Herkes
gibi ben de Instagram veya Twitter sayfamı yenilemek için ekranı aşağı doğru
kaydırıp ilginç bir şey görmediğimde aynı işlemi yineliyorum ve tekrar ekranı
kaydırıyorum, o an “işte bu!” deyip ekrana kilitleniyorum.
Yönetmenliğini
Jeff Orlowski’nin yaptığı, Netflix ortamında yayınlanan Sosyal İkilem filminin
ortalarında Tristan Harris, bu davranışın bir kumarhanede kumar makinesini
kullanan kişinin davranışına benzediğini söylüyor.
Neticede
hepimiz birer bağımlıyız, sosyal medyamızda dolaşmayı alışkanlık hâline
getirmişiz, gelgelelim bunun savunulacak bir tarafı yok. Ama bir yandan da bu
bağımlılığın zararsız olduğunu, en azından büyük sorunlara yol açmadığını
düşünüyoruz ki aslında fena hâlde yanılıyoruz.
Belgesel
bir yerinde, bu bağımlılığın ve dikkatin artırılması üzerine kurulu ekonominin
bizi nereye götüreceği sorusu sorulduğunda, Facebook’ta gelir kaynakları
yaratma işinden sorumlu eski müdür, o donuk yüz ifadesiyle, “iç savaş” cevabını
veriyor.
Bir
buçuk saat uzunluğundaki (ama seyredende daha uzun olduğuna dair bir his
bırakan) belgesel, herkesin bildiği, çoktan tükettiği o “sosyal medya
zararlıdır” düşüncesini ele alıyor ve onu belirli bir bağlama oturtarak, sosyal
medyaya yönelik itirazlarını dillendiriyor. Film bu noktada, Facebook’ta,
Twitter’da, Google Drive’da, Pinterest’te, YouTube’da ve Firefox’ta çalışmış
insanlarla yapılan röportajlara yer veriyor. Facebook’ta Beğen tuşunu icat eden
isimlerden birinin de yer aldığı konuşmacılar, söz konusu düşünceyi belirli bir
bağlama oturtuyorlar.
İlk
olarak, eskiden Firefox ve Mozilla laboratuvarlarında çalışmış biri çıkıyor ve
sosyal medya kuruluşları nezdinde asıl müşterinin biz değil reklâmcılar
olduğunu, orada bizim birer ürün olarak satıldığımızı, bizim ürün satılan kitle
olarak görülmediğimizi söylüyor.
Ardından
belgesel bu meseleye odaklanıyor ve sadece şuandaki değil gelecekteki hâlimizin
de satıldığından, o hâlin dürtmelerle, bizi radikalleştiren bilgiyle ilgili
solucan deliklerine yönlendirmek suretiyle değiştirilebildiğinden bahsediyor.
(YouTube’un algoritmasının bir dönem kişileri doğrudan alternatif sağcıların
radikal videolarına nasıl yönlendirdiği ile ilgili incelemeye bakmak mümkün. Bu
algoritma dâhilinde YouTube, kişilere daha önce izledikleri videolarla alakası
olmayan, önyargıları derinleştirmeye dönük videoları öneriyor. (Belgesel bu
noktada, meşhur bir pizzacı zincirinde pedofili vakalarının görüldüğüne dair
komplo teorisini ifade eden Pizzagate meselesi ve “dünya düzdür” diyen cemaat
üzerinde duruyor.)
Belgesel
bu röportajları, radikalize edilmiş, liseli bir sosyal medya bağımlısıyla
ilgili bir filmle birlikte veriyor. Bu hoş müdahalesiyle film tıkır tıkır
işliyor, ama gene de bu basit, sosyal medya meselesini karikatürleştiren
yaklaşımı istenen etkinin oluşmamasına neden oluyor, zira gencin ekrana
kilitlenme süresini artırmak, dikkatini optimize etmek için hangi postun
devreye girmesi gerektiği konusunda hesaplar yapan o üç adamla ilgili aktarım,
meseleyi gayet hafifletiyor. Bu eğlenceli ve didaktik yöntem, zaten bildiğimiz
bir şeyi bize anlattığı için zerre etki yaratmıyor.
Aynı
tespiti Facebook’un Myanmar’da Rohingyalı Müslüman azınlığa yönelik öfkeyi
nasıl körüklediğiyle ilgili aktarımı için de yapmak mümkün. Burada da belgesel,
aradaki bağı aşırı basit ve dar bir yerden ele alıyor. Ayrıca belirli ülkelerin
seçimlerine dönük müdahaleler konusunda da yavan bir eleştiri sunuyor.
Wall
Street Journal’da çıkan son haberde Hindistan’daki Facebook
biriminin iktidardaki Hindistan Halk Partisi üyelerinin çatışmaları
körükleyecek, şiddet yanlısı postlarını görmezden geldiğinden, suça ortak
olduğundan, bunu da ileride iş konusunda doğacak imkânları bugünden ortadan
kaldırmamak için yaptığından söz ediliyor.
Bunlar
hepimizin bildiği şeyler. Uzun zamandır sohbetlerde dillendirilen hususlar.
Asıl mesele, bu tür konularda daha fazlasını söyleyebilmek.
Sosyal
İkilem isimli belgesel bunu yapmıyor, sadece korkuyu beslemek için
belirli bir zemin oluşturuyor, ardından da kısa süreliğine gözlerimize iyimser
bir ışık tutuyor. Kapitalizmden pek dem vurmayan belgesel, kâr için yanıp
tutuşan sistemden ve bu sistemin hiçbir engelle karşılaşmadan işlediğinden hiç
bahsetmiyor. “Bir sosyal medya platformunun hem para kazanmak için türlü
taklalar atması hem de belirli bir ahlaka sahip olması ihtimali var mıdır?”
sorusu benim cevabını talep ettiğim bir soru, ama söz konusu belgesel, bu
meseleyi içi boş, basmakalıp laflarla ele almakla yetiniyor.
Gayet
zekice bir hamleyle bağımlılık meselesine odaklanan film, bu bağımlılığın
politik sonuçlarına eğiliyor, ama Netflix CEO’su Reed Hastings’in sık sık
dillendirdiği, “uyku bile bizim için rekabetin konusudur” lafından hiç
bahsetmiyor.
Eğer
bağımlılık gerçekten önemli bir meseleyse o vakit Netflix, bu meseleyi ortadan
kaldırmak için ne yapabileceği sorusunu kendisine soruyor mu mesela? Örneğin
dizilerin tüm bölümlerini kesintisiz izleme alışkanlığına mani olmak için bir
adım atıyor mu? Bu, onun kâr elde etme ile ilgili çıkarlarıyla çelişecek bir
adım mıdır? Ayrıca şu da sorulmalı: bağımlılık, sadece şiddete ve iç savaşa yol
açma ihtimali bulunduğu için mi meseledir? Bu tahterevallinin hareketi nasıl
durdurulacak, iç savaş ve şiddetle sosyal medya bağımlılığı arasındaki bağ
nasıl kopartılacak?
Görebildiğim
kadarıyla film sadece soru soruyor, ama o soruları cevaplamıyor. Belgesellerin
konuyla alakalı sorular sorması kötü bir şey değil elbette, ama orta yerde
zaten sorulmuş ve cevapsız bırakılmış sorular varsa bu, hiç de iyi bir şey
değil.
Prathyush Parasuraman
9 Eylül 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder