08 Temmuz 2014

,

Marksizm ve Şiilik


Ali Şeriati, yirminci yüzyılın en önemli Müslüman aydınlarından birisidir. Sol İslam ve daha da geniş manada, devrimci İslamcılık formülasyonlarını onsuz tartışmak mümkün değildir. Bir din sosyologu olarak Ali Şeriati, Müslüman dünyasındaki toplumsal dönüşümün yüzleştiği birçok önemli meseleyi ele almıştır. O, İslam Devrimi’nin en önemli ideologu olarak düşünülmektedir. Şeriati, ilgili hareketler içinde İslam’ın sahip olduğu rol konusunda yeterince kavrayış kudretine sahip bir isimdir.

Ortaya koyduğu eser Kurtuluş Teolojisi’ne benzer biçimde, “Kurtuluş İslam’ı” olarak adlandırılabilecek anlayışın idrak edilmesi noktasında epey eleştirel yüke sahiptir.

Şeriati, Gustavo Gutierrez ve Leonardo Boff gibi, Kurtuluş Teolojisi’nin Latin Amerikalı liderleriyle çağdaştır. Eserlerinde bu isimlerin ele aldığı teorik alanı Asyalı ve İslamî bir perspektiften değerlendirmiştir. Ona göre, İslam, sosyal adalet ve etik bir nahda (uyanış) ile ilgili acil ihtiyaç bağlamında, yeniden yorumlanmalıdır.

Şeriati’nin içinde olduğu yakın çevresindeki kozmopolit İranlı göçmenlerden oluşan mahfilde bile bu yaklaşımın ne denli devrimci olduğunu hatırda tutmak gerekir. Kendi kuşağına mensup zengin birçok İranlı gibi Şeriati de eğitim için Paris’e gider. Doktorasını 1964 yılında Sorbonne’dan alır. Burada en yakın ideolojik müttefikleri Tude üyeleridir: sosyal değişime bağlı ve tutkulu olan, 1953 darbesi sonrası ülkeyi terk eden bu insanlar, Marksist ortodoksiye bağlıdırlar. Şeriati hâlâ solcudur ancak iki nedenden ötürü kendisini solculuktan ayrıştırmaya çalışır.

İlk neden, onun dindar olması ve dini doğası gereği sorunlu gören her türden ham materyalizme karşı çıkmasıdır. Bu, Soğuk Savaş süresince Müslüman solcular arasında hüküm süren ana meseledir. Bu kesime mensup birçok insan İslam’ı gerici görmektedir.

Şeriati’nin kendisini solculuktan ayrıştırmasının diğeri bir nedeni de İran’daki alt sınıflarda mevcut işçi dindarlığına hassas olan şahsî dindarlığıdır. Ona göre, geleneksel solcu siyaset, işçi ve emekçilerdeki dindarlığı kapı dışarı etmektedir.

Şeriati, Marksizmi İran toplumunu kurtarması mümkün olmayan, başarısız olmuş bir deney olarak görmektedir. O, Marksizmin ideolojik halefinin devrimci İslam’ın yenilenmiş bir versiyonu olacağını düşünmektedir. Şeriati’ye göre, Marksizmin başarısız olduğu noktada, İslam’ın kullandığı araçların yenilenmesi zorunludur. Onun İslam yorumu, görece daha otantik olan ve aynı zamanda emekçi Müslümanlar arasında sınıf bilincini seferber etme konusunda daha fazla şansa sahip post-Marksist, devrimci bir felsefe olarak görülebilir.

Altmışların sonunda ve yetmişler boyunca Şeriati’nin o kadar popüler olmasının ana nedeni, bölgedeki birçok insanın özelde aynı şeyleri düşünüyor olmasıdır. O dönemi hatırlarsak: Soğuk Savaş’ın seküler solu Müslüman dünyada itibarsızlaşmıştır. Bunun birçok nedeni vardır: ekonomik durağanlık, Cemal Abdul Nasır gibi diktatörlerin idaresi altında otokrasinin sürüyor oluşu ve muhtemelen en önemlisi de, İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda solcu Arap milliyetçilere karşı büyük bir zafer elde etmesi itibarsızlaşmanın başlıca nedenleridir.

Ayetullah Humeyni’nin de aralarında bulunduğu birçok Müslüman, İslam’a alternatif politik seçenek olarak bakmaya başlar. Şeriati, bölge genelinde ideolojik koordinatların gereğince hizalanması üzerinden, ilgili dönemde fikirlerini yaymak için önemli bir fırsat yakalar.

Şeriati, tek bir makalede tümünden bahsetmenin imkânsız olduğu, çok çeşitlilik arz eden bir yazı havuzuna sahiptir. Makaleler, sanat, feminizm, dünya tarihi, sosyal sınıfların İslamî analizi ve Hac gibi çeşitli konular üzerinedir.

Tüm bu çalışmaları birbirine bağlayanın ne olduğunu tartışmak çok basit bir iştir. Şeriati’nin inancına göre, Müslüman dünyanın kurtuluşu, İslam’ın modern mücadeleler bağlamında yeniden yorumlanmasına bağlıdır. Bu türden bir revizyonizm, İslamî dinî söylemin en önemli kısmını teşkil eder. Burada, İslam’ın aslî metinlerine dair anlayışın yenilenmesi yoluyla kelâm ve içtihad alanında yeni gelişmelere kapı aralanır.

Şeriati, insanın ümitsizliğini dile dökme becerisini İslam’a kazandırmaya çalışır. O, her türden hâkimiyete karşı çıkan bir İslamî tarz üretmek niyetindedir. Ona göre dinî tutku bu üretim için hayatî önemdedir.

