Grup Yorum’u tasfiye etmek zorundadır.

* * *

Kalenderîler Moğol akınlarında Selçukluya karşı Moğol ile birlik olmuşlar. Bugünse Alevîler, IŞİD’i ve PKK’yi Moğol istilacısı görüyorlar. IŞİD’i, onun hakkında onca cümle kurup hiçbir şey söylemeyen Foti Benlisoy’a bırakalım. Buradaki “Moğol” yakıştırmasının, mevcut devletten yana düşünüp konuşmanın bir ürünü olduğunu söyleyelim.

Asıl düşündürücü olan, zulme ve sömürüye karşı tarih boyu verilen mücadelelerde tarihsel referansın ve rabıtanın ana odağı ve ocağı olan Ehl-i Beyt’in geri çekilmesi, bizzat Ali’yi katleden gücün coğrafya genelinde öne çıkmasıdır. Üç dergi daha fazla satmak için ortama uymayı politiklik zanneden, Ali’yi katledenlerde devrimcilik bulan “Marksistler” de bir başka tuhaflık.

* * *

“II. Cumhuriyet yıkılıyor” diye vaveyla kopartırken, TKP’nin kendisi yıkılıyor. Kitlenin metafizik algılanışı, öznenin kitleyle rabıtasının herhangi bir fizikî harekete denk düşmemesi, yıkımın nedeni bu galiba. Politika dışı kitle tasavvuru; kitle dışı politika… Yanılgı burada.

Kitle, politik bir kavram. Politik alan içerisinde oluşmuşsa oluşmuştur, varsa vardır. “Kitlesini arayan parti”ye parti denmez bu açıdan. Kitlelere açılan örgütten de söz edilemez. Kitle politikayla; politika kitleyle kurulur.

Bugün “kitle” derken, birçokları için kasıt, Alevîler. Oysa Alevîlerin politik manada kitle oluşları, ancak ve ancak CHP ile tanımlı. O kitlenin seviyesine gelmek, ister istemez, CHP’lileşmeyle sonuçlanıyor.

* * *

İMC TV, film gösterimlerine başlamış. İlk film de II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin dramını anlatan, Hayat Treni. Gazze bombalanırken, bu gösterim manidar.

Sivas Katliamı ile geliştirilen politika da Yahudilerden devşirme. Müze talebi, Alevîleri Yahudi gibi görenlerin fikri. Alevîleri CHP’den kurtarmak niyetindeki HDP’nin Gazze ile ilgili tek kelime etmemesi de tuhaf öte yandan. Onun Alevî ilgisi, sosyal ya da liberal demokrat parti ihtiyacını aslî görenleri sevindiriyor, başkasını değil.

Alevîlerin Gezi ile CHP’ye daha fazla örgütlendikleri aşikâr. Sol örgütlerin kendilerini beğendirme yarışı CHP’ye yaradı sadece. Eğer korku ise mesele, Alevîler Alevî olarak değilse bile, sokağa çıkmış, fiilî olarak örgütlenmişti. Ama ona örgütlenecek bir sol yoktu ortada.

* * *

Her cemde Hüseyin ve Kerbela anılır. Ama bu anma, bugünde, bir hak olan iktidarın çalınmasına dair bir hayıflanma olarak gerçekleşir. Hüseyin’in ve yoldaşlarının maruz kaldığı zulmün başka zulümlerle ortaklığına bu hayıflanmada yer yoktur. O, biriciktir. İktidarın çalınması değil, mazlumların devrimci iktidar mücadelesiyle ilişki kurulsa, anma politik bir muhtevaya kavuşacak. Sol da bu hayıflanmayı örgütlüyor en fazla. Dolayısıyla Alevîler, mücadeleden ve mazlumiyetten azade, küçük burjuva bir iktidar hesabına kurban edilerek, CHP’ye bağlanıyorlar.

Özellikle seksen sonrasında, Muhabbet kasetlerinin de katkı sunduğu süreçte, sol-sosyalist hareket Alevîleri örgütleyeyim derken, işte bu zihniyete örgütlendi. Gezi’de Alevîler bu perdeyi yırttılar ama küçük burjuva şefler eski yuvalarına geri döndüler ve Alevîleri tekrar eski yerlerine hapsettiler.

Bu Alevîliğin Kürd’ün çilesi, derdi, kavgası ile ortaklaşması mümkün değil. Kürd’ün ucuz, küçük burjuva iktidar hesaplarında bozucu bir etmen olduğu düşünülüyor. Kürd “ben öyle değilim” deyip tövbe etse bile, algıdaki bu kazığın sökülmesi mümkün değil. Sırrı Süreyya Önder özelinde kurulan gönül bağı özellikle seçim sürecinde tümüyle kopmuş durumda. Hareketin içinde Alevîlerin olduğunu söylemek de işe yaramıyor artık.

Kürd, Alevî için, devletle pazarlık yapabilme imkânı, kozu. Kolektif olarak Alevîliğin son otuz yıl içerisinde Kürd düşmanlığı ile yeniden tesis edildiğini de görmek lazım. Alevîler, ağırlıklı olarak yer aldıkları tarihsel isyanlarda düşman devletlerle belirli bir ilişki kuruyorlar. Kürd’ün muhayyel devletinin ya bugünkü devlete düşman olması ya da mücadele için zorunlu bir cephe gerisine işaret etmesi gerek. Oysa mücadele bir muhatap talep ediyor, mütekabiliyet arıyor, devleti tekleştiriyor, masaya oturtuyor, dolayısıyla buradan, Kürd’ün zorladığı süreç, Alevî’ye asla sıcak gelmiyor.

* * *

Tarihçiler, Şeyh Said’in “Alevî’nin kestiği yenmez” deyip Seyyid Rıza’nın kestiği kuzuyu yemediği hikâyesinin devletin bir yalanı olduğunu söylüyorlar. Devlet bu yalanı söylüyorsa, demek ki Nakşî şeyhi ile Kızılbaş’ın ittifakını kendisine tehdit görüyor olmalıdır. O hâlde bugün Şeyh Said gibi Palulu olan bir cumhurbaşkanı adayının Sivas’a gidişi tarihsel açıdan manidardır. Burada mesele, “kestiği yenmez” yalanına inanılıp inanılmayacağı, ortak sofraya birlikte diz çökülüp çökülmeyeceğidir. Asıl mevzu ise Alevîlerin derdini, davasını kesen bir devrime örgütlenmek, devrimi örgütlemektir.

* * *

Alevîlerin CHP ile uzun yıllardır kurdukları maddî ilişkilerin bir-iki hamleyle çözülmesi mümkün değil. Onların ne değil, kim olduğuna kilitlenen, niteliğine değil, niceliğine bakan bir yaklaşımın sonuç üretmesi imkânsız. En basitinden, bir cemin tarihsel örgütlenmesinden, niteliğinden hiçbir şey öğrenmemiş bir solun karşılık bulması hayal.

Can korkusu, seçim süreçlerinin basit bir kalemi olma, cemevlerinde, sokak ortasında vurulan evlatlar, işsizlik, hainlerinin rant için yoldan düşmesi, kırılan el, kesilen dil, kirlenen bel, Hüseyin’in tarih boyunca kanayan gömleği, yüzülen deri, ticarethaneleşen dergâhlar, varoşlara akan uyuşturucu, yabancılaşılan Mirac, kaybedilen hatem, unutulan kırklar… Ucuz iktidar hesaplarında politik kudretini bulamadığı vakit Alevîlere kalan, işte bunlar.

Eren Balkır
5 Temmuz 2014

03 Temmuz 2014

,

Devrimci Hristiyanlık: Friedrich Engels ve Dinin İçerilip Aşılması


Sosyalist geleneğe açıktan yaptığı katkılar konusunda Friedrich Engels’in hakkı pek teslim edilmez. Hele hele İncil ve teoloji alanında yürüyen tartışmalara yaptığı katkılardan hiç söz edilmez. Bu ihmal, bir süredir çalıştığım Çin’de ve Batı’da cari olan Marksizm dâhilinde geçerli bir husustur. Engels’in hakkını teslim etme gayretine kendimce küçük bir katkı yapmak amacıyla, burada onun dini içerip aşma pratiğini (Aufhebung’unu) keşfetmeye çalışacağım. Çevrilmesi pek mümkün olmayan bir terim olan Aufhebung, hem bir sonuç ve dönüşüm, hem de bir tamamlanma ve yeni formlara dönüşme olarak anlaşılabilir.

Marx’ta dinin içerilip aşılması anlayışının merkezinde fetiş fikri durur. Engels’in Aufhebung’un neye benzeyeceğine dair fikri bir miktar farklıdır. Zira her iki isim de kendi yol ve üslupları dairesinde çalışma yürütmüş ve düşünmüştür. Öte yandan, geliştirdikleri her düşünce ortak bir projenin ürünüdür. İkili her gün birbirlerine mektup yazmış, Engels Londra’ya taşındığında, sohbet için öğleden sonraları sürekli buluşmuştur. Marx’ın (Modena Villaları’nda) yaptığı çalışmalarda Engels ile birlikte x şeklinde bir aşağı bir yukarı yürür, orta yerde çarpışırlarmış. Engels pipo, Marx ise puro içer, aralarında saatlerce münazara ederler, tartışırlar ve şaka yaparlarmış. Demek ki Marx, Engels’in düşüncelerinin tümüyle farkındadır, süreç dâhilinde bu düşüncelere dair tavsiyelerde bulunmuş, eleştiriler yöneltmiştir. O hâlde Engels de Marx’ın düşünce dünyasına doğrudan katkı sunan bir isimdir.

Bunu akılda tutarak şu soru sorulabilir: Engels, dinin içerilip aşılması (Aufhebung) meselesini nasıl görüyordu? Sorunun cevabı hem basit hem de şaşırtıcı: Din (Engels’in kafasındaki biçimiyle Hristiyanlık) devrimci bir hareket olabilir. Bu aşamada, gerçekte ömür boyu sürecek bir proje olarak söz konusu konumun nasıl inşa edildiğine bakmak gerekecek. Engels, eleştirel bir Hristiyan ama özünde dindar bir kişi olarak yetişmiştir. Ailesi, Hristiyanlığın reforma uğratılmış kısmına (Kalvinizme) mensuptur. Hollandalı bir geçmişe sahip olan annesi, Holland isimli, ülkenin kuzeyinde bulunan, Kalvinist bir kasabada doğmuştur. Engels, dindar bir hayat yaşamışsa da onun Hristiyanlığa karşı eleştirel olduğunu söylemek mümkündür. O, doğduğu kasabadaki (Wuppertal’daki iki kasabadan biri olan Elberfeld’deki) insanların ikiyüzlülüklerine tanık olmuştur.[1] Kasabadaki halkın dindarlığına fakir işçilerin berbat bir biçimde sömürülmesi ve işçilerin yaşadıkları kötü hayat koşullarına yönelik alaycılık eşlik etmektedir. İnsanlar İncil okurlarken, bir yandan da nasıl yapıldığını umursamaksızın, her şeyi kâra dönüştürmenin yeni yollarını bulmaya kafa yormaktadırlar.

Parlak bir genç olarak Engels, felsefe ve İncil eleştirisi üzerine çalışır. Bu çalışma “Wuppertal’daki inanca” karşı çıkar, söz konusu itiraz onu yeni ufuklara taşır ve (özellikle Wilhelm ve Friedrich Graeber gibi) dindar dostlarıyla tartışmaya iter. Yapılan tartışmalar İncil, teoloji ve felsefeyle ilgilidir. Bu tartışmaların yaşandığı süreçte Engels zaman içerisinde inancını kaybettiğini acıyla fark eder.

Aynı zamanda Engels, Hristiyanlığın iki ayrı değerliğe sahip olduğunu görmeye başlar. Bu din derinlemesine muhafazakârdır, bilim ve felsefe alanındaki yeni keşiflere, hatta yeni politik yönelimlere karşıttır, üstelik bir de statükoyu desteklemektedir. Aynı zamanda da o söz konusu güçlere devrimci bir üslupla meydan okuyabilecek bir dindir. İlkin bu görüş, bulunduğu şehirdeki kilisenin meşhur papazı (sonradan Potsdam’daki mahkeme papazı olan) Friedrich William Krummacher’e yönelik kimi yorumlarında dile dökülür.[2] Krummacher, saçma teolojik konumuna ait kimi görüşleri vazeder ama aynı zamanda yeryüzündeki yöneticileri ve zenginleri Tanrı’nın zaviyesinden hoş karşılanmayan kişiler olarak eleştirir. Engels’e göre Krummacher, biraz daha özele girse ve Prusya devletini doğrudan eleştirebilse, dindar bir devrimci olarak görülebilecek bir isimdir. Haddizatında Krummacher, genç yaşlarında tam da bu türden ortalığı kasıp kavuran bir deli fişektir.[3]

Hristiyanlığın sahip olduğu politik çift değerliğe dair bu görüş yıllar içerisinde derinleşir. Engels’in çalışmalarında dine ait olumsuz ve gerici unsurlarla ilgili ifadelere pek rastlanmaz. Ona göre din, gizemlileştirme ve aldatmacanın kaynağıdır. Bazen de Engels, komünizm mücadelesinin de dinin kötü etkilerine karşı mücadele olduğunu söyler.[4] Aynı zamanda o, Hristiyanlığın sahip olduğu devrimci potansiyele tekrar tekrar işaret eder. Yirmili yaşların başında devrimci bir Hristiyan geleneğin ancak Thomas Müntzer, Etienne Cabet ve Wilhelm Weitling gibi isimlerin liderliğindeki Hristiyanlık olabileceğini iddia eder.[5] İlk kez o dönemde böylesi bir devrimci gelenekten bahseder; bu tespit, müteakip çalışmasının önemli bir unsuru hâline gelir. Ayrıca bu yaklaşım, sonrasında Karl Kautsky’nin çalışmalarında detaylandırılır.[6] Takip eden yıllar boyunca Engels, on altıncı yüzyılda Almanya’da yaşanan köylü devrimine yönelik çalışmasıyla söz konusu argümanı geliştirir.[7] Thomas Müntzer liderliğinde gerçekleşen bu devrim, ilhamını doğrudan Hristiyanlık teolojisinden, daha doğrusu, İncil’den almaktadır.

Ama bu noktada Engels, merkezdeki tartışmayı derinleştirmeyi sürdürür. Üzerinde kırk yıl düşünmüş olmasına karşın, konuyla ilgili nihai tespitini 1895’te ölmesinden kısa bir süre öncesinde yapar ancak.[8] Bu nihai tespit bomba etkisi yapar: Hristiyanlığın kökenleri dinî ve politik açıdan devrimcidir.[9] Söz konusu tespit, hem dine, dindeki gerici eğilimlere karşı çıkan sosyalist dostlarına hem de uysal İsa figürüne ve ilk dönem Hristiyanların ötedünyayı merkeze alan dindarlığına vurgu yapan kiliseye meydan okumaktadır. Engels bu argümanı üç nokta üzerine kurar:

1) İlk dönem Hristiyanlık, müritlerini fakirler, sömürülenler, köylüler, köleler ve işsiz kentli fakirler arasından devşirmiştir;

2) İlk dönem Hristiyanlık, tarikatlar, mücadeleler, finans yokluğu ve sahte peygamberler gibi, kendisinin de dâhil olduğu komünist devrimci hareketin birçok özelliğini paylaşmaktadır;

3) Sonuçta Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’na egemen olmuştur. Engels’in argümanına ait kimi yönlere katılmayabiliriz.

Ama bence o, argümanını tam olarak bitirmemiş, kendi konumunu aynı döneme ait çalışmanın belirli bir özetinden devşirmiştir:

“Bugün de Roma İmparatorluğu’nda iktidarı deviren parti kadar tehlikeli bir parti, on altı yüz yıl sonra hâlâ faaldir. Bu parti, dinin altını oymuş, devletin tüm temellerini yıkmıştır; Sezar’ın iradesinin yüce hukuk olduğu fikrini açıktan reddetmiştir; bu din vatansızdır ve enternasyonaldir; Galya’dan Asya’ya tüm imparatorluğa yayılmış, imparatorluğun sınırlarını aşmıştır. O, gizlilik içinde, yeraltı faaliyetleriyle halkı ayaklandırmıştır; önemli bir süre boyunca kendisinin açığa çıkmak için yeterli güçte olduğunu düşünmüştür. İktidarı deviren bu parti […] Hristiyanlar adıyla bilinen dindir.”[10]

Bu dinin söz konusu içerilip aşılması (Aufhebung) Marx’taki içerilip aşılmaya kıyasla daha aşikârdır hem de aynı ölçüde etkilidir. Bu Aufhebung, sonraki Marksistlerin çalışmalarını etkilemekle, hatta kimi sosyalist hareketlerin (özellikle İkinci Enternasyonal’in) siyaseti hâline gelmekle kalmamış, ayrıca bu meseleleri bugün de tartışmayı sürdüren İncil eleştirmenleri ile teologları arasında kalıcı bir etki bırakmıştır. Ama ben bu noktada biraz farklı bir not düşeceğim: Acaba Marx, Engels’in argümanını biliyor muydu ve onu onaylamış mıydı? Muhtelif yorumların da gösterdiği üzere, Marx’ın ilgili argümanı bildiği ve onayladığı açık. Konuya dair bir örnek yeterli olacaktır: Marx, Enternasyonal’in maruz kaldığı zulmü ilk Hristiyanların Romalılardan gördükleri zulümle kıyaslar. İlk dönemde yapılan bu saldırılar Roma’yı kurtarmamıştır, demek ki işçi hareketine yönelik saldırılar da kapitalist sistemi kurtaramayacaktır.[11]

Roland Boer

Dipnotlar:
[1] Özellikle bkz.: Friedrich Engels, “Letters from Wuppertal,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 2, 7-25 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1839 [1975]).

[2] Engels, kimi yazılarında Krummacher’in vaazlarından bahseder. “Krummacher, bu vaazlarda, zenginlerle İsa’nın alçakgönüllülüğü ya da yöneticilerin kibri ile Tanrı’nın azameti arasındaki karşıtlığa işaret eder. Kibir ve alçakgönüllülük arasındaki karşıtlığa dair tespiti bugün de ses vermektedir, genel ifadelerle konuşmasa da, devletin onun vaazlarını sessizlikle geçiştirmesi mümkün değildir.” Engels, “Letters from Wuppertal,” s. 15.

[3] “Öğrenci olarak jimnastik derneklerindeki tartışmalara katılmış, özgürlük şarkıları bestelemiş, Wartburg Festivali’nde bayrak taşımış, halk arasında büyük etkiye neden olan bir konuşma yapmış. O, hâlâ bugün de vaiz kürsüsünde şu türden cümleler kurduğu günleri hatırlatmaktadır: ‘.Ben hâlâ Hititler ve Kenanîlerin arasındayım.’ Engels, “Letters from Wuppertal,” s. 13.

[4] Örneğin: “İkimiz de dünya Hristiyanlığının mevcut durumundaki ikiyüzlülüğe saldırıyoruz; ona karşı mücadele ediyoruz, bizim ve dünyanın ondan kurtulması nihayetinde bizim yegâne meşguliyetimizdir.” Friedrich Engels, “The Condition of England: Past and Present by Thomas Carlyle, London, 1843,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 3, s. 444-68 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1844 [1975]), s. 462. Ayrıca bkz.: Engels, “The Condition of England. I. The Eighteenth Century,” s. 469-76, 86; Engels, “The Condition of England II: The English Constitution,” s. 501-4, 10, 12; Friedrich Engels, “Anti-Dühring: Herr Eugen Dühring’s Revolution in Science,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 25, s. 3-309 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1877-8 [1987]), s. 16, 22, 26, 40-1, 62, 67-68, 79, 86, 93-99, 125-26, 30, 44, 232, 44, 300-4.

[5] Friedrich Engels, “Progress of Social Reform on the Continent,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 3, s. 392-408 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1843 [1975]).

[6] Karl Kautsky, Communism in Central Europe in the Time of the Reformation, çev. J. L. Mulliken ve E. G. Mulliken (Londra: Fisher and Unwin, 1897); Karl Kautsky, Vorläufer des neueren Sozialismus I: Kommunistische Bewegungen im Mittelalter (Berlin: Dietz, 1976 [1895-97]); Karl Kautsky, Vorläufer des neueren Sozialismus II: Der Kommunismus in der deutschen Reformation (Berlin: Dietz, 1976 [1895-97]); Karl Kautsky ve Paul Lafargue, Vorläufer des neueren Sozialismus III: Die beiden ersten grossen Utopisten (Stuttgart: Dietz, 1977 [1922]); Roland Boer, “Karl Kautsky’s Forerunners of Modern Socialism,” Chiasma: A Site for Thought 1, sayı. 1 (2014).

[7] Friedrich Engels, “The Peasant War in Germany,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 10, s. 397-482 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1850 [1978]).

[8] Friedrich Engels, “Bruno Bauer and Early Christianity,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 24, s. 427-35 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1882 [1989]); Friedrich Engels, “The Book of Revelation,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 26, s. 112-17 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1883 [1990]).

[9] Friedrich Engels, “On the History of Early Christianity,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 27, s. 445-69 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1894-5 [1990]).

[10] Engels, “Introduction to Karl Marx’s The Class Struggles in France,” s. 523. Ayrıca Engels ilk dönem Hristiyanlara yönelik kimi eleştiriler yapmış, özellikle onların ötedünyacı kurtuluşa odaklanma eğilimlerini eleştirmiştir. Ama bu noktada Engels Hristiyanlığın budünyacı iddialara da sahip olduğunun farkındadır.

[11] Karl Marx, “Record of Marx’s Speech on the Seventh Anniversary of the International,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 22, s. 633-34 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1871 [1986]), s. 633; ayrıca bkz.: Karl Marx, “On the Hague Congress: A Correspondent’s Report of a Speech Made at a Meeting in Amsterdam on September 8, 1872,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 23, s. 254-56 (Moskova: Progress Publishers, 1872 [1988]), s. 255; Karl Marx, “Marx to Ferdinand Domela Nieuwenhuis in the Hague, London, 22 February 1881, 41 Maitland Park Road, N.W.,” Marx ve Engels, Collected Works, cilt. 46, s. 65-7 (Moskova: Progress Publishers, 1881 [1992]), s. 67.

,

Marksizm ve Reformizm


Anarşistlerin aksine Marksistler, reformlar, yani yönetici sınıfın iktidarını yok etmeksizin, işçi sınıfının koşullarını geliştiren tedbirler için verilecek mücadeleye onay verirler. Ancak aynı zamanda Marksistler, işçi sınıfının amaçlarını ve faaliyetlerini reformların kazanılmasıyla doğrudan ya da dolaylı olarak sınırlayan reformistlere karşı en kararlı mücadeleyi yürütürler. Reformizm, tekil gelişmelere karşın, sermayenin hâkimiyeti sürdüğü sürece her daim ücretli köle olarak kalacak işçilerin burjuvazi eliyle kandırılmasıdır.

Liberal burjuvazi, bir eliyle reformlar bahşederken, her daim, diğer eliyle reformları geri alır ve işçileri ayrı gruplara bölüp, ücretli kölelik düzenini ebedî kılmak amacıyla, söz konusu reformları işçileri köleleştirmek için kullanır. Bu nedenle reformizm, alabildiğine samimi olduğunda bile, pratikte burjuvazinin işçileri yozlaştırıp zayıflatmada kullandığı bir silâh hâline gelir. Tüm ülkelerin deneyiminin de gösterdiği üzere, reformistlere bel bağlayan işçiler her daim kandırılmışlardır.

Ayrıca tersten, Marx’ın teorisini özümseyen, yani kapitalist hâkimiyet var oldukça ücretli kölelik düzeninin kaçınılmaz olduğunu fark eden işçiler ise herhangi bir burjuva reform eliyle asla kandırılamayacaklardır. Kapitalizmin var olmayı sürdürdüğü koşullarda, reformların kalıcı ya da geniş kapsamlı olamayacağını anlamak suretiyle işçiler, koşulların iyileştirilmesi için dövüşürler ve bu reformları ücretli kölelik düzenine karşı verilen mücadeleyi yoğunlaştırmak amacıyla kullanırlar. Reformistler ise işçileri bölmeye ve onları kandırmaya, küçük tavizler eliyle sınıf mücadelesinden onları uzaklaştırmaya gayret ederler. Oysa reformizmin sahteliğine son vermiş işçiler, reformlardan yürüttükleri sınıf mücadelesini geliştirmek ve genişletmek için istifade ederler.

Reformizmin işçiler arasındaki etkisi ne denli güçlü ise işçiler o ölçüde zayıftırlar, onların burjuvaziye bağımlılıkları o ölçüde artar ve burjuvazinin reformları muhtelif hilelerle hükümsüz kılması o denli kolaylaşır. İşçi sınıfı hareketi ne ölçüde bağımsızsa, amaçları da o ölçüde görece daha derin ve geniştir, hareket, reformist dar görüşlülükten azade olduğu ölçüde, elde edilen iyileştirmeleri muhafaza etmek ve onlardan yararlanmak o ölçüde kolay olur.

Tüm ülkelerde reformistler vardır, zira her yerde burjuvazi, şu veya bu yoldan, işçileri yozlaştırmaya, onları kölelikten kurtulmaya dair her türlü düşünceyi terk etmiş, hâlinden memnun kölelere dönüştürmeye çalışır.

Rusya’da reformistler, geçmişi tanımayan ve yeni, açık, yasal parti düşleriyle işçileri teskin etmeye çalışan tasfiyecilerdir. Son dönemde St. Petersburg’daki tasfiyeciler, Severnaya Pravda[1] eliyle, kendilerini reformizm suçlamasına karşı müdafaa etmeye mecbur kaldılar. Epey önemli olan bir meseleyi açıklığa kavuşturmak maksadıyla, bu kesimin argümanları dikkatle analiz edilmelidir.

St. Petersburg’daki söz konusu reformistler, “Biz reformist değiliz, çünkü biz, reformların her şey olduğunu, nihai amacın hiçbir şey ifade etmediğini söylemiyoruz. Biz, nihai amaca ulaşmayı amaçlayan hareketten söz ediyoruz. Biz, reformlar için verilen mücadele aracılığıyla bir hedefler bolluğuna doğru ilerlemekten bahsediyoruz” diyorlar.

Şimdi bu müdafaanın gerçeklerle ne ölçüde bağdaştığına bakalım.

İlk gerçek: tasfiyeci Sedov, tüm tasfiyecilerin sözlerini özetliyor ve Marksistlerin elindeki “üç sütun”dan bahsederek, bunların ikisinin artık ajitasyon faaliyetlerimiz için “uygun düşmediğini” söylüyor. Sedov, teorik açıdan bir reform olarak realize edilebilecek sekiz saatlik işgünü talebini muhafaza ediyor. Ardından, reformların ötesine giden her şeyi siliyor ya da arka plana atıyor. Sonuçta Sedov, yüzünü tümüyle oportünizm dönerek, “nihai amaç hiçbir şeydir” formülünde ifadesini bulan siyaseti takip ediyor. “Nihai amaç” (demokrasiyle ilişkisi kurulmuş olsa bile) ajitasyonumuzun büsbütün dışına atılıyor ki buna da reformizm deniliyor.

İkinci gerçek: Geçen yıl tasfiyecilerin tertipledikleri meşhur Ağustos Konferansı da aynı şekilde, reformist olmayan talepleri ajitasyon faaliyetimizin merkezine koymak yerine, ancak özel bir durum gerçekleşene dek, ajitasyonun büsbütün dışına atmıştı.

Üçüncü gerçek: Ayrıca, “eski”yi inkâr edip kötülemek ve kendilerini “eski”den ayrıştırmak suretiyle tasfiyeciler, kendilerini reformizmle sınırlıyorlar. Mevcut durumda reformizmle “eski”nin terk edilmesi arasındaki bağlantı aşikârdır.

Dördüncü gerçek: İşçilerin ekonomik mücadelesi, reformizmin ötesine geçen sloganlar benimser benimsemez, (“çatlaklar”dan ve “havayı solumak”tan vs. dem vuran) tasfiyecilerin öfkesine ve saldırılarına maruz kalıyor.

Sonuçta elimizde ne var? Özetle söylemek gerekirse, tasfiyeciler, ilkesel olarak reformizmi reddediyorlar, ama pratikte tüm politik hat boyunca reformizme bağlı kalıyorlar. Tasfiyeciler, bir yandan kendilerinin reformların en önemli amaç olmadığını düşünmediklerine bizi inandırmak istiyorlar, ama bir yandan da Marksistlerin reformizmin ötesine her geçişinde, onlara saldırıyorlar ya da onlara yönelik horgörülerini dile döküyorlar.

Hâlbuki işçi sınıfı hareketinin her bir sektöründe yaşanan gelişmeler, Marksistlerin geri kalmak şöyle dursun, reformların pratik kullanımı ve onlar için verilen mücadelede kesin olarak ilk sırada olduğunu gösteriyor. Bu noktada, Duma seçimleri esnasında, işçiler arasında Duma’daki ve Duma dışındaki vekillerimizin yaptıkları konuşmalara, işçi basınının örgütlenmesine, sigorta reformundan istifade edilmesine, en büyük sendika olan Metal İşçileri Sendikası’na vb.’ye bakılabilir. Bu alanlarda Marksist işçiler, doğrudan, acil, “günlük” ajitasyon, örgütlenme, reformlar için mücadele ve onların kullanılması bakımından tasfiyecilerden öndedirler.

Marksistler, yorulmak nedir bilmeksizin çalışıyorlar, reformların kazanılmasına ve onlardan istifade edilmesine dair tek bir “imkân”ı kaçırmıyorlar, reformları mahkûm etmeksizin, titizlikle, propaganda, ajitasyon, kitlesel ekonomik mücadele vb. dâhilinde reformizmin ötesine geçen adımlar atıyorlar. Öte yandan, Marksizmi terk etmiş bulunan tasfiyeciler ise Marksist yapının varoluşuna yönelik saldırıları ve liberal emek siyaseti ile reformizm müdafaası üzerinden Marksist öğretiyi yıkıma uğratıyorlar ve sadece işçi sınıfı hareketinin örgütlü yapısını altüst ediyorlar.

Bunun dışında Rusya reformizmindeki şu gerçeğin de göz ardı edilmemesi gerekiyor: söz konusu reformizm, aynı zamanda kendisini kendine has bir biçim dâhilinde ortaya koyuyor. Yani Rusya’da reformizm, bugünün Rusya’sındaki temel politik durumu bugünün Avrupa’sındaki temel politik durum dâhilinde tanımlıyor. Liberallerin bakış açısı üzerinden, söz konusu tanımlama meşrudur, çünkü liberaller, “Tanrı’ya şükürler olsun ki, bizde anayasa var” olarak özetlenebilecek bir görüşe iman edip, durmadan bu görüşü ortaya koyuyorlar. Burjuvazinin çıkarlarını dile döktüklerinden, liberaller, Çar Nikola’ya Rusya’nın ilk anayasasının kabul ettirildiği 17 Ekim (30 Ekim) 1905 tarihinden sonra demokrasiden yana olup, reformizmi aşan her adımı delilik, suç, günah vb. addediyorlar.

Oysa “açık parti” ve “yasal parti mücadelesi” gibi şeyleri sürekli ve sistematik olarak (kâğıt üzerinde de olsa) Rusya’ya “nakleden” tasfiyecilerimizin pratikte uygulamaya soktukları, işte bu burjuva görüşlerdir. Başka bir deyişle, liberaller gibi bu tasfiyeciler de Batı’da anayasaların benimsenmesine, nesiller boyu, hatta kimi vakalarda, yüzyıllar boyunca pekiştirilmesine tanık olduğumuz o özgül yola başvurmaksızın, Rusya’ya Avrupa menşeli anayasanın nakledilmesi yönünde vaazlar veriyorlar. Bu tasfiyeciler ve liberaller, esasen ellerini suya sokmadan yıkamak istiyorlar.

Avrupa’da reformizm, fiiliyatta Marksizmi terk etmek ve onun yerine burjuva “sosyal politika”sını koymak demek. Rusya’da tasfiyecilerin reformizmi bunun da ötesine geçiyor ve Marksist örgütü imha etmeyi, işçi sınıfının demokratik görevlerini terk etmeyi ve görevlerin ifa edilmesi yerine liberal emek siyasetini koymayı ifade ediyor.

V. I. Lenin
Pravda Truda
[“Emeğin Gerçeği”]
Sayı: 2
12 Eylül 1913

[Kaynak: Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moskova, Cilt: 19, s. 372-375.]

Dipnot:
[1] Severnaya Pravda [“Kuzey Gerçeği”]: Bolşeviklerin elindeki Pravda [“Gerçek”] gazetesi altında çıkartılan yayınlardan. 14 Ağustos-20 Eylül 1913 tarihleri arasında 31 sayı yayımlandı.