15 Temmuz 2014

Boğalar ve Sırtlanlar


Kavga, mücadele ve savaş, kafada tasavvur edilen cennet hâline kurban ediliyor. Bu üç olgunun gerçekliği, özdeki liberalizmi saklamak için bir kılıf olarak kullanılıyor.

Doğa ve Tanrı gibi kavramlarla ifade edilen cennet hâli, bir masumiyet çığlığıdır aynı zamanda. Ama bu kavramlar, gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların çözüldüğü, ortadan kaybolduğu yer olarak, bir yalanı gizler. Bu yalan, gerilimsiz, çelişkisiz ve çatışmasız; sonuçta kavgasız, mücadelesiz ve savaşsız bir gerçek kurgusuna dairdir.

Kış Uykusu gibi filmlerde doğaya yönelik atıf, liberalizmin meşrulaştırılması girişimidir. Tanrı’ya yapılan atıf da benzer bir işlev görür çoğu zaman. Hâlbuki ortada bir gerilim, çelişki ya da çatışma varsa, bu, herkesi keser. Gücün kendisi arkasında secdeye varmak, kimseyi kurtarmaz. Demir sandığa saklansan da gelir bulur. “Sessiz çoğunluk” teraneleri, esasında bu gerilimsiz, çelişkisiz, çatışmasız cennet diyarına göndermede bulunur. Oysa bunların kesmediği bir gerçeklik yoktur. Gerilimin, çelişkinin ve çatışmanın tarafı olan fail, bu taraflılığını öznel, benmerkezci bir pratik olarak ifa ettiği sürece, “sessiz çoğunluk” denilen liberalizme hizmet edecek, görevi bittiğinde de ona teslim olacak, susacaktır. Demek ki, çoğalmak için çabalamak, kavganın, mücadelenin ve savaşın dilini lâl etmeyi gerektirir.

Sessiz çoğunluk masalı, kendi biricikliğinin pohpohlanmasından hoşlananlar içindir. Bu çocukluk hâline, “biz durduk, Türkiye’de siyaset durdu; sol, siyaset yapamaz oldu” diyenlerin aldatmacaları denk düşer. Bir de, kitle çalışmasını ve siyasetini borsa danışmanlığı ile karıştıranlar… Bu kesim de “bu süreçte kaybettiklerimizi fazlasıyla kazanabiliriz” der.

Cennet tasavvuru, ister Doğa’ya ister Tanrı’ya atıfla teşekkül etsin, genel, kolektif ve nesnel değil, özel, bireysel ve özneldir her daim. Yani bu cennet, o tasavvuru teşekkül eden özel bireylerin öznel bir kazanımıdır. Dolayısıyla “sessiz çoğunluk”a bakan göz, orada sadece kendine az çok benzeyenleri görecektir. Madenci çocuklarına ilim-irfan öğretecek, “geri kalmış Doğu’ya model, ileri Batı’ya işaret fişeği” olacaktır.

* * *

Sosyalizmin Doğa’yla; İslam’ın Allah’la kurduğu ilişkide baskın bir küçük burjuva tarz mevcuttur. Her ikisi, anlamsız bir yarış içerisindedir. Sürekli gerilimlere, çelişkilere ve çatışmalara işaret edilmesi, Doğa ve Tanrı’yı yardıma çağırmak demektir. Burada Doğa da Tanrı da küçük burjuva öznelliğin metaforundan ibarettir. Küçük burjuva zihniyetin, “Gazzeliler kenti boşaltıp hicret etsin” demesi bundandır. Tam bu söz edildiğinde, Gazze’nin insansızlaştırılması amacıyla İsrail ordusu kara operasyonuna başlamaktadır. Demek ki İsrail operasyonu daha Gazze’de başlamazdan önce, Türkiye’de kimi İslamcıların kafasının içinde başlamıştır bile. Bugüne bakarken kullanabileceğimiz, tarihe ait, temiz, steril, mutlak, pirüpak, cennetvari bir moment yoktur. Bu tip momentler belirleyip onları âna dayatmak, bir tür teslimiyet biçimidir.

Düşmanın kontrgerilla talimnameleri de taktik-stratejileri de mevcut cennet tasavvurunu kendi çıkarına göre maniple etme üzerine kuruludur. Baskı ve zulüm, büyük ölçüde bu manipülasyon ve kontrol yöntemi uyarınca gerçekleştirilir. Kitleler, cennet tasavvurlarına yönlendirilirler ve bir yandan da cennet tasavvurlarını tekellerine almış bireyler ön plana çıkartılırlar. Bu bireyler, kronolojik olarak, sonrasında, mevcut nizama bağlanırlar.

“İslam’ın içine kılıç girdi, her şey bozuldu, güzelim liberal cennetimiz dağıldı”[1] türünden ağlamaklı ifadeler, belirgin bir yenilgiye ve teslimiyete denk düşerler. Tabiatıyla bu, gerilim, çelişki ve çatışmadan azade, kavga, mücadele ve savaştan vareste olan bir ideolojik kurguya işaret eder.

Kavga, mücadele ve savaş içerisinde varlık ve ruh üzerinden İslam bileylenmiş, bu kılıç, varlığını egemenlerin varlığına, ruhunu tağutların ruhuna teslim edenlerce kırılmak istenmiştir. Bu teslimiyet, bir Müslüman’ın devletiyle kurduğu ideolojik ilişki üzerinden, İsrail’i meşru bir devlet kabul etmeye; bir solcunun burjuvaziyle kurduğu ideolojik ilişki üzerinden, İsrail’in katlettiği Müslüman Filistinlileri “Arap” veya “ezilen-sol” kümesine sokmaya itmiştir. Filistin’de “Arap” değil, Müslüman direnişçiler olduğu, Arap devlet başkanlarının suskunluğundan bellidir.

* * *

Düşman, failin gereksizliğini, acziyetini, yanlışlığını, kirliliğini ona kabul ettirdiğinde, o fail bu hâlini, yani gereksiz, aciz, yanlış ve kirli oluşunu dışa aksettirecek, “benden başka kimse devrimci, Müslüman, ezilenci, işçici, komünist vs. değil” diyecektir. Dolayısıyla kavganın, mücadelenin ve savaşın hiç olmayan bir yüce durumu adına, varolan kavga, mücadele ve savaş, gereksiz, aciz, yanlış ve kirli ilân edilecektir. Düşmanın kitleleri mecbur ettiği liberal cennet kurguları, bu türden bir ilâna mahkûmdur.

Cennet tasavvuru, silâhın da sözün de üzerine kurulabilir. Bunlar, bireyin serbestiyetine imkân veren araçlardır sadece. Demek ki elde silâh savaşmak, her zaman savaşmak değildir. Silâh, bazen bireyin kitlesel, kolektif ve nesnel mücadeleye küfretme biçimidir. Düşmanın istediği de kitlelerin bu silâha örgütlenmeleridir.

Bu “taş, kâğıt, makas” oyununda, taşa örgütlenenlerin kâğıda ve silâha örgütlenenleri küçük görmesi ya da kâğıda örgütlenenlerin taşa ve silâha örgütlenenleri hor görmesi, önemsizdir. Bunları rekabetin konusu kılanlar, kendi mülklerini kutsallaştıran, onu cennet diyarının merkezi, Kâbe’si kılan, küçük burjuvalardır. Bu oyuna gelmemek şarttır. Meselenin içe dönmüş olması, yani taşın, kâğıdın ve silâhın yarıştırılması, bunların alanının tıkandığının alametidir. Taş toza karışmak, kâğıt yırtılmak, metal yorulmak üzeredir. Dolayısıyla rekabet taşa, kâğıda ve silâha örgütlenmiş kitlelerin mülk olarak görülmesi ile ilgilidir. Bu tozlaşmayı, yırtılmayı ve yorulmayı gören küçük burjuvalar, içe dönük siyasetle, kendi kitlelerini muhafaza etmek gayretindedirler.

Cennete yönelik atıf, kavganın, mücadelenin ve savaşın çözülmeye, teslim olmaya başladığı eşiktir. “Komün yaşarız, herkes bizi sever, etrafımızda toplanır” türünden bir apolitizm, tümüyle politika alanında manidar olan kavga, mücadele ve savaşın bitimine, ölümüne dair bir işarettir.

Bu komüncülük, işçi, ezilen ve halk gibi kavramları istismar etmek zorundadır. Bireye doğru kapatılmış komün, liberal bir cennet masalıdır. Bu kurguda karşı tarafın da tekleştirilmesi zorunludur. Masalın bir muhataba ihtiyacı vardır. Bunlar hep, liberal bireyin hezeyanlarıdır.

* * *

Birey özgür olursa, zihnî melekeleri üst düzeye çıkarsa, “sosyalizm”in fark edileceği ve bilince çıkartılacağı zannediliyor. “Yeni insan” yaratma pratiği, devrim sonrasından alınıp bugüne dayatılıyor. Ellilerle birlikte Sovyetler’e yönelik eleştiriler, siyasetin ve ideolojinin iyiden iyiye birey edebiyatına boğulması ile sonuçlanıyor. Kitlelere sırtını dönen sol, koşa koşa bireye sarılıyor. Marx'ın, en fazla bir sol liberal olduğu dönemde kaleme aldığı yazılar, en hakikî Marksizm olarak rafları dolduruyor.

Demokrasiye ve hukuka yönelik vurgunun nedeni de burada. Sosyalizm, bireyin zihin-akıl planında erişebileceği en üst seviye olarak kodlanıyor. Bilgisayar oyunlarından sıkılmış gençlere sosyalizm, bu türden bir ideolojik yükle, bir oyun olarak satılıyor. Cennete giden gemiye özel bireyler doldurmak için demokrasiye ve hukuka vurgu yapılıyor, yoksa demokrasi ve hukuk ilerlese, bunların sömürüye ve zulme karşı yapacakları bir şey yok. Sömürü ve zulme karşı mücadelenin bu kesimlerin elinde, demokrasi ve hukuk mücadelesini disipline ve terbiye edememesinin nedeni burada. Bitimsiz bir demokrasi ve hukuk mücadelesi, sömürü ve zulmün ömrünü uzatıyor aslında. Bireyin gelişkinliği ve ilerlemesi adına önemsenen demokrasi ve hukuk, sömürüleni ve mazlumu, onun kolektif mücadelesini bastırmak zorunda.

Sinan Gorgan’ın yazısı[2] da böylesi bir bireysel oyun pratiğine davet ediyor okurunu. Kolektif, nesnel ve genel olana düşmanlığı edepsiz bir yerden kılıflandırmaya çalışıyor.

Birey cennetine halel getiren İslam’a küfrederek başlıyor söze yazar. Kendi küçük burjuva cennetini hemen korumaya alıyor, buna da “sosyalistlik” diyor. Kendi gibi küçük burjuva bireylere seslendiğinden, İhsan Eliaçık ve Antikapitalist Müslümanlar konusunda ikazlarda bulunarak, bunların “gerici”, “sırtlan” ve “tehdit” olduğunu söylüyor.

Sol, bizzat alandaki devrimcilerin müdahaleleriyle Müslüman kesimin nötralize edildiği Çorum olaylarını hemen kendi güdük anti-AKP’ci siyasetine malzeme hâline getiriyor. Gorgan da solculara yönelik tüm saldırıların bu ülkenin Müslümanlarınca gerçekleştirildiğini iddia ediyor. Aynı şekilde bir Müslüman da Sovyetler’de toprak ağalarına karşı başlatılan kolektivizasyon siyaseti uyarınca uygulanan baskı politikasını İslam’ın kökünü kazıma amaçlı bir eylem olarak görüyor, gösteriyor. Bu tahterevallinin hareketi, sadece efendileri sevindiriyor.

Derhal akla Çorum, Maraş, Sivas geliveriyor. “Camilerden çıkanlar katletmedi mi insanımızı?” diye soruyor Gorgan. Bu soruyu soran, üstelik, devlete karşı olduğunu iddia ediyor. Kontrgerillayı ve devletin hamlelerini görmeyen, sadece zahirde yaşanana kilitlenen bir yaklaşım, tarihi ancak kendi çıkarları için istismar edebiliyor. Mücadele içerisinde olunmadığından, mücadelenin maddîliği ve diyalektiği, bireyin tanrısallığı adına siliniveriyor. Yani bir gün önce o camide namaz kılanla, bir gün sonra Alevîlere saldıranın aynı politik varlık olmadığını göremiyor. Ayrımın silinmesi için politikanın da silinmesi zorunlu demek. Kaldı ki Alevîlerin cemlerinin yasaklanmasına ve camilerin devlet kurumu hâline getirilmesine ses çıkarmamış olan sol, ter dökmeden, her şeyi mülk edinmek istiyor aslında.

Bu mülk edinme de, küçük burjuva bireylerin yaşam biçimlerine uygun olarak ifa ediliyor. 1920’lerde bir avuç tefecinin, kompradorun yaşam tarzıyla ortaklaşmak suretiyle buluyor kudreti ve imkânı. Sonra da o tefeciye ve kompradora karşı şu veya bu biçimde belirli bir varoluş mücadelesi veren bir ideolojiyi tehdit olarak algılıyor. Burjuvazinin liberal ve muhafazakâr çöplüklerinden beslenen bu kesim, İslamî kavganın bölgesel anlamını kavramaya çok uzak.

Bu kavrayış eksikliği fizikî ayrımda dil buluyor. “Onlar bizden başka” deniliyor, “özünde bizim gibi olamaz, bizim seviyemize gelemez, dolayısıyla mahallemde Arap turist görmek istemiyorum” noktasına geliniyor. Kimse de “madem solcusun, sen de çıkart artık başını o turistik beldelerden” demiyor. Politika ve mücadele fazlalık, kir görüldüğünden temizleniyor, buna da “solculuk” deniliyor. Yapılan ayrım, apolitizmle politika arasında aslında. Müslüman’ın, İslam’ın bu kadar politikleşmesine ne AKP’liler ne de CHP kuyrukçuları tahammül edebiliyor. AKP, Cemaat saldırısı ile dinî cemaatlerin devlete müdahilliğini bir kılıç darbesiyle kesip atıyor. Laisizmin bekçisi AKP oluyor, Gorgan gibi laikler de yardakçılık yapıyor, mazlum Müslüman halkın tağuta ve zulme karşı mücadelesinin bastırılmasına.

Sinan Gorgan, o mücadeleyi bastıranın önünde diz çöküp yemin ediyor: “Biz dünyevîyiz!”

Bu şu demek: “bu dünya bizim. Madem bu dünyaya dair bir lafınız yok, kaybolun!” Burada tabii ki dünyanın gerçek sahiplerine doğalında hizmet yemini edilmiş olunuyor. “Aramızdaki o Allah’ı da kaldırırsanız, sizinle kucaklaşırız” diyor yazar. Esasında Allah, varolan hiçbir muktedire biat etmemeyi anlatıyor. Yani “Allah’sızlaşın” çağrısı, “benim iktidarıma, putuma tapın” demek oluyor. “Dünyevîyiz, özgürlükçüyüz ama salak değiliz” diyen Gorgan, mücadele bağlamında dünya, özgürlük ve akıl tanımlarının, içeriklerinin değiştiğini görmüyor, yüzlerce yıl önce burjuvazinin koyduğu kurallara, ilericilik adına, biat ediyor. “Madem sosyalizmi getiremedik, bari burjuva değerleri ve tarihi koruyalım” diyor. Sosyalizmin tam da bu zihniyet yüzünden gelmediğini anlamıyor. Çünkü onun, burjuvazinin ve tüm egemen sınıflar tarihinin kurduğu dünyayı, özgürlüğü ve aklı parçalamaksızın gelmeyeceği açık. Burjuvadan sosyalizm dilenilmiyor.

Yeryüzü sofralarının herkese açık oluşu neden oluyor bu şımarıklığa, kibre, bunca zırvanın alt alta dizilmesine. Küçük burjuva sol, onun herkese açık oluşunu asla anlamayacak bir yerde duruyor. O, sahip olamadığı şeyi “gerçek”, yarıştıramadığı şeye “canlı” demiyor.

* * *

Sömürü sistemlerine karşı dik duramayan solcular, komünistler bulunduğu gibi, o sistemlere uşaklık etmiş Müslüman kesimler de mevcut. Ortaklaşma çağrısının hangi cepheden geldiğinin bir önemi yok. Kendi mülküne tapan, kendisini rekabetle var kılan putperestlerle ortaklaşma değil, cedelleşme mümkün sadece.

Gorgan hızını alamıyor, Sivas, Maraş yetmiyor, Endonezya’yı da anıyor. Anlaşılan Gorgan, CIA, Gladio ve MİT üzerinden, efendilerin yaptığı tüm katliamları fukara Müslüman’ın hanesine yazmaya yemin etmiş, böylelikle AKP karşıtı kitleyi örgütleyeceğini zannediyor. Kendisinin örgütlendiği yer ise CHP. Bu cehalet, karartma, tabii ki efendilerin işi, Gorgan’sa onların ajanı!

Bu ajan, önce “İran’da binlercemiz idam edildi” diyor, sonra da aynı cahillikle, idam edilenlerin önemli bir bölümünün Halkın Mücahidleri militanları olduğunu görmezden gelerek, Mücahidler’in sonrasında Saddam’ın ahırında bağlı birer “eşek” olduğunu söylüyor.

Eğer yazısını yayınlayan Siyasi Haber sitesinin bir Doktorcu örgütle de dolaylı ilişkisi var ise, bu küfür Hikmet Kıvılcımlı’ya kadar uzanır. Müslüman halkla teorik, ideolojik ve politik rabıta kuran Doktor’un geleneğinin birçok kez katledildiğinin bir delili de bu yazı o hâlde.

Mücahidler’in hatası, Gorgan gibi küçük burjuva solculara fazla değer vermesi, molla sınıfını bu düzeyde ele alması, ondaki küçük burjuva öze oynaması, mollaların devlet hiyerarşisi içindeki yerine kilitlenmesi, emekçi-mazlum kesimlere dönük siyaseti boşta bırakmasıdır. Gorgan gibilerin oynadığı Kemalist küçük burjuvazi gibi, mollalar da refleks geliştirip kendisini korumuş, ilkin Mücahidler’i tasfiye etmiştir. Gorgan da bugün kendisini korumak için CHP kovuğuna saklanırken, dikkatli olsun!

Gorgan, dinin “zulüm, zalimin eli, zalimin en yakın müttefiki” olduğunu söylüyor ve Antikapitalist Müslümanlar’ın o dinden koptuklarını iddia ediyor, fena yanılıyor. Antikapitalist Müslümanlar, dinsizliğin, Allah’sızlığın, küfrün, tağutun, müşrikliğin ve münafıklığın büründüğü din kisvesini parçalıyor ve alabildiğine mazlum halk hareketlerine özgü bir biçimde, dinî-kolektif bir dinamik olarak zuhur ediyor. Gorgan, dini iktidarla ve devletle örtüştürdüğü, özdeşleştirdiği ölçüde, ona sosyalist değil, ancak bir liberal olarak yaklaşabiliyor ve “benim bireysel özgürlüğümü kısıtlıyor” diye feveran edebiliyor. Liberaldeki dinsizlik, efendilerinin yüceliği, üstünlüğü adına, onun her türden yücelik iddiasına kılıç sallamasıyla ilgili. O, her fırsatta, “ben öyle kudretliyim ki Allah’a bile küfredebiliyorum” demek zorunda. Bu kibir, alçaklığın tezahüründen başka bir şey değil.

O küfredilen İslamcılar dahi Gorgan kadar metafiziğe düşkün değiller. Gorgan’ın her solcuya özgü metafiziği şu: “özgür insan aklı”. Bu metafizik, tabii ki özgürlüğün, insanın ve aklın ne olduğunun sorgulanmasına asla izin vermez, çünkü ona, liberal burjuva değerlerin sosyalizm için korunmasının gerekliliği öğretilmiş. Burjuva efendileri, özgür insan aklına mani diye, Filistinli bombalar, bunların küçük boy versiyonları da buralarda işret âlemlerindeki esrikliği özgürlük, insanlık ve akıl zannederler.

Gorgan gibiler, işine gelince sınıfsal düşünürler, sınıfçı olurlar. İslam’ın “tüccar dini” olduğu yalanına biat ederler. Buradaki kafa, “Marx, metaı, parayı incelememek için inceledi, bunun nedeni, onun İngiliz bankerlerinin ve borsasının uşağı olmasıydı” diyen Bakunin’kiyle aynı. Tarih bilinci vurgusu yapan bu zevat, Hz. Muhammed’in yaptığı ticaretle, İspanya, Hollanda, İngiliz emperyalizmlerinin dünya tarihine yerleştiği momentte gerçekleşen ticaretin aynı şey olduğunu zannederler. Sap saman, ahıra dönmüş bir kafatasının içinde ayrıştırılamaz ancak.

Bu kafatasının dışa dönük karşılığı ise gemidir. Nuh’un Gemisi gibi, ancak özel varlıkların binebildiği bu gemi, neoliberalizm denilen tufana karşı, mazlum-emekçi halklara önerilmektedir ve denilmektedir ki, “bu Antikapitalist Müslümanlar bu işlerden anlamazlar, sizi sırtlan gibi yerler, en iyisi, siz bize gelin!”

Ama bu, boş bir laftır: zira bu lafı edenin, Müslüman olan ve İslam’la direnen emekçi-mazlum halklara dair tek bir eylemi yoktur. Onlar sessizce, gülümseyerek, ellerini ovuşturarak izlerler İsrail’in günübirlik zaferlerini. Kur’an yırtıldı, peçe parçalandı, cami yıkıldı diye coğrafyayı cehenneme döndürebilecek kitlelere teskin edici solculuk aşısı yaparlar.

* * *

Uzun süre Hemşin’de HES’e karşı mücadele eden halkın içinde bulunmuş Yeşilci bir arkadaşa, oralarda neler olup bittiğini soruyorum. Cevabı şu: “O kadar anlatıyoruz, anlamıyorlar şu kapitalizmi!” Demek ki bu Yeşilci arkadaş anlamamış kapitalizmi ki anlatamıyor. Anlasa anlardı ki oradaki köylülerin iş makinelerinin üzerine yürüyen kolektif bedenleri anti-kapitalist, üstelik bilinç yüklü!

“Yani bu İslamcılar da emperyalizme karşı mücadele ediyorlar ama emperyalizmin ne olduğunu bilmiyorlar” diyerek onların kendisine kul ve râm olacağını zanneden solun, her şeyden önce, hayatın ve gerçeğin kafatasının içerisinde işlemediğini anlaması gerek. Ayrıca sol, en kaba, en cahil, en geri bilinen bir Hamas militanının eylemli niteliği ile gayet açık bir anti-emperyalizm icra ettiğini görebilmeli. Solun önce kendisine bahşedilmiş güç ve kudret imkânlarını sorgulaması şart.

Antikapitalist Müslümanlar, bu sorgulamayı nesnel olarak yapabildiği için de önemli. Onu özel mahallelerine hapsetmek, solun ve onun küçük burjuva kardeşi AKP’nin talebi. “Dünyanın sırrı bende, en özel ve güzel örgüt benim, başkasına muhtaç değilim” diyerek, mücadelenin kolektif niteliğini es geçmesi hâlinde, solcu muadillerine benzer. Solcuların Antikapitalist Müslümanlar’a yönelik negatif ve pozitif ilgisi de bu niyetten kaynaklanıyor. Sol, onun hiçbir şey yapabilmesini ve olabilmesini istemiyor. Bu gerilim onu, kendine kapalı, kendinden menkul, kendine yeterli, özel bireylerin gene kendine kapalı, kendinden menkul, kendine yeterli, özel bir mason locası olmaya zorluyor. Gorgan gibiler de bu türden yazıları Antikapitalist Müslümanlar’ı halktan kopartmak, onlara ayar vermek için yazıyor. Oysa bugün CHP ve AKP tabanı içerisinde kapitalizme düşman, İslamî bir ameliyenin imkânları mevcut.

Gorgan, yazısının sonunda, “ağaca bakıp ormanı kaçırmayalım” diyor, Antikapitalist Müslümanlar’ın genel dünyevî hoşnutsuzluğun bir alt yansıması olduğunu söylüyor. Peki o zaman neden kendisini ayırıyor, onu neden düşman ilân ediyor? Cevabı Gorgan’dan alalım: “Yaşanan bir Nuh Tufanı’dır.” Yani bu da, “yaşanan tufandan kurtulmak istiyorsanız, bizim gemiye binin” demek oluyor. Oysa başta belirtildiği üzere, cennet tasavvurları, düşmanın diz çöktürme, teslim alma girişiminin bir yansıması. Müslüman halk, Gorgan’ın yanına gelmeyi kâfirin önünde diz çökmek olarak görüyor ki haklı. Mücadelenin salt mide değil, beyin, kol, yürek ve iman veçheleri de var. Mücadeleyi kendi bireysel varlığına indirgeyenlerin, biyolojik, ekonomik ve coğrafî varlığına kapatanların anlamadığı bu.

Bu koşullarda varsın, Gorgan’ın gemisine boğalar, sırtlanlar binsin, varsın o, tufan meselini Yahudi kaynaklarından öğrensin, bize ayaktakımına örgütlenmiş, onu örgütlemiş bir peygamberler tarihi, o tarihin mazlum savaşçıları yeter.

Eren Balkır
15 Temmuz 2014

Dipnotlar:
[1] Mehmet Yaşar Soyalan, “Cihatçı Din Algısı ve Günümüz Koşulları”, 12 Temmuz 2014, Star.

[2] Sinan Gorgan, “İslam’dan Devrimcilik Çıkar mı?”, 09 Temmuz 2014, Siyasi Haber.

0 Yorum: