Sanırım İz Peşinde (1989) isimli dizideydi.
Komiser rolünü canlandıran Osman Yağmurdereli, dizinin bir bölümünde bir
devrimcinin peşine düşüyordu. Aynı günlerde, rolün verdiği popülerlik ve gazla
bir dergiye, “Dev-Sol’un kökünü kazıyacağız” diyordu. Galiba dizinin senaristi
de Avni Özgürel’di.
Aynı Yağmurdereli’ye dizi işleri taşere edildi, sonra
kendisi milletvekili yapıldı. Gecekondu mahallesinde geçen bir dizisinde (Serseri-2003)
şöyle bir sahne vardı: durmadan koşan iki genç, bir ara bir trafonun önünde
dinlenirler. Sohbet ederler. Arkalarındaki trafoda o günlerde sürmekte olan
ölüm oruçlarıyla ilgili olarak asılmış, üzerinde “Hapishanelerde 107 kişi öldü,
haberiniz var mı?” yazan afişler vardır. Film çekimlerinde her bir sahnenin
yerinin, açısının inceden hesaplandığını düşünürsek, bu sahneden,
Yağmurdereli’nin mahalledeki devrimcilerle anlaşmak zorunda kaldığı sonucuna
ulaşmak pekâlâ mümkündür.
Öte yandan, bu tür çekimlerin, anlaşmaların ardını
sorgulamak gerekiyor. Ölüm oruçları esnasında neden BBG Evi türü
yarışmaların ülkeye boca edildiğini de anlamak lazım. Burada solcular,
devrimciler, yabancı bir filmde “Aa İstanbul dedi!” şaşkınlığına kurban gitme
tehlikesiyle karşı karşıyalar.
Sömürgeci, her yerde aynı mantıkla hareket ediyor:
Önce aşağılıyor, sonra yükselmenin yolu olarak kendisini gösteriyor. Halkın
boynuna, bileklerine dolanmış zincirin ucunu küçük burjuva tutuyor.
Bu tür dizilerin ardından, bizatihi devrimci hareketin
tarihini anlatan diziler, bir bir yayına girdi. Koca koca örgüt şefleri,
devletin bu projesine danışmanlık yaptılar. Devrimin tarihi, üç kuruşa satıldı.
Paralar, meyhanelerde, barlarda “ezildi”. 2007 ile birlikte teslim bayrağı
çekildi. 2007 eşiğinde devrim ve sosyalizm mücadelesi terk edildi. Genelkurmayın
laiklik bayrağı alındı. Bu teslimiyetin karşılığı olarak çekildi o diziler. Solcular,
kendisine verilen replikleri allayıp pulladılar. Neticede dövüşürken diziler ve
medya solu konuşuyordu, dövüşmediği için sol, dizileri ve medyayı konuşur hâle
geldi!
Süreç içerisinde bir salgı, tüm solu kuşattı, absorbe
etti, fiziksel, kimyasal, biyolojik işlemlerin ardından bugüne gelindi. Sola
önce bir kıvam verildi. Bugün hayali komite çevirilerinden fırlamış, kendisini
devrimci sayan örgütler, burjuvaların özel üniversitelerini pazarlıyorlar. Sol,
Koç’tan medet umuyor, orduya selam duruyor, TÜSİAD’ın “ilericiliğine”
güveniyor. “Başdüşman” diyenler, hizmet ettikleri gücü gizliyorlar, temize
çıkartıyorlar.
Bazen örgütler, “polis bir yoldaşımıza muhbirlik
dayatmasında bulundu” diye basın açıklaması yapıyorlar. Yalan söylüyorlar.
Tabanlarına örgütün hâlen daha önemli olduğuna, önemli işler yaptığına dair
altı boş bir imaj vermeye çalışıyorlar. Eğer doğru ise o dayatmayı kabul
edenleri sorgulamalılar. Ayrıca muhbirlik dayatmasını sadece polis yapmıyor.
Sol, nedense askeriyeye toz kondurmamak için ona tek laf etmiyor. “Ordu,
laikliğin bekçisi olma görevini terk etti, o görevi biz üstlendik” diyen
örgütler, orduya ihtiyat kuvvet olarak kaydolduklarını gizliyorlar. Hepsi de el
edildiğinde koşarak gidiyorlar. Bunun kabul edilmiş muhbirlik olduğunu kimse
görmüyor.
Fransa’da laiklik meselesinin kadınlara üniforma
diktirmekle, erkekleri askere alıştırmakla ilgili olduğu söyleniyor. Buranın
solu da o laik eğitimin ürünü. 100 yıldır o eğitim var, ama nedense Mars’a
gidememelerinin sebebini İslam’da buluyorlar. Tuhaf! Müslüman, küçük burjuvanın
taşladığı şeytana dönüştürülüyor. Sinen, pusan Müslümansa daha fazla iktidara
bağlanıyor.
Solcular, esasında batının ilmini alma konusunda
askeriyenin üç yüz yıllık geleneğine güveniyorlar. Topların, tüfeklerin
modernleşmesine bakıyorlar. Ona güveniyorlar. Bu bağlamda ancak petrol
kuyularının modernleşmesine hizmet edebiliyorlar. Sosyalizmleri de bu
modernlikle alakalı. Askerdeki sahte eşitlikçi havada mistik ve ulvi bir anlam
buluyorlar. Bedava işçi çalıştıran işletmedeki “sosyalistliğe” bayılıyorlar.
Teçhizattaki gelişime ve yoksulların askere alımındaki “demokrat”lığa tavlar.
Ortadoğu gibi geri kalmış bir yerde tek tutamak noktaları, Ordu.
İşçi-köylü-asker sovyetleri (şuraları) kuramayanlar, askerdeki işçiliğe,
askerin köylüler üzerindeki baskısına, askerin aydın’lığına güveniyorlar. Bu
sebeple, o ordunun yurtdışında okuması için gönderdiği isimleri öncü
belliyorlar. Ordunun ait olduğu NATO’ya çalışan, onun ödüllendirdiği bilim
insanlarına methiyeler düzüyorlar.
Türkiye’de aydın, ordu kadar sosyalist, albay kadar
devrimci olabiliyor. O nedenle hareketin kendi ordusunu inşa etmesine, kendi
neferlerini örgütlemesine izin vermiyorlar. Varolan sol aydınların hepsi,
devletin tornasından çıkma.
Kendisine kültür-sanat alanı içerisinde verilen rolden
gayet memnun olan solun devrim ve sosyalizm için bir mevzi örmesi mümkün değil.
O, hiç film çekmemiş kişiyi “yönetmen”, elindeki metni okumaktan aciz kişiyi
“devrimci tiyatrocu” (milletvekili), şarkı söylemeyi bilmeyeni “şarkıcı”, üç
gündür Türkiye’de olan bar sahibini “halk önderi”, karısını aşağılayıp döveni,
bahis şirketi reklâmlarında oynayan kişiyi “oyuncu” diye pazarlayabilme gücünü
seviyor. Elinde sadece bu gücün kaldığına sevinmekle ömür tüketiyor. Dövüşmeden
elde ettiği o gücün iktidar olduğunu düşünüyor ve o güce tapıyor.
* * *
Zorunluluklar gereği Hikmet Kıvılcımlı, iki yoldaşıyla
birlikte Alanya’dan satın aldıkları tekneyle ülkeden kaçar. Kıbrıs üzerinden
Şam’a gidilmesi planlanmaktadır. Şam makamlarına yazdığı mektup, sosyalist
hareket açısından önemli ipuçları içermektedir. Kıvılcımlı’nın son demde
söyledikleri, dönem itibarıyla sosyalist hareketin yaşadığı trajedinin doğal
bir sonucudur. Öncü bir isim, o hareketteki gerilemeye ayak uydurmuştur.
Esasen Şam, Doktor açısından Sovyetler’e gitmek için
çalınan kapıdır. Nedense yazdığı mektupta Kıvılcımlı, “Müslümanların
kardeşliği”nden ve “Suriye’nin Osmanlı’nın parçası” olduğundan bahseder.[1]
“İttihatçı zulme karşı mücadele ettiğini” söyleyerek, Suriye makamlarıyla bir
ortak yol bulmaya çalışır.
Ama Kıvılcımlı, M. Kemal ve kadrolarının neo-ittihatçı
olduğunu unutmuş gibidir. Lenin, ittihatçıların “mutedil ve ölçülü” oldukları
için sevildiğini söyler ve şu tespiti yapar: “Türk devriminin övülmesinin
sebebi, ondaki zayıflık, halk kitlelerini gerçek bir bağımsız eyleme
yöneltmemesi, ayrıca onun Osmanlı İmparatorluğu’nda başgösteren proleter
mücadeleye düşman olması.”[2]
Buna karşın mektubunda Kıvılcımlı, “Milli Kurtuluş
Savaşı zafere ulaşınca, Ankara’nın vaadetmiş olduğu Sosyalizm yerine Kapitalizm
yoluna girişi beni şoke etti” diyor. Kuvvacı Hikmet, çizilen yolun sosyalizm
olduğunu zannediyor. Kuvvacı sıfatıyla Vatan Partisi’ni kuruyor. 27 Mayıs’ı
yapan ordu gençliğine selam duruyor. Hikmet Kıvılcımlı, nedense bunları Suriye
makamlarına söylüyor.
Mektupta Kıvılcımlı, “irtica gücü”ne karşı vurucu güç
olarak ordu gençliğine işaret ediyor. Bu gençliğin işçi ve köylü ile birlikte
hareket ettiğinde yıkılmaz bir iktidar tesis edeceğini, “muasır medeniyet
seviyesi”ne ulaşacağını söylüyor. Demek ki Kuvvacı Hikmet, muasır medeniyeti
Ankara’nın vadettiği sosyalizm zannediyor. Tüm sol aydınlar gibi onda da
Kemalizmin sosyalist bir öz taşıdığına, o özün üzerini kara bir kabuk
bağladığına dair bir inanç var. Sosyalizmse batıda olduğu gibi,
“sendikalarımız, bir de işçi partimiz olsa, bitti gitti” diyen solcuların düzen
içi vesveselerinden ibaret. Bu sosyalizm, sömürgeleri sömürge olarak koruyup
ihya ve ıslah etmenin adı. Geniş coğrafyaya baktığımızda solculuk, ancak kimi
dönemlerde İngiltere, Fransa ve Almanya’da sol hükümetler kurulduğunda yükselme
imkânı bulabiliyor. Sol, hiçbir vakit bu imkânı sorgulamıyor.
Kıvılcımlı, o özü içeren ordunun “demokrat” yüzünü
Menderes’e, “sosyalist” yüzünü Demirel’e gösterdiğini düşünüyor. “Ordu
gençliği” dediği ise Sarp Kuray ve Ali Kırca! Maalesef Kıvılcımlı, ordunun
demokrat ve sosyalist yüzünün halka ve sınıfa düşman olduğunu bir türlü
anlayamamış, daha doğrusu, anlamak istememiş bir kuşağın temsilcisi olarak
tarihimize kazılıyor.
* * *
Sosyalist hareket, ordunun tornasından çıkma. Başka
bir kalıp tanımıyor. Ordunun o “demokrat” ve “sosyalist” yüzüne güveniyor.
Teorisini ve pratiğini bu iki yüze teksif ediyor, iki yüz arasındaki gerilim,
teoriyi ve pratiği belirliyor. Aynı ordu, bugün Kıvılcımlı’nın cüz olarak
gördüğü Suriye’de at koşturuyor. Mektup yazdığı makamı hizaya getirmeye
çalışıyor. O gayet demokrat yüzüyle AKP ile kol kola ilerliyor; gayet sosyalist
yüzüyle emekli ettiği paşalarını şirket yönetim kurullarına, güvenlik müdürlüğü
koltuklarına gönderiyor.
27 Nisan 2007’deki muhtıra öncesi bir resepsiyona
katılan bir gazetecinin aktardığına göre salonda bir tuğgeneral, “o benim
cumhurbaşkanım olamaz” diye bağırıyor. Resepsiyon çıkışı, ana güzergâh üzerinde
bir genç, üzerindeki bombayı patlatıyor. O günlerle ilgili olarak Yalçın Küçük,
dolaylı olarak, yazdığı kitapların genelkurmaydan çıkma olduğunu söylüyor.
Sonra Mehmet Ağar’la ve Yiğit Bulut’la yemek yiyor, Irak ve Suriye’yi almaktan
bahsediyor, AKP ekonomi politikasını övüyor. Bu tür isimlerin çoban niyetine
kullanıldığı süreçte birileri, AKP ile anlaşıyor, hem sırtından sopayı
eksiltmemek hem de hizada tutmak için sola görev veriliyor. Tüm muhalefet, tüm
itiraz ve tüm siyaset, laiklik-gericilik kavgasına doğru kapatılıyor. Bunun “genelkurmayın
emri” olduğunu görmek lazım.
Bu süreçte bir yandan da “muasır medeniyet seviyesi”
için çalışılıyor. Liberalleşen sol, yıllar içerisinde ördüğü tüm kırık dökük
mevzilerini liberalizmin ele geçirdiğini görmüyor. Her şey, birbirine bağlı
olarak cereyan ediyor. Sosyalist hareket, Kıvılcımlı’nın bahsini ettiği,
Ankara’nın “sosyalist olacağı” vaadine sarılıyor. Ankara kadar, onun izin
verdiği ölçüler içerisinde sosyalist olabiliyor. Bugünse sosyalist hareket,
devlete ait bir organ olarak örgütleniyor.
Bir zamanlar Ankara’da Sıhhiye Köprüsü’nün
yukarısındaki mahallelerin, Ulus’un, Altındağ’ın, Keçiören’in yoksullarının
merkeze gelmesi yasakmış. O köprünün altında eli sopalı adamlar bekler, köylü
kılıklı adamları kovalarmış. Bugün o köprünün altında, ellerinde sopalarla,
sosyalistler bekliyorlar. Onlar, o köprünün dibindeki DTCF’nin ideolojik
sınırlarının bekçiliğini yapıyorlar.
Eren Balkır
13 Ekim 2020
Dipnotlar:
[1] Hikmet Kıvılcımlı, “Suriye Makamlarına Sunulan Bildirim”, Haziran 1971, FB.
[2] V. I. Lenin, “Events in the Balkans and in
Persia”, MIA.
0 Yorum:
Yorum Gönder