31 Temmuz 2014

Devrimci Tevhid


Mücadele eden her öznenin özcülüğe meyletmesi, tabiîdir. Bu özcülük, özünde, kendiliğinden, bir vakitler muzaffer olup her zaferin özüne kendisini yerleştirmiş olan burjuvazi ile ortaklaşacak, onun kudretine bağlanacaktır. “İnsan” denilen öz, her zaferin doğal şartı gibi sunulacak, mücadelenin öznesi, zamanla bu putun önünde diz çökecektir. Diz çökülen bu putun kırılması, sömürü ve burjuvazi eleştirisi, eleştirinin eylemli sürece sokulması ile mümkündür.

Mücadelenin salahiyeti için merkeze konulan “Kürd”, “İslam”, “Alevî”, “devrim” vb., süreç içerisinde başkalarına toparlanmayı, birlenmeyi emreder. Bu birlik, gerçek, hakikî bir birliktir. Masa başında kotarılmış birlikler ise IŞİD’in ipe astığı kesik başları arzular. IŞİD, bir açıdan, bölgede İslamî hareketin bir intihar etme biçimidir. IŞİD’e küfrederken, sömürülenlere-mazlumlara kurtuluş yolu olacak bir İslamî harekete küfretmek manasızdır. IŞİD’in panzehri, mazlumların muktedir olma kavgasını çoğaltmak, kolektivize etmektir.

Çoğalamayan, kolektivize olamayan Kürd’ün öze oturtulması, Kürdistan’ın özgürleştirilmesi meselesi, geçmişe ait iki imge arasında sıkışmış durumdadır. Emperyalizmin bölgeye dayattığı bu iki imgenin biri Türkiye, diğeri İsrail’dir. Kürdistan’a işaret eden her iradenin karşısında bu iki örnek durmaktadır. Dolayısıyla, son dönemdeki yönelimlerin iki örneğin peşinden giden gayretler olarak görülmesi mümkündür. Soru, “Kürdistan, Türkiye gibi mi yoksa İsrail gibi mi kurulacak?”tır. Bir başka soru daha eklenmelidir: “Bu iki imge dışında, Kürdlerin önünde başka bir kurucu imge var mıdır?”

Özün çevresine dayattığı belirli bir tekleşme, birlenme biçimi mevcuttur. Eğer kurulan masada taraflar, dipten derinden bir dönüşümün ketlenmesini öngörmüşler, bu noktada uzlaşmışlarsa, diyelim, “Kürd” denilen özden etrafa saçılan birlik edebiyatı, özünde, kelleleri toplayan, gövdeleri ve iradeleri körleştiren bir edebiyat olacaktır. Bu aşamada, birlik vurgusunun “demokrasi” ve “hukuk” sözcüklerine abanmaları, esasen bu sözcüklerin anlattığı gerçekliği yok etmeye dönüktür. Kim demokrasi ve hukuktan söz edip duruyorsa, orada alttakilerin kolektif iradeleri katlediliyordur.

Eğer “Kürd” denilen öz, zaferini Türkiye ve İsrail olmak suretiyle kutlayacaksa, alttakilerin katli, dolayısıyla, vaciptir. Konferanslarla önerilen şey, konferanslara çağrılan insanların, temsiliyetlerine bakılması ve o salondan içeri girenlerin başlarının toplanmasıdır. Bu, o başların gövdeden ayrılmasını, gövdenin toprağa kök salmış kısımlarının budanmasını ifade eder.

Budanmaya direnen bir isim olarak Kadrican Mendi’nin Demokratik İslam Konferansı eleştirisi önemlidir.[1] Burada, AKP şahsında yeniden kurulan Türkiye’nin ve onun içindeki İsrail’in karşı tarafa alınması vardır. Toplam Kürd hareketi içinde, son dönemdeki Gazze saldırıları sonrası, yükselen sevinç naralarına, Güney’in petrolünün İsrail’e satılmasına yönelik alkışa ve eskiden Barzanici olmasına karşın, İsrailci yaklaşımlara öfkelenen Adnan Fırat’ın ait olduğu hareketten kopuşuna bir de buradan bakmak gerekir. Bir de buna, HDP merkezli olarak yükselen “Yahudi düşmanlığı” eleştirileri eklenebilir. Yıllar önce İsrail’de bir grup anarşistin havalimanında yaptığı eylemi bugün yapılmış gibi gösteren ETHA bu kervana dâhil edilebilir. İsrail’i makul gösterme gayretlerinin okuması buradan yapılabilir. “Cellâdına âşık” Alevî’nin ana Kürd parantezine alınmasına bakılabilir. Bunlar hep, özcü Kürd’ün kendisi için belki anlamlı, ama “Kürdöz” yapılar için anlamsız girişimlerdir. Zira Kürd’deki ulus-devlet eleştirisi, aradaki “tire” işaretinin çözüldüğü, ulusal dinamiklerin verili devlete diş bilediği gerçeğe karşı kördür. Ulus-devlet eleştirisi, hem Kürd ulusunun hem de AKP devletinin savunma tarzı olarak ortaya koyduğu bir tür liberalizmin ürünüdür.

Burada eleştirilmeye gayret edilen, özcülüğün dayattığı birlikçiliktir. Aşiret reisleri, meleler, Müslüman kesimler, Türk sosyalistleri vd. kesimlere takdim edilen birlikçilik, her türlü husumeti çekme pahasına, eleştirilmeyi beklemektedir. Esasta söylenen şudur: öze hapsedilen, diyelim, Kürd, başka mazlum milletlerle her türden rabıtasını yitirmekte, her türden özcülüğün özü olan liberalizme, oradan da burjuvaziye kul olmaktadır. Dolayısıyla, devlete diş bileyen Türk’se, o Kürd’ün onunla ilişki kurması da imkânsızdır.

Liberalizm, temelde dışlayıcıdır. O, “her insan özgürdür” diyen köle sahiplerinin ideolojisidir. Burjuvazi, gerekli dersi onlardan almıştır. Öze yerleştirilen “Kürd”, her şeyi kendisi yapan, her şeye muktedir, her şeyi kendisine hak gören, bir burjuva özne kurgusudur artık. Bu da onun ağzından çıkan özgürlük ve eşitliğin başka halkları ve milletleri kucaklamamasını beraberinde getirmektedir. Kucaklaşma, ancak sadece onda müşahhas olan bir “demokrasi” ve “cumhuriyet”te gerçekleşebilmektedir. Bugün Kürdistan’ı İsrail imgesine göre kurmak niyetinde olanlar, “köy komünleri kurduk” derlerken, İsrail’in birer köy komünü olan kibbutzlar üzerine bina edildiğini, o kibbutzların önceleri Arapları reddettiğini, sonrasında o Arapların ancak köle olarak çalıştırabildiğini biliyor olmalıdırlar.

Söz konusu dışlayıcılık, toparlanma, birleme işlemi ile birlikte gerçekleşmektedir. Tüm Alevîleri, meleleri, solcuları birleştirmek, bu özcülük nezdinde, onların toplumsal-tarihsel bağlarını kesmek demektir. Burada birlik, nicelik ve sayıyla ilgilidir. Yani konferansa ve birliğe gelenlerin kim oldukları, sayıları, nicelikleri önemlidir. Kim sorusu “ne” sorusunu; sayılar, kitlenin kolektif tarihsel iradesini; nicelik de hareketin niteliğini ezer, ezmek zorundadır. Esasen demokrasi tam da bu yüzden vardır. Sonuçta eldeki Kürd’ü, özellikle seçimler dolayımıyla, “Kürd” denilen özün etrafında toparlama girişimi, kendince fazlalık gördüğü şeyleri budamak zorundadır.

Geçmişte AKP dışı ya da ona muhalif İslamî kesimlerin birleştirilmesi girişimlerinde de benzer bir sorun mevcuttur. Yaklaşık iki yıl önce Ayhan Bilgen’in öncülüğünde, İstanbul’da bir toplantı yapılmış, toplantıya katılan kimi isimler, önceden belirli konuların konuşulup netleştirildiğini gördüklerinden, girişime soğuk yaklaşmışlardır. Aynı niyetle toplanan başka bir toplantıda ise, bu İslamî grupların şeflerinden oluşan, üst ve genel bir sekreterya oluşturulmasını öneren Ayhan Bilgen, sonrasında, bir konferans örgütlemiştir. O konferansa dair sözümüz o dönemde şu şekilde olmuştur:

“Kendi alanlarımızı, geçmiş birikimlerimizi, gelecek tasavvurlarımızı mülk edinmemiz temel günahımızdır. Bu kadar mülkiyet, rekabeti tetiklemekte, rekabet solcu ya da İslamcı öznelerin hem kendi aralarında hem de kendi içlerinde mevcut olan parçalanmayı derinleştirmektedir. Bu kafa, bu zihniyet üzerinden yan yana gelmiş bir sol ile İslam, birbirine ancak kötü yanlarını, günahlarını öğretebilir. Zira temel günahımız, onca sömürü ve onca zulüm varken hiçbir şey yapmayacak düzeyde kendi bencil irademizin kölesi olmamızdır.”[2]

“Bencil irade” tabiri, özcülüğe işaret eder.

Ayhan Bilgen’in iyi niyetli yaklaşımı, HDP merkezli yürüyen birlikçilik çabalarının bir tezahürü olmaktan kurtulamamaktadır. HDP, herkesi, muhatap alınmaya, muhatap alınmak için de birleşmeye zorlamaktadır. Önce sol ile yan yana gelebilecek İslamî kesimlerin görülmesi, sonra bunlarla basit diplomatik bir ilişki kurulması, ardından, ilgili İslamî kesimlerin gençlerine çağrıda bulunulması, hayırlı bir yöntem olmasa gerektir. Ağustos ortasında yapılacak konferansın niyeti de aynı özcülükten mülhem bir tekleşmedir. İyi niyetli bir sohbet ve piknik olarak örgütlenen bu çalışmada, IŞİD gösterilip varolan liberal İslam sevdirilecektir. Sonrasında da “her şey nafile” denilip, genel demokrasi mücadelesine dâhil olmak önerilecektir.

Özcülük, dolayısıyla, belirgin bir ben-merkezciliği de üretmektedir. Mücadele içinde olan ve zulme uğrayan öznenin özcülük yapması doğaldır. Mesele, bu özcülüğün bir tür yenilgi biçimi olduğunun görülememesidir. Esasında özcülük, uğruna mücadele edilen şeyin merkeze alınması, basit bir göndermeyle, çevrenin tehditlerinden kaçmayı anlatır. Bu, işten kaçanın, ellerini fazlalık gibi görmesine benzer. Özcülük “tamam, ben oldum” demektir, bu da işten el ayak çekmeyi ifade eder.

Özcülük, birlikçiliği dayatmakta, birlikçilik de olası ve verili hasımlarını, rakiplerini ezmeyi getirmektedir. Zamanında heteredoks (mülhid-sapkın) kabul edilenin belirli bir ortodoksi üretmesi, sorunludur. Tek kitaba bağlanmayı emretmek, diğer kitapların tarihî mirasını toprağa gömecektir.

Ayhan Bilgen, parti tarafından kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirmektedir. Ama buradaki eksiklik, İslamî hareketlerin bu ortodoksiye diz çöktürülmesi, bunun için de onların İslamî ve/veya hareket olan yanlarının budanmak istenmesidir. Liberal siyasetin dayattığı budur. “İslamî hareket” teriminde “İslamî” Kürd’ün; “hareket” ise AKP’nin hasmıdır. Budanmak istenene önce liberalizmin kabul ettirilmesi gerekir.

Ama liberalizm şimşek gibidir; ardından gelecek gök gürültüsünün, zulmün habercisidir.

Kimi iddialara göre, Sivil Cuma’lar ile AKP’nin alanını Kürdistan’da daraltan PKK, sonrasında yapılan görüşmelerle bu faaliyetinden vazgeçmiş, İslam konferansı düzenlemiş, buna bağlı olarak da batıya HDP projesi sunulmuştur. Aslında bu Sivil Cuma’ların gerçekleşmesini sağlayan hamle nezdinde anlamlı olan Altan Tan gibi isimler, boşa düştükleri için HDP projesine ateş püskürmüşlerdir. Eğer bu iddia doğru ise, Altan Tan yerini Ayhan Bilgen’e bırakmak zorundadır.

Ama mesele şahısların ötesindedir. Öcalan, Osmanlı’nın yıkılmasında rol oynadığını iddia ettiği Arap İslam’ına ve İran’a kılıç sallayınca, geriye bir tek Türkiyeli ve AKP’li İslam kalmaktadır.

İştirakî dolayımı ile temas kurduğumuz Müslüman bireylerin belirgin bir kısmının “AKP ajanı” olması şaşırtıcı değildir. AKP, olası tehditleri savuşturacak her türlü hamleyi yapmak zorundadır. Savuşturma işleminde liberalizm en uygun yöntemdir. Yılların İslamcısı şahıslar, karşımızda birden liberalizmi savunur bir konuma düşmektedirler. Bu liberalizm, AKP’ye ait bir savunma biçimidir. O şahıs, özünde hâlâ İslamcıdır ama iş pratik siyasete geldiğinde liberalizm savunusu tek çare olmaktadır.

Ayhan Bilgen’in de bizimle ilk görüşmesinde, “güncel siyasetten uzak durun, Bedrettin, Karmatîler falan yazın” deyip, iki gün sonra güncel siyaset üzerine yazıların yazılacağı bir internet sitesi kurması da aynı savunma biçimidir. O son yazılarında, “Alevî temsilcilerinin Alevîliği güncellemeleri gerektiğinden”, “toplumsal hassasiyetlerin yok sayılmamasından” bahsetmektedir. Ayhan Bilgen’in sözü dinlenseydi, demek ki son günlerde İstanbul’da yaşanan çatışma olmaz, seçim çalışması yapılacak başka mahalleler bulunur, HDP, Cephe’yle geçmişe dayanan husumetleri olan örgütlerin paravanı olarak kullanılmaz, Demirtaş kampanyası, hem devrimcileri hem de onların temsil ettikleri kitleleri kazanabilirdi. Ama maalesef burada mülhid olanın kafası kesilmek zorundadır.

Ulusal birlik konusunda bir derdi olan ve özcü refleksler taşıyan öznenin dışarı sunduğu liberalizmden ve birlikçilikten hayır gelmez. “Bunun da yolu ulusal birlikten geçer. Bunun zemini var. Kürt halkında büyük bir arzu var. Bunu daha çok geliştirmeleri gerekiyor. Gerekirse yürüyüşler düzenlemeli. Halk artık ‘bir araya gelin, güçlerinizi birleştirin’ demeli. Kim gelmiyorsa ona yönelmelidir.” (Sabri Ok) sözlerinin sarfedildiği ortamda, başkalarına, “ulusunuzdan ve devletinizden vazgeçin” diyen bir liberalizm düşmektedir.

Bu, maalesef, İsrail’in de sık sık kullandığı bir yöntemdir. İsrail, gayet açık bir dinî ve millî devlet iken, onun Yigael Gluckstein (Tony Cliff) gibi muhipleri kibbutzlarda yetiştikleri günleri unutmayıp, başka dinlere mensup kişilere dinsizliği, başka milletlere devletsizliği, devletlere de milletsizliği öğütlemektedir.

İslamî hareketin vahdeti, bu türden bir liberalizme karşı şerbetlenmek suretiyle mümkün olacaktır. Çözüm masası politik açıdan kıymetlidir ama hareketin oradan neşet etmesi mümkün değildir. Kürd’ün ve tüm mazlumların muhtaç olduğu güç, sömürü ve zulme karşı devrimci bir tevhid mücadelesidir. Orada bir özcülük ve bu özcülüğün verdiği bir bitmişlik, tamamlanmışlık hissi vardır. Bu anlayış ve hissiyatla herhangi bir yaraya merhem olmak mümkün değildir.

Türkiye ve İsrail bitmiş, tamamlanmış birer imgedir. Mücadelenin daha tam olmadığını, eksik olduğunu, eksikliğiyle başkalarını görmesi, örgütlemesi gerektiğini anlayacağı yer de bu tevhidî mücadeledir. Türkiye ve İsrail’den değil, sömürülen-mazlum halkların kolektif mücadelesinden öğrenilen bir inşa süreci, Müslüman âlemi devrimci şuralarla tanıştıracaktır.

Eren Balkır
30 Temmuz 2014

Dipnotlar:
[1] Kadrican Mendi, “Demokratik İslam Kongresi ve Öcalan’ın ‘Teopolitik’i”, 13 Mayıs 2014, İslami Analiz.

[2] Eren Balkır, “Yan Yana ya da Yana Yana”, 5 Ocak 2013, İştirakî.

0 Yorum: