11 Ekim 2020

,

Bismillahirrahmânirrahim


[Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla.]
Rahmân: Ancak, doğanın ve insan toplumunun en temelli diyalektik gidiş kanunlarının yaratabileceği yücelikte bir iyilik – yaratıcılık – sevgi – merhamet (acıma) olumluluğudur. Bu topyekûn madde ve mânânın akışından çıkmış zenginliklerdir. Tek başına insanlar – sosyal sınıflar – zümreler – uluslar; hattâ insanlık bu olumluluğu – zengin yaratıcılığı kapsayamazlar. Bu yüzden “Rahmân” sıfatı sadece Allah’a yakıştırılabilir.
Topyekûn doğanın ve insan toplumunun temellerinde bulunan kanunlarının akışındaki, binlerce yıl geçmesine karşın kavranamaz – ele geçirilip yön verilemez zenginlik ve yüceliklik sadece Allah’a, yani bu tarihsel akışa denk düşer. Ve o’nu kavrayamayan – hele yönlendirilemeyen insanlığa da, bu yüce merhametliliği (her şeyi kuşatan iyiliği) sadece Allah’a yakıştırmak düşer.
Peygamberler, Antik Tarih’te kent kurucu, cahiliyetteki barbarlığı medeniyete geçirmeye çalışan önderlerdir. Ve dolayısıyla bu yüce tarihsel determinizmin, az rastlanır (yüzlerce yılda bir çıkabilen) birer yansımasıdırlar. Başka bir anlatımla her peygamber, kendi çağının ve toplumunun lideri olsa bile bu yüce tarihsel akışın özelliklerinin kendisinde yansımış bulduğu için, bu yüce diyalektiğin sözcüsü – yansıtıcısıdırlar. Bu yüzden Allah’ın Resul’ü mertebesini hakkederler. Ama buna rağmen peygamberler bile “Rahmân” sıfatını kendilerine yakıştıramazlar; “Rahmân”lık ancak doğa ve toplumu (tüm âlemleri) kapsayan bu diyalektik oluşundur; yani Allah’a âittir.
Ancak “Rahîm” sıfatı peygamberlerin olabilir: “çok merhametli” anlamında kullanılsa da bu başka insanlardan ayrıcalıklı önderlere yakıştırılır. Ki Allah’ın Rahmân’lığına yansımadır. Yani tarihsel determinizmin önderlerde yansıyıp kendi tercümesi olduğu ölçüde o önderler veya peygamberler “Rahîm” (çok merhametli: Fedâkâr) olabilirler. Ve diyalektik gidişin daha az yansıdığı (diyalektiğin sözcülüğünü daha az yansıdığı insanlara öncülük ederler.
“Modern Peygamberler” diyebileceğimiz burjuva ve proletarya devrimlerinin teorisyen burjuva ve proletarya devrimcileri de, bu ölçüler içinde “Rahîm”dirler. Yani “sonsuz hoşgörü” sahibi olmaya eğilimlidirler, yatkındırlar. Gerçi Marks – Engels – Lenin gibileri dışındakiler daha çok “Rahmân”lığa, hattâ Allah’lığa özenirler: toplumun ve sınıfların üzerinde “Allah”lığa özenip kendilerini tapınç konusu yaptırmak istemişlerdir. Stalin bunun en dramatik örneği olmaktan kurtulamayanların başında gelir. Ama hepsinin kendi zayıf paranoyaklıklarını gizlemek için bunu şuuraltılarıyla yaptıkları artık herkesçe sezilmekte ve bilinmektedir. Veya anlaşılmaktadır, anlaşılacaktır…
Marks’ın mezarında şöyle yazar: “İnsancıl olan hiçbir şey bana yabancı kalamaz” Ve Marks da, örnek yarısı Engels de, yaşamları boyunca bu sözün en derin anlamlarını içlerinde duyarak yaşayıp çiçeklendirmekten geri duramayacak teorik – pratik mücadeleler sunmuşlardır. Bu örnek yaşamlarının en derin anlamı: “Rahîm” olmaklarında toplanır. Çünkü onlar gerçekten doğanın ve toplumun en temel kanunlarının en yetkin modern “Resul”leri (elçileri) olmak durumundadırlar. Yüce tarihsel determinizmin yaşayan modern yansıması, temsilcisi – sözcüsüdürler. Onlarla birlikte bu “Rahîm”lik (hoşgörünün sonsuzluğa uzanışı) “Rahmân”lığa dek uzanır – yaklaşır gibi olursa da, tersine diyalektik yüceliğin zenginliği daha çok kavranır ve “Rahmân”lığın, yani yüce yaratıcılığın sadece evrimin kanunlarına (Allah’a) âit olabileceği anlaşılır.
Evrimin (Tarihsel determinizmin), yani doğa ve insan tarihinin temel kanunlarından kalkarak topyekûn akışı karşısında, Marks – Engels gibi evrimin en yüksek yansımaları bile sadece basit bir “kul” olmaktan öteye gidemezler. Bunu onlar kadar iyi sezen kimse çıkmamıştır.
Unutulmamalıdır ve daima hatırlanmalıdır ki Tarihsel Maddeciliğin kurucuları bu iki insandır. Bu şu anlama gelir: “Allah”ı en iyi onlar anlamışlar ve onun kurallarına uyarak tarihsel akışı kendi dengesine oturtmak için en yetkin mücadeleyi vermişler ama bunun, ancak “doğum sancılarını ılımlandırmak”tan öte bir şey olamayacağını çok derin anlamlarıyla alçakgönüllüce anlatmışlardır. Yani Allah‘a (Tarihsel Determinizm’e) en yakın oldukları hâlde, O’nun sadece basit birer uygulayıcı – sözcü – elçi durumundaki “kul”ları olduklarını bilmişlerdir.
Bu gelişim tarihsel akış, yeni mecralara girdikçe açılıp daha derin resul örneklerini vermekten geri duramaz. Yani Marks – Engels’ten de daha gelişkin kavrayışlar – Allah’a yakınlaşmalar ve o ölçüde de diyalektik akış karşısında en bilinçli resuller olunsa bile, o derece basit – sade bir “kul” olunmaktan da kurtuluş olamayacağını anlayanlar çıkacaktır. Çünkü “Kişi” ne derecede Tarihsel Determinizmi: Doğa ve insanın topyekûn akışını kavrasa da, tek başına o akış karşısında ‘bir “hiç”tir. Ancak koyduğu teori toplumda kavranıp maddeleşirse “hep” olabilir.
O hâlde ancak Allah’ın en büyük yansıması, evrimin en son halkası insan toplumudur ve ancak O, evrimi (Allah’ı) anlayıp kendi kanunlarının emrettiği temel dengesine oturtabilir. Fakat toplum da “Kişi”lerden derlenmiştir. Ve her kişinin bu kavrayışı geliştiği ölçüde toplum bu görevini başarabilir.
O hâlde tarih her kişi’yi kendisini anlayıp kendi yoluna sokacak açılımlara girmek zorunda kalacaktır. Ve her kişi deyim yerindeyse peygamberleri anlayabilecek “Rahîm”liğe ulaşmak eğilimine girmek zorunda kalacaktır. Ve Peygamberlikler, hattâ önderlikler bütünüyle bitmek zorunda kalacaktır.
Hz. Muhammed ile antik peygamberlikler bitmiştir. Ama Modern Sosyal Devrimlerle birlikte peygamber adlarını almasalar da bir çeşit modern peygamberlikler dönemi açılmıştır.
Nasıl kentçil tarihsel devrimler’in bitişiyle antik peygamberlikler de sona ermişse, modern sosyal devrimlerin maksadına erişiyle modern peygamberlikler de son bulacaktır.
Ve kişilerin “kendi bacağı”ndan asılacağı, kendisinin ve toplumunun bilmecesini çözeceği veya çözemediğinin anlaşılacağı; toplumca el birlik yeni baştan çözümler arayacağı açılımlar gelişecektir.
O zaman her kişinin mezarı başında değil ama beyninde ve kalbinde (her hücresinde) iliğine kemiğine işlenmiş olarak şu cümle yazacaktır:
“İnsancıl olan hiçbir şey bana YABANCI KALAMADI”
Çünkü her kişi, hayvanlıktan çıkalı beri bastırdığı hayvanlıklarını sonuna dek yaşarken kanayacak; kendinden nefret ederce kanayacak – acılarla – yaralarla yüklenecek ve yeni baştan insanlaşacak; sosyal hayvanlıktan böylece çıkarak her türlü yabancılaşmasını aşacaktır; “bilinçli” birer “insan” olacaktır.
Ne yazık ki bu, tıpkı vahşet çağına paralel biçimde değil ama kültürel atılımlarla kuşaktan kuşağa adım adım gelişebilecek acılarla dolu bir gelişim olacaktır. Ta ki bütün antik ve modern peygamberleri derinden kavrayan “insancıl olan hiç bir şey bana yabancı kalamadı” sözcüğünü hakkedene dek…
O zaman peygamberleri de aşacak bir olgunluğa erişecektir. Çünkü peygamberlerin en modernlerinin bile çektikleri acılar, sınıflı toplumun son demlerindeki insanlığın (her kişisinin) çektiği acılar yanında çok az kalacaktır.
Çünkü bu acılar, maddiyatın, maneviyatı her saniye yaptığı işkencelerle yiyip bitiren gidişinin ve maneviyat tükenince yeniden kazanılmasının onlarca yıl alacağı uzun yalnızlıklarla dolu yıllar olacaktır…
Ve bu acılar genellikle erkekli, kadınlı manevî yaralanmaları kapsasa da, kadınların anlaşılmasını ve erkeklerin insanlaşmasını sağlayacak kadınların zaferiyle sonuçlanacak daha çok erkeklerin şimdiye dek tatmadıkları acılarla yüklü olacaktır. Çünkü egemen babahanlık, egemen erkek rejimleri, başka türlü asla yola gelemeyecek derecede (binlerce yıldır) kadınlara karşı efendilikte taşlaşmışlardır. Yeni kuşaklar, ne yazık ki başlarına gelen bu dramları anlayamayacak sığlık içinde gelişiyorlar. Bu yüzden her erkek, kadın üzerindeki ve toplum içindeki erkeksi yüceliğini (dolayısıyla maddî – manevî sömürüsünü) ancak kadınların kapitalist veya sosyalist yoldan olsun, erkeklere karşı yaptıkları kurtuluş savaşlarıyla alaşağı edip bilinçlere çıkarabilecekler ve kadınlara hak ettikleri saygıyı – sevgiyi – değeri yeni baştan göstereceklerdir.
Belki o zaman gerçek “aşklar” bu kez bilinçli olarak yeni kuşaklarda yeniden filizlenebilecektir.
O gün geldiğinde, herkes “Rahîm” (sonsuz toleranslı) olma özelliğini kazanmış olacak ve Allah’ın “Rahmân”lığını (diyalektiğin yüce yaratıcılığını) o güne dek görülmemiş ölçülerde anlamış ve o’nun doğacıl ve insancıl dengelerine “uyum” yapmayı kanına karıştırmış olacaktır. İşte Bismillâhirahmânirrahîm’in çağımızdaki derin anlamları, bu temeller içinde kavranabilirse, o sözcüğün söyleyene ve topluma bir yararı olabilir…
Hikmet Kıvılcımlı