30 Ekim 2020

,

Sosyal İkilem

Herkes gibi ben de Instagram veya Twitter sayfamı yenilemek için ekranı aşağı doğru kaydırıp ilginç bir şey görmediğimde aynı işlemi yineliyorum ve tekrar ekranı kaydırıyorum, o an “işte bu!” deyip ekrana kilitleniyorum.

Yönetmenliğini Jeff Orlowski’nin yaptığı, Netflix ortamında yayınlanan Sosyal İkilem filminin ortalarında Tristan Harris, bu davranışın bir kumarhanede kumar makinesini kullanan kişinin davranışına benzediğini söylüyor.

Neticede hepimiz birer bağımlıyız, sosyal medyamızda dolaşmayı alışkanlık hâline getirmişiz, gelgelelim bunun savunulacak bir tarafı yok. Ama bir yandan da bu bağımlılığın zararsız olduğunu, en azından büyük sorunlara yol açmadığını düşünüyoruz ki aslında fena hâlde yanılıyoruz. 

Belgesel bir yerinde, bu bağımlılığın ve dikkatin artırılması üzerine kurulu ekonominin bizi nereye götüreceği sorusu sorulduğunda, Facebook’ta gelir kaynakları yaratma işinden sorumlu eski müdür, o donuk yüz ifadesiyle, “iç savaş” cevabını veriyor.

Bir buçuk saat uzunluğundaki (ama seyredende daha uzun olduğuna dair bir his bırakan) belgesel, herkesin bildiği, çoktan tükettiği o “sosyal medya zararlıdır” düşüncesini ele alıyor ve onu belirli bir bağlama oturtarak, sosyal medyaya yönelik itirazlarını dillendiriyor. Film bu noktada, Facebook’ta, Twitter’da, Google Drive’da, Pinterest’te, YouTube’da ve Firefox’ta çalışmış insanlarla yapılan röportajlara yer veriyor. Facebook’ta Beğen tuşunu icat eden isimlerden birinin de yer aldığı konuşmacılar, söz konusu düşünceyi belirli bir bağlama oturtuyorlar.

İlk olarak, eskiden Firefox ve Mozilla laboratuvarlarında çalışmış biri çıkıyor ve sosyal medya kuruluşları nezdinde asıl müşterinin biz değil reklâmcılar olduğunu, orada bizim birer ürün olarak satıldığımızı, bizim ürün satılan kitle olarak görülmediğimizi söylüyor.

Ardından belgesel bu meseleye odaklanıyor ve sadece şuandaki değil gelecekteki hâlimizin de satıldığından, o hâlin dürtmelerle, bizi radikalleştiren bilgiyle ilgili solucan deliklerine yönlendirmek suretiyle değiştirilebildiğinden bahsediyor. (YouTube’un algoritmasının bir dönem kişileri doğrudan alternatif sağcıların radikal videolarına nasıl yönlendirdiği ile ilgili incelemeye bakmak mümkün. Bu algoritma dâhilinde YouTube, kişilere daha önce izledikleri videolarla alakası olmayan, önyargıları derinleştirmeye dönük videoları öneriyor. (Belgesel bu noktada, meşhur bir pizzacı zincirinde pedofili vakalarının görüldüğüne dair komplo teorisini ifade eden Pizzagate meselesi ve “dünya düzdür” diyen cemaat üzerinde duruyor.)

Belgesel bu röportajları, radikalize edilmiş, liseli bir sosyal medya bağımlısıyla ilgili bir filmle birlikte veriyor. Bu hoş müdahalesiyle film tıkır tıkır işliyor, ama gene de bu basit, sosyal medya meselesini karikatürleştiren yaklaşımı istenen etkinin oluşmamasına neden oluyor, zira gencin ekrana kilitlenme süresini artırmak, dikkatini optimize etmek için hangi postun devreye girmesi gerektiği konusunda hesaplar yapan o üç adamla ilgili aktarım, meseleyi gayet hafifletiyor. Bu eğlenceli ve didaktik yöntem, zaten bildiğimiz bir şeyi bize anlattığı için zerre etki yaratmıyor.

Aynı tespiti Facebook’un Myanmar’da Rohingyalı Müslüman azınlığa yönelik öfkeyi nasıl körüklediğiyle ilgili aktarımı için de yapmak mümkün. Burada da belgesel, aradaki bağı aşırı basit ve dar bir yerden ele alıyor. Ayrıca belirli ülkelerin seçimlerine dönük müdahaleler konusunda da yavan bir eleştiri sunuyor.

Wall Street Journal’da çıkan son haberde Hindistan’daki Facebook biriminin iktidardaki Hindistan Halk Partisi üyelerinin çatışmaları körükleyecek, şiddet yanlısı postlarını görmezden geldiğinden, suça ortak olduğundan, bunu da ileride iş konusunda doğacak imkânları bugünden ortadan kaldırmamak için yaptığından söz ediliyor.

Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Uzun zamandır sohbetlerde dillendirilen hususlar. Asıl mesele, bu tür konularda daha fazlasını söyleyebilmek.

Sosyal İkilem isimli belgesel bunu yapmıyor, sadece korkuyu beslemek için belirli bir zemin oluşturuyor, ardından da kısa süreliğine gözlerimize iyimser bir ışık tutuyor. Kapitalizmden pek dem vurmayan belgesel, kâr için yanıp tutuşan sistemden ve bu sistemin hiçbir engelle karşılaşmadan işlediğinden hiç bahsetmiyor. “Bir sosyal medya platformunun hem para kazanmak için türlü taklalar atması hem de belirli bir ahlaka sahip olması ihtimali var mıdır?” sorusu benim cevabını talep ettiğim bir soru, ama söz konusu belgesel, bu meseleyi içi boş, basmakalıp laflarla ele almakla yetiniyor.

Gayet zekice bir hamleyle bağımlılık meselesine odaklanan film, bu bağımlılığın politik sonuçlarına eğiliyor, ama Netflix CEO’su Reed Hastings’in sık sık dillendirdiği, “uyku bile bizim için rekabetin konusudur” lafından hiç bahsetmiyor.

Eğer bağımlılık gerçekten önemli bir meseleyse o vakit Netflix, bu meseleyi ortadan kaldırmak için ne yapabileceği sorusunu kendisine soruyor mu mesela? Örneğin dizilerin tüm bölümlerini kesintisiz izleme alışkanlığına mani olmak için bir adım atıyor mu? Bu, onun kâr elde etme ile ilgili çıkarlarıyla çelişecek bir adım mıdır? Ayrıca şu da sorulmalı: bağımlılık, sadece şiddete ve iç savaşa yol açma ihtimali bulunduğu için mi meseledir? Bu tahterevallinin hareketi nasıl durdurulacak, iç savaş ve şiddetle sosyal medya bağımlılığı arasındaki bağ nasıl kopartılacak?

Görebildiğim kadarıyla film sadece soru soruyor, ama o soruları cevaplamıyor. Belgesellerin konuyla alakalı sorular sorması kötü bir şey değil elbette, ama orta yerde zaten sorulmuş ve cevapsız bırakılmış sorular varsa bu, hiç de iyi bir şey değil.

Prathyush Parasuraman
9 Eylül 2020
Kaynak

0 Yorum: