06 Nisan 2025

,

Replika Sol

Konu hiçbir zaman dağılmıyor, aksine her konu, hemen hemen birbiriyle bağlantılı ve diyalektik çelişki gereği tartışma, birbirine bağlı halkalar üzerinde ilerliyor.

Bugüne kadar yazılarımız için "eril, kaba, bozucu, sekter, geri” gibi nitelemeler kullananlar, son süreçte yazılarımız için "boykot" çağrısı yapanları görmüyor. “Çamur, kesip atılan tırnak, çöp” gibi nitelemeler ya da hakaretler, dilin sınırlarının etik-politik açıdan aşağı çekildiğini gösterir.

“Biz sahadayız, şu an eylem alanından yazıyoruz!” diyenler, Yeni Demokrasi’ye yakın insanlardır. Bu insanlar, bir geleneğin ayrışmalarında yer alanlardır. Bu sosyal medya hesaplarının yakın olduğu politik çevre, bu saldırıdan bihaber olamaz ama madem alanda yan yanalar, “Bizim dilimiz bu olamaz!” uyarısını birbirlerine yapmazlar mı, sosyal medya üzerinden birbirlerine bu uyarıyı yapmazlar mı? “Sosyal medya raconu” diyerek geçiştirilemeyecek bir politik gerilik, tam olarak burada ortaya çıkıyor.

Birisi çıkıp Ekrem maskeli kişinin İştirakî tarafından hedef gösterildiğini, diğeri çıkıp onun “yoldaşları” olduğunu söylüyor, başkası çıkıp “örgütlü değil, halktan biri!” diyor. Yani bir yapı düşünün, insanları birbirini tanımıyor. Öte yandan, kapitalizmin Avrupaî birey kurgusuna teşne olanlar, maskenin tarihsel özneliğin göstergesi olduğunu geriye itip maskenin kapattığı yüzün hedef gösterildiğinden feryat ederek bireye sarılıyor. Bireyin hangi tarihsel öznenin gerisine dizildiği tartışma konusu bile yapılmıyor. Şimdilik bu tartışma bitmiş değildir, ekonomi politik yazılara boykot çağrısı yapan, yine solun insanlarıdır. Ya birbirlerinden habersizler ya da bunda bir beis görmüyorlar.

Yazılarımızın okunmaması yönünde boykot çağrısı yapabilirler ve yapıyorlar da, biz CHP’li değiliz. CHP’li olanlar, yan yana dizildi. Bu durum evladır. Ülke halklarının hiçbir gelenek ve kültürüyle bağı bulunmayan müzik grubu Muse ve türevlerinin konserlerini erteleyip ülkemize gelmemeleri için “Boykot amacına ulaştı!” diye zafer çığlıkları atanlar, sözde solun gazeteleridir (Evrensel, Birgün, Sendika, Cumhuriyet...). Öyle bir aşamadan geçiyoruz ki yazımızın bu cümlesinden sonra ya da önce fark etmeksizin “Eee, İştiraki, ne zaman İslam'a yanlıyoruz” gibi saldırılar başlar, bu da evladır. Gerçek yüzünüz İslam karşıtlığı mı? Değil. Solun karşıtlığı artık bütünlükleredir. Bizi biz yapan tüm değerleredir, o yüzden acılar çeken Kürtler değil, acı çeken marjinal Kürt vardır. Onun hikâyesi, siyasetin merkezine konulup oradan toplum karşıtlığı yapılmalıdır. O yüzden TİP'li kadınlar Alibeyköy Cemevi’nin duvarına “Jin, Jiyan, Azadi” yazıyor. O duvarın çevirdiği alanda ve ötesinde Alevi halkın kadın-erkek yan yana cem eylediği gerçeğine savaş açılıyor. O yüzden Kerbela’daki kadınla erkeğin cemi ve kıyamı unutturulmak isteniyor. Kadın erkekten koparıldıkça özgürleşecek sanılıyor. Kerbela’dan Anadolu halklarının kendi cesaretiyle bölgelerinde başlattığı Kurtuluş Savaşı’na kadar kadınla erkeğin işgal kuvvetleri karşısındaki duruşu bozulmak isteniyor. Bu nedenle cami değil, cemevi duvarı seçilmesi son derece önemlidir. Söz konusu İslam değildir, Kürt de değildir, Alevi de değildir, Türk de değildir. Söz konusu Muse grubunun yaydığı kültür aracılığıyla Batı emperyalizmiyle kucaklaşmaktır.

Nerede bir bütünlük varsa sol oraya saldırmalıdır ki AB-TÜSİAD sermayesine kitleleri hazırlamalıdır. Bizleri boykot listesine alan solun derdi, dağılmakta olan tabanını konsolide etmektir. Birbirini tanımayan bireyler topluluğu üzerinden siyaset örenler kaygıya kapılıyorsa biz doğru yerde duruyoruz demektir.

Muse grubu bir semboldür. O neyin sembolüyse biz ona karşıyız. Evrensel’in yaptığı işçi sınıfı gazeteciliğiyse sınıflar mücadelesi burjuvazinin lehine işliyor demektir. Öyle ki İmamoğlu’nun boykot çağrısında değindiği sermayeye ve onun medyasına yönelik tarafını seçme ifadesini bu gazetenin internet sayfasında manşetten vermiştir. Vermek zorundadır çünkü Maltepe Mitingi’ne gittikten sonra “Başarabiliriz” manşeti atanlardan başka bir şey beklenemez.

Evet, tüm sağın ve solun CHP türevi olduğu su götürmez bir gerçek. O “yürü” derse yürünür, o “dur” derse durulur, “toplanın” derse toplanılır. Kendini müzisyen yapan sola rağmen CHP vekilliği yapanlar, emekli vekillerin çakarlı araç kullanma “hakkından” yararlanmakta beis görmeyip çocuklarını çakarlı araçlarla gezdirirler. Bir vekil adayı gelir Yorum konserinde boy gösterir, ardından meclise girer, sonra da çözüm süreci onun üzerinden ilerler. Sahneye başka vekil gelir, sonra CHP’den adaylık koşturur. Şimdi bu çizgiyi uyarıyorsak işçi emekçilerin sahnesinin bu tiplere açılmaması gerektiğini söylüyorsak hakaret mi etmiş oluyoruz?

Ekrem maskesi konulu eleştiri bu hatta gelişmişti. Aynı örneği tekrarlıyoruz, on yıl içerisinde Suriye Kürtlerinin mücadelesi ve geleceği IŞİD artıklarının iradesine bağlanmıştır. Sol da bu yürüdüğü bu yol üzerinden CHP ile birlikte halkın AB-TÜSİAD sermayesine bağlanması sürecine ortaklık edecektir. Politik kâhinlik de değil, önyargı da değil. Diyalektik gereği eldeki veriler bu sonuca çıkar, şartlar değişmedikçe. Eski durum yadsınarak ilerleniyor, şimdi bu uyarıyı yapmayalım mı?

Muse ve boykot özelinde düşündüğümüzde daha bizim sinemamızın emek ve sınıf tarihi-mücadelesi açısından köşe taşı filmlerini sol, kitlelere tanıtmıyorsa Muse’dan ve Gülşen’den medet umar hâle gelir. O filmleri de bir yazıda derleyip tanıtmak görevimizdir.

Bugüne kadar özel üniversite öğrencilerine yönelik solun bir çalışması mı var mıdır? Yoktur. Tüm solun tek haber biçimi, çalışanlar üzerinden “Özel üniversitelerde emek sömürüsü var”dan öteye geçememiştir. Bu bağlamda, özel üniversitelerin öğrenciler bazında hangi sınıfı sömürdüğü istatistik verilerle sonraki yazılarımızda açıklanacaktır. O da bizim tarihsel görevimizdir.

İstatistiği esas kılan, canlı tanıklıktır:

“Kardeşim özel bir üniversitede iki yıllık bir bölüm okuyor, yüzde elli burslu. İlk yıl 90, İkinci yıl 140 bin ödeyecek. Hem de ikinci öğretim. Bu parayı çıkarmak ve aileye katkı sağlamak için gündüzleri çalışıyor. Gündüz çalışıyor, akşam okula gidiyor. Şu an tüm hayatı bu. Dışarıda okusa çalışma imkânı olmayacağı gibi daha çok gider oluşacaktı. İstanbul’da birçok özel üniversite öğrencisinin durumu bu. Özeller de firmalarla bağlantılı şekilde iş imkânı sunma reklamıyla öğrenci çekiyor.”

Bu paylaşım, bir önceki yazıda değindiğimiz özel üniversitelerin İstanbul’da çoğalmasına dair paylaştığımız görüş üzerine geldi. İstatistiği canlı kılan 700 bin örnek var. Hangi sol, halkın cebine kimin el attığını ve halkı nasıl sömürdüğünü dile getirip özel üniversite öğrencilerine politika örüyor?

Bizim safımız, “Bunlar bizim olağan hayatımızı boykot sanıyor” diyerek boykot listesine tepki gösteren emekçinin safıdır, onun dertleri bizim derdimizdir. Dertlerini sahiplenme gibi üstenci kibirde değiliz, tam olarak dertlerde ve acılarda ortağız, paydaşız.

İmamoğlu’nun peşinden gidenler, dönüp İstanbul’da en ucuz kiraya bakmadığı sürece kapanma günlerinde emlakçıların dillendirdiği “İstanbul New York gibi olacak” reklamını da anlayamaz. Belediye kentsel dönüşümle yaptığı siteye beş oyuncaklı çocuk parkı ekleyip binaların altına zincir market açtırınca o sitede en ucuz kira 30 bin oluyor. Sol, niye bunu boykot etsin ki?

Halkın evlerine göz dikenler, Halkevleri’nin Sendika haber sitesinin peşinden giderse eylemciye notlar türünde yayınladığı dijital güvenlik rehberine ve wp iletişim hattına varır. Eylemci için dijital güvenlik rehberi, tüm solun CHP belediye binalarını korumak için alanı doldurması demektir. Bunların bütün derdi, bireyin “güvenliğini” sağlamak adı altında halkın bütünlüğünü bozmaktır.

6 yaşında çocuğun başı örtülürse “gericilik” diyenler, 6 yaşındaki çocuğun bedenine tıbbî müdahale yapılıp cinsiyet değiştirmesine “ilericilik” derler. Her ikisine de karşı çıkmayanlar, emperyalizme hizmet eder. “İlerici ve gerici” sınıf dinamikleriyle belirlenir. Solun bu çürümüş tarihsel görevlerine çomak sokmaya devam edeceğiz.

S. Adalı
5 Nisan 2025

05 Nisan 2025

,

Tabiyetçiler

“Kaypakkaya ölümsüzdür” [Brezilya]

 

Hikmeti Tabiyeci (kısaca tabiyetçi) orta sınıfın sırtını sıvazladığında, gönlünü hoş tuttuğunda işlerinin açılacağını bilen, ona hizmet eden bir uyanık.[1] Boykot günlerinde çektiği videosunda “Bizim boykot farklı” derken Filistin boykotunu kastediyor. Onu geri, ilkel, yoksul ve fazla emekçi bulduğu için rahatsız oluyor. Mizah anlayışı yerlerde sürünen sokak çizimleri ilkokul düzeyinde. Buna “filozof” diyorlar ama felsefeden zerre anlamıyor. Kendisine “ressam” diyor, cin ali düzeyindeki bipolar çizimlerini resim diye satmaya çalışıyor. Gezi’nin ekmeğini yiyenlerden. O tezgâhta sergiliyor “eserler”ini. Reklâmcılık CV’sini kabartıyor. Patronlara yalvarıyor.

Yaptığı işlerde orta sınıf için yük hafifletiyor. Tüm siyaseti, ideolojisi ve teorisi, orta sınıf için. Çizimleri de paylaşımları da bu sınıfın hizmetinde. Hizmete tabiyetçi.

Örgütünde kendisine burjuvazinin devrimciliği, ilericiliği, kurtarıcılığı, özgürleştiriciliğinden gayrı bir şey öğretilmemiş. Sadece bu sınıfa hizmet etmeyi hikmet zannediyor. Tabiyetçiliği ona dair.

Gezi günlerinde tanıştık kendisiyle. Biz, Mustafa Suphi ve ilk dönem komünist hareket konusunda farklı bir bakış açısı sunduğumuz için TKP kodamanları, rahatsız oldular. Bir bir eleman gönderdiler[2], İştirakî çalışmasını baltalamak adına. Bu tabiyetçi de Suphi anması vesilesiyle temas kurdu. İçinde yer aldığı anma faaliyetine katıldık. Sahneye çıkan eski TKP’liler, kişisel kinlerini kustular, birbirlerine küfür ettiler, “bizden bir şey olmaz” deyip sahneden indiler. Suphilerin adı geçmedi.

Sonra bu tabiyetçi, doğalında, bir taş olarak yine çıktı karşımıza. Biz o dönemde Antikapitalist Müslümanlarla temas hâlindeydik. Bu tür kopuşları önemsiyorduk. Tabiyetçi, orada da karşımıza çıktı. Bugün seküler takılan, sekülerlere akıl veren tabiyetçi, o günlerde “devrimci İslam” diyen bir kişinin afişlerini asıyordu. Bu kişi, HDP listesinden vekil adayı olmuş, ama listedeki yerini beğenmemişti. Bu Muhammed Nur Denek isimli zat, o günlerde anarşist oldu, anarşistlerle komün kurma sevdasına düştü. Tanıyanların dediğine göre, bugün Balıkesir civarında emlakçılık yapıyor, komün kuracağım diye topladığı arazileri satıyor, dünyalık biriktiriyor.

Tabiyetçi de aynı tıynete sahip biri. Bir akşam birilerinin talimatıyla evine davet etti. Ev arkadaşı, “Sarı Sol”[3] yazısında eleştirdiğimiz kişi. Bu zat, sonrasında NATO’nun eğitim erlerinden biri oldu. Burjuvazinin tanrısı “yürü ya kulum” dedi, o da yürüdü.

O geceki tartışmada tabiyetçi, yurtdışına pazarlama kursu için gittiğini (kimin parasıyla gittiği muamma!), o kursta öğrendiği şeylerin sosyalist hareket tarafından kullanılması gerektiğini, neticede solun da bir mal sattığını, artık prekaryanın devrimci olduğunu söylüyordu. Tartışmanın bir yerinde şunu dedi: “Valla üç yıl içinde devrim oldu oldu, olmazsa ben işime bakarım, zengin olacağım ben.” Bu sözün sebebi sabah anlaşıldı. İçerideki odadan sevgilisi çıkageldi. Kendisinin fabrika sahibi olduğunu öğrendik. Demek ki tabiyetçi, “üç yıl içinde evlenme” planından söz ediyordu. Sınıf mücadelesi de sosyalizm mücadelesi de bu plana tabiydi. O zengin olmak, üst orta sınıf mertebesine yükselmek istiyordu.

Şefleri de aynı yolu yürüdüler. Çalışmadan, kolay yoldan para kazanma kervanına dâhil oldular. Bitkoyinci oldular. Bir belediyede çalışan emekçi genci kandırıp ekibe dâhil ettiler. Bitkoyinlerin değerindeki iniş-çıkışları önceden tahmin eden bir yazılım hazırladıklarını, batmalarının imkânsız olduğunu anlatıyorlardı. Bu sözün edildiği günün sabahı, piyasada ani bir düşüş yaşandı. “Batmayız” diyenler, battılar. Oysa o yazılımla Bill Gates’i bile batırma planları yapıyorlardı! İnternetin komünizmi getireceğini söylüyorlardı.

İşte TİP, bu tür isimleri örgütledi. Hepsi de bugün Amerika ve İsrail’in Ortadoğu’daki yürüyüşüne destek çıkıyor. Biz, bu desteği eleştirince nedense sosyalist ve devrimci düşmanı oluyoruz!

Orta sınıfa uşaklık etmek, tabiyetçiye Ayşe Arman’la röportaj yapma şansı sunuyor.[3] Kendisini burjuvaziye pazarlama işleminin başarıyla neticelendiğini görüyoruz. Tabiyetçiye Ayşe Arman ile Sera Kadıgil’in birlikte sahip çıkmasının sınıfsal anlamını burjuvazinin kahyası ve bekçisi olmaya yazgılı orta sınıfta aramak gerekiyor.

Kendisi hakkındaki kötü yorumlar yüzünden, Boykot eylemini fırsat bilip insanları Ekşi Sözlük’ün üzerine salıyor. Bir zamanlar kendisinin de yazarı olduğu sitenin linçlenmesini, boykot edilmesini istiyor. Solu orta sınıfa peşkeş çekiyor, her şeyi orta sınıf adına gasp etmek için uğraşıyor. Linç ve cancel pratiğini onun için ifa ediyor. Orta sınıfın öncü askeri olarak her yana saldırıyor. Bunlar solcu değil, reklâmcı!

Hazırladığı videoda marka değerinden bahsediyor. “Ürünlerin marka değerini biz belirliyoruz” diyor. Bunu matah bir şeymiş gibi anlatıyor. “Emperyalizm” gibi “kapitalizm” kavramı da bu tür küçük burjuvalar eliyle lügatten siliniyor. Emperyalizme karşı çıkmak da kapitalizme karşı çıkmak da gerici, ilkel ve yabanî bir eylem olarak kodlanıyor. Tabiyetçi, hepimizi “terörist” ilân ediyor. Markaların değerini tayin eden solcular, markalara uşaklık ediyorlar. Meta fetişizmi, yeni dinler ve yeni müritler buluyor.

Hizmeti tabiyetçinin “Biz” dediği, orta sınıf. Konuşmasının bir yerinde, solun özünde orta sınıfa ait değerler olduğunu söylüyor. “Şirket sahipleri, AKP’li de olsalar, orta sınıfı ve onun değerlerinin somutlaşmış hâli olan solu gözetmek zorunda kalıyorlar” diyor. Bir reklâmcı ve pazarlamacı olarak kitleye akıl veren tabiyetçi, “orta sınıf sol” ya da “sol orta sınıf” diye bir şey olmadığını, orta sınıfın bizatihi sol olduğunu söylüyor. Yani tabiyetçi, örgütlere şunu öneriyor: “Orta sınıf ormana gidip çığlık atıyorsa, yoga yapıyorsa, bencilleşiyorsa, veganlaşıyorsa, ırkçılaşıyorsa siz de olun. O ne yaparsa onu yapın. O ne olursa o olun. Ben öyle yapıyorum.” Orta sınıf ile sol arasındaki doğrudan ilişkiyi bu kadar açık ve yalın bir dille ortaya koyduğu için tabiyetçiye teşekkür etmek gerekiyor.

Tabiyetçi şahsında orta sınıf, solu gasp ediyor, mülküne geçiriyor. Belirli bir dönem proletaryaya ait olmuş olan tüm birikimi ya tasfiye ediyor ya da ona el koyuyor. Sınırlarını kendisi çiziyor. Kendisine zarar verecek dikenleri temizliyor. Proleter olanı yok ediyor.

Marx, orta sınıfın yukarıdaki on bini koruma görevini üstlendiğini söylüyor. “1848 ile birlikte proletaryanın orta sınıfla bir işi kalmadı” diyor. Tarih boyu tartışılan orta sınıf veya küçük burjuvazi, gelinen noktada proletaryasız solculuk, emeksiz “sosyalizm” yalanına sarılıyor. Proletaryanın birikimine el koyuyor, onu kovuyor.

Dolayısıyla, bugün “tüketim grevi iyi ama ah keşke bir de üretim grevi olsa” diyenler, bağıra bağıra yalan söylüyorlar. Bunlar, proletaryanın iradesine alan açamazlar, onun özneliğine asla tahammül edemezler. En başta o sendikaların başlarına çöreklenenler izin vermez. Ait oldukları örgütlerin, o örgütlerin kulu kölesi olduğu CHP’nin genel grevi örgütlemek gibi bir derdi olamaz. Onlar, o grev olmasın diye varlar zaten. Bu gerçeği kendileri de biliyorlar. Gaz alıyorlar. “Üretim grevi” talebini dillendirecek kişilerin başlarını okşayıp onları sakinleştirmeye çalışıyorlar. Tüketim grevi, üretim grevi olmasın diye var. Bunu söyleyen bizi “işçi hareketi düşmanı” ilan edecekler yakında!

Aynı şekilde, Gezi zamanında dillendirilen, bugün de gündeme getirilen, “ah şu Kürtler de isyan etseydi” lafı da koskoca bir yalan. Kürtler isyan etse ödlerini rektumdan aşağı bırakacak kişilerin Kürtlerin isyanını istemeleri, mümkün değil. Zaten Kürtlerle “anlaşıldığı” için Gezi olabildi. Din ve millet düşmanı kılınmış, devletin ve sermayenin bireyine göre inşa edilmiş kişiler, korkuya kapılıp sokağa çıktılar. Kitlenin ana hattını bunlar oluşturduğu için Gezi geri çekildi. İçteki İngiliz’in inşa ettiği kudret, hem pay istiyor hem de ortama çekidüzen veriyor. Olan bu.

O İngiliz’in, o Avrupa’nın Gürcistan’da kışkırttığı liberal kalkışmaya buraya mesaj vermek adına destek sunan Partizan gibi çevrelerin “devrimci hareket” dediği de orta sınıfın kaşıntılarıdır. Dün Gürcistan için yazılan yazı, İmamoğlu için yazılmıştır. Proletaryadan tiksinenler, işçi olmaktan utananlar, komünist hareketi tasfiye etmişlerdir. İbrahim’in kasketi, yerini golf şapkasına bırakmıştır. Dersim’in sınırlarını aşmak isteyenler, Dersim’e avcılık için gelen zenginlerin ideolojisine bağlanmıştır. Önce legebeteci, şimdi de İmarocu olunmuştur.

Komünist hareket, bu orta sınıfın “devrimci hareket”ine karşı gelmeye mecburdur. Orta sınıf solcuları, hem bizi tasfiye etmek, yalnızlaştırmak için uğraşıyor hem de bizi linççi sürülerin önüne atıyor. Eleştiriyi bu şekilde ortadan kaldıracaklarını sanıyor.

“Devrime cephe gerisi lazım. Bu cephe gerisini Avrupa olarak belirlemiş olan sosyalist hareketin ihanete kılıf örmekten başka bir işi olamaz. Devrimin cephe gerisi olarak Avrupa’yı görenler, burada CHP’yi Cephe kabul etmek zorunda. Kendi üç kuruşluk akıllarıyla Parti pozu kesip sol siyasete yön verebileceklerini zannediyorlar. Avrupa’da sömürgecilikle edinilmiş maddi zemine hiç bakmayan sol, sömürgecilikle inşa edilmiş aklını halka, işçiye, ezilene dayatıyor. Sömürgeci akıl, en fazla, emperyalistlere uşaklığı meşrulaştırabiliyor.”[5]


İmamoğlu’na destek veren, bu gelenekten gelen bir ekip, destek karşılığında 1 Mayıs mahallesinde küçük bir parkta bir çay ocağı işletmesini kaptı. Mahalledeki uyuşturucuya, çürümeye, kentsel dönüşüme, finans mahallesine gözlerini kapadı. Örgütün üyeleri, sabahtan gece yarılarına kadar o çay ocağının bahçesinde kumar oynadılar. Buna “Maoist pratik” dediler. Bu durumu eleştirenleri taşlamanın bir anlamı yok. Doksanlarda uyuşturucu parasını bölüşemedikleri için örgütü bölenlerden işçi sınıfına da halka da bir hayır gelmez.

Biz, Marksizm-Leninizmin rahlesi önüne, hakikati ucuz ve yavan AKP, daha doğrusu Erdoğan alerjisi ile örtbas etmek için diz çökmedik! Hakikatin savaşçılığını yapmaktı derdimiz. Orta sınıfın Erdoğan alerjisi ve rahatsızlığına ortaklaşmıyoruz. Proletaryanın derdine ve öfkesine örgütlüyüz. İbrahim’i orta sınıfın maskeli balosuna bir renk olarak iliştirmeye çalışanlar, bu gerçeği anlayamazlar!

Eren Balkır
4 Nisan 2025

Dipnotlar:
[1] “Bizim Boykotumuzun Farkı”, 31 Mart 2025, X.

[2] İbrahim Kaypakkaya’yı da kireçleşmiş zihinlerin dışında idrak etmeye, ona talip olmaya çalıştık. Bu taliplik, yıllarca Kaypakkaya imajını pazarlayan, içini boşaltanları rahatsız etti. Onlar da TKP’liler gibi İştirakî pratiğini mülk edinmek için uğraştılar. Bunu yapamayanlar, dün “İştirakî’yi sahipleniyoruz” diyenler, bugün ucuz ve korkak linç kampanyalarıyla bize saldırıyorlar. Boşa uğraşıyorlar.

[3] Eren Balkır, “Sarı Sol”, 16 Haziran 2021, İştiraki.

[4] Ayşe Arman, “Huzurlarınızda Hikmeti_Tabiyeci”, Arman.

[5] Eren Balkır, “İtten Aç Yılandan Çıplak”, 24 Temmuz 2023, İştiraki.

04 Nisan 2025

Beyazların Devrimci Gazetesi: Patriot

Patriot [“Vatansever”] Kara Panter Partisi ile ittifak kurmuş olan solcu beyazların devrimci örgütü Vatanseverler Partisi’nin yayın organıdır. 1970 yılında Washington’da yaygın olarak dağıtılmıştır.

Vatanseverler Partisi ilk başta Şikago’da Genç Vatanseverler Örgütü adıyla kuruldu. Sonrasında Vatanseverler Partisi ismini alan örgüt, ülke genelinde örgütlendi. Genç Vatanseverler Örgütü, Kara Panter Partisi’nin önde gelen isimlerinden Fred Hampton’ın Şikago’da kurduğu Gökkuşağı Koalisyonu’nun bir parçasıydı.

Beyazların üstün olduğu fikrine karşı çıkan örgüt, gömleklerine ufak bir konfederasyon bayrağı iliştiriyorlardı.

1970-1971’de Washington bölgesinde 18. Cadde’de bulunan Kara Panter bürosunda ve 17. Cadde’deki topluluk merkezinde faaliyet yürüten örgüt, örgütlenme faaliyetlerini daha çok beyaz işçilerin yaşadığı Washington’ın güneybatısına ve Prince George’s County’nin kenar mahallelerine yoğunlaştırdı.

Washington’daki üyelerinden biri de Vietnam’dan yara almadan kurtulan eski bahriyeli Danny Embry’ydi. Embry, grevdeki mobilya işçilerine desteğe giderken yolda bir polis otosuna çarptı ve sakat kaldı. Washington bölgesindeki Vatanseverler Partisi’nin merkezinde Embry, eşi Elise ve Jenny Stearns bulunuyordu.

Partinin diğer önemli örgütçülerinden biri de George Washington Üniversitesi’ndeki Demokratik Toplumcu Öğrenciler grubunun eski başkanı Steven Nick Greer’di.

Kara Panterler’in halka hizmet programlarını taklit eden parti, çocuklara ücretsiz kahvaltı vermeye, özgürlük okulu kurmaya dönük adımlar attı. Ayrıca işçi mahallelerinde sağlık klinikleri kurdu.

Fakat parti, bir yandan da liderlerinden birisinin Baltimore’daki bir Kara Panter’in muhbir olduğu gerekçesiyle öldürülmesi emrini verdiği suçlamasıyla Mayıs 1970’te soruşturmaya tabi tutulması gibi sıkıntılarla mücadele etmek zorunda kaldı.

Ayrıca polis, Washington’daki Kara Panter bürosunu birkaç kez bastı. Bu da bölgedeki Panterlerin korunması konusunda sürekli teyakkuzda kalınmasını zorunlu kılan bir durumdu. Washington’daki tehditlerin yanında, Baltimore’daki biri dizi Panter’in ve Turco’nun yargılanması sebebiyle Kara Panterler’in Washington bölgesindeki örgütlenme faaliyetleri epey sekteye uğradı.

1971 yılının ortalarında Washington’daki örgüt, Panterlere destek komitesinden farksız bir yapı olduğunu gördü.

Örgütün aynı isimle kurulacak olan sağcı örgütle bir ilişkisi yoktu.

Beyazların Kara Panter Partisi ile ittifak kuran iki örgütü daha vardı: Şikago’daki Öfkeyle Ayağa Kalk, ayrıca Michigan eyaletindeki Detroit ve Ann Arbor şehirlerinde faal olan Beyaz Panter Partisi.

Robert Simpson
7 Mayıs 2020
Kaynak

*  *  *

Ne İstiyoruz?


1. Biz özgürlük istiyoruz. Ezilen beyaz toplumunun kaderini tayin etme yetkisi talep ediyoruz.

2. Biz, ezilen beyazların tümüyle istihdam edilmesini, üretim araçlarının halka teslim edilmesini istiyoruz.

3. Ezilen beyaz toplumunun kapitalistlerce soyulmasına bir son verilmesini istiyoruz. Bizim hayatta kalmak için yaptığımız şeyler üzerinden kâr elde etmemelerini istiyoruz.

4. Gelir düzeyine bakılmaksızın, herkesin düzgün ve yeterli barınma imkânına kavuşmasını, her insanın başını sokacak bir eve sahip olmasını istiyoruz.

5. Bu çürümüş Amerikan toplumunun gerçek niteliğini açığa vuran, gerçek tarihimizi bize öğreten, rekabet yerine işbirliği bilinci veren bir eğitim talep ediyoruz.

6. Tüm ezilen beyazların askerlik hizmetinden muaf tutulmasını istiyoruz.

7. Polislerin beyazlara yönelik zulmüne ve işledikleri cinayetlere bir son verilmesini, polisin bizim toplumumuza mensup insanlarca kontrol edilmesini istiyoruz.

8. Merkezi hükümete, eyalet yönetimlerine, şehir ve ilçe idarelerine ait hapishanelerde tutulan tüm ezilen beyazların özgür olmasını, bizim insanlarımızın kendi toplumlarına mensup insanlardan veya akranı olan insanlardan oluşan jürilerle yargılanmasını istiyoruz.

9. Şirketlerin ve tekelci çiftlik sahiplerinin topraklarımıza tecavüz etmemesini, toprağın temel ihtiyaçlarını karşılasınlar diye halka iade edilmesini istiyoruz.

10. Kapitalizmin halkı bölmek için kullandığı birer araç olarak ırkçılığa ve cinsiyetlerarası eşitsizliğe son verilmesini istiyoruz.

Biz, halkın çıkarına olan bu hususları talep ediyoruz ve biz halk olarak bu talepleri gereken her türden araçla gerçekleştireceğiz ve elde edilen kazanımları ne pahasına olursa olsun savunacağız.

Vatanseverler Partisi Programı
21 Mart 1970
Kaynak

03 Nisan 2025

,

Putların Alacakaranlığı


Esasında bir manzara, olay ya da durumun videosunu çekmek isteyenler telefonun ekranına baktığından, gerçeği ıskalayıp sadece ekrana yansıyanı görürler. Ekrana yansıyan, gerçeğin bir parçasının alınıp bütünden ve çevresel şartlardan ayıklanmış hâlidir.

İki haftadır yaşanan süreç, sol hareketlerin ekranına hapsettiği gerçekliklerdir ki bu yansıma, tüm çevresel şartların ve bütünlüğün devre dışı bırakılmışlığına denk düşer. Birden fazla ekrandan yansıtılan görüntüler, özünde birdir: CHP gerçekliğidir.

19 Mart’a gelinen süreçte parçalı biçimde yükselen fakat kazanım elde edilen işçi direnişleri, Suriye’de Alevilere dönük katliamlara yönelik kitlesel tepkiler, derinleşen yoksulluğun acı sonuçları vardı. Tüm bu süreç, bir günde CHP’nin söz, karar, yetkisiyle uzak bir geçmişe hapsedilircesine, belleklerden kaçırıldı.

Maltepe mitingini Evrensel, Sendika ve Birgün, neredeyse aynı başlıkla verdi. Evrensel, miting sonrasında 2,2 milyon insanın toplanması karşısında halk olarak başarabileceğimizin propagandasını “Başarabiliriz” manşetiyle verdi. “Genel grev, genel direniş” talebinin yükselişine işaret etti. Hâlbuki gerçek öyle değildi. Bu talebi dillendirenler, kendilerine yakın sol partilerdi.

Bir miting alanında bir çevrenin attığı slogan, kitlenin tamamının talebi olamaz. Bu sloganla kitlelere yön tayin edileceği iddiasının özü, CHP çatısı altına girip ondan pay istemektir. 19 Mart’tan beri ortada duran gerçek ise CHP’dir. Başkanı; neden İngiliz İşçi Partisi’nden destek açıklaması gelmediğini, partisinin Batı emperyalizmiyle bütünleşmek istediğini, ülkeyi AB’ye ve Batı’ya şikâyet etmekte beis olmadığını çünkü demokrasinin bir iç soruna denk düşmediğini dile getiriyor; geçen yıl olduğu gibi bu yıl da önce Taksim deyip sonra dümen kırıyor. Hiçbir sol çevre, bu mandacılık ve ilkesizlik karşısında tek sözcük eleştiri getirmiyor.

Önce sendikalara -KESK ve DİSK- grev gibi bir imkânlarının bulunduğunu öneriyor fakat sendikalardan ses çıkmıyor. O sendikalar, zaten genel grev yapılmasın, CHP’li belediyelere yönelik yapılırsa da bitirilsin diye var. Her iki sendika da dolaylı-doğrudan CHP’nin çalışma yaşamı dernekleridir.

Bir eleştiriden dolayı hakaret edenler de dönüp Yeni Demokrasi'de yayınlanan süreç değerlendirme yazılarında geçen eylemlere milliyetçi-ırkçı çevrelerin rengini verdiği ve egemen partiler arası gerilimin doğru “yönlendirilirse”(!) işçi sınıfı ve halk adına evla olduğu yönündeki cümlelere bakmıyor.

Evrensel, Birgün ve Sendika ise CHP’nin boykotuna bel bağlıyor. Onu daha kabul edilebilir duruma dönüştürmek için öğrencilerin tüketim boykotunu manşet yapıyor. Daha düne kadar tüm toplumsal hak arayışlarında işçi sınıfı arayan ve yoksa üstüne bir çizgi çeken Evrensel ve türevleri, bugün “halk” diyerek CHP’ye methiyeler diziyor.

Bugün nedense işçi sınıfı tartışması yürütülemiyor. On günlük dinamizmin zirvesinin Maltepe’de inşa edilmesi, süreci baştan sona CHP’nin yönettiği anlamına gelir. Zafer Partisi başkanı için destek açıklaması yapıldıktan sonra alandaki şoven grupların sayısı da gitgide arttı. Her şeye rağmen kitlenin “halk” olduğunu söylemek, herkesin herkesle kol kola girmesinde beis olmadığını, halkın CHP ve onun sol eliyle hazırlandığını gösterir.

On günlük sürecin ardı, bayram sonrasına gelen bir günlük boykota tekabül ediyor. Merdan Yanardağ, Maltepe miting alanından katıldığı kendi kanalının canlı yayınında, boykotu etkileyecek olanın orta sınıflar olduğunu çünkü alım gücünün kısmen de olsa bu sınıfta bulunduğunu söylüyor. Şahsın amaç ve ideolojisinden bağımsız düşünüldüğünde, gerçeğin dile getirildiği söylenebilir. Özünde tüm on yılların ekonomi politik tespiti bu cümlede özetleniyor. O yüzden “Bunlar bizim olağan hayatımızı boykot sanıyor” yakınmasının ne anlama geldiği sınıfsal bilinçten kaçırılıyor, bunu sol yapıyor.

Sol, orta sınıfa ve partisine umut bağlıyor. Onda laiklik, alım gücü, yaşam biçimcilik görüyor. Yıllardır emperyalizme hizmetin yükümlülüğünü çatısının altına sığındığı HDP’ye devredip kendini aklarken bugün rüzgârı CHP oluşturduğundan, emperyalizme hizmeti CHP çatısı altında yürütüp sorumluluğu CHP’ye atıyor. O yüzden, bugünlerde solun diline yapışan “halk” sözcüğünün neden bu kadar zikredildiği burada aranmalıdır.

CHP sokağa çağırmadıkça sol çevreler, kendi çapıyla beş bin kişiyi bir meydana da yürüyüşe de çağıramaz. Bu gerçek aşılmadıkça AB-TÜSİAD sermayesine halkı bağladıkları tespiti de değişmez.

Evrensel, İmamoğlu’nun boykotu destekleyip burjuvaziye moral verdiği ve onlara zeval gelmeyeceğini iddia ettiği açıklamayı manşetten paylaşıyor. Yıllardır bunu yapıyor çünkü eleştirildiğinde, “Biz haberi olduğu gibi paylaştık” gibi bir safsataya sığınacaklar. O yüzden gazetelerinde emperyalizmi öven köşe yazarları da “konuk yazar” oluyor. Evrensel'in gazetesine konuk ettikleri burjuvazi ve emperyalizmdir. Dolayısıyla, bunların “halk” dediği CHP’dir.

Aynı şekilde, Maltepe mitingiyle aynı günde Sol Haber, Kadıköy halkının yürüyüşe geçtiğini haber yaptı. “Halk” dedikleri, kiraların 40 bin bandında gezdiği Kadıköy halkıdır. TKP’nin “yürüteceği” kitle sadece orada vardır. Yüzde seksen CHP’ye oy çıkan yerde TKP kendine “kızıl” CHP rolü biçebilir.

Bir günlük boykota gelince, bu boykota katılıp satışlarını bir günlüğüne durduran yayınevleri, bir sonraki hükümete CHP’nin geçeceği umuduyla bu eylemi gerçekleştirirken kısa vadedeki beklentisi daha çok “müşteriye” ulaşmak için satışını bir günlüğüne durdurduğunu gösterir. Burada, bir pastane açılışının ilk gününde tüm ürünlerin ücretsiz olmasından farksız bir ticari kurnazlık söz konusudur. Orta ve uzun vadede ise CHP hükümetinin kültür entelijansiyasının ortakları olmaktan öte bir anlamı yoktur.

Tüketimden gelen gücü kullanmak gibi bir argüman, burjuva demokrasilerinin ve orta sınıfın güçlü olduğu ülkelerde uygulanabilecek sivil toplumcu bir protesto biçimidir. Bir günlük boykotun hiçbir hedefi olmadığı gibi kayıkçı kavgasına öğrenci hareketini payanda etmektir. Ortaya saçılan öznesizlikte sol, kitle kuyrukçuluğu yaparak, genci, öğrenciyi ve liberali kendine özne tayin etmiştir. Onlar öyle istiyor diye her eyleme sorgusuz sualsiz biat edip hiçbir ekonomi politik çözümlemeyi getirememektedir. “Çare sandıkta değil” diyen çevrelerin neredeyse tamamı Maltepe mitinginde boy göstermiştir.

Bugün ortalama bir ev kirası bir asgari ücrete denk düşüyor. Büyükşehirlerin bir kısmında öğrenciler, okul dışında kalan zamanı part-time denen sömürü koşullarında çalışarak geçiriyor. İki asgari ücretle geçinmeye çalışan ailelerin “ek geliri”, okul dışında çalışan öğrenci çocuklarıdır. Artık başka bir şehirde üniversite okutmak aileler için altından kalkamayacakları ağır bir yüke dönüştüğünden, İstanbul özelinde özel/vakıf üniversiteleri devreye giriyor. Başka bir şehirde okutmaktansa yüzde elli bursluluk adı altında bu ailelerin çocukları/öğrencileri birer müşteriye dönüştürülüp üniversiteler de diploma basım merkezine evriliyor. Hiçbir sol, bu gerçeği görmeyip, kaba bir yaklaşımla “Özel üniversite ticaret merkezidir” diyor. Özel üniversitelere metropoldeki yoksul ailelerin çocuklarının gittiği gerçeğinin üzerini bilinçli bir şekilde örtüyor. O çocuk, okul dışında kalan zamanda çalışıp taksitlerini çıkarıyor.

Bugün hiçbir sol çevre, özel üniversite gerçeğinin hangi sınıfı sömürdüğüne yönelik tek cümle açıklama yapamaz. Öğrenciye değil patrona yönelik açıklama yapanlar, o üniversitelerde ders alan hocaların soludur. Gerçek bir öğrenci hareketinin sınıfsal açıdan nereden ve nasıl başlayacağı, boykotun hangi amaçla nasıl düzenleneceği, hangi yaşamların özünde zaten doğal “boykot” olduğuna siyaset örülmesi bu sol ile mümkün değildir.

Bugünkü boykotun anlamı “alım gücümüz var ve biz satın almayarak sizleri zarara uğrattık” demektir ve bu yaklaşım, halk gerçeğine ihanettir. Alım gücü olan, boykot eder. Daha düne kadar “halkın alım gücü eridi” diyen sol çevrelerin sınıfsal hattı da yalandan ibarettir. Alım gücü olmayan halk, tüketimden gelen “gücünü” nasıl kullanabilir? Bu sorunun yanıtı solun tüm putlarını alaşağı eder.

Bu bağlamda, Filistin’e destek için düzenlenen boykotu bu düzlemden ayırmak gerekiyor. O boykotlarda kısmi olarak alımın geri çekilmesi vardı çünkü boykotun hedefi açısından İsrail ve ona destek veren burjuvazi söz konusuydu. Bu yüzdendir ki AB-TÜSİAD sermayesinin solu Filistin’e destek boykotlarına katılmamıştır. Hiçbir sol çevre, bu boykotu destekleyen bir cümle destek açıklaması dahi yapmadığı gibi “ama, fakat, lâkin” ile boykotu engellemek için çırpınmıştır.

Kitleyle oy yönelsemesini ayırmamak, sınıfsal gerçekten zerre anlamamaktır. Bu yüzden, gerek bugünkü boykot gerekse halk sınıflarına bakış partilerin tabanları üzerindendir ki CHP tabanının ekonomi politiği yoksulluğa çıkmaz. Oy yönelsemesine saplanıp kalan sol, “Çare sandıkta değil” dese de halk ve sınıfa o sandıktan baktığı içindir ki CHP tabanı dışında siyaset öreceği yer yoktur.

Özetle, bugünkü “1 günlük” (tam da aynı addaki gazetenin siyasi çizgisiyle örtüşecek şekilde) boykot, tüm satın alım işlemlerinin durdurulması anlamına gelir ki bu da yoksul halk sınıflarının gerçeğine apaçık ihanet etmek demektir. Öte yandan, tüketimden gelen gücü kullanmak, bu ülkede sendikaların olmadığı gerçeğini de kabul etmektir.

Bizim savunduğumuz boykotun özünü ve sözünü iki yıldır yazılarımızda dile getirmeye çalıştık. Sokaktan ne duyuyorsak, yazılara onu taşımaya çaba gösterdik. O yüzden, İmamoğlu’nun düşüncesinin aksine gerçek bir boykot burjuvaziyi rahatsız etmelidir, etmiyorsa tüm sol CHP’lidir.

Sonuç olarak, sokağa CHP’nin ekranından ve zaviyesinden bakmayacağız. O ekran, solun putlarının alacakaranlığıdır, o putları devirmek de bu solun bizler için yaktığı ateşe rağmen, İbrahim gibi görevimizdir. Bu görev bilinciyle hareket ettiğimizden, bu sol, bize saldırarak kendi açığını kapatmayı politika diye kitlelere ajite ediyor.

S. Adalı
3 Nisan 2025

02 Nisan 2025

,

Koç’un Uşağı


Algoritmanın Esiri

Bugünlerde sosyal medya algoritmalarının son dönemde yapılan eylemleri akışta yansıtmadığı iddiası, fazlasıyla dillendiriliyor. Aynı algoritma yüzünden Duvar gazetesi kapandı. Algoritmayı en çok da “internet, komünizmi getirecek, özgürlüğün kayıp anahtarı Silikon Vadisi'nde” diyenler eleştiriyorlar.

Somut, gerçek, canlı ve dinamik kitlesel bağlar kurmak, kurumlar inşa etmek yerine herkes, bugün efendilerin araçlarına örgütlenmişliğin cezasını çekiyor. Ama kimse, eylemlerle ilgili paylaşımların neden akışa yansıyabildiğini, hiç takip edilmeyen kişilerin tvitlerinin neden görüldüğünü, bu tvitlerde havanın neden birden boykottan yana estiğini izah etmiyor.

Algoritma karşıtlığı, kitleleri bireyler düzeyinde, egemenlerin oyuncağına örgütlüyor. Dün büyük zenginler işlerini görsünler diye icat edilmiş olan akıllı telefonların neden herkesin eline verildiğini, bunun sosyolojisini ve ekonomi-politiğini kimse tartışmıyor. Herkes ilerlemeci, herkes fazla burjuva.

Akıllı telefonlarla tek tek herkes, robotlaştırılıyor, dijital âlemin efendilerine kul ediliyor. Bu dönüşümün getirdiği bencilliği, kibri ve kayıtsızlığı sevmeyen yok. Solun dilinin de buna göre şekil alması isteniyor. Sol, yeni bir kalıba dökülüyor. O, bu kalıba fazla sevdalı.

Dün Twitter’ın Türkiye müdürlüğüne liberal bir Kürt’ün atandığını duyunca sevinç çığlıkları atanların bugün algoritmayı eleştirmeye hakları yok. Herkes, siyaseti ve ideolojiyi bu dijital ağalara peşkeş çekmelerinin hesabını vermek zorunda.

Boykot, sosyal medyada köpürtülüyor. Dijital dünyanın kensılcıları, linççileri, iptalcileri sahneye çıkıyor, gece-gündüz av kokusunun peşinde, kurbanlarını arıyorlar. Bu coşkunun ardı yöresi hiç sorgulanmıyor. Saçlar, egemenlerin estirdiği rüzgâra teslim ediliyor.

Aziz Nesin Sen Nesin?

1977-78’de Arçelik’te grev gerçekleştirilir. Aziz Nesin, bu grevin patronun ekmeğine yağ sürdüğünü iddia eder. Konuyla ilgili bir hikâye kaleme alır. Zaten krizde olan, mallarını satamayan patronların yapılan grevden memnun olduğunu söyler. Sendikanın patronla çalıştığı imasında bulunur. Sonrasında o sendika ve ait olduğu DİSK, patronların partisine teslim edilir.

1974 sonrası hammadde bulamayan patronlar, o hammaddeyi kaçak yollardan sokmak için mafya babalarıyla çalışır. Ama kriz vurunca mal depolarda çürümeye bırakılır. Aziz Nesin, grevin böylesi bir dönemde gündeme gelmesini eleştirmektedir. Sendikacılar onu işçilere yuhalatırlar. Bir salon toplantısında işçiler “Aziz Nesin sen nesin?” diye bağırırlar.

Bugün yuhalanmayı göze alan bir Aziz Nesin yok. Hatırasını sömürenlerse çok. Dolayısıyla, “bugünkü boykot kimin ekmeğine yağ sürüyor?” sorusunu soracak bir aydına da rastlanmıyor. Herkes, neticede laykının ve dünyalığının peşinde.

“Ekonomik kriz koşullarında boykot kararı alınırken, CHP’nin de desteklediği Mehmet Şimşek ve programından izin ve onay alınmış mıdır?” sorusunu da, “Dün MİT’ten brifing alan CHP, bu eylem süreci konusunda MİT’e bilgi vermiş midir?” sorusunu da kimse sormuyor. Burjuva iktisat uyarınca “Talep Enflasyonu”ndan dem vuranların bu boykotu isteyip istemediklerini, AKP’nin bu boykot ayranını neden köpürttüğünü tartışana rastlanmıyor.

Kitleyi maniple eden, zararsız sulara çeken, herkesin eline kırmızı kart veren CHP’nin bu süreci AKP’nin de ait olduğu devlet adına ve devlet için yürüttüğüne hiç şüphe yok. Tüketim grevi, küçük burjuvalığa taç giydirme töreni. Kitleleri ve öfkesini kontrol altına alma yöntemi. Genel grev olmasıncılık.

CHP yönetimi, basit bir influencer kafasıyla çalışıyor. “Şu kadar kitlemiz var, biz her şeyi yaparız” diyorlar. Boykot kararının ardında bu tür bir kibir var. Muhtemelen ağalar-paşalar, ranttan talep ettikleri payı almak için ezilen-yoksul halk kitlelerini kullanıyorlar. Politikasız politika yapıyorlar.

“Bunlar bizim olağan hayatımızı boykot sanıyorlar” diyen, boykot listesindeki ürünleri zaten tüketemeyen halkın eleştirisinin yakıcılığını hissetmek gerekiyor. O ağalar-paşalar, o harrdan kaçmak için CHP’yi kullanıyor.

Seksenlerin sonunda bir haber çıkıyor. “Halkın yüzde altmışının et yiyemediğini” söyleyen bu haberi yorumlayan Aziz Nesin, “et yiyemediğine göre demek ki halkın yüzde altmışı aptal” diyor. Sonra bu cümle bağlamından cımbızlanıyor. Olur olmaz yerde kullanılıyor. Nesin’in bu fikriyatını kalkandelenler tasfiye ediyor. Bugün kimsenin zaten et yiyemediği koşullarda “Et yemeyin!” demek solculara düşüyor. Bu mizahi durumu kaleme alacak bir yazara artık rastlanmıyor.

Özgür ve Özel Ölçütler

Sol liberaller, kendi taleplerini Z Kuşağı’na söyletiyorlar. Kendi liberalizmlerini Z Kuşağı söyleminin ardına saklanarak dillendiriyorlar. Özgür Özel, bu yüzden şu lafı ediyor: “Z Kuşağı deniyor ya, gerçekten çok farklılar. Milliyetçi ama ülkücü değiller. Muhafazakâr ama ümmetçi değiller. Devrimci ama sosyalist değiller. Demokrat ama uzlaşmacı değiller. Hepsi Atatürkçü.”

Sondaki Atatürk’ün gerçek Atatürk’le bir alakası yok. Ol liberaller, kaba, beton kafalı Kemalizmden arındırdılar partiyi. O “Atatürk”, basit manada, yüce, kutsal ve biricik Birey’e dair bir imgeden, mecazdan başka bir şey değil. İşte Partizancıların dahi katılabilmek için yanıp tutuştukları maskeli balo, o bireyin balosu. Kemalizm eleştirileri, liberal Atatürk’çülüğe bağlanıyor. O baloya girme arzusuna Maoizm damgası vuruluyor. Baloya Mao maskesi de iliştiriliyor.

Özgür Özel, yukarıdaki sözlerinde sosyalist harekete de ölçü ve ölçüt dayatıyor. Ona kıvam veriyor. “Devrimci ama sosyalist değil” diyen, fazlalıkları zararlı gören Özel, ertesi gün “Ben Sosyalist Enternasyonal’in genel başkan yardımcısıyım” diyor. Sosyalizme düşman bu kişiler, sosyalist hareketi sürü gibi güdüyorlar. Fazlalıkları, çapakları efendiler için temizliyorlar. Sol örgütler de bu temizliğe onay veriyorlar.

Arçelik Grevi

Yukarıda bahsi edilen greve iki işçi katıldı. Bu iki işçi, Koç’a ait bir maden şirketinde çalışan yakınları sayesinde o işe girmişlerdi. Maden şirketinde çalışan bu işçi, ömrünü kendisini Koç’un müdürü zannederek geçirdi. 

O iki işçiden biri yeğeni, diğeri de damadıydı. Onların sendika bürolarında “Allahsızlık” propagandası yapmasını eleştirip durdu. Her ortamda o yeğeninin ve damadının bahsi edilen grevde yaptıklarına yönelik öfkesini dillendirdi. O iki işçi, fabrikaya gelen, kendilerini işe sokma konusunda aracılık etmiş, bir dönemin enerji bakanı Fahir İlkel’i görünce “Koç’un uşağı!” diye bağırmışlardı. Bunun üzerine yeğen ve damat, işten atıldı. Amca-kayınbaba, bu sözü üzerine almış, fazlasıyla gücenmişti.

Damat, yıllar sonra TBKP bünyesine giren TİP kontenjanından Sovyetler’e eğitime gönderildi. Karısı, yıllarca sendikada çaycı olarak çalışıp çocuklarını büyüttü.

Damat, aldığı eğitimle ülkeye döndü. İlk işi Marksizme ve sosyalizme küfretmek, Özal liberalizminin yaydığı ışığa far görmüş tavşan gibi tutulmak oldu. Her girdiği ortamda “Marksizmi çürüttüler, hem de İngiltere’deki Marksistler çürüttü” diyor, yapılan yolları, gökdelenleri övüyordu. “Marksistler” dediği, İngiliz İşçi Partisi’ne mensup hocaların çalıştığı Londra Ekonomi Okulu’ydu. O dönemde söz konusu okulun hocaları, bir tiyatro kurup Kapital’i yargılamışlar, “kapitalizm çökecek” öngörüsünün tutmamış olması üzerinden Marksizmin iflas ettiğine hükmetmişlerdi. Süreçte sosyalistler, Moskova’dan nefret edip Londra’ya kul olmayı öğrendiler.

Sovyetler’e gönderilen bu eski işçi, antikomünizme örgütlendi, doğal olarak önce ÖDP’li sonra da CHP’li oldu. Şimdi kendisine kızan kayınbabasıyla birlikte CHP bayrağı sallıyor. Koç’un uşağı olmanın keyfini çıkartıyor. Bu hikâye, sosyalist hareketin yolunu ve mayasını özetliyor.

Beka

Bugün halkın büyük bölümü, giyinmeyi, yiyeceği yemeği, nasıl hayatta kalacağını Acun Ilıcalı’dan öğreniyor. Birilerine memurluk yapan bu kişi, bunca kudretine rağmen bir “yapı”dan söz ediyor. Utanmıyor. Bu kişinin fikriyatı üzerinden son eylemde “Yabancı savcı isteriz” dövizi taşınıyor.

CHP’yle büyüyen güce varlığını teslim edenler, o gücün antikomünist olduğu gerçeğini görmek istemiyorlar. Bir CHP vekili, Erdoğan’ı Esad’a, Saddam’a, Kim İl Sung’a benzetiyor, onu Kızıl Moskova’nın programını uygulamakla suçluyor. Bu durumu eleştirince biz, nedense AKP’li oluyoruz!

Sol örgütler de hayatta kalmayı Acun’dan öğreniyorlar! Hayatta kalmakla yaşamak arasındaki fark, unutuluyor. Örgütler, hayatta kalmaya çabalamaktan başka bir şey yapmıyorlar. CHP’yle kurdukları zavallı ve aciz ilişki de bu çabanın sonucu.

Her türlü anlamını, değerini ve bağlamını yitirmiş olan örgütler, CHP yatağına akıyorlar. Hayatta kalmayı yaşamak zannediyorlar. Bu sebeple, teoriye, ideolojiye ve politikaya zerre katkı sunamıyorlar. CHP’ye neden katılmadıklarını kimse bilmiyor. Ömürlerini “şu CHP kitlesinden ne koparsak kârdır” lafı üzerinden kadrolarını oyalayıp kandırarak, CHP’lileştikleri gerçeğini gizleyerek geçiriyorlar.

Bugün Koç’un liberal CHP’sinin kendisine özel sosyalist parti kurduğu görülüyor. Bu partiye TİP adı veriliyor. Eski TİP’lilerin “Koç’un uşağı” olduğu, reklâmcıların yeni TİP’e bağlandığı gerçeklikte sosyalist hareket, Koç’un dünyasına örgütleniyor. Koç ailesini her fırsatta bir ÖDP’li seslendiriyor.

Sosyalistlerin önemli bir bölümü, CHP’nin devrim yapacağına, sosyalizmi kuracağına ikna edilmiş durumda. Sosyalist örgütlerin taktiği de stratejisi de, minima programı da maksima programı da bu aldatmaca üzerine kurulu. Bu aptallığı kimse sorgulamıyor. İttihatçı damara örgütlenen sosyalist hareket, neleri teslim ettiğini görmüyor. İştirakçi hatta her an, her fırsatta küfrediyor.

Rus devletinin koridorlarında gezinen bir isim olarak Dugin, son eylemlerin Erdoğan’ın İngiltere ve Avrupa’ya yanaşmasının bir neticesi olduğunu söylüyor. Zaten İngiltere’nin ve Avrupa’nın uzantısı olan kadrolar, bir tür alan kavgası veriyorlar. Özel, o nedenle Starmer’a, Avrupalı efendilerine sitem ediyor. Kürt’le anlaşma zemini ne vakit oluşsa kitlesel başkaldırıya tanık olmamızın sebebini de Avrupa’da aramak gerekiyor.

Bir dönemin parlayan kutup yıldızı Syriza’nın liderlerinden Yanis Varufakis, kendince bir analoji kuruyor: “Fransa’da Le Pen’in yolsuzluk suçlamasıyla cumhurbaşkanlığı adaylığından düşürülmesine laf etmeyenler, İmamoğlu’na da edemezler” diyor. Bu analoji, öfkeye sebep oluyor. Meselelerin ardı yöresine gene bakılmıyor. Avrupa kıtasındaki genel seyir, incelenmiyor. Herkes, Cehepeli yankı odasında mapus olup boğulmayı tercih ediyor.

Kitleler, bir yandan da CHP içi kavgaya kurban ediliyorlar. Kitlelerin kolektif mücadelesine ayrı ve gayrı bir mevzi ve barikat örmek zorunda olan sosyalist hareketin CHP’den ayrı ve gayrı bir varlığı, adımı, programı vs. olmadığı görülüyor. Herkes, “Koç’un uşağı” olmanın sunacağı imkân ve fırsatların peşine düşüyor.

Eren Balkır
2 Nisan 2025

01 Nisan 2025

, ,

Özgür müyüz?



Selam, baldırı çıplak, yalın ayak, yoksul, onurlu, haysiyetli, devrimci ve yaşamı bir direniş olarak sürdüren Yemen halkına olsun.

Yemen ve devrimci halkı, yaptığı eylemlerle ve Filistin davasına verdiği destekle; direnişin somut bir örneğini, “Emperyalizme karşı nasıl mücadele edinilir?”, “Nasıl devrimci olunur?” sorusunun somut bir cevabını bize sunuyor, göz önüne seriyor.

Yerinde oturup atıp tutanlar, dünyaya ahkâm kesenler, bu şanlı mücadele içerisinde, bu direnişte neredeler acaba? Yoksa kendi koltuklarında oturup, karanlık odalarında, ahbaplarıyla dünyayı cennete(!) çevirmenin programlarını mı hazırlıyorlar? Bu olsa gerek, çünkü her işbirliği içerisindeki eylemlerinde dünyayı nasıl cennete çevirdiklerinin örneğini Irak’ta, Afganistan’da, Vietnam’da ve diğer coğrafyalar örneğinde görmüş olmamız lazım.

Tabii bu cennet coğrafyasında direnen halklar da var ve onlardan biri de hiç şüphesiz Yemen ve halkıdır. Çünkü onlar, Amerika’nın ve liderlik ettiği bloğun özgürlük(!) söylemlerine ve coğrafyaya götüreceği özgürlüğe(!) karşı kendi bildikleri, kendi tanımladıkları özgürlük savaşını veriyor, emperyalizme karşı ders niteliğinde eylemlerde bulunuyor ve bize, gücün sözü değil, sözün ve sadakatin gücünün aslolduğunu tekrardan hatırlatıyor, onlar direnişleriyle, sadakatleriyle, samimiyetleriyle, gözleri pek ve cesur oluşlarıyla, düşmana korku, mazlum halklara umut veriyorlar. Var olsunlar.

Özellikle Filistin direnişindeki destekleriyle, her türlü tehditlere karşı özgürlük yeminlerinden geri adım atmıyorlar.

Her gün özellikle her Cuma namazı çıkışı sokaklara dökülen milyonların ağzından aynı cümleler dökülüyor: “Amerika’ya ölüm, Filistin’e özgürlük”... Evet özgürlük, tüm mazlum halklara hürriyet, özgürlük... Peki bu coğrafyada, bu topraklarda (Türkiye), niye direnişe bu denli ses getiren destek yok, niye? Niye mi? Bizler özgür değiliz.

Bilinen bir gerçeği burada tekrar dile getirelim. Meşhur Rıdvan Hoca’yı biliriz. Maraşlı imamdır kendisi, Kurtuluş Savaşı sırasında Bir Cuma günü, Cuma namazı için camiye gelen cemaati, “buraya gelmeyin çünkü Cuma namazının ilk şartı hür/özgür olmaktır” diyerek namaz kıldırmayıp cemaati camiden çıkarmıştır. Neden mi çünkü toprakları içerisinde, bir kalesinde Fransız bayrağı olan halk özgür değildir. Rıdvan Hoca, “Cuma’nın ilk şartı da hür olmak olduğundan, Cuma size farz değildir ta ki Fransız bayrağını o kaleden söküp atana kadar” diyerek namazı kıldırmamıştır. İşte örneklik, işte ilke...

Peki gelelim şimdiye. En basitinden bu ülke NATO’nun bir üyesi midir? Evet, İncirlik Üssü bu topraklarda mıdır? Evet. Kürecik Üssü bu topraklarda mıdır? Evet. Diğer emperyal ilişkilerden bahsetme gereksinimi dahi yok, konjonktür ve şartlar, yeni dünya sistemi/düzeni böyle işliyor, tabii buna laf edilir mi ki? Niye düzenimize çomak sokalım. Peki şimdi şu soruyu soralım hocalarımıza: “Acaba bu topraklarda Cuma’nın hükmü nedir? Özgür müyüz?”

Çok söze gerek yok.

Selam direnişçilere olsun, zafer onların olsun.

Serhat Altın
1 Nisan 2025

Ümitsizlikten Devrime

Bronx Savaş Karşıtı Koalisyon, gerilla sineması dizimiz dâhilinde hazırladığı Uyuşturucu Ölümdür isimli belgeselini 11 Ekim günü seyircilerle buluşturdu.

Filmin ardından gerçekleştirilen soru-cevap oturumuna eski Genç Lordlar Örgütü üyesi, akupunkturcu Walter Bosque de katıldı. Katılanlar, devrimci hareketin toplumu iyileştiren faaliyetlerinin kapsamının genişletilmesi ve sürdürülmesiyle ilgili tartışmalara katkıda bulundular.

İşçilerin, Siyahilerin ve Latinlerin yaşadığı Bronx, oksikodon gibi morfin türleri, sokakta üretilen fentanil ve eroin gibi uyuşturucuların kullanımında hızlı bir yükselişe tanıklık etti.

Biz, sentetik olanlar da dâhil tüm uyuşturucuların kullanımını, kişisel ve özel bir mesele değil, kapitalizmden ve hükümetin ihmallerinden kaynaklanan sistemsel meselelere ait bir semptom olarak görüyoruz. Mevcut kriz, toplumumuza ciddi zararlar veriyor. Yoksulluğun, yabancılaşmanın ve sömürünün etkisi altında olanlar, baskıcı gündelik koşullar karşısında geçici bir rahatlama sağlamak adına yüzlerini uyuşturuculara dönüyorlar. Bağımlılık, devletin dayattığı şiddetin ve kapitalist sömürünün çilesini çekenlerin boynunda ağır bir yük.

İşçi sınıfını desteklemek ve kalkındırmak şöyle dursun, kapitalist toplum, fentanil, eroin ve kokain gibi uyuşturucuların toplumsal bağları kopartmasına, sağlığı harap etmesine ve devrimci potansiyeli boğmasına izin veriyor. Bu noktada uyuşturucu bağımlılığı, kitlelerin enerjisinin örgütlenme ve direniş pratiklerinden uzaklaşmasına ve toplumların zayıf düşürülmesine katkıda bulunan bir tür zulüm aracı olarak iş görüyor.

Ama öte yandan, bugün tarih başka bir hikâye anlatıyor. Devrimci hareketlerin yazdıkları bu hikâye, dirençle ve iyileşme pratikleriyle ilgili. Bronx’taki devrimciler, bugün toplumların bağımlılık belasından kurtulmanın, eski güçlerine yeniden kavuşmanın mümkün olduğunu ortaya koyuyorlar.

Uyuşturucu Ölümdür isimli belgesel, aramızdan ayrılmış olan Dr. Mutulu Şakur’un uyuşturucu bağımlılığıyla mücadelede akupunktur tedavisine başvuran Genç Lordlar ve Kara Panter Partisi ile yürüttüğü, toplumu dönüştürücü çalışmalar üzerinde duruyor. Bu örgütler, ortaya koydukları çalışmalarla bireyleri bağımlılıktan kurtarmakla kalmıyorlar, aynı zamanda topluma devrimci mücadeleyi yeniden inşa etmek ve devrimci değişim için gerekli saha çalışmasının ihtiyaç duyduğu gücü temin ediyorlar.

Bu tarih, bize bağımlılıktan kurtulmaya dönük çalışmaların kişinin kendisini toparlamasını sağlayacak adımlardan daha fazlasına ihtiyaç duyduğu gerçeğini anımsatıyor. Uyuşturucuyla mücadele, kolektif iyileşme sürecine, toplumsal dayanışmanın yeniden tesis edilmesine ve eşitsizlikle ümitsizliği besleyen sistemsel gerçeklere karşı koymak için gerekli olan devrimci ruhun canlandırılmasına ihtiyaç duyuyor.

Çin’in Oynadığı Devrimci Rol

Bu çabada Çin’in oynadığı öncü rolü kabul etmek zorundayız. Afyon Savaşları (1839–1860) İngiliz emperyalizmine hizmet eden güçlerin ABD desteğiyle Çin’i nasıl sömürdüklerini ortaya koyuyor. İlgili süreçte emperyalist güçler, ticaretle alakalı koşulları kendi lehlerine çevirmek için Çin’in üzerine afyon boca ediyorlar. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Çin halkının yaklaşık yüzde onu afyon bağımlısı hâline geliyor, bu da ulusal bir krize yol açıyor.

1949 devrimi sonrası Çin Halk Cumhuriyeti, süreç içerisinde afyon üretimini ve tüketimini devrimci toplumsal reformlarla sıfırladı. 10 milyon bağımlıyı tedavi etti, uyuşturucu tacirlerini kurşuna dizdi, afyon yetiştirilen bölgelere yeni ürünlerin ekilmesini sağladı. Yüz yıldır ülkenin çilesini çektiği bela dört yılda savuşturuldu.

Mao Zedong’un 1965’te yaptığı, sağlık hizmetleriyle ilgili önemli konuşma ve imzaladığı 26 Haziran tarihli yönerge, köylerde herkesin sağlık hizmetinden istifade etmesi meselesine vurgu yapıyordu. Bu adım üzerinden “yalın ayaklı doktorlar” programı yürürlüğe kondu. Söz konusu girişim kapsamında köylerde temel tıbbi hizmetleri sunabilecek sağlık emekçileri eğitildi, yeterli hizmet alamayan kesimlerin ihtiyaçlarının karşılanmasına dönük çalışmalarda modern ve geleneksel tıptan birlikte istifade edildi. 1968’de bu program, ulusal sağlık politikasının ana bileşeni hâline geldi.

Çin, bağımlılık belasından kurtulma, yoksulluğu ortadan kaldırma, halk sağlığı hizmetlerini iyileştirme konusunda önemli başarılar elde etti. Bu başarılar, devrimci hareketlerin dönüştürücü potansiyellerinin delilidir.

Nihayetinde Çin küresel güç hâline geliyorsa küresel güney de önemli bir güce dönüşüyor demektir. Zira bugün Çin, ABD imparatorluğunun ve dayattığı yaptırımların tarihsel düzlemde ezdiği milletlere yardım eli uzatmaktadır.

Bronx ve Çin’deki direniş tarihi ve toplumsal iyileştirme pratikleri, günümüzde Gazze’de karşılık buluyor. Seksenlerde İsrail işgali altında iken Gazze, bağımlılık, alkolizm ve suç gibi önemli toplumsal meselelerle yüzleşti. Bu meseleler, İsrail’in Filistin halkını moralsiz kılmak ve direnişi zayıflatmak için uyguladığı politikalarla birlikte daha da derinleşti.

Hamas Gazze’de Uyuşturucu Bağımlılığıyla Mücadele Ediyor

Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmed Yasin ve yoldaşları, bu toplumsal meselelerin tahrip edici etkisini gördü ve önemli adımlar attı. Hep birlikte Müslüman gençlik dernekleri, kulüpler ve İslami toplum kurumları inşa edip uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele ettiler. İnsanların bağımlılık belasından kurtulmalarına katkıda bulundular, toplumsal bağları güçlendirecek çalışmalar yürüttüler. Hamas’ın toplumu temel alan yaklaşımı insanların sağlığını iyileştirdi, toplumsal dokuyu güçlendirdi, Filistinliler arasında saygıya ve güvene dayalı ilişkilerin kurulmasını sağladı.

Askeri kanadı olan politik bir partiye dönüşmeden önce Hamas, esas olarak Gazze halkının kalkındırılmasına ve şifa bulmasına odaklandı. 1987’de Birinci İntifada’nın başladığı dönemde örgüt, toplumsal ihtiyaçları karşılamaya yönelik çabaları sayesinde birçok Filistinlinin güvenini ve desteğini kazandı.

Bu atılan ilk adımlar, Hamas’ın sonrasında Siyonist işgale karşı yürütülen direnişte öncü bir güç hâline gelmesini sağlayacak sürecin zemini teşkil etti. Hamas’ın uzlaşmaz tavrı ve her türden araçla direnme arzusu, işgalci gücü tehdit ediyordu. Bunun neticesinde İsrail, ABD’nin Hamas’ı terörist örgüt listesine almasını sağladı.

2006’da Hamas’ın seçimlerden zaferle çıkması üzerine ABD ve İsrail, Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını ortadan kaldıracak tedbirlerle karşılık verdi. Bu tedbirler dâhilinde ABD ve İsrail, seçim sonuçlarını tanımadığını duyurdu, Filistin hükümetini ikiye böldü. Batı Şeria Filistin Yönetimi’ne, Gazze’nin idaresi ise Hamas’a teslim edildi. Ardından da Gazze’ye yönelik, on sekiz yıl sürecek abluka süreci başladı.

Bugün Filistin kurtuluş mücadelesinin öncü kolu olan Hamas, Filistin devrimi adı altında, diğer tüm direniş örgütlerini bölgesel düzeyde koordine eden güç.

Bronx, Çin Halk Cumhuriyeti ve Gazze genelinde yazılan toplumsal direncin ve örgütlü direnişin tarihi, sistemsel zulüm karşısında toplumun öncülük ettiği iyileştirici çalışmaların ne kadar güçlü sonuçlara yol açabileceğini ortaya koyuyor.

Bronx Savaş Karşıtı Koalisyon
13 Ekim 2024
Kaynak