Şeriati, kendisini Müslüman sol olarak nitelememiştir. Tarık Ramazan gibi düşünürlerin son dönemde yürüttükleri sol İslam tartışmaları esas olarak İran Devrimi’nden beslenmektedir. Ne yazık ki Şeriati, 1977 yılında Southampton’da vefat etmiştir, dolayısıyla biz ancak onun ilham verdiği devrime dair yorumu konusunda spekülasyonda bulunabilmekteyiz.

Şeriati, İslam Devrimi’nin kendisini konsolide etmesine neden olan, onun fikriyatındaki ana meseleye değinme fırsatı bulamamıştır. Şeriati’nin en önemli eserlerinden biri olan Kara Şiiliğe Karşı Kızıl Şiilik eseri bu meseleyle ilgilidir. Ona göre, tutkulu dindarların sürdürdüğü şehitlerin halkçı dini, yani kızıl Şiilik, “kara Şiilik” olarak etiketlediği, molla sınıfının taşıyıcısı olduğu kurumsallaştırılmış “yas dini”ne ait yükten kurtulmak zorundadır.

Buradaki ana mesele, tutku ve öfkenin sosyal dönüşüm için, kinik seçkinlerce yayılan suç ve matemi ezme zorunluluğudur. Şeriati’nin sıklıkla Kurtuluş Teolojisi’ne bağlanmasının nedeni, onun kara Şiiliği eleştirmesidir. Bu eleştiri pekâlâ Katolik Kilisesi’ne de tatbik edilebilecek niteliktedir. Kurtuluş Teolojisi temelde Hristiyan bir vakadır; kızıl Şiilik de Şiilik içerisinde belirli köklere sahiptir. Şeriati’nin yapısal eleştirisi, diğer dinî kurumlara karşı geliştirdiği benzeri polemiklere de ilham vermiştir.

Mesele, bu tutku ve itirazın ille de solcu olmamasıdır. Humeyni sonuçta söz konusu enerjiyi sağcı bir İslamî cumhuriyetçiliğe doğru yönlendirmiştir. Devrim sonrası İran, devrimin demokratik kazanımlarına karşı, yeni teokratik statükoyu destekleyen irrasyonel siyasete doğru kayan tutkuyla tanımlanmaya başlanmıştır.

Şehadet kavramı konusunda Şeriati, bu fikrin ortak iyi için kendini pozitif manada feda etmeyi anlattığını söyler. Onun “Her gün Aşura, her yer Kerbela” cümlesi bugün hâlâ gösterilerde haykırılmaktadır ve insanın haysiyetine değer vermeyen her türden politik duruma yönelik bir öfke ifadesi olarak, Kerbela’da kendisini feda eden Hz. Hüseyin’e duyulan hürmeti anlatır. Ancak şehadet kurumu, ulusun müdafaa edilmesi için gerekli bir aygıt olarak kurumsallaştırılmıştır. Bu da İran-Irak Savaşı esnasında yıkıcı etkilere yol açan, Besic isimli paramiliter örgütün oluşturulmasıyla sonuçlanmıştır.

Eğer Şeriati’nin post-Marksist bir güç olarak ortaya koyduğu sol İslamcılığı fiiliyata dökülecekse, bunun Jean François Revel’in tabiriyle, “totaliterlik iğvası”dan kaçınacak biçimde değerlendirilmesi zorunludur.

Ancak bu noktada “post-Marksizm” teriminin de eleştiriye tutulması gerekir. İran Devrimi, İslamcılığın Marksizmin alternatifi olabileceğine dair fikirle harekete geçmiştir. Bu yaklaşım da “ne Doğu ne Batı, İslam Cumhuriyeti!” sloganında ifadesini bulmuştur.

Mesele bu kadar basit değildir. Bugün ortalıkta “post-Marksist” olduğunu iddia eden çok sayıda felsefeci var ama aslında bunlar “post-sovyetik”. Şeriati ve çağdaşlarının önemli bir bölümü Marksizmin hatalarını tartışırken, Sovyetler’deki devlet kapitalizminin ortaya koyduğu sonuçları kastediyorlar. Sovyetler’in etik konumunu ve ateist yaklaşımını eleştirirken, geç döneminde Marx’ın ortaya koyduğu çapraşık “bilimsel sosyalizm”e odaklanıyorlar.

İronik olan şu ki, Marksizmden kopmak için bu yazarlar, esasında ilk dönem Marx’ın geliştirdiği benzer noktaların önemli bir bölümünü İslamîleştiriyorlar. Şeriati’nin kızıl Şiiliği bunun güzel bir örneği. Marx da bu yaklaşımı, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’daki ünlü din tanımına muhtemelen yakın bulacaktı:

“Din, aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, mazlum varlığın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.”

Bu noktada Şeriati Marx’tan kopuyor mu? Ben pek emin değilim. Her şeyin ötesinde onun dinî pratiğin tutkulu yanını ortaya çıkarma arzusu, “mazlum varlığın iç çekişi”ne epey benziyor. Dahası, onun kara Şiilikle esas derdi, kara Şiiliğin Şii İslam’ını “halkın afyonu”na doğru çarpıtmasıdır.

Bu, önemli bir teorik meselesidir zira ilgili husus, devrimci İslam’ın en etkileyici yönlerinden birisidir. Devrimci İslam dairesindeki birçok insan, Marx’ın asla öngöremeyeceği bir biçimde, hümanist Marx’ın tartıştığı konuları İslamî bir müdahaleyle tartışmaktadır.

Bilal Ahmed
Nisan 2014
Kaynak

0 Yorum: