13 Ekim 2020

,

Torna

Sanırım İz Peşinde (1989) isimli dizideydi. Komiser rolünü canlandıran Osman Yağmurdereli, dizinin bir bölümünde bir devrimcinin peşine düşüyordu. Aynı günlerde, rolün verdiği popülerlik ve gazla bir dergiye, “Dev-Sol’un kökünü kazıyacağız” diyordu. Galiba dizinin senaristi de Avni Özgürel’di.

Aynı Yağmurdereli’ye dizi işleri taşere edildi, sonra kendisi milletvekili yapıldı. Gecekondu mahallesinde geçen bir dizisinde (Serseri-2003) şöyle bir sahne vardı: durmadan koşan iki genç, bir ara bir trafonun önünde dinlenirler. Sohbet ederler. Arkalarındaki trafoda o günlerde sürmekte olan ölüm oruçlarıyla ilgili olarak asılmış, üzerinde “Hapishanelerde 107 kişi öldü, haberiniz var mı?” yazan afişler vardır. Film çekimlerinde her bir sahnenin yerinin, açısının inceden hesaplandığını düşünürsek, bu sahneden, Yağmurdereli’nin mahalledeki devrimcilerle anlaşmak zorunda kaldığı sonucuna ulaşmak pekâlâ mümkündür.

Öte yandan, bu tür çekimlerin, anlaşmaların ardını sorgulamak gerekiyor. Ölüm oruçları esnasında neden BBG Evi türü yarışmaların ülkeye boca edildiğini de anlamak lazım. Burada solcular, devrimciler, yabancı bir filmde “Aa İstanbul dedi!” şaşkınlığına kurban gitme tehlikesiyle karşı karşıyalar.

Sömürgeci, her yerde aynı mantıkla hareket ediyor: Önce aşağılıyor, sonra yükselmenin yolu olarak kendisini gösteriyor. Halkın boynuna, bileklerine dolanmış zincirin ucunu küçük burjuva tutuyor.

Bu tür dizilerin ardından, bizatihi devrimci hareketin tarihini anlatan diziler, bir bir yayına girdi. Koca koca örgüt şefleri, devletin bu projesine danışmanlık yaptılar. Devrimin tarihi, üç kuruşa satıldı. Paralar, meyhanelerde, barlarda “ezildi”. 2007 ile birlikte teslim bayrağı çekildi. 2007 eşiğinde devrim ve sosyalizm mücadelesi terk edildi. Genelkurmayın laiklik bayrağı alındı. Bu teslimiyetin karşılığı olarak çekildi o diziler. Solcular, kendisine verilen replikleri allayıp pulladılar. Neticede dövüşürken diziler ve medya solu konuşuyordu, dövüşmediği için sol, dizileri ve medyayı konuşur hâle geldi!

Süreç içerisinde bir salgı, tüm solu kuşattı, absorbe etti, fiziksel, kimyasal, biyolojik işlemlerin ardından bugüne gelindi. Sola önce bir kıvam verildi. Bugün hayali komite çevirilerinden fırlamış, kendisini devrimci sayan örgütler, burjuvaların özel üniversitelerini pazarlıyorlar. Sol, Koç’tan medet umuyor, orduya selam duruyor, TÜSİAD’ın “ilericiliğine” güveniyor. “Başdüşman” diyenler, hizmet ettikleri gücü gizliyorlar, temize çıkartıyorlar.

Bazen örgütler, “polis bir yoldaşımıza muhbirlik dayatmasında bulundu” diye basın açıklaması yapıyorlar. Yalan söylüyorlar. Tabanlarına örgütün hâlen daha önemli olduğuna, önemli işler yaptığına dair altı boş bir imaj vermeye çalışıyorlar. Eğer doğru ise o dayatmayı kabul edenleri sorgulamalılar. Ayrıca muhbirlik dayatmasını sadece polis yapmıyor. Sol, nedense askeriyeye toz kondurmamak için ona tek laf etmiyor. “Ordu, laikliğin bekçisi olma görevini terk etti, o görevi biz üstlendik” diyen örgütler, orduya ihtiyat kuvvet olarak kaydolduklarını gizliyorlar. Hepsi de el edildiğinde koşarak gidiyorlar. Bunun kabul edilmiş muhbirlik olduğunu kimse görmüyor.

Fransa’da laiklik meselesinin kadınlara üniforma diktirmekle, erkekleri askere alıştırmakla ilgili olduğu söyleniyor. Buranın solu da o laik eğitimin ürünü. 100 yıldır o eğitim var, ama nedense Mars’a gidememelerinin sebebini İslam’da buluyorlar. Tuhaf! Müslüman, küçük burjuvanın taşladığı şeytana dönüştürülüyor. Sinen, pusan Müslümansa daha fazla iktidara bağlanıyor.

Solcular, esasında batının ilmini alma konusunda askeriyenin üç yüz yıllık geleneğine güveniyorlar. Topların, tüfeklerin modernleşmesine bakıyorlar. Ona güveniyorlar. Bu bağlamda ancak petrol kuyularının modernleşmesine hizmet edebiliyorlar. Sosyalizmleri de bu modernlikle alakalı. Askerdeki sahte eşitlikçi havada mistik ve ulvi bir anlam buluyorlar. Bedava işçi çalıştıran işletmedeki “sosyalistliğe” bayılıyorlar. Teçhizattaki gelişime ve yoksulların askere alımındaki “demokrat”lığa tavlar. Ortadoğu gibi geri kalmış bir yerde tek tutamak noktaları, Ordu. İşçi-köylü-asker sovyetleri (şuraları) kuramayanlar, askerdeki işçiliğe, askerin köylüler üzerindeki baskısına, askerin aydın’lığına güveniyorlar. Bu sebeple, o ordunun yurtdışında okuması için gönderdiği isimleri öncü belliyorlar. Ordunun ait olduğu NATO’ya çalışan, onun ödüllendirdiği bilim insanlarına methiyeler düzüyorlar.

Türkiye’de aydın, ordu kadar sosyalist, albay kadar devrimci olabiliyor. O nedenle hareketin kendi ordusunu inşa etmesine, kendi neferlerini örgütlemesine izin vermiyorlar. Varolan sol aydınların hepsi, devletin tornasından çıkma.

Kendisine kültür-sanat alanı içerisinde verilen rolden gayet memnun olan solun devrim ve sosyalizm için bir mevzi örmesi mümkün değil. O, hiç film çekmemiş kişiyi “yönetmen”, elindeki metni okumaktan aciz kişiyi “devrimci tiyatrocu” (milletvekili), şarkı söylemeyi bilmeyeni “şarkıcı”, üç gündür Türkiye’de olan bar sahibini “halk önderi”, karısını aşağılayıp döveni, bahis şirketi reklâmlarında oynayan kişiyi “oyuncu” diye pazarlayabilme gücünü seviyor. Elinde sadece bu gücün kaldığına sevinmekle ömür tüketiyor. Dövüşmeden elde ettiği o gücün iktidar olduğunu düşünüyor ve o güce tapıyor.

* * *

Zorunluluklar gereği Hikmet Kıvılcımlı, iki yoldaşıyla birlikte Alanya’dan satın aldıkları tekneyle ülkeden kaçar. Kıbrıs üzerinden Şam’a gidilmesi planlanmaktadır. Şam makamlarına yazdığı mektup, sosyalist hareket açısından önemli ipuçları içermektedir. Kıvılcımlı’nın son demde söyledikleri, dönem itibarıyla sosyalist hareketin yaşadığı trajedinin doğal bir sonucudur. Öncü bir isim, o hareketteki gerilemeye ayak uydurmuştur.

Esasen Şam, Doktor açısından Sovyetler’e gitmek için çalınan kapıdır. Nedense yazdığı mektupta Kıvılcımlı, “Müslümanların kardeşliği”nden ve “Suriye’nin Osmanlı’nın parçası” olduğundan bahseder.[1] “İttihatçı zulme karşı mücadele ettiğini” söyleyerek, Suriye makamlarıyla bir ortak yol bulmaya çalışır.

Ama Kıvılcımlı, M. Kemal ve kadrolarının neo-ittihatçı olduğunu unutmuş gibidir. Lenin, ittihatçıların “mutedil ve ölçülü” oldukları için sevildiğini söyler ve şu tespiti yapar: “Türk devriminin övülmesinin sebebi, ondaki zayıflık, halk kitlelerini gerçek bir bağımsız eyleme yöneltmemesi, ayrıca onun Osmanlı İmparatorluğu’nda başgösteren proleter mücadeleye düşman olması.”[2]

Buna karşın mektubunda Kıvılcımlı, “Milli Kurtuluş Savaşı zafere ulaşınca, Ankara’nın vaadetmiş olduğu Sosyalizm yerine Kapitalizm yoluna girişi beni şoke etti” diyor. Kuvvacı Hikmet, çizilen yolun sosyalizm olduğunu zannediyor. Kuvvacı sıfatıyla Vatan Partisi’ni kuruyor. 27 Mayıs’ı yapan ordu gençliğine selam duruyor. Hikmet Kıvılcımlı, nedense bunları Suriye makamlarına söylüyor.

Mektupta Kıvılcımlı, “irtica gücü”ne karşı vurucu güç olarak ordu gençliğine işaret ediyor. Bu gençliğin işçi ve köylü ile birlikte hareket ettiğinde yıkılmaz bir iktidar tesis edeceğini, “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşacağını söylüyor. Demek ki Kuvvacı Hikmet, muasır medeniyeti Ankara’nın vadettiği sosyalizm zannediyor. Tüm sol aydınlar gibi onda da Kemalizmin sosyalist bir öz taşıdığına, o özün üzerini kara bir kabuk bağladığına dair bir inanç var. Sosyalizmse batıda olduğu gibi, “sendikalarımız, bir de işçi partimiz olsa, bitti gitti” diyen solcuların düzen içi vesveselerinden ibaret. Bu sosyalizm, sömürgeleri sömürge olarak koruyup ihya ve ıslah etmenin adı. Geniş coğrafyaya baktığımızda solculuk, ancak kimi dönemlerde İngiltere, Fransa ve Almanya’da sol hükümetler kurulduğunda yükselme imkânı bulabiliyor. Sol, hiçbir vakit bu imkânı sorgulamıyor.

Kıvılcımlı, o özü içeren ordunun “demokrat” yüzünü Menderes’e, “sosyalist” yüzünü Demirel’e gösterdiğini düşünüyor. “Ordu gençliği” dediği ise Sarp Kuray ve Ali Kırca! Maalesef Kıvılcımlı, ordunun demokrat ve sosyalist yüzünün halka ve sınıfa düşman olduğunu bir türlü anlayamamış, daha doğrusu, anlamak istememiş bir kuşağın temsilcisi olarak tarihimize kazılıyor.

* * *

Sosyalist hareket, ordunun tornasından çıkma. Başka bir kalıp tanımıyor. Ordunun o “demokrat” ve “sosyalist” yüzüne güveniyor. Teorisini ve pratiğini bu iki yüze teksif ediyor, iki yüz arasındaki gerilim, teoriyi ve pratiği belirliyor. Aynı ordu, bugün Kıvılcımlı’nın cüz olarak gördüğü Suriye’de at koşturuyor. Mektup yazdığı makamı hizaya getirmeye çalışıyor. O gayet demokrat yüzüyle AKP ile kol kola ilerliyor; gayet sosyalist yüzüyle emekli ettiği paşalarını şirket yönetim kurullarına, güvenlik müdürlüğü koltuklarına gönderiyor.

27 Nisan 2007’deki muhtıra öncesi bir resepsiyona katılan bir gazetecinin aktardığına göre salonda bir tuğgeneral, “o benim cumhurbaşkanım olamaz” diye bağırıyor. Resepsiyon çıkışı, ana güzergâh üzerinde bir genç, üzerindeki bombayı patlatıyor. O günlerle ilgili olarak Yalçın Küçük, dolaylı olarak, yazdığı kitapların genelkurmaydan çıkma olduğunu söylüyor. Sonra Mehmet Ağar’la ve Yiğit Bulut’la yemek yiyor, Irak ve Suriye’yi almaktan bahsediyor, AKP ekonomi politikasını övüyor. Bu tür isimlerin çoban niyetine kullanıldığı süreçte birileri, AKP ile anlaşıyor, hem sırtından sopayı eksiltmemek hem de hizada tutmak için sola görev veriliyor. Tüm muhalefet, tüm itiraz ve tüm siyaset, laiklik-gericilik kavgasına doğru kapatılıyor. Bunun “genelkurmayın emri” olduğunu görmek lazım.

Bu süreçte bir yandan da “muasır medeniyet seviyesi” için çalışılıyor. Liberalleşen sol, yıllar içerisinde ördüğü tüm kırık dökük mevzilerini liberalizmin ele geçirdiğini görmüyor. Her şey, birbirine bağlı olarak cereyan ediyor. Sosyalist hareket, Kıvılcımlı’nın bahsini ettiği, Ankara’nın “sosyalist olacağı” vaadine sarılıyor. Ankara kadar, onun izin verdiği ölçüler içerisinde sosyalist olabiliyor. Bugünse sosyalist hareket, devlete ait bir organ olarak örgütleniyor.

Bir zamanlar Ankara’da Sıhhiye Köprüsü’nün yukarısındaki mahallelerin, Ulus’un, Altındağ’ın, Keçiören’in yoksullarının merkeze gelmesi yasakmış. O köprünün altında eli sopalı adamlar bekler, köylü kılıklı adamları kovalarmış. Bugün o köprünün altında, ellerinde sopalarla, sosyalistler bekliyorlar. Onlar, o köprünün dibindeki DTCF’nin ideolojik sınırlarının bekçiliğini yapıyorlar.

Eren Balkır
13 Ekim 2020

Dipnotlar:
[1] Hikmet Kıvılcımlı, “Suriye Makamlarına Sunulan Bildirim”, Haziran 1971, FB.

[2] V. I. Lenin, “Events in the Balkans and in Persia”, MIA.

0 Yorum: