07 Ocak 2021

Gates Vakfı, Ebola ve Küresel Sağlık Emperyalizmi


18 Mart 2015’te dünyanın en zengin adamı, yürürlüğe girmesini istediği yeni projesini kamuoyuna duyurdu: bulaşıcı hastalık kaynaklı salgınlara kararlı bir biçimde cevap verebilecek küresel, askerî ve ulusüstü bir kurum inşa edilmeli.[1]

Prestijli New England Journal of Medicine (NEJM) dergisinde çıkan “Yeni Salgın: Eboladan Alınacak Dersler” başlıklı makalesinde ise Bill Gates, azami tesire sahip olacak ve tüm dünyaya hitap eden bir eylem çağrısı yapmaktaydı. Bu makaleyle aynı zamanda Gates, New York Times’a başka bir makale yazdı.[2] Bu dönemde medya, Gates’in argümanlarını hiç eleştirmeden olduğu gibi benimseyen yığınla yazıya yer verdi.

Tarihteki en güçlü özel vakfın başkanı olarak Bill Gates, bugünlerde dünyadaki sağlık çalışmalarının gündemini belirlemeyi alışkanlık hâline getirmiş durumda. Bill ve Melinda Gates Vakfı (BMGV) sağlık alanına tonla para bağışlıyor. Bu para, toplamda 43,5 milyar doları buluyor. Vakıf, sıtma, çocuk felci, verem, HIV gibi hastalıklarla mücadele eden kurumlara her yıl 4 milyar dolar veriyor. Bir STK yetkilisinin de dediği gibi, “bugün Gates Vakfı’nın haberi olmadan kimse öksüremez, kafasını kaşıyamaz, hapşıramaz.”[3]

Gates, New England Journal of Medicine dergisinde çıkan makalesinde sağlık hizmetlerini yönetecek kudretli bir yapının kurulması talebini dillendiriyor. 2014’te Ebola salgınının dünya genelinde yol açtığı panik üzerinden Gates, ileride felâketlere yol açabilecek salgınlar konusunda uyarılarda bulunuyor ve bu salgınların ancak NATO’yu model alacak, güçlü bir küresel ısınma ve tepki sisteminin müdahalesiyle kontrol altına alınabileceğini söylüyor.

BM yetkilileri, o dönemde Ebola’ya uluslararası planda verilen tepkinin çok yavaş olduğu, ama nihayetinde bu tepkinin etkisini gösterdiği, hatta kimi örneklerde “muazzam bir başarı elde edildiği” tespitinde bulunuyor.[4] Buna karşın Gates, “Başka türden bir küresel tehditle, yani savaşla ilgili hazırlıklarımızla kıyaslandığında Ebola ile mücadele tam bir fiyasko” diyor.[5]

Öte yandan Gates, yazısında Dünya Sağlık Örgütü’nün uluslararası salgınla mücadele sistemine sahip olduğunu söylüyor, ama bu sistemin yeterli personele ve paraya sahip olmadığı üzerinde duruyor. Gates Vakfı, hâlihazırda DTÖ’ye en fazla fon sağlayan kuruluşlardan biri. Bu noktada en az 125 milyar dolarlık vakfın başındaki bir ismin zaten yürürlükte olan programlara neden daha fazla para vermediği sorusunu sormak gerekiyor. Oysa Gates makalesinde bu soruya cevap vermiyor, ama gene de sorunun cevaplarını metinde örtük olarak bulmak mümkün.

Aslında Gates’in hayalinde şu tür yetkilere sahip bir teşkilât var:

Batılı ülkelerin ordularıyla, bilhassa NATO ile birlikte çalışacak, gelişmekte olan ülkeleri hedefleyen operasyonlar yürütecek. (“Burada planlama, NATO gibi askerî ittifakları içermeli”; “Ağır bir salgın durumunda orta ve yüksek gelirli ülkelerin büyük bölümü, belki hepsi birlikte çalışmalı.”)

Hızlı tarama testlerinin yapılabilmesi, yeni aşıların ve ilâçların kullanılabilmesi için ülkelerin güvenlik mevzuatını baypas edecek. (“Yeni Ebola ilâçları, salgın zirvesine ulaştıktan sonra Ebolalı hastalarda test edilmedi. Bunun kısmi nedeni, yeni bir deneme formatını onaylayacak veya yasal sorumluluk karşısında tazminat verilmesini güvence altına alacak net bir sürecin işletilmemesi.”)

Teşkilât, salgından etkilenen ülkelerdeki anayasal güvenceleri askıya alacak (“Demokratik ülkeler, bireylerin seyahat etme ve toplanma haklarını budamaktan kaçındıkları için bu ülkeler, faaliyetleri sınırlama konusunda yavaş davranıyorlar, bu da salgının yayılmasına katkıda bulunuyor.”)

Özel korumalardan azade, tüm dünyayı gözetleyen ağlar kuracak, bu ağlar, gelişmekte olan ülkelerdeki insanlarla ilgili bilgileri emperyalist merkeze anında aktaracak. (“Uydu fotoğraflarına ve cep telefonu verilerine erişim sağlanması, salgından etkilenen bölgedeki halk hareketlerini ve bireyleri izleme imkânı sunar.”)

Gates, eskiden beri varolan BM türünden uluslararası kurumların bu türden aşırı güçlü bir yapıyı inşa edemeyeceğini düşünüyor. Bunun yerine Dünya Bankası, G7 ülkeleri ve NATO’yu içinde barındıran bir konsorsiyumun kurulmasını, bu yapıya vakıfların ve teknoloji şirketlerinin katılmasını istiyor. Gates, BM’nin bu çalışmadaki rolü konusunda net bir şey söylemiyor.

Gates, bu bağlamda “sürece Dünya Sağlık Örgütü’nün hangi kısımlarının öncülük edeceğini, Dünya Bankası ve G7’nin hangisinin koordinasyonu sağlayacağını hep birlikte tartışalım” diyor. Makalesinde BM’ye saygı duyuyormuş gibi yapıyor, yoksul ülkelerde kamusal sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi gerektiğine dair yalandan bir şeyler söylüyor ama aslında o, BM’yi aşan, gelişmekte olan ülkeleri hedefe koyan, Batı’nın zengin ülkelerinin kontrolünde olacak yeni bir uluslararası kurumun oluşturulmasını istiyor.

Gates’in makalesinin ardındaki fikriyat, özgün ve muhteşem görülüp göklere çıkartılıyor. Oysa esasen başka firmaların fikirlerini adapte edip sömürmek suretiyle tüm dünyada yazılım sahasının hâkimi hâline gelen Microsoft geleneğine uygun olarak Gates, bugünlerde halk sağlığı sahasına sinen bir anlayışı, “küresel sağlık yönetimi” anlayışını kendine mal ediyor.

Bu kavram, ilkin Sovyetler yıkıldıktan sonra kurulan tek kutuplu dünya bağlamında dillendiriliyor. “Küresel sağlık yönetimi” anlayışında amaç, ulusötesi sağlık meselelerinin yönetimini Batı’nın idaresinde pekiştirmek.

Süreç içerisinde halk sağlığı, güvenlik meselesi olarak yeniden tanımlanıyor. Gelişmekte olan ülkeler, bugün dünyaya hastalık ve ölüm yayan, SARS, AIDS gibi hastalıkların yuvalandığı alan olarak takdim ediliyorlar ve buradan da Batılı güçlerin, devletlerin egemenliğinin dayattığı kısıtlamaları aşmak için tasarlanmış merkezî sağlık sistemlerini kurmaları gerektiğinden bahsediliyor.

Şunu görmek lazım: Bu literatüre aşina olmayanlar, Gates’in önerilerini şaşırtıcı buluyorlar. Gates ise sadece yeni bir bağlam sunuyor ve bu noktada gerekli kaynaktan söz ederek, tüm basın organlarının büyük bir heyecanla hazırladıkları, ürkütücü bir bulaşıcı hastalıkla alakalı haberleri tüm dünyaya yayarak paniğe yol açıyor.

Bugün ilk kez dünyanın en güçlü isimlerinden biri, sağlık düzleminde küresel sağlık yönetimi fikrine destek veriyor. Küresel sağlık yönetiminin bugün gerçeklik hâline gelmesini söyleyen teori, sağa sola yardımlar dağıtan Bill Gates’in özel vakfını da ele geçiriyor.

Aslında tüm o hayırseverlik, Gates’in küresel sağlık yönetimi düşüncesini askerîleştiren girişimlerini gizliyor. Yardım kuruluşlarının “yumuşak gücü”, her daim Batı emperyalizminin sert gerçekleri ile el ele ilerliyor.

Vakıflar ve Emperyalizm

Özel vakıflar, sadece insanî yardım faaliyetleri yürüten kuruluşlar olarak görülüyor. Bunlar, zenginlere “kazandıklarını topluma cömertlik ve şükran duyguları ile geri vermelerini” sağlayan aracı temin ediyorlar.

Nadiren de olsa bu hayırseverler, çıkıp asıl amaçlarını açık açık ifade ediyorlar ve bu yardım çalışmalarıyla kendileri için dünyayı daha güvenli kılma amacını güttüğünü söylüyorlar.

Bill ve Melinda Gates Vakfı, kendi internet sitesinde bir mektup yayımladı. Burada Bill Gates, “zenginlerin çıkarları üzerine kurulu dünya”ya sesleniyor ve şu uyarıyı yapıyor: “Eğer toplumlar, insanlarına temel sağlık hizmetlerini sunamazsa, onları besleyip eğitemezse, o vakit halklar ve sorunlar büyür, dünya istikrarsız bir yer hâline gelir.”

Bu türden “yardımseverlik” faaliyetleri, yaklaşık yüzyıldır ABD’de yürürlükte olan bir olgu. Yüz yıl önce Rockefeller ve Carnegie gibi sanayi baronları, kendi adlarıyla vakıflar kurdular. Onları 1936’da Ford takip etti.

Joan Roelofs’un (2003) da dile getirdiği biçimiyle, son yüz yılda geniş ölçekli özel yardım kuruluşları, dünya genelinde Batılı yönetici sınıfının ideolojisinin güçlendirilmesinde ve neoliberal kurumların hegemonyasının güvence altına alınmasında kritik bir rol oynadılar. Vakıflardan, vakıfların desteklediği STK’lardan ve Ulusal Demokrasi Vakfı gibi devlet kurumlarından oluşan ağ, CIA’yi fonlamak için kullanıldı ve emperyalizme verilen desteklerle birlikte, halkına dost devletlerin ve toplumsal hareketlerin ezilmesi noktasında devreye sokuldu. Bu amaçla ABD’nin küresel stratejisine katkı sunacak kurumlar ele geçirildi. Süreç içerisinde vakıflar, ABD istihbaratının yönettiği rejim değişikliği operasyonlarında aktif olarak kullanıldılar.

Örneğin Endonezya’da Ford Vakfı’nın desteklediği bilgi ağları, ABD hegemonyasına karşı çıkan tarafsız Sukarno hükümetini yıkmak için kullanıldı. Aynı zamanda Ford, hem Endonezya Üniversitesi’nde hem de ABD’deki üniversitelerde ekonomistleri ileride kapitalist emperyalizme destek sunacak hükümette kullanmak üzere eğitti.

Kısa sürece Pierre Omidyar ve George Soros gibi milyarder isimlerin yönettikleri vakıflar, Ukrayna cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’i deviren 2014 darbesinin ardındaki muhalif gruplara destek verme noktasında ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ile birlikte çalıştılar.

Bilindiği üzere özel vakıflar, nüfuzlarını dolaylı yollardan kullanıyor ve imkânlarını daha geniş bir alanda devreye sokuyorlar. ABD’nin elindeki “yumuşak güce” ait önemli bir unsur olarak vakıflar, yönetici sınıf tarafından kaldıraç niyetine kullanılıyorlar ve onlardan, kamu politikasını kapitalist sisteme, şirketlerin kârlarına yarayacak bir yöne sokma noktasında istifade ediliyor.

Uluslararası sağlık alanında yürütülen yardım faaliyetlerinin ilk örneğini tropikal tıp okullarında görmek mümkün. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Britanya ve ABD, bu okulları sömürgelerdeki emekçilerin üretkenliğini artırmak, ama öte yandan da oralarda çalışan beyaz denetçilerin ve idarecilerin sağlığını korumak için kurdu. 1907’de bir gazeteci şunları aktarıyor:

“Hastalık, yerli halkın büyük bir kısmını kırımdan geçiriyor, tropik bölgelerden gelen insanlar evlerine yaşlı ve harap hâlde dönüyorlar. Beyaz adam, bu soruna çözüm bulana dek söz konusu ayıpla yaşanmaya devam edilecek. Dünyanın büyük bir kısmını beyaz adamın idaresi altına sokmak tumturaklı bir iddia, ama yerli halkların yaşam koşullarını geliştirecek araçlar elimizde yoksa bu iddia, boş bir övüngenliğin yansıması olarak kalacak.”[6]

Rockefeller Vakfı da aynı gerekçe temelinde kuruluyor. 1913’te faaliyetlerine başlayan vakıf, ilk hedefinin kancalı kurt hastalığını, sıtmayı ve sarıhummayı ortadan kaldırmak olduğunu söylüyor. Esasında ilk günden itibaren vakfın yardım faaliyetleri, ülke içiyle alakalı bir gündeme de sahip. 1916’da Walsh Komisyonu Raporu’nun hazırlanmasından sonra vakıf, emek sahası ile ilgili araştırmalara sunduğu desteği geri çekiyor, zira raporda vakfın patronların yıkıcı faaliyetlerini ve sanayideki şiddeti gizlemek için kamuya ait bilgi kaynaklarını ortadan kaldırdığından söz ediliyor.[7]

Rockefeller’a ait Uluslararası Sağlık Komisyonu’nun sömürge dünyasında teşvik ettiği halk sağlığı tedbirleri kâr artışına sebep oluyor, zira bu teşvikler sayesinde her bir işçiye çalışma başına daha düşük para ödeniyor, ama buna karşın “işçilerin daha uzun ve daha çok çalışacak gücü bulduklarından, buna karşılık kendilerine verilen zarfın içinde daha fazla parayla karşılaştıklarından” bahsediliyor.[8]

Sömürü için geniş bir işsiz havuzuna sahip olan bölgelerde emeğin verimliliğindeki artışa katkı sunan Rockefeller destekli araştırma programları, Güney’in yoksul ülkelerinde ABD ordusunun ileride gireceği maceralar konusunda gerekli kapsamı sunuyor. Bu ülkelerde işgalci orduların elini kolunu tropikal hastalıklar bağlıyor.[9]

Rockefeller Vakfı, uluslararası sağlık programlarının kapsamını ABD kurumlarıyla ve diğer örgütlerle uyumlu biçimde genişlettikçe emperyalizmin merkezi daha fazla avantaj elde ediyor. Modern tıp kapitalizmin sunduğunu söylediği faydaları “geri kalmış” halklara reklâm ediyor, bu halkların emperyalist güçlerin hâkimiyetine yönelik direnişinin zeminini ortadan kaldırıyor, bir yandan da sömürge ülkelerde yeni sömürgeciliğe açık, yabancıların bağışlarına bağımlı bir meslek sahibi sınıf yaratıyor. Rockefeller Vakfı’nın başkanı 1916’da şu tespiti yapıyor: “İlkel ve şüpheli halkları susturma noktasında ilâçlar makineli tüfeklere kıyasla daha fazla avantaja sahiptir.”[10]

İkinci Dünya Savaşı sonrasında halk sağlığı ile ilgili yardım çalışmaları, ABD’nin dış politikasıyla daha fazla uyumlu hâle getiriliyor, çünkü bu dönemde yeni sömürgecilik, her zaman özü teşkil etmese de “kalkınma” retoriğini benimsiyor.

Vakıflar, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ile devletin gerçekleştirdiği, Batı’nın imal ettiği mallara yeni pazarlar oluşturma bir yandan da hammadde üretimini artırma amacını güden müdahalelere destek verme noktasında işbirliği içinde hareket ediyorlar.

ABD’de Dışişleri Bakanı George Marshall’ın temsil ettiği yönetici sınıf içi bir kesim, o dönemde şunu söylüyor:

“Tropikal bölgelerde emeğin üretimini artırdığımızda halk sağlığına yapılacak yatırımların yanında toplumsal ve ekonomik altyapıya da yatırım yapmak zorunda kalacağız.”

Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında ABD siyasetinin önde gelen mimarlarından olan Marshall, 1948’de düzenlenen Dördüncü Uluslararası Tropikal Hastalıklar ve Sıtma Kongresi’nde yaptığı konuşmada, “aydınlanmacı” kapitalizmde verilecek sağlık hizmetleriyle ilgili vizyonunu şu şekilde aktarıyor:

“Tropikal hastalıkların kontrol altına alınması ile gıda ve hammadde üretimi muazzam ölçülerde artacak, dünya ticareti teşvik edilecek, her şeyin ötesinde yaşam koşulları iyileşecek, toplumsal ve kültürel avantajlar elde edilecek.”[11]

Marshall’ın bu konuşması, bugün Bill ve Melinda Gates Vakfı türünden vakıflarca olduğu gibi tekrarlanıyor. Bu vakıflar, sömürgecilik sonrası dönemin reelpolitiği için bir kılıf işlevi görüyor.

Ellilerde Ford Vakfı’na başkanlık eden Paul Hoffman’a göre, “Çin iç savaşında komünistlerin elde ettikleri zafer, komünizmin toplumsal ve ekonomik düzensizliğin bulunduğu koşullarda gelişip serpildiği konusunda bir ders içeriyor.”[12]

Dolayısıyla, savaş sonrası gündeme gelen yardım çalışmalarının asıl amacı, üçüncü dünya halklarını pasivize edecek kalkınma programlarını teşvik etmek. Ford Vakfı’nın 1949’da hazırladığı Gaither Raporu tam da bu sebeple, “Asya ve Avrupa’da komünizmin yükselişine karşı koymak amacıyla insanların refahını artırma” görevini vakıfların omuzlarına yüklüyor.[13]

1956’da ise Ulusal Kalkınma İdaresi Kurulu başkanının hazırladığı raporda halk sağlığı yardımlarının Batı’nın Hintçini’nde gerçekleştirdiği askerî saldırılara yardım etmek amacıyla devreye sokulan bir taktik olduğu söyleniyor:

“Geceleri Viet Minh gerillalarının faaliyetleri yüzünden girilemeyen bölgelerde gündüzleri sıtmayla mücadele ekipleri, her yere DDT denilen böcek ilâcını sıkıyordu. […] Filipinler’de insanların yaşamadığı birçok bölgenin kullanılabilmesi için benzer programlar yürürlüğe konuldu ve bu programlar, Huk örgütü mensubu teröristlerin barış yanlısı birer toprak sahibine dönüştürülmesi sürecine katkıda bulundular.”[14]

Büyük yardım kuruluşları ve vakıflar, bağımsızlığın elde edilmesi ardından Hindistan tarımına da müdahale ediyorlar. Burada Ford Vakfı, Toplumsal Kalkınma Programı türünden girişimlerin altına imza atıyor. Üstelik Nehru bu programları, “tarımda temel toplumsal reformları talep eden solcu ve komünist köylü hareketlerinden devrim tehditlerini savuşturacak bir model olarak” görüp göklere çıkartıyor.

Ama halk sağlığı yardımlarından farklı olarak vakıf destekli tarımsal kalkınma pratiği, göstermelik tedbirlerin ötesine geçemiyor. Paul Baran gibi isimlerin de dillendirdiği biçimiyle, savaş sonrasında emperyalizm, çevre ve merkez arasında tesis ettiği bağımlılık ilişkisi sayesinde gelişip serpiliyor.

Bu süreçte yabancı sermaye, mevcut feodal ticaret düzenini savunan büyük toprak sahipleri, zengin kompradorlar ve güçlü tekellerden meydana gelen koalisyonun güvencesi altındaki yarı feodal politik ve toplumsal yapıların kalıcılaşmasından epey istifade ediyor.

Dolayısıyla, azgelişmiş devletlerin ve ekonomilerin güçlenmesini ve feodalizmin kökünün kazınmasını şart koşan her türden anlamlı reform, kapitalist kurumların başındaki yöneticilerin korumak istedikleri sömürgecilik sonrası bağımlılık sistemine dönük bir tehdit olarak görülüyor.

Bu noktada vakıfların hassas bir denge tesis etmeleri, bağımsızlığı veya gerçek bir reformu teşvik etmeksizin üçüncü dünya halklarını teskin edecek adımlar atmaları gerekiyor. Bazen de vakıflar, lütufta bulunup altyapı ile eğitimli personel üzerindeki kontrolünü olduğu gibi ulusal sağlık bakanlıklarına teslim ediyor.[15] Ama hiçbir zaman yoksul ülkelerdeki sağlık sisteminin gerçek anlamda kendi kendine idame edebilen bir yapıya kavuşmasına izin verilmiyor.

Soğuk Savaş döneminde dile getirilen abartılı vaatlerle kıyaslandığında üçüncü dünya ülkelerinde sağlık hizmetlerine yapılan yatırımlar çok düşük düzeylerde seyrediyor. Gene de periferideki ülkelerin hükümetlerinin emperyalizmle işbirliği, insanların kalplerini ve akıllarını ele geçirmek için verilen mücadele bağlamında zaruri görülmeye devam ediyor. Rusya ve Çin’de sosyalizmin sona ermesiyle birlikte uluslararası sağlık yardımının dayandığı teori ve bu yönde atılan adımlar, nitelik bakımından önemli bir değişime uğruyorlar.

Küresel Sağlık Yönetimi (KSY)

Küresel sağlık yönetimi kavramı, Batı’da ilkin doksanların başlarında dillendirildi. Bu kavram, ABD çıkarlarının hâkim olduğu tek kutuplu dünyada, Washington’ın Sovyetler’in çökeceğine dair inancının bir yansımasıydı.

Bush’un “yeni dünya düzeni” kavramı, akademiye “küresel yönetim” adı altında giriş yapmıştı. Bu yönetim, temelde ABD’nin öncülük ettiği bir ulusötesi rejimi ifade ediyordu. Bu rejimse hem Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Ticaret Odası gibi kurumlardan, hem de ulusötesi şirketler, özel vakıflar ve STK’lardan oluşan özel aktörlerden meydana geliyordu.

Oysa aslında resmiyette bir dünya hükümeti önerisinde bulunmanın bir anlamı yoktu. Esasen Batı, azgelişmiş ülkelerin sorumluluğunu üstlenmek istemiyordu. O, milyarlarca yoksul seçmenin talebini karşılayacak durumda değildi.

Bu vizyon temelde, son tahlilde ABD ordusunun güvencesi altında olan, küresel kapitalizmin kurumlarının uygulamaya koydukları, kendisini her yerde hissettirecek bir güç anlayışı üzerine kuruluydu. Bu tarz bir rejim, Vestfalya Antlaşması kaynaklı egemenlik anlayışının ve demokratik düzlemde hesap verme zorunluluğunun eskiden beri yol açtığı engeller olmadan işleyecekti.[16]

Ulus-devletin altını oymak suretiyle emperyalizm, Istvan Meszaros’un “son iki yüz yıldır sisteme damgasını vuran, ulus devletler arasındaki patlamaya hazır çelişkileri aşma, bu noktada ulusötesi niyetlerini ve yönelimlerini destekleyecek şekilde kapitalist sisteme ait bir devlet kurma hatası” dediği süreci işletti.

“Küresel yönetim” kavramı, ilkin belirli bir gidişatı izah etmek için kullanıldı, ama sonra ABD’nin öncülük ettiği uluslararası koalisyonun 1999’da Yugoslavya’ya saldırmasıyla başka bir boyut kazandı. Dış politika analizcileri, prens ve prenseslerin burunlarını sürtmek, kendi ülkeleri içindeki ve dışındaki aşırılıkları almak adına belirli çalışmalar yürüttüler ve açıktan, bunların yapılması durumunda ulusal egemenlikle ilgili eski fikirlerin terk edilmesinin şart olduğunu söylediler. Bir hukuk hocasının da ifade ettiği biçimiyle küreselleşme,

“meşru politik otoriteyi sabit bir coğrafyaya çaktığı kazıktan kurtaracak, dolayısıyla bu otoriteyi temel kozmopolit düzenlemelere ait bir vasıf hâline getirecek şekilde yeniden tanımlamak gerekiyor. Bu noktada kozmopolit yapı, birbirinden ayrı birlikler hâlinde örgütlenmeli. Aslında bu kopuş, kazıklardan kurtulma süreci, çoktan başladı. Ulus devletin altında, üstünde ve yanı başında duran tüm politik otorite ve yönetim biçimleri, dağılıyor.”

Ulusal egemenlik fikri için yıkıcı olan bu düşünce tarzı, sonrasında yeni emperyalist genişleme süreci için faydalı olduğunu kanıtladı. Küresel yönetim, “insanî müdahale” etiketi vurulan askerî faaliyetlerin teorik dayanağını teşkil etti ve “koruma sorumluluğu” lafına yapılan atıflar üzerinden meşrulaştırıldı. Ayrıca küresel yönetim, kendi literatürünü de üretti ve bu kavram, Batı emperyalizminin çıkarına olan her hususa bir biçimde tatbik edildi. Bu bağlamda “küresel hukukun yönetilmesi”, “küresel finansın yönetilmesi” ve “küresel kültürün yönetilmesi” gibi kavramlar üretildi. Küresel sağlık yönetimi de bu bağlamda gündeme geldi. 2002’de ABD’nin başlattığı terörizmle küresel mücadele ile birlikte gündeme gelen küresel sağlık yönetimi, hızla dünya kamu sağlığı ajandasının ilk maddesi hâline geldi.[17]

Küresel sağlık yönetimi, en temelde şu şekilde tarif ediliyordu:

“Sağlıkla ilgili güçlükleri ve sorunları etkin bir biçimde ele almak için sınırları kolektif eyleme ihtiyaç vardır. Bu güçlüklerle ve sorunlarla başa çıkabilmek için devletlerin, hükümetlerin kurduğu teşkilâtların ve sivil toplum aktörlerinin resmi ve gayriresmi kurumlardan, kurallardan ve süreçlerden yararlanması gerekir.”[18]

Bu lafı dolandırmadan dillendirilen tarif, eskiden uluslararası düzlemde önerilen sağlık hizmeti modellerinden çok farklı bir modele işaret etmektedir: Bu model, “sivil toplum aktörleri”ni, yani vakıfları, STK’ları, kamu-özel ortaklıklarını sadece ulusal hükümetlere tahsis edilmiş bir alanda faaliyet yürütmeleri için gerekli kapsama ve yetkiye sahip yapılar olarak görmektedir.

Kısmen küresel sağlık yönetimi teorisinde amaç, “sivil toplum” denilen olgunun büyümesi için gerekli zemini teşkil etmektir. Sivil toplumsa yönetici sınıfın iktidarı konusunda halkın rıza göstermesine katkıda bulunan, kâr amacı gütmeyen örgütlerden oluşur ve örgütler, bir yandan da egemen devletlerin otoritesi üzerinde bir otoriteye sahip olurlar.

Daha önceleri dünyada sağlık hizmetleri ve çalışmaları, egemen devletlerin Dünya Sağlık Örgütü’nün rehberliğinde yürüttüğü, işbirliğine dayalı bir çaba olarak görülürdü. Alma Ata Deklarasyonu’ndaki (1978) ruha uygun olarak “herkese sağlık hizmeti verilmesi” hedefi, ana hedef olarak belirlenmişti. Çin Halk Cumhuriyeti’nde halk sağlığını devrimcileştirmiş olan “yalınayak doktor” programını temel alan Alma Ata Deklarasyonu, halkın kendisine verilecek sağlık hizmetlerinin planlanması ve uygulanması sürecine tek tek ve müşterek iştirak etme hakkı elde ettiği, bunu bir görev olarak kendisine veren, temel sağlık hizmetiyle alakalı bir felsefe önermekteydi. En azından teoride zengin devletler ve hayır kurumlarından, gelişmekte olan dünyaya, ulusal egemenliğe ve yerelin endişelerine saygı duymak şartıyla, yardım etmesi bekleniyordu.

Alma Ata, neoliberalizmin zafere ulaşmasıyla birlikte çöpe atıldı, zira gelişmekte olan dünya geneline, halk sağlığına yatırım yapılmamasını şart koşan yapısal uyum programları dayatıldı.

Alma Ata’nın yerini süreç içerisinde “kısmen örtüşen ve hiyerarşik olmayan uygulamalar” aldı. Bu bağlamda her yanı, devlet destekli STK ve vakıf sardı. Özellikle Batı’da pıtrak gibi çoğalan bu tür yapıların parasını ise multi-milyarderler ödüyordu.

Ulusal sağlık hizmetleri ile ilgili çalışmalara verilen destek, zaman içerisinde gündemden düştü. Sağlık bakanlıkları, sistematik olarak baypas edildi veya kamu-özel ortaklığı türünden müdahaleler üzerinden tavizde bulunmaya zorlandı. Ulusal sağlık sistemlerinin altı oyuldukça bağışçı ülkelerin ve özel vakıfların sağlık harcamaları da büyük oranlarda arttı.[19]

Merkezi ABD’de bulunan Dış İlişkiler Konseyi’nin öngörüsüne göre devlet destekli sağlık hizmetlerinden yararlananların sayısı düşecek, onun yerine insanlar, tüm ulusları kuşatan, “yeni yasal çerçevelere, kamu-özel ortaklıklarına, ulusal programlara, yenilikçi finans mekanizmalarına, sivil toplum örgütlerinin geniş katılımına, yardımlar dağıtan vakıflara ve çokuluslu şirketlere yaslanan yeni bir düzen tesis edilecek.”

Batılı hükümetler ve vakıflar, bugün “Vestfalya sonrası oluşan çerçeve”ye geçmek için fırsat kolluyorlar.[20] Alanla ilgili çalışmalar yapan akademisyenler de farklı bir şey söylemiyorlar. Bu isimlere göre küresel sağlık yönetimi meselesinde asıl tartışma, şu hususla ilgili: “Vestfalya Anlaşması’nı temel alan yönetim tarzına ait eski formüller işe yaramıyor, birçok farklı aktör, yeni fikirlerle sahneye çıkıyor.”[21]

Ulusal egemenliğin ağırlığını azaltmak, küresel sağlık yönetiminin bilinçli bir biçimde güttüğü bir amaç ve bu amaç nadiren tartışılıyor. Daha çok “küresel sağlık yönetimi” denilen mesele, yaklaşan kıyamete karşı gerekli bir savunma yöntemi olarak öneriliyor.

Bu fikri savunanlar, dünyanın bugün kritik ve eşi benzeri görülmemiş bir momentte olduğunu, bu momentte uluslararası seyahatlerin arttığını, kentleşmenin hızlandığını, ticaretin “yeni bulaşıcı hastalıklar”ı kaçınılmaz kıldığını, bu hastalıkların felâketlere yol açma potansiyeline sahip olduğunu söylüyorlar. Bu konuda kanıt olarak da 1918’deki İspanyol Gribi’ni ve 1957-58’deki Asya Gribi’ni örnek veriyorlar. Oysa bu iki salgın da ülkelerin birbirine bağlanmasından çok önce görüldü.

Bu bağlamda ilgili tehdit, bir yandan da sömürgeci iddialarla ve ırkçılara has korku ifadeleriyle birlikte ele alınıyor. Zira bulaşıcı hastalıklar, yoksul ülkelerden çıkan bir şeymiş gibi takdim ediliyorlar ve onların Batı dünyasını tehdit ettiği üzerinde duruluyor. Küresel sağlık yönetimi ile ilgili ders kitapları, vaka çalışmalarını kendi niyetini ele veren bir üslupla aktarıyorlar:

“SARS, insandan kaynaklanmadı ve kontrol edilemeden, Güney’den Kuzey’e hızla yayıldı. Aynı şekilde kuş gribi de insan kaynaklı değildi, o da her ne kadar kendisini ilk gösterdiği, Güney’in gelişmekte olan ülkelerinde yavaş ilerlese de, kontrolsüz bir biçimde yayıldı. HIV/AIDS, Güney’de insan dışı kaynaklardan türedi ama insanlar eliyle Kuzey’e sıçradı ve buradaki ülkelerde yayıldı.”[22]

Bu tür metinlerde nedense 2007-2008’de Kanada’nın Halifax eyaletinin Nova Scotia şehrinde çıkan ve dünyaya yayılan kabakulak salgınından ve BM Haiti’nin İstikrarı Komisyonu üyesi arabulucuların bulaştırdığı, hâlen daha etkisini gösteren kolera salgınından hiç bahsedilmiyor.

Küresel sağlık yönetimi teorisi, hiç de küresel değil aslında. Çünkü bu teori, yoksul periferinin zengin merkez nezdinde yol açtığı tehditlere odaklanıyor. Burada teoriden çok emperyalizmin mevcut aşamasıyla birebir örtüşen bir ideoloji söz konusu.

Küresel sağlık yönetimi, Batı’nın dış tehditlere karşı kendisini savunması gerektiğinden bahsediyor. Dolayısıyla onun 11 Eylül saldırısı sonrası gündeme gelen “güvenlik” söylemine sarılması, gayet doğal bir gelişme.

Dünya genelinde biyoterörizm konusunda alarm verilmiş olması sayesinde birileri, birbiriyle alakası bulunmayan sağlık ve ulusal/uluslararası güvenlik denilen iki alanı birbirine bağlama fırsatı yakaladılar.[23] Bu bağ, karşılıklı ilişkiyi tetikledi. Sonuçta sağlık emekçileri “terörle mücadelenin tıp cephesini açtılar”, askerî güçler de sağlıkla ilgili felâketlere yönelik tepkiler kapsamında harekete geçirildiler, bundan sonra da bu yönde kullanılmaya devam edilecekler.[24]

Küresel sağlık yönetimi, ABD ordusunun 2010’da Haiti’de meydana gelen depreme verdiği tepkinin adı olan Birleşik Tepki Operasyonu için bir bahane olarak kullanıldı. Güya insanî yardım için yapılan operasyon, ABD emperyalizminin uzun zamandır hâkim olduğu ülkenin büyük bir kısmını işgal etmesi konusunda bir gerekçe sundu. Ülkeye gelen 17 gemi, 48 helikopter ve 12 sabit kanatlı uçaktan inen 17.000 asker Haiti’ye konuşlandı.[25]

Ertesi yıl Başkan Obama, “Küresel Sağlık Güvenliği Ajandası”nı açıkladı ve konuşmasında ABD’nin öncülük edeceği, farklı sektörleri içeren, her türden biyolojik tehlikeye yönelik tepkiden dem vurdu. Orada başkan, ister tedavi edilebilir bir hastalık olsun, ister terörist bir saldırı, isterse H1N1 türünden bir pandemi olsun, her türden tehlikeye yönelik tepkiye ABD’nin öncülük edeceğini söyledi.[26]

ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ve ABD Savunma Bakanlığı gibi kuruluşlar sürece dâhil edildiler. Sağlık alanına yönelik emperyalist müdahaleler, artık “insani yardım amaçlı” askerî müdahaleler bağlamında meşrulaştırılma imkânına kavuştular:

“Bugün ulusal çıkarlar ülkeleri, sorumluluk gereği sağlıkla alakalı dış kaynaklı tehditlerle uluslararası planda ilgilenmeye veya küresel güvenlik ya da ticaret zarar görmesin diye kendi sınırları dışındaki çatışmaların sonlandırılması sürecine katkıda bulunmaya mecbur etmektedir.”[27]

Bu süreçte bazı isimler, halk sağlığının askerîleştirilmesini ağır bir dille eleştirdiler ve bunun “endişe verici bir gelişme olduğunu, otoriter bir nitelik arz ettiğini, halk sağlığı için kötü olduğunu, stratejik düzlemde ise verimsizlikle sonuçlanacağını” söylediler. Bu eleştirilere kulağını tıkayan Bill Gates, söz konusu gelişmeyi sevinçle karşılayanlar arasında yer alıyordu:

“Bazılarına sert gelebilir ve redde tabi tutulabilir söyleyeceklerim ama ordu, sadece askerî harekâtlar değil, doğal felâketler ve salgınlar konusunda da eğitilmeli. […] Ordu, sıhhiye sınıfıyla beslenecek olursa, hiçbir harcama yapmadan çok önemli bir güce sahip olmuş olursunuz.”[28]

Gates’in ordunun müdahalesine verdiği onay ve destek, bilhassa önemli, zira sahip olduğu vakıf, küresel sağlık yönetimi döneminde hayırseverliğin önde gelen kuruluşu ve timsali hâline geldi. Paranın nereden geldiği, nereye gittiği konusunda hiç hesap vermeyen bu vakıf, demokrasiye veya ulusal egemenliğe zerre saygı göstermeksizin, elini kolunu sallaya sallaya tüm kamu ve özel faaliyetler alanını hiçbir engelle karşılaşmadan dolaşabiliyor, istediği kişi ve kurumlarla iş yapıyor, temsil ettiği çıkarlar adına hızlı ve net müdahaleler gerçekleştiriyor. Bill Gates’in kendisinin de ifade ettiği biçimiyle, seçimle işbaşına gelmiş biri olmadığı için, onu o “koltuktan oy kullanarak indirmek de mümkün değil.”[29]

Bill & Melinda Gates Vakfı (BMGV)

1999’da kurulan ve ilk bağışını Microsoft’tan alan Bill & Melinda Gates Vakfı (BMGV), bugün dünyanın en büyük özel vakfı, hatta öyle büyük ki Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı ve Carnegie Derneği gibi bir zamanların en önemli oyuncularını gölgede bırakıyor.

BMGV, dünyanın en zengin ve en acımasız kapitalistlerinin at koşturduğu bir sahada tüm o istisnai zorbalığıyla epey bir itibar elde etti. Gates ailesinin çıkarlarının ve tutkularının yönlendirdiği vakıf, kurucusu dışında kimseye tek kuruşun hesabını vermiyor. Vakfın stratejilerini, bizzat Bill Gates oluşturup onaylıyor. Vakfın ele aldığı argümanları bizzat o çıkıp savunuyor, örgütün yönünü o belirliyor.

Gates’in hayır işlerine yaklaşımı, muhtemelen onun demokrasiye yönelik tutumundan kaynaklanıyor:

“Devlete yaklaştıkça, işlerin nasıl döndüğünü gördükçe, ondan giderek uzaklaşıyorsunuz. Bu adamların bütçe konusunda bir bilgileri bile yok. […] Tüm bu insanların oy kullanacaklarını, giderek karmaşıklaşan konulara dair görüş geliştireceklerini aklınıza getirince şunu düşünüyorsunuz: bulunan en kolay cevap, gerçek cevap değildir. Bu, oldukça tuhaf bir sorun aslında. Bu türden sorunlarla yüzleşen demokrasiler, bu şeyleri daha iyi mi hallediyor acaba?”

Gates’in hayırseverlik üzerine kurulu imparatorluğunun üzerinde güneş batmıyor, üstelik bu imparatorluk giderek büyüyor. ABD’de BMGV, esas olarak “eğitim reformu” meselesine odaklanıyor, devlet okullarının özelleştirilmesine dönük çabalara destek sunuyor, öğretmen sendikalarının kendisine bağlı hâle gelmesi için uğraşıyor. ABD’deki vakıf faaliyetlerinden daha kapsamlı çalışmalar yürüten dış şubelerse gelişmekte olan ülkeleri hedef alıyor ve bulaşıcı hastalıklar, tarım politikası, üreme sağlığı ve nüfus kontrolü gibi meselelere yoğunlaşıyor. Sadece 2009 yılında BMGV, dünya genelinde yürüttüğü projelere 1,8 milyar dolardan fazla para harcadı.

BMGV, bir yandan da yardımseverlik denilen sahaya şirketler arasında cereyan eden rekabeti taşımakla ve iş planlamasına dair normları uygulamakla övünüyor. Vakfı inceleyen bir isme göre “Bill Gates, sıtmanın kökünü nasıl kuruttuğunu, tıpkı Netscape denilen bağımsız bilgisayar şirketinin kapısına nasıl kilit vurduğunu anlatır gibi anlatıyor.” Fortune dergisinin en büyük beş yüz şirket listesinde yer alan şirketler gibi BMGV de stratejik ortaklıklarla yatırımlarını artırmaya çalışıyor ve vakfın girişimlerinin elde ettikleri başarıları sayısal ifadelerle değerlendirmeye tabi tutuyor:

“Vakıf, sağlık veya eğitim hizmeti sağlama alanına yatırım yapmıyor. Bunun yerine biz, sistemlerin başarısını yukarı çekecek ve bu hizmetler insanlar için daha iyi sonuçlar ortaya koysun diye yenilik yapacak yollar belirliyoruz. Tüm stratejiler, ortaklarımızın etkisini artıracak düzeye ulaşmalarını sağlıyor. Stratejiler, bütünüyle teknolojinin rolü üzerinde duruyor.”

Vakıf, esasen sadece yaptığı harcamalarla değil, ayrıca STK’lar, devlet kurumları ve özel şirketler gibi “ortak şirketler”den oluşan gelişkin ağ üzerinden güç elde ediyor. Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü’nün en büyük üçüncü bağışçısı olan vakıf, dünya sağlık politikasının oluşum sürecini yöneten ana güçlerden biri.[30]

Vakfın kendi boyunu aşmış olan nüfuzu, Cenevre’de her daim hoş karşılanan bir olgu değil. 2008’de basına sızan bilgi notunda DSÖ’deki sıtma programına başkanlık eden Arata Kochi, vakfın yürüttüğü sıtma araştırmalarıyla sürece hâkim olmaya başladığını, bu durumun bilim insanlarının farklı görüşler dile getirmesine mani olduğunu ve DSÖ’nün politika yapma işlevini ortadan kaldırdığını söylüyordu.

Vakıf, bugün kapsamı epey geniş olan, çok farklı alanlara nüfuz eden kamu-özel işbirliklerini yönetiyor. Yardımlar dağıtan bu kuruluşlar, devletlerarasındaki ayrımları silikleştiriyor. Yurttaşlarına zerre hesap vermiyor, sadece hissedarlarına hesap veren kâr amaçlı işletmeler olarak çalışıyor.

Örneğin 2012’de bir çalışma başlatılıyor. Burada amaç, o güne dek göz ardı edilmiş tropikal hastalıklarla mücadele etmek. Sürece ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı, Dünya Bankası, Brezilya, Bangladeş ve BAE gibi devletler, ayrıca 13 ilâç şirketinden oluşan bir konsorsiyum dâhil oluyor. Bu konsorsiyumda adı kötüye çıkmış, Merck, GlaxoSmithKline ve Pfizer gibi büyük ilâç tekelleri yer alıyor.

“AIDS, Verem ve Sıtmayla Küresel Mücadele Fonu” ve (Dünya Sağlık Örgütü ile aşı endüstrisini birbirine bağlayan, Gates’in fonladığı kamu-özel işbirliği olarak) “GAVI Aşı İttifakı” türünden “çok paydaşlı girişimler”in ardında hep BMGV’yi görüyoruz.

Bu türden adımlar sayesinde vakıf, farklı şirketlerin yer aldığı girişimlerdeki payını artırma imkânı buluyor. Aynı şekilde, bu girişimlerde özel şirketler, stratejik yatırım programları üzerinden güçlerini artırıyorlar ve kâr elde ediyorlar. ABD hükümeti, bu sürecin önemli ve stratejik bir ortağı.

Aynı zamanda BMGV, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ve Hastalık Kontrolü ve Korunma Merkezi ile sıkı ilişki içerisinde. Kurucusu sayesinde Gates Vakfı, Beyaz Saray’a hiçbir kısıtlamayla karşılaşmadan girebiliyor. Ayrıca vakıf, vergi kanunları konusunda bir sıkıntıyla da karşılaşmıyor. Bu kanunlar sayesinde özel yardım kuruluşları belirli bir zırha sahip oluyorlar. Hatta devlet, ilgili kuruluşları etkin bir biçimde finanse ediyor.

Gates Vakfı, ulusal hükümetlerin ajandalarına ve faaliyetlerine doğrudan müdahale ediyor. Örneğin Uganda’daki belediye altyapısının geliştirilmesi ile ilgili projeye finansman sağlıyor veya “Tuvaletin Yeniden İcadı” başlıklı çalışmada Hindistan Bilim Bakanlığı ile birlikte çalışıyor.

Aynı zamanda vakıf, kendisinin destek verdiği girişimlere hükümetler para akıtsın diye lobi faaliyeti yürüten STK’lara destek sunuyor.[31] Hatta BMGV, Pakistan hükümetinden, faaliyetlerine destek verecek güvenlik tedbirlerini talep edebiliyor.

Yoksul ülkelerin başındaki hükümetlere nüfuz etmek, vakfın asıl görevlerinden biri: Vakıf, büyük ilâç tekelleri türünden, sağlıkla bağlantılı ulusötesi şirketlerin ürettikleri ürünler konusunda bu tür ülkelerde talep yaratmak için uğraşıyor. Yıllık gelirleri bir trilyon dolara yaklaşmasına rağmen küresel ilâç endüstrisi, kalıcı kriz koşullarından bir türlü kurtulamıyor, üstelik bir de çıkıp kendisine pahalıya patladığını söylediği mevzuatları ve yönetmelikleri suçluyor.

Bir ilâcı piyasaya sürmek için araştırma-geliştirme, testler ve reklâm konusunda epey para harcamak gerekiyor. Bu ilâçları satın alan hükümetlerden gelen yardımı almak için en başarılı ilâçları bile kârlı bir hâle sokmak gerekiyor. Bu noktada BMGV, arabulucu olarak iş görüyor. Tüm gücünü, ülkelerin sağlık bakanlıklarını ilâç alımı için tahsis edilmiş, zaten kıt olan parayı aşı ve gebelik önleyiciler gibi ilâçlara yatırmaya teşvik etmek için kullanıyor. Bu satın alınan ilâçların yükünü ise gelişmekte olan ülkelerde, verecek parası az olan yerlerde, vergi ödeyen halk omuzluyor. Sonuçta da kâr, çevreden merkeze akıyor.

Aynı zamanda BMGV gücünü, güvenlik testlerinin yapılması için de kullanıyor. Vakfın tanıtım bülteni, kendisinin gelişmekte olan ülkelerin gerçeklerine uygun biçimde geliştirilmiş AR&GE stratejilerine sunduğu desteği “bilimsel keşiflerin uygulanabilir çözümlere tercüme edilmesi” olarak tarif ediyor ve aşı türünden müdahalelerin değerlendirilip geliştirilmesi için yollar bulduklarını söylüyor. Bültene göre aşı benzeri müdahaleler, pahalı ve zaman harcanmasına sebep olan klinik denemeler öncesi incelemeye tabi tutuluyor.

Esasen BMGV, büyük ilâç tekellerine gelişmekte olan ülkelerdeki ucuz ilâç denemelerine destek vermek suretiyle, onların mevzuatları aşmasına yardım etme vaadinde bulunuyor.

2014-2015’te Afrika’da görülen Ebola salgınının kontrol altına alınmasından kısa bir süre sonra vakıf, Sahraaltı Afrikası’nda üç yıl içerisinde ilâç kayıt sürelerini yarı yarıya azaltmak için lobi faaliyeti yürüteceğini açıkladı. Vakfın iddiasına göre bu tenzilat, kaliteden ve güvenlikten ödün vermeden yapılacak. İlgili çalışmada vakıf, söz konusu girişimi, birçok insanın hayatını kurtaracak, acil durumlarda alınması gereken bir tedbir olarak takdim etti, böylece gerekli kılıfı ördü.

Oysa geçmişte vakfın güvenlik mevzuatını delmeye dönük çabaları, bazen insanların çile çekmesi ve ölümlerle sonuçlanmıştı. Örneğin Gates’in destek verdiği, yasaya aykırı olan HIV aşısına dönük klinik denemeler, Hindistan’da yedi genç kızın ölmesine, yüzlerce insanın yaralanmasına sebep olmuştu.

Muhtemelen vakfın icra kurulundaki isimler, bu ölümleri maliyet-fayda analizi tablosuna eklediler ve iş dünyasının pratikleri dâhilinde taahhütlerini yerine getirmeyi sürdürdüler.

Esasında vakfın faaliyetleri, hacimli, dikey örgütlenmiş, çokuluslu şirketlerin faaliyetlerinden farksız. Vakıf da Seattle’daki vakıf merkezinden başlayıp tedarik, üretim ve dağıtım aşamalarından geçen, oradan da Afrika’nın ve Güney Asya’nın köylerindeki milyonlarca isimsiz ve yoksul “son kullanıcı”ya ulaşan tedarik zincirindeki her bir aşamayı kontrol ediyor.

Yazılım piyasasını ele geçirmek için geliştirdiği stratejileri vakıf sahasında kullanan Gates, halk sağlığı sahasında tekel hâline gelmiş durumda. Vakfın dünya genelinde sahip olduğu nüfuz, bugün eski icra kurulu başkanı Jeff Raikes’in dile getirmek zorunda kaldığı düzeyin çok üstünde: “Biz, Birleşmiş Milletler’in yerini alıyor değiliz. Ama bazı insanlar, gene de bizim çok yönlü ve yeni bir örgüt formu olduğumuzu söylüyorlar.” 2014-2015’teki Ebola salgını, Raikes’in bu övüngen ifadesini teyit eden bir yığın veri sundu.

Ebola

Mart 2014’te Dünya Sağlık Örgütü, Ebola olarak da adlandırılan bir tür viral hemorajik ateş salgınının görüldüğünü duyurdu. Daha önce görülmediği yerlerde açığa çıkan hastalık, Gine, Liberya, Sierra Leone gibi Batı Afrika ülkelerini etkiledi.

Mali ve Nijerya gibi diğer Afrika ülkelerine yayılan salgın, tüm dünyayı paniğe sürükledi, panik, medyada çıkan haberlerle körüklendi, bu haberlere bir de sosyal medyadaki çılgınlık eklendi. Tüm dünya genelinde kontrol edilemeyen bir salgınla ilgili tahminler havada uçuştu ve hepsi de felâketin eşiğinde olduğumuzu söylüyordu. Oysa Amerikalılar, normal koşullarda Afrika kaynaklı hastalıkların bu denli paniğe sebep olmasına bir anlam veremez, bu konuyu pek kafaya takmazlardı.

Ekim 2014’te her üç Amerikalıdan ikisi, Ebola salgınının ABD’ye ulaşacağı konusunda endişeli olduğunu söylüyordu. Ebola salgınıyla bağlantı olarak göçmenlere kısıtlama getirilmesi önerisine destek verenlerin oranı, birden yüzde 91’e çıktı.

Bir yıl sonra, salgının görüldüğü tüm ülkelerde ölümlerin ve yeni teşhis edilen hastaların sayısı düştü, sonuçta da salgın kontrol altına alındı. Aslında ölü sayısı epey yüksekti: 25 Mart 2015’te kayıt alınan ölü sayısı, on binin üzerindeydi. Ama bir açıdan bakıldığında Ebola, insan sağlığı için ufak bir tehdit gibi görünmekteydi. Aynı yıl içerisinde HIV’den ölenlerin sayısı 1,5 milyon civarında iken ishalli hastalıklardan 1,5 milyon, yol kazalarından 1,3 milyon insan ölmüştü.

Aslında Ebola, kendisi ile ilgili yayılan korku üzerinden elde ettiği itibarın aksine o kadar da bulaşıcı ve öldürücü değildi. Virüs, insana çatlamış deri veya mukoz zarı üzerinden akan vücut sıvılarıyla doğrudan temas kurulduğu noktada bulaşıyordu. Hıyarcıklı veba türünden taşıyıcı yoluyla veya grip ya da SARS’ta olduğu gibi öksürük ve hapşırık yoluyla yayılmıyordu.

Virüsün kurbanlarının yüzde doksanını öldürdüğünü söyleyen ilk bulguların abartılı olduğu sonradan görüldü. DSÖ, bugün ölüm oranının yüzde elli civarında olduğunu söylüyor. Uzman elinden çıkma bir çalışma ise yeterli tedavinin uygulanması durumunda hayatta kalma oranının yüzde doksanı bulduğunu ortaya koyuyor. 2014’teki salgın öncesinde hastalık sebebiyle ölenlerin sayısı sadece 1.548’di.

Ebola, Batı’da ilkin Richard Preston’ın 1992’de New Yorker’da çıkan “Sıcak Kuşaktaki Kriz” isimli makalesi ile birlikte ünlendi. Sonrasında bu ün, Preston’ın 3,5 milyon satan Sıcak Kuşak: Ürkütücü Bir Gerçek Hikâye isimli kitabıyla perçinlendi. Hikâyesini abartarak anlatan Preston kitabında, Ebolavirüs ailesinde yer alan beş virüsten biri olan Reston virüsünün 1989’da görüldüğü bir vakadan söz ediyordu. Virüs, biyolojik savaş araştırmaları yürüten, orduya bağlı USAMRIID’e bağlı bir tesiste görülüyordu. 1969’da sonlandırıldığı söylenen biyolojik savaş programlarında bu tür araştırmalar, sonrasında biyolojik savunma veya biyolojik güvenlik adını almışlardı.

Preston’ın kitabı, yanlış değerlendirmeler üzerinden virüsün her daim hava yoluyla bulaşabileceğine dair bir şüpheye sebebiyet veriyor ve hastalarda görülen semptomları kasten yanlış aktarıyordu. Örneğin kitap, hastaların ağzından ve gözlerinden kan geldiğini, ayrıca iç organlarının eridiğini söylemekteydi. O dönemde bir epidemiyolog, kitaptaki abartılı ifadelerin sıkıntılı olduğunu, epidemiyoloji ve bulaşıcı hastalıklar sahasında çalışan insanları çileden çıkarttığını dile getirdi.

Preston’ın kitabı, Hollywood tarafından sinemaya uyarlandı. Salgın adı verilen film, Ebola efsanesini iyice pekiştirdi. Hem film hem de kitap, virüsü ırkçı bir yaklaşımla ele almaktaydı. Her ikisinde de Ebola karşımıza, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında dolaşan bir öcü gibi resmediliyor, dahası, ilkel bölgelerden kaçıp “medeni” dünyaya bulaşacak ve onu yok edecek bir tehdit olarak sunuluyordu.

Lisa Lynch’in de gözlemlediği gibi Preston’ın kitabı türünden çalışmalar, “biyolojik açıdan kirli olan yerlilerle ilgili olarak sömürgecilerin başvurdukları ırkçı dilin ürettiği pandemi hikâyelerinin varlığını koruduğunu” ispatlamaktaydı. “Bu tür hikâyelerde esas olarak, vahşilerin medeni dünyaya sızıp ona nüfuz edeceklerinden korkan yabancı düşmanı kişilerin korkularından” bahsedilmekteydi.[32]

Sömürgecinin geçmişten bugüne ayakta kalmayı bilmiş olan mitler üzerine kurulu dünya görüşü, 2014’teki salgın konusunda Batı’da yapılan birçok değerlendirmeyi biçimlendirdi. Her zaman olduğu gibi o gün de birçok haberde Ebola, “ormanda gizlenen katil”, “her an her yerde patlak vermeye hazır yabani bir Afrika hastalığı” veya “Batı Afrika ormanlarından fırlamış bir canavar” olarak takdim edildi. Laurie Garrett’ın 2014’te çıkan ve çok satan Ebola: Bir Salgının Hikâyesi isimli kitabının başında, on dokuzuncu yüzyıl sömürgecilerinin macera romanlarından fırlamış ırkçı bir hikâyeye yer veriliyordu:

“Tümüyle irileşmiş gözbebekleri zifiri karanlıkta şekilleri belirlemek için mücadele veriyor, dans eden milyonlarca ateşböceğinin yaydığı ışığı seyrediyordu. Attığı o sessiz adımlar, aysız gecede gözün göremediği her şeye bir biçimde ihanet ediyordu. Karanlık gecede kara derilerinin ardına gizlenmiş insanlar, sürekli bir hareketlilik içerisindeydi. […] Atalardan kalma eski törenlerden birinde kötü ruhlar defedilmekteydi. Ellerindeki hayvan kuyruklarını havaya kaldırıyorlardı genelde. Ama bu sefer gerek duymadılar. Büyü çok güçlüydü çünkü.”[33]

ABD emperyalizmine hizmet eden propagandacılar, Ebola üzerinden gündeme gelen bu sömürgeci söylemden istifade ederek “isyancı” virüsü Washington’ın düşman bellediği güçlerle kıyasladılar.

O günlerde Financial Post’ta “Ebola, IŞİD ve Putin Birer Bulaşıcı Hastalık, Kontrol Altına Alınsın” başlıklı bir yazı yayımlanıyordu. Forbes ise Ebola, IŞİD ve Putin’i “yirmi birinci yüzyıla karşı gerçekleştirilen isyan”ın tehlikeli birer semptomu olarak görüyordu. Düzmece olduğu belli olan bir raporda IŞİD savaşçılarının virüsü silâh olarak kullandığından söz ediliyor, bu rapor, medyanın yaygın ilgisine mazhar oluyordu. Dış İlişkiler Konseyi (CFR) için kalem oynatan ABD Hava Kuvvetleri mensubu Albay Clint Hinote virüsü, ideolojik kirlenmeye benzetiyor, halk sağlığı çalışanlarının kontrgerilla taktiklerini devreye sokmalarını talep ediyordu.

Halk sağlığı uzmanları ve yardım kuruluşları, bu türden siyasi anlamlarla yüklü dilden uzak dursalar da Ebola’nın yol açtığı paniği kendi ajandalarını uygulamaya koymak için kullanmaktan imtina etmediler. Dünya Sağlık Örgütü genel direktörü Margaret Chan, 2014 salgınının “o güne dek görülmüş en büyük, en şiddetli ve en karmaşık salgını” olduğunu, bunun “acilen eyleme geçilmesini gerekli kılan küresel bir tehdit” olarak görülmesi gerektiğini söyledi. Uluslararası sivil toplum kuruluşlarından olan Sınır Tanımayan Doktorlar’ın başkanı Joan Liu, Eylül ayında toplanan Birleşmiş Milletler’de benzer bir oyunu sahneye koydu:

“Tarihte görülmüş en kötü Ebola salgınının başlamasının üzerinden altı ay geçti, buna karşın dünya, bu hastalığı kontrol altına almak için verdiği savaşı kaybediyor. […] Sierra Leone’de virüsün bulaştığı cesetler sokaklarda çürümeye terk edilmiş. Liberya’da yeni Ebola bakım merkezleri inşa etmek yerine krematoryum inşa etmek zorunda kaldık. […] Bu, ulusları aşan bir kriz ve Afrika kıtası için toplumsal, ekonomik ve güvenlikle alakalı sonuçları olacak. Harekete geçmek, sizin tarihsel sorumluluğunuz.”[34]

Salgının şiddeti azalsa bile Batı medyası, genelinde insanların konuya yönelik hassasiyeti iyice arttı. Artık tehdidin eşi benzeri olmadığını düşünen insanlar, onun felâkete yol açabilecek bir şey olduğuna ikna olmuşlardı. Dolayısıyla herkes, en kısa süre içerisinde bir yerlerde birilerinin bir şeyler yapması gerektiğini söyleyecek kıvama getirilmişti.

Bu aşamada ulusların sağlık sistemlerinin bu görevi yerine getirme noktasında verimsiz ve yetersiz oldukları söylendi. Ama salgına yönelik tepkilerin etkisini azaltanın sömürü ve bağımlılık üzerine kurulu tarih olduğundan kimse bahsetmedi. Hatta Batı’nın özel şirketleri, felâket karşısında gösterdikleri beceri üzerinden övgülerle karşılandılar.

Örneğin Liberya’nın başkenti Monrovia yakınlarında bulunan ve dünyanın en büyük kauçuk plantasyonunun hem sahibi hem işletmecisi olan Firestone Lastik ve Kauçuk Şirketi, salgın karşısında ortaya koyduğu tepki sebebiyle basında epey bir ilgi gördü. Oysa Liberya’da Ebola’nın tespit edilmesinden hemen sonra şirket, varlıklarını korumak için harekete geçmiş, elindeki parayı ve politik gücü ülkenin diğer yerlerinde temin edilemeyen, tehlikeli maddelere karşı koruyucu elbise ve eğitimli sağlık personeli gibi kaynaklara el koymak için kullanmıştı.

Gene Liberya’da, Firestone’un kurucusunun adını almış olan Harbel şehrinde seksen bin işçi, modern kölelik şartlarında istihdam edildi ve şirketin ulusal egemenliğe ya da insan haklarına pek saygı göstermeyen otoriter rejimine tabi olarak çalıştırıldı.[35]

Tam da bu bağlamda Firestone şirketinin plantasyonu kapatması, hastaları izole etmesi, aileleri karantina altına alması kolay oldu. Böylelikle pratikte yoksul Liberya’nın orta yerinde Ebola’dan arındırılmış özel bir ada meydana getirildi. O günlerde devletin radyosu büyük bir coşkuyla şunu söylüyordu: “Firestone, hükümetlerin yapamadığını yaptı. Ebola’nın yoluna taş koydu.”

Ama bu tür yayınlarda Firestone’da günde beş dolar kazanan işçilerden, Ebola’ya kurban verilmiş, Harbel’da tek seferlik olmak kaydıyla ileride alacakları 1.900 dolarlık emekli maaşı karşılığında evlerinden tahliye edilen ailelerden hiç söz edilmiyordu. Bu ailelere bir de ayrıca bir torba pirinç verilmişti.

Süreci devlet kurumları ve şirketler, uzun zamandır rafta tuttukları ajandalarını uygulamak için bir fırsat olarak gördüler ve hemen harekete geçtiler. Sağlık alanında çalışan STK’lar, Ebola’nın yol açtığı histeri sayesinde, tıpkı Sandy Kasırgası sonrası tonla para toplayan ama bu paraları halkla ilişkiler sahasında harcayan, yöneticilerine yediren Amerikan Kızılhaçı gibi, felâketten istifade ederek para toplama işine soyundular.

Sınır Tanımayan Doktorlar, bu süreçte 47 milyon dolar topladı ki bu, yıllık bütçesinin iki katına yakın bir tutardı. Afet Acil Durum Komitesi, Naomi Campbell gibi modellerle “Ebola’ya Karşı Moda” türünden etkinlikler örgütledi. Campbell, bu etkinlikte kullanmadığı kıyafetlerini Londra Moda Haftası’nda açık artırmaya çıkarttı. Aşırı zenginler, o eleştirilere ve incelemelere maruz kalan yüzde birlik kesim, kesenin ağzını açıp basında kendilerine övgüler düzen haberler yaptırdı. Facebook’un multi-milyarder sahibi Mark Zuckerberg, 25 milyon dolar yardım yaparken Microsoft’un kurucularından Paul Allen, NBA takımlarından, kendisine ait Portland Trailblazers oyuncuları ile birlikte Twitter’da “Ebolaylamücadele” başlıklı bir etiket çalışması başlattı ve ünlülerden para topladı.

Zuckerberg ve Allen’ın topladığı bu paralar, öncelikle Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi Vakfı’na gitti. Bu vakıf, önleme merkezinin (CDC’nin) para kaynaklarını beslemek amacıyla Kongre tarafından kurulmuş, pek fazla insanın bilmediği, yarı özel bir şirketti. Vakfın devletle bağları, yatırım imkânları arayışı içinde olan müteşebbislerin ağzını sulandıracak cinstendi. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde bulunan Hayır Kurumları ve Kamu Politikası Merkezi direktörü James M. Ferris’in dediğine göre devletle bağlantılı vakıfların zenginlere ait hayır kurumlarının ilgisini çekmesinin asıl sebebi, bu vakıflar sayesinde bağışların miktarının epey artırılabiliyor olmasıydı.

Zenginler, toplumsal etkilerini daha da artırmak istiyorlardı. Neticede yardım kuruluşları şirketlerin daha uzak menzile erişmelerini sağlıyordu. Tam da bu sebeple kamu politikasına nüfuz edebilmek için hükümetle ortak oluyorlardı.

Tüm bunlar olurken, ABD’nin Mısır hariç tüm Afrika ülkelerinden sorumlu olan askerî komutanlığı AFRICOM, kıta genelinde ABD’nin çıkarlarını güvence altına almak için faaliyet alanını hızla genişletti. 2007’de felâketlere yardım sürecinin hızlandırılması ve savaşların önlenmesi bahanesiyle kurulan komutanlık, ABD’deki plancılar tarafından genelde stratejik kaynaklar açısından zengin olan bölgede Çin’in artan nüfuzunu kırmak için bir araç olarak görülüyordu.

2013 yılında AFRICOM’un faal olduğu ülke sayısı 49’du. Komutanlık, ayrıca kıta genelinde ortak askerî tatbikatlar ve gizli özel operasyonlar düzenliyordu. Ama egemen devletlerin onayını alma ihtiyacı üzerine ABD, bu komutanlık üzerinden, 2012 yılında Afrika’ya iki bin asker konuşlandırdı.

Bu noktada ABD askerinin sayısının artırılması için gerekli kılıfı Ebola krizi sağladı. Ebola’yı “ABD’nin ulusal güvenliği açısından birinci öncelik” kabul eden Beyaz Saray, Eylül 2014’te AFRICOM’a Gine’ye, Liberya’ya, Sierra Leone’ye, Nijerya’ya ve Senegal’e üç bin asker konuşlandırma yetkisi verdi. Bu sayede Amerikan askeri sayısı iki katına çıktı. Buna ek olarak Monrovia’da yeni bir askerî üs kuruldu. ABD askerleri, medyanın koparttığı alkış tufanı eşliğinde Batı Afrika’ya ulaştı. Bu askerler gidip Ebola Tedavi Birimleri kurdular. Bu birimler, esasen içinde ucuz plastik yataklar bulunan büyük çadırlardan ibaretti, çadırların önemli bir bölümü boştu.

Nisan 2015’te ABD ordusunun kurduğu 11 tedavi biriminde sadece 28 Ebola hastası tedavi edildi. Washington Post’ın dediğine göre, “ilk tedavi merkezi kurulmadan çok önce hastalık zaten kontrol altına alınmıştı.” Bu, aslında ABD’nin sert cevabını tetikleyen o “endişe verici epidemiyolojik tahminler”le çelişen bir haberdi.

2015 yılının başlarında Ebola operasyonu için tahsis edilen 2,6 milyar dolar paranın nasıl harcandığını kimse bilmiyordu. Bu paranın tamamının sağlık hizmetlerine harcanmadığı açıktı.

Salgının hızı kesilince bazı askerler bölgeden çekilse de geride önemli sayıda asker kaldı. Daha önceleri AFRICOM’a karşı çıkmış olan Afrika ülkeleri baskılara dayanamadı ve çok sayıda askerin topraklarına konuşlanmasına izin verdi. Pentagon, artık ileride sağlık konusunda yaşanacak krizlere müdahale etmeyi düşünebileceği bir konuma gelmişti.

Bu süreçte ayrıca STK’lar ve ulusal egemenlik meselesinin yol açtığı sorunların üstesinden gelmeye başlayan Pentagon arasında askerî zemini olan işbirliklerinin kurulması için gerekli çerçeve oluşturuldu. Mart 2015’te AFRICOM, hiç vakit kaybetmeden, ilk Tıbbi Destek Operasyonları konferansını toplayacağını duyurdu ve konferansa Britanya Kızılhaçı ve Çocukları Kurtarın türünden STK’lardan NATO ve İspanya Silâhlı Kuvvetleri’ne kadar birçok kuruluşu davet etti.

Muhtemelen askerî sahada yaşanan en önemli gelişme, “insanî müdahale” ifadesinin her yana çekiştirilebilecek yeni bir kavram olarak “insanî güvenlik” örtüsü altında Libya’da yaşanan katliamı cilâlayıp satmak için kullanılan bir tabir hâline getirilmesi idi.

Sera gazı literatürü dâhilinde gündeme gelmiş olan ve Obama tarafından kullanılan bu “insanî güvenlik” kavramı, süreç içerisinde AFRICOM’un bölgeye konuşlandırılması için gerekli kılıf olarak kullanılmaya başlandı. Ayrıca bu ifade, BM Güvenlik Konseyi’ne “yüz binlerce insanı öldürebilecek, korkunç çilelere yol açacak, ekonomileri istikrarsızlaştıracak, sınırları hızla aşabilecek bir hastalığı durdurmak için daha fazla çaba ortaya koyması yönünde çağrıda bulunmanın” gerekçesi olarak devreye sokuldu.

Bu çağrıya cevaben BM, Ebola yardımlarıyla ilgili 2177 sayılı kararını aldı. Kararda “uluslararası barışa ve güvenliğe yönelik yeni tehditlerle ilgili bir dilin oluşturulması gerektiğinden” söz edilmekteydi.

Bu “insanî güvenlik” meselesini Washington Post şu şekilde açıklıyordu:

“Her zaman güvenlik tehdidi denilince akla bir ülkenin ulusal çıkarlarına yönelik tehditler gelir. İnsanî güvenlik kavramı, güvenlik anlayışının kapsamını genişleten, buradan da bireye odaklanan bir kavram. Böylelikle yoksulluk, küresel salgınlar ve iklimle bağlantılı afetler, güvenlik tehditleri olarak görülmekte. […] İnsanî müdahaleler, çatışmalara çözüm bulmak için yapılıyor. Bu süreçte çoğunlukla dışarıdan gelen aktörler, sadece kendi ulusal çıkarları tehlike altında ise müdahil oluyorlar. […] Ebola krizini insanî güvenlik olarak tanımladığımızda oyunun gidişatını da değiştirmiş olacağız. Ebola’dan etkilenen Batı Afrika ülkelerinde (en azından şimdilik) savaştan eser yok, dolayısıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin üzerinde durduğu güvenlik tehdidi, esasen insanlara ve insanlığa, onurlu bir hayat yaşama hakkına yönelik bir tehdit olarak görülüyor.”

BM’nin bu “insanî güvenlik” kavramını benimsemesi, Sınır Tanımayan Doktorlar türünden önemli STK’lara krizlere yönelik gizli askerî müdahale yapılması çağrıları karşısında tarafsız kalmakla ilgili ahlakî yükümlülüklerinden kurtulma konusunda gerekli kılıfı temin etti. Daha fazla kaygıya yol açan gelişme ise yeni öğretinin herhangi bir sınır tanımıyor oluşu idi. Madem yoksulluk, hastalıklar veya iklim değişikliği askerî eylemler için gerekli zemini sunuyor, o vakit artık Afrika’da her türden müdahale meşru idi.

Pratikte Batı, ileride gelişmekte olan ülkelerde düzenleyeceği askerî operasyonlar için gerekli bahaneye kavuşmuştu. Bu noktada Ebola salgını, gerek duyulan bahaneden başka bir şey değildi. Böylelikle askerîleştirilmiş “küresel sağlık yönetimi”nin oluşturulması için yarı hukukî çerçeve hazırlandı. Artık insanî yardım kılıfı altında gelişmekte olan ülkelere istenildiği vakit müdahale edilebilecekti.

Sonuçta Amerikan ordusu, salgının kontrolüne zerre katkı sunmadı. Buna karşılık Küba’nın sağladığı yardım daha etkili oldu. Küba, Sierra Leone, Liberya ve Gine’de yaklaşık 500 sağlık uzmanını konuşlandırdı. Üç Afrika ülkesinde, Nijerya, Senegal ve Mali’de salgınla mücadele daha hızlı gerçekleştirildi ve daha başarılı oldu. Çünkü bu üç ülke, yeterince para temin edebilen ulusal sağlık sistemlerine ait kaynaklardan istifade edebilmişti.

Bill Gates bile Ebola salgınının “dünyanın en yoksul ülkelerindeki sağlık sistemlerinin acilen güçlendirilmesi gerektiğini ortaya koyduğunu” kabul etmek zorunda kalmıştı. Oysa BMGV’nin onca yaygarası kopartılmış Ebola ile ilgili müdahalelerine yakından bakıldığında vakfın yardım işlerinin, ülkelerin sağlık sistemlerine katkıda bulunmak değil, vakfın kapsamlı ajandasını uygulamak amacıyla yürütüldüğü görülüyordu.

Gates Vakfı ve Ebola

İlk başta Gates Vakfı, Ebola krizine müdahale etme konusunda gönülsüzdü. Afetlerde yapılan yardımlara bağışta bulunmak, esasen şirketin somut sonuçlar doğuran stratejik ve uzun vadeli çözümlere vurgu yapan işletme modeliyle çelişiyordu.

Ancak sağlık alanında dünyanın önde gelen yardım kuruluşlarından biri olarak Bill ve Melinda Gates Vakfı (BMGV) bu sürecin dışında durmanın itibarına zarar vereceğini düşündü. Sonuç olarak 10 Eylül 2014’te vakıf, Ebola salgınına müdahale etmek için 50 milyon dolar ayıracağını duyurdu. Kısa bir süre sonra Gates, kendi blogunda ulusal sağlık sistemlerinin acilen güçlendirilmesi gerektiğine dair bir yazı yazdı. BMGV ise bahsi edilen paranın tamamının, kısa vadede afet yardımlarına ve yereldeki sağlık altyapısına dönük yatırımlara tahsis edileceğini açıkladı.

Ama vakıf, Ebola’yla mücadeleye yapacağı katkılarda asıl olarak vakfın uzun vadeli stratejik hedeflerini gözetmekteydi. Söz verilen paranın küçük bir kısmı, sürece müdahale edenlere verildi: bu noktada Dünya Sağlık Örgütü beş, UNICEF beş, Hastalık Kontrol Merkezi 2 milyon dolar aldı. Geri kalanı ise güya “hastalığın başka yerlere yayılmasına mani olma ve hastaları tedavi etme noktasında etkili olabilecek tedavilerin, aşıların ve teşhis süreçlerinin geliştirilmesine dönük olarak kamu ve özel ortaklıklarının yürüttükleri çalışmalar”a tahsis edildi. Pratikte burada esasen vakfın kendisinden bahsedilmekteydi. Yatırım yapılan alan, zaten vakfın para sağladığı, biyomedikal AR&GE çalışmaları, Büyük Veri girişimleri ve aşı geliştirme çalışmalarından oluşmaktaydı. Bu çalışmalara bir de ABD’de kurulacak bir kamu-özel işbirliği de eklendi. Bu şirket, neticede ülkelerin sağlık sistemlerinin sahip olduğu yetkileri aşmak için kurulacaktı. Vakıf, acil durumlara yönelik müdahalelere ne kadar para harcadığını hiçbir zaman açıklamayıp, bu yönde attığı adımların hesabını hiç vermediyse de gene de elimizde paranın pratikte nasıl harcandığını gösteren, Ebola ile bağlantılı bağışlarla alakalı raporlar var:

1. İyileşen hastalardan alınan kan örneklerinin miktarını artırmakla yükümlü büyük bir kamu-özel konsorsiyumuna 5,7 milyon dolar verildi. Konsorsiyumun içerisinde ilâç firmaları, özel vakıflar, üniversiteler, aynı zamanda ABD Kara Kuvvetleri’ne bağlı USAMRIID denilen biyolojik savunma birimi var. Bu fonlar bakım işine değil, biyomedikal sanayinin ileride kâr etmesini sağlayacak uzun vadeli araştırmalara tahsis edilmiş. Bir yönüyle bu teşebbüs hızlı hareket etmek zorunda kalmış: Bu noktada BMGV, Ebola bulaşmış kişilerden kan ve plazma toplama işinin hızlandırılmasını önermiş. Her ne kadar proje, hastalara tedavilerinde katkı sunacak herhangi bir şey sunmasa da DSÖ, kriz koşullarında bu önerilen adıma onay vermiş.

Ebola sayesinde BMGV, ulusal sağlık sistemlerini ulusüstü kamu-özel işbirlikleriyle ikame edecek dünya sağlık yönetişimi konusunda gerekli desteği elde etme imkânı buldu. Raporda analizcilerin de dile getirdiği biçimiyle: “Birçok bileşen arasında önceden kurulmuş resmi ve gayriresmi ilişkiler sayesinde konsorsiyumun hızla kurulabilmesi için gerekli zemin oluştu. Konsorsiyum, sürece olağanüstü bir hız ve kapsamda cevap geliştirdi. […] Sürecin başından itibaren görüldü ki bu tür ittifaklar, önceden küresel salgınlarla mücadeleye kıyasla daha fazla sayıda işin hâllolmasını ve sınırları aşan daha fazla pratiğin ortaya konulmasını sağladı.”

2. BMGV’nin 10 Eylül’de yaptığı basın açıklaması, brincidofovir isimli, tartışmalara yol açan antiviral ilâcın geliştirildiğini duyurdu. İlk başta çiçek hastalığının tedavisi için düşünülen bu ilâç sıkıntılı bir süreç yaşadı. Patentin sahibi olan Chimerix, ilâcı piyasaya sürmek için gerekli denemeler konusunda gerekli onayı alamadı. 2014 yılının başında şirket, ahlakî olmayan bir yola başvurup sosyal medya kampanyası başlattı ve FDA’ya baskı uygulamaya çalıştı. Bir gecede brincidofovir Ebola ilâcı ilân edildi. Bu gelişmenin sektörü şaşkına çevirdiğini söyleyen bir analizci, “İlgili sahada faaliyet yürüten tek bir kişi bile bu ilâcın farkında olmadığını” iddia etti.

İlâca BMGV’nin destek vermesiyle birlikte ahlakla ilgili tüm o cümleler uçup gitti. DSÖ, Batı Afrika’da yürütülecek geniş ölçekli denemelere hemen onay verdi, böylece yoksul insanların deneysel tedavi çalışmalarında ilâç şirketlerince kobay olarak kullanılmasının önünü açılmış oldu. Hatta DSÖ, “Batı Afrika’daki Ebola salgınının bu özel bağlamı dâhilinde henüz başarısını ispatlamamış müdahaleleri gerçekleştirmek, ahlakî açıdan kabul edilir bir adımdır” dedi. Öte yandan FDA ise denemesi yapılmamış olan ilâcın Ebola hastalarında tedavi amaçlı kullanılmasına izin verdi. BMGV ve büyük ilâç tekelleri içerisindeki ortakları, böylece deneysel tedavi alanına yaptıkları bu küçük yatırım sayesinde, sektörün kısa vadede canlanmasını sağladılar ve ileride ilâç onayı süreçlerini hızlandırabilecek bir emsale sahip oldular.

3. DSÖ’nün güvenlik protokollerinin denenmesi ile ilgili engelleri ortadan kaldırması ile birlikte, ileride Batı Afrika’da yapılacak büyük ölçekli ilâç denemelerinin yolu açıldı. Hemen bu durumdan istifade etmek isteyen BMGV, “ileride gündeme gelecek muhtemel tedaviler konusunda bilgi elde etsin”, bunun için klinik denemeler yapsın diye Klinik Araştırmalar İdaresi’ne 6 milyon dolar bağışladı. Eski USAMRIID çalışanlarının kurduğu idare, önde gelen sözleşmeli araştırma teşkilâtı olarak, bilhassa gelişmekte olan ülkelerde, yeni ilâçları piyasaya sürmek için uğraşan ilâç şirketlerine test destek hizmeti sunan bir firma.

4. ZMapp denilen ilâcın üretim ve test işlemlerini hızlandırmak adına, Rockefeller Üniversitesi’ne ve Mapp Biopharmaceuticals şirketine toplam 1 milyon doların üzerinde bağış yapıldı. Bu, Mapp’in USAMRIID ve Savunma Bakanlığı’na bağlı olan, yeni askerî teknolojilerin geliştirilmesinden sorumlu DARPA isimli kuruluşla birlikte geliştirdiği bir deneysel ilâç.

5. “Ebola aşısının üretimi ve geliştirilmesi sürecinin hızlandırılması için” dünyanın altıncı en büyük ilâç şirketi olan GlaxoSmithKline’a 3 milyon dolar bağışlandı. BMGV fonları, büyük olasılıkla, bu şirketin Ulusal Sağlık Enstitüleri ile birlikte geliştirdiği, hâlâ piyasada olan, Ebola virüsünün Zaire’de görülen versiyonu için geliştirilmiş aşısının hızla test edilmesini güvence altına almak için kullanıldı. Kısa süre önce GlaxoSmithKline’ın ismi, Adalet Bakanlığı’nın açtığı davada dolandırıcılıktan ve güvenlik önlemlerini ihlal etmiş olması sebebiyle suçlu bulundu ve 3 milyar dolar ödedi. Sektörün çıkarttığı yayınlarda şirketin Ebola aşısı araştırma sürecine kendi çıkarını düşünerek dâhil olduğundan ve halkla ilişkiler çalışması yürüttüğünden bahsediliyor.

6. Söz konusu süreçte Tony Blair Africa Yönetişim İnisiyatifi 700.000 dolar aldı. Bu vakıf, Afrika devletleriyle Batılı STK’ların iç içe geçeceği sürece destek verme ve neoliberal reformların uygulanmasını sağlama amacını güdüyor. Her ne kadar kendi yayınlarında “Afrika’nın geleceğinin Afrikalı liderlerin elinde olduğunu” söylese de bu yardım kuruluşu, esasen emperyalist merkezin çıkarları adına faaliyet yürütüyor. En önemli bağışçıları arasında Dünya Bankası ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı bulunuyor.

7. Fio Corporation, veri toplama ve akıllı telefon cihazları üzerinden bu verileri paylaşma imkânı sunan bir sistemin geliştirilmesi için 736.048 dolar aldı. Şirket, ön saf sağlık çalışanları ile uzak bölgelerde sağlık alanında çalışan yöneticiler ve örgütler arasında elektronik haberleşmeyi sağlayacağını vaat etti. Yatırımın görünürdeki amacı, salgınların sahada takibini sağlamak, ama aslında o, Gates’in hayalindeki küresel sağlık gözetleme ağının oluşturulması için atılan ilk adım.

BGMV’nin diğer önemli hamlesinin salgınla bir alakası yok, Ebola’nın yol açtığı karışıklıktan istifade etmekle bağlantılı bir adım bu. Mart 2015’te vakıf, CureVac isimli özel ilâç şirketinin 52 milyon dolarlık hissesini aldığını duyurdu. Bu, genetiği değiştirilmiş mRNA’dan yararlanan aşılar geliştirme işi yapan bir şirket. Böylece ilk kez BMGV’nin ticari ilâç işinde başarı elde etmeyi kendisine dert edindiği açığa çıkmış oldu. Vakıf, dünya genelinde devletlerin aşı satın alma süreçlerinin biçimlendirilmesinde önemli bir rol oynadığı için söz konusu yatırım, aslında çıkar çatışmasına neden olmaktaydı. Ama eskiden büyük ticari baskıları önemsememekle övünen büyük hayırseverimiz, bu konuda tek laf etmedi, ayrıca sektör yayınlarında ve popüler dergilerde bu meseleye dair tek bir eleştiriye rastlanmadı. Özel kazançla kamu çıkarı öyle iç içe geçmişti ki CureVac ile ilgili hikâye üzerinde kimse durmadı.

Toplamda vakfın Ebola ile mücadele için ayırdığı fonlarla ilgili kararları, dünya sağlık yönetişimi sürecinin, vakfın uzun zamandır güttüğü siyasetine uygun biçimde hızlandırılmasına dönük adımlar olarak görebiliriz. Gates, salgınla mücadele meselesini kendi ajandası için ustalıkla kullanmayı bildi. Yaratılan korku iklimi, vakfın ve dünya sağlık yönetişimi teorisyenlerinin paylaştıkları hedefe doğru ilerlemek adına büyük bir beceriyle istismar edildi. Bu süreçte uluslararası sağlık kuruluşlarının Batı sermayesinin çıkarlarına hizmet etmeleri sağlandı. Gates sonrasında New England Journal of Medicine’da bir çağrıda bulundu ama bu çağrı, esasında küresel sağlık yönetimi hedefinden sapıldığı anlamı taşımıyordu, bilâkis, ilgili yazıda, Gates’in küresel yönetici sınıfın imtiyazlarına en kısa sürede cevap verebilecek, güçlü bir yeni kurumun kurulması ile birlikte mevcut statükonun pekiştirilip tahkim edilmesine dönük arzusu kendisine dil buluyordu.

ABD yetkilileri, Gates’in müdahalelerini kavrayamadılar. DSÖ, vakfın salgınla mücadelesindeki kusurları ve kendi önerilerini aktaran bir bildiri kaleme aldı. DSÖ bu bildiride, BM himayesinde, muhtelif örgütsel reformların ve yeni bir ihtiyat fonunun eşlik ettiği, yeni bir küresel sağlık acil durum işgücünün oluşturulması çağrısı yapmaktaydı. Örtük olarak Gates’e karşı koyan bu bildiride, ulusal düzeyde sahip olunan kapasitenin artırılması ihtiyacı üzerinde duruluyor, “piyasa temelli sistemler” eleştiriliyor, hastalığın kontrolünde “toplumun ve kültür”ün önemine vurgu yapılıyordu. Böylece küresel sağlık yönetiminin dizginlerinin kimde olacağına dair mücadele için gerekli zemin de teşkil edilmiş oldu. Hayat akıp gidecek ve biz de bu mücadelenin sonucunu hep birlikte göreceğiz.

Küresel Sağlık Emperyalizmi

Emperyalizm ve küreselleşme ile ilgili tartışmasında Samir Amin, şu tespiti yapıyor:

“Dünya yönetimi ile ilgili küresel bir politik stratejiden söz edebiliriz. Bu stratejinin amacı, devlet denilen toplumsal örgütlenme biçiminin dağılma sürecine destek sunmak suretiyle, sisteme düşmanlık etme ihtimali bulunan güçlerin parçalanmasını sağlamak.”

Kanaatime göre bu strateji üzerinden yürütülen ve politika sahasında da karşımıza çıkan operasyonlar, en açık biçimde, halk sağlığı alanında kendisini gösteriyor. “Küresel sağlık yönetişimi” ifadesi, Bill Gates’in at koşturduğu bu dönemde sağlık yönetimi meselesini tarif etme noktasında kullanılıyor. Muhtemelen ben, bu makalede projenin niteliğini ve niyetlerini oldukça sınırlı bir biçimde ele aldım. Dolayısıyla bu aşamada “küresel sağlık emperyalizmi” terimini kullanmak, buradan da aşağıdaki özelliklere sahip sistemi bu terim üzerinden tarif etmek gerekiyor:

1. Küresel sağlık krizleri, yoksul ülkelerden kaynaklanan sorunlar olarak görülüyor ve bu krizlerin zengin ülkeleri tehdit ettiği üzerinde duruluyor. Bu türden krizlere yönelik cevap ise bir güvenlik meselesi olarak ele alınıyor.

2. Ulusal sınırların ötesine uzanan sağlık meselelerinin etkin bir biçimde yönetilebilmesi noktasında Vestfalya Antlaşması temelli ulusal egemenlik meselesi, bir engel olarak görülüyor.

3. Yoksul ülkelerin halklarıyla ilgili kapsamlı sağlık planlamalarına, politikalara ve programlara, zengin ülkelerin uzmanları ve finansçıları karar veriyorlar. Vakıfların temin ettiği fonlar, ulusal sağlık sistemlerinin bağımsız olarak işlemesine mani olacak şekilde kullanılıyorlar.

4. Varolan ulusal ve yerel sağlık hizmetleri yönetimi, büyük yardım kuruluşlarının ve Batı kapitalizminin hedeflerine tabi kılınıyor, bu yönetsel birimler yardım kuruluşları ve Batı sermayesiyle işbirliğine zorlanıyorlar.

5. Sağlık hizmetlerinin verildiği sürecin ve afet yönetiminin askerîleşmesi, uygun ve zaruri bir adım olarak kabul ediliyor. Sürece ABD’den, NATO’dan ve müttefik ülkelerden gelen askerler dâhil oluyorlar.

6. Sağlık alanında faaliyet yürüten yardım kuruluşları, özel şirketlerin felsefesini ve pratiklerini model olarak alıyorlar. Sağlık hizmetleri için verilen fonlar, yatırım faaliyeti olarak görülüyorlar; dolayısıyla bağış yaparken esas olarak somut ve hesaplanabilir yatırım kârlılığı ilkesi üzerinde duruluyor.

7. Büyük yardım kuruluşları, Batılı ulusötesi şirketlerin kârına kâr katacak adımlar atıyorlar, bu anlamda ulusal sağlık sistemlerini güçlendirip temel sağlık hizmetlerine destek sunmak yerine aşı ve ilâç gibi kâr getiren alanlara yöneliyorlar. Batılı ulusötesi şirketlerin ürettikleri ilâçlar ve sağlık hizmetiyle alakalı ürünler, yoksullardan alınan vergilerle finanse ediliyorlar.

8. Uluslararası sağlık yönetişimi ile ilgili hâlihazırda faal olan sistemlerin yerini, Dünya Bankası, G7 ayrıca sağlık alanıyla bağlantılı ulusötesi şirketler, merkezleri ABD’de bulunan önemli vakıflar ve STK’lardan oluşan ağlar gibi küresel kapitalizme ait resmi kurumların meydana getirdiği ulusüstü yönetişim biçimleri alıyor. Bu aşamada halkın sağlık hizmetlerine demokratik yollardan katılımının genel kapsamı, giderek daralıyor.

Benim “küresel sağlık emperyalizmi” dediğim ve giderek dünya genelinde kendisini hissettiren sistem, henüz yerleşmiş değil ve bu sürecin terse çevrilmesi mümkün. Hindistan ve Çin gibi Batılı olmayan güçlü devletler, sahada ABD hegemonyasına karşı koymaya başladı bile. Halk sağlığı uzmanları, büyük yardım kuruluşlarını artık daha fazla ve daha açıktan eleştiriyorlar. Daha da önemlisi, yoksul ülkelerde açığa çıkan halk direnişi, kendisini eşitlikçi ve sürdürülebilir bir toplum mücadelesinin parçası olarak ortaya koyuyor. Witwatersrand Üniversitesi Rektör Yardımcısı Âdem Habib’in de dediği gibi, “Yoksulların yüzleştiği açmazın kaynaklarla bir alakası yok. Burada mesele, güç. Yoksullar gerekli güce kavuşurlarsa, ihtiyaç duydukları kaynaklara ulaşırlar. Bill Gates, kendisine ait gelecek planlarını cümle âleme ilân etti, ama insanlar henüz bu planları işitebilmiş değiller.

Jacob Levich

[Kaynak: American Journal of Economics and Sociology, Cilt 74, Sayı 4 (Eylül 2015), s. 704-742.]

Dipnotlar:
[1] Bill & Melinda Gates Foundation, “Clinical Research Management”, Ocak 2015, BMGF.

[2] “Discovery and Translational Sciences Strategy Overview”, BMGF.

[3] Aktaran: Alternative World Health Report, Zed Books, 2008 s. 251.

[4] “Nigeria is Now Free”, 20 Ekim 2014, WHO.

[5] Bill Gates, “The Next Epidemic”, 15 Nisan 2015, NEJM.

[6] Brown, E. Richard. (1976). “Public Health in Imperialism: Early Rockefeller Programs at Home and Abroad.” American Journal of Public Health 66(9): s. 897.

[7] Brison, Jeffrey. (2005). Rockefeller, Carnegie, and Canada. Montreal: McGill-Queen’s University Press, s. 35.

[8] Brown, E. Richard, A.g.e., s. 900.

[9] Killingray, David. (1989). “Colonial Warfare in West Africa 1870–1914.” Imperialism and War içinde. Yayına Hz.: J. A. de Moor ve H. L.Wesseling. Leiden: E.J. Brill, s. 150-151.

[10] Brown, E. Richard, A.g.e., s. 900.

[11] Packard, Randall. (1997). “Visions of Postwar Health and Development and Their Impact on Public Health Interventions in the Developing World.” International Development and the Social Sciences içinde. Yayına Hz.: Frederick Cooper ve Randall Packard. Berkeley: Univ. of California Press, s. 97.

[12] Hess, Gary R. (2003). “Waging the Cold War in the Third World: The Foundations and the Challenges of Development.” Charity, Philanthropy, and Civility in American History. Yayına Hz.: Lawrence J. Friedman ve Mark D. McGarvie. New York: Cambridge University Press, s. 319.

[13] Gaither, H. Rowan (1949). Report of the Study for the Ford Foundation on Policy and Program. Detroit: Ford Foundation, s. 26.

[14] Packard, Randall, A.g.e., s. 99.

[15] Downs, M. D. Ve G. Wilbur (1982). “The Rockefeller Foundation Virus Program 1951–1971 with Update to 1981.” Annual Review of Medicine 33, s. 8.

[16] 1660 tarihli Vestfalya Anlaşması, Avrupa’da yaşanan Otuz Yıl Savaşları’nın sonunda imzalandı. Anlaşma üzerinden ulus-devletleri temel alan modern bir sistem teşkil edildi ve ulusal egemenlik anlayışı benimsendi. Şurası açık ki Avrupalı güçler sömürgeler konusunda uzun süre bu ulusal egemenlik ilkesini redde tabi tuttular, hatta sömürge ülkeler sözde bağımsız olması ardından da bu ilkeyi görmezden gelmeye devam ettiler.

[17] Lee, Kelley ve Admam Kamradt-Scott. (2014). “The Multiple Meanings of Global Health Governance: A Call for Conceptual Clarity.” Globalization and Health 10(1): s. 28.

[18] Fidler, David P. (2010). “The Challenges of Global Health Governance.” Council on Foreign Relations Working Paper. s. 3.

[19] Global Health Watch. (2008). Global Health Watch 2: An Alternative World Health Report s. 210–211).

[20] Ricci, James. (2009). “Global Health Governance and the State.” Global Health Governance 3(1).s. 1).

[21] Kirton, John J. ve Andrew F. Cooper. (2009). “Innovation in Global Health Governance.” Innovation in Global Health Governance: Critical Cases içinde. Yayına Hazırlayanlar: Cooper ve Kirton. Surrey, UK: Ashgate. s. 309.

[22] Kirton ve Cooper, A.g.e., s. 10.

[23] Rushton, Simon ve Jeremy Youde. (2015). Routledge Handbook of GlobalHealth Security. New York: Routledge. s. 18.

[24] Elbe, Stefan. (2010). Security and Global Health. Cambridge, MA: Polity Press. s. 82

[25] U.S. Fleet Forces Public Affairs. (2010). US Fleet Forces Commander Provides Update on Navy Contributions to Haiti Relief Efforts Ocak 19.

[26] U.S. Dept. of Health and Human Services. (2014). Global Health Security Agenda.

[27] Novotny, Thomas E., Ilona Kickbusch, Hannah Leslie ve Vincanne Adams. (2008). “Global Health Diplomacy—A Bridge to Innovative Collaborative Action.” Global Forum Update on Research for Health 5: s. 41.

[28] Bill Gates’ten aktaran: Ina Fried, “Bill Gates Tells”, 19 Mart 2015, Vox.

[29] Bill Moyers, “Bill Gates Interview”, 9 Mayıs 2003, PBS.

[30] Global Health Watch. (2008). Global Health Watch 2: An Alternative World Health Report, s. 250.

[31] Global Health Watch, s. 251.

[32] Lynch, Lisa. (1998). “The Neo/Bio/Colonial Hot Zone: African Viruses, American Fairytales.” International Journal of Cultural Studies 1(2): s. 235.

[33] Garrett, Laurie. (2014.) Ebola: Story of an Outbreak. New York: Hachette 2014, s. 105–107, 120–121.

[34] United Nations. (2014). Special Briefing on Ebola 2 Eylül. DWB.

[35] Verite. (2012). Rubber Production in Liberia: An Exploratory Assessment of Living and Working Conditions, With Special Attention to Forced Labor, s. 16. PDF.

06 Ocak 2021

Distopik Büyük Sıfırlama


Dünya Ekonomi Forumu’nun (DEF) Ocak ayı sonunda İsviçre’nin Davos kentinde düzenlenen yıllık toplantısı, küresel sorunları tartışmak için uluslararası iş dünyası ve siyasi liderleri, ekonomistleri ve diğer ünlü kişileri bir araya getiriyor. Etkili CEO’su Klaus Schwab'ın vizyonuyla hareket eden DEF, yaşama, çalışma ve birbirimizle etkileşim şeklimizi değiştirmeyi amaçlayan tektonik bir değişim olan distopik “büyük sıfırlama” için ana itici güç olarak iş görüyor.

İlâç şirketlerinin, yüksek teknoloji/büyük veri devlerinin, Amazon, Google gibi firmaların, dijital ödemeler sektörünün, biyoteknoloji şirketlerinin, büyük küresel tedarik zincirlerinin elindeki tekel ve hegemonya güçlendirilsin diye tüm sektörler feda edildi, neticede de büyük sıfırlama gündeme geldi ve bu operasyon, temel özgürlükler üzerinde kalıcı kısıtlamalar ve kitle gözetimi ile sonuçlanan bir toplumsal dönüşümü gerekli kıldı.

Bu dönüşümü hızlandırmak için Kovid-19 kapanmaları ve kısıtlamalarını kullanan büyük sıfırlama operasyonu, eski işletmelerin iflasa sürüklenmesini veya tekellerce yutulmasını, salgın öncesi dönemin ekonomisinin büyük bir kısmının kapısına kilit vurulmasını gerekli kılacak “Dördüncü Sanayi Devrimi” kisvesi altında yürütülüyor. Ekonomilerin “yeniden yapılandırıldığı” koşullar üzerinden ileride birçok iş, yapay zekâ odaklı makinelerle yürütülecek.

Aşağıda sunulan kısa videoda DEF, 2030’a kadar “Hiçbir şeye sahip olmayacak, buna rağmen mutlu olacaksınız” öngörüsünde bulunuyor. Videoda, bir insansız hava aracı, bir ürünü bir eve teslim ederken görülüyor ve karşımıza, tabii ki internetten sipariş edilen, dev bir Amazon deposundaki bir robot tarafından paketlenen bir ürünü teslim ederken gülümseyen mutlu bir yüz çıkıyor ve şunu söylüyor: “Bu ürünün üretimi, paketlenmesi veya teslim edilmesinde hiç kimse yer almadı.” İçiniz rahat olsun, virüs ve bakteri içermez, çünkü 2030’da bile, nüfus üzerinde tam kapsamlı hâkimiyet sağlamak için korku hikâyelerini canlı ve zinde tutmaları gerekecek.

Büyük ölçüde kasti kapama ve kısıtlama pratikleri üzerinden oluşacak borçluluk ve iflaslar neticesinde sayıları oldukça artacak olan işsizler, kendi varlıklarını devlete veya daha doğrusu, büyük sıfırlamayı gerçekleştirmeye yardımcı olan finans kurumlarına teslim edecekler, bunun karşılığında da bu insanlar genel temel gelire sahip olabilecek, neticede de borçları silinecek. DEF, halkın ihtiyaç duyduğu her şeyi “kiralayacağını” söylüyor: “Sürdürülebilir tüketim” ve “gezegeni kurtarma” kisvesi altında mülkiyet hakkını herkesin elinden alacaklar. Tabii ki her şey, bu harika sıfırlamayı başlatan küçük seçkinlerin olacak.

Dünya çapında “ihtiyaç fazlası” olarak kabul edilen yüz milyonlarca insanın geçim kaynakları ellerinden alınacak (şu anda her biri, zaten büyük soygunun kurbanları). Her hareketimiz ve satın alımımız izlenecek ve ana anlaşmalarımız çevrimiçi olacak.

Muhtemelen her bir yurttaşı hedef alan plan, ulus-devletlere uygulanacak stratejinin bir tezahürü. Örneğin Dünya Bankası Grup Başkanı David Malpass, uygulanan çeşitli kapanmalardan sonra fakir ülkelerin ayağa kalkmalarına “yardım edileceğini” belirtti.[1] Bu “yardım”, neoliberal reformların ve kamu hizmetlerinin baltalanması ve bu uygulamanın daha da yerleşik hâle gelmesi şartıyla yapılacak.

20 Nisan'da Wall Street Journal, “IMF ve Dünya Bankası Gelişmekte Olan Dünyadan Gelen Yardım Talepleriyle Karşı Karşıya” manşetini kullandı.[2] Çok sayıda ülke, finans kurumlarından, kurtarma paketi ve kredi talep ediyor. Bu borç talebi, 1,2 trilyon doları buluyor. Söz konusu reçete, bağımlılığı beslemek için gayet ideal.

Borç erteleme veya “destek” karşılığında küresel holdingler ve Bill Gates gibi isimler, ulusal politikaları daha da belirleyebilecek ve ulus devlet egemenliğinin kalıntılarını ortadan kaldırma imkânı bulacaklar.

Kimlik ve Anlam

Peki toplumsal ve kişisel kimliğimize ne olacak? Bu insan davranışını ve yaptığımız her şeyi metalaştırma ve standartlaştırma arayışında silinip gidecek mi?

Söz konusu gündemi dayatan milyarder sınıfı, ister atmosferi jeomühendislik yoluyla, ister toprak mikroplarını genetik olarak değiştirerek, ister doğadan daha iyi bir iş yaparak bir laboratuvarda biyo-sentezlenmiş sahte gıda ürünü üreterek, doğaya ve tüm insanlara sahip olabileceklerini ve her ikisini de kontrol edebileceklerini düşünüyor.

İnsan olmanın ne anlama geldiğini yeniden şekillendirerek tarihi belirli bir noktaya getirebileceklerini ve tekerleği yeniden keşfedebileceklerini düşünüyorlar. Üstelik bunu 2030’a kadar başarabilecekleri iddiasındalar. Binlerce yıllık kültürü, geleneği ve uygulamaları neredeyse bir gecede ortadan kaldırmak isteyen soğuk bir distopik vizyon bu.

Oysa bu kültürlerin, geleneklerin ve uygulamaların çoğu, gıdayla, gıda ürünlerini nasıl ürettiğimiz ve doğayla olan köklü bağlantılarımızla alakalı. Bu noktada aklınıza, atalarımızın eski ritüellerinin ve kutlamalarının çoğunun, ölümden yeniden doğuşa ve doğurganlığa kadar varoluşun en temel sorunlarından bazılarını kabul etmelerine yardımcı olan hikâyelerin ve mitlerin etrafında inşa edildiği gelsin. Bu kültürel olarak yerleşik inançlar ve uygulamalar, onların doğa ile pratik ilişkilerini ve insan yaşamını sürdürmedeki rolünü kutsallaştırmaya hizmet ettiler.

Tarım, insanın hayatta kalmasının kilit unsuru hâline geldikçe, mahsullerin ekilmesi ve hasadı ile gıda üretimiyle ilişkili diğer mevsimsel faaliyetler, bu geleneklerin merkezinde yer aldılar. Freyfaxi, İskandinav paganizminde hasadın başlangıcını işaret ederken, Lammas veya Lughnasadh, paganizmdeki ilk hasadın/tahıl hasadının kutlanmasıdır.

İnsanlar, doğayı ve onun doğurduğu hayatı kutladılar. Kadim inançlar ve ritüeller, umut ve yenilenme ile doluydu ve insanlar, güneş, tohumlar, hayvanlar, rüzgâr, ateş, toprak ve yağmur ile beslenen ve hayat katan, değişen mevsimlerle gerekli ve yakın bir ilişkiye sahiplerdi. Tarımsal üretimle ve onunla bağlantılı kutsallıklarla kültürel-toplumsal ilişkiler arasındaki bağ, sağlam bir pratik zemin üzerine kuruluydu.

Prof. Robert W Nicholls, Woden ve Thor kültlerinin, güneş-toprak, mahsul-hayvanlar, ayrıca kışın soğuğu ve karanlığı ile yazın sıcaklığı ve aydınlığı arasındaki döngü üzerine kurulu, eski ve köklü inançlar olduğunu söylüyor.[3]

Kültür, tarım ve ekoloji arasındaki önemli ilişkiyi, en azından musonla mevsimlik ekim ve hasadın hayatî önemini anlamak için Hindistan’dan başka bir yere bakmamıza gerek yok.[4] Doğadan kaynak alan köy kökenli inançlar ve ritüeller, şehirde yaşayan Hintliler arasında bile varlığını sürdürüyorlar. Bunlar, geçim kaynakları, mevsimler, yemek pişirme, işleme, tohum değişimi, sağlık hizmetleri ve bilgi aktarımının birbiriyle ilişkili olduğu ve Hindistan’ın kendi içindeki kültürel çeşitliliğin özünü oluşturduğu geleneksel bilgi sistemlerine bağlıdırlar.

Endüstriyel çağ, insanlar şehirlere taşınırken gıda ve doğal çevre arasındaki bağlantının azalmasına yol açsa da, geleneksel “gıda kültürleri”, yani gıdanın üretimi, dağıtımı ve tüketimini çevreleyen uygulamalar, tutumlar ve inançlar, hâlen daha gelişiyor ve tarımla doğa ile kurduğumuz bağların öne çıkmasını sağlıyorlar.

“Tanrı’nın Eli” Olarak Emperyalizm

Ellilere geri dönüp baktığımızda karşımıza kendisini, insanlığın yüzleştiği kimi sorunları “çözmek” için gökyüzünden dünyaya uzanan “tanrı eli” olarak tasvir eden imajlara başvuran Union Carbide isimli şirket çıkar. Kullandığı en ünlü imajlardan birisinde firmanın eli, zirai ilâçlarını Hindistan topraklarına dökmektedir. Bu anlatıya göre, Hindistan ve geleneksel tarım uygulamaları “geri kalmış”tır.

Oysa Profesör Glenn Stone tarafından yazılan “Yeşil Devrimin Yeni Tarihi”[5] makalesine göre, herkesin gözüne sokulan iddialarının aksine, kimyasalların yön verdiği söz konusu yaklaşım, gıda üretiminde bir artışa yol açmadı. Hatta ilgili yaklaşım, uzun vadede ekoloji, toplum ve ekonomi açısından yıkıcı sonuçlara sebep oldu. (Bu noktada Vandana Şiva’nın Yeşil Devrimin Şiddeti adlı kitabına[6] ve Baskar Save’nin Hintli yetkililere şu anda epey meşhur olmuş, son derece aydınlatıcı mektubuna[7] bakılabilir.)

Bob Ashley ve arkadaşlarının kaleme aldıkları Gıda ve Kültürel Çalışmalar isimli çalışma, bize birkaç yıl önce televizyonda yayınlanan bir Coca Cola reklâmının moderniteyi şekerli içecekle ilişkilendiren, eski Aborjin inançlarını zararlı, cahil ve modası geçmiş olarak tasvir eden bir kitleye nasıl sattığını ortaya koyuyor. Susuzluktan içi yanmış insanlara hayat bahşeden yağmur değil, kola olduğundan bahsediliyor. Bu tür bir ideoloji, geleneksel kültürleri gözden düşürmek, onları kendilerini tanrı sanan şirketlerin yardımına muhtaç ve gereksiz şeyler olarak tasvir etmek amacıyla, daha kapsamlı bir stratejinin parçası olarak iş görüyor.

İşte 2020 yılında bu tür süreçler iyice hızlandı. Gıda ve tarım açısından, Hindistan gibi yerlerde geleneksel tarım, büyük teknoloji devleri ve tarım işletmelerinin büyük baskısı ile yüzleşmekte, söz konusu şirketler, laboratuvarda yetiştirilen gıdalara, GDO’lu ürünlere, genetiği değiştirilmiş toprak mikroplarına, veri toplama araçlarına ve dronlara, diğer “yıkıcı” teknolojilere geçilmesi yönünde Hint tarımına giderek daha fazla baskı uyguluyorlar.

Büyük sıfırlama, sürücüsüz makinelerle çalışan, insansız hava araçlarıyla izlenen ve endüstriyel “biyo madde”nin işlenip gıdaya benzeyen bir şey hâline getirilmesi için genetiği değiştirilmiş patentli tohumlardan ticari ürünler üretmek üzere kimyasallarla karıştırılan çiftçisiz çiftlikleri içeriyor. Peki o vakit çiftçiler ne olacak?

Dünya Bankası, Kovid sonrası yapısal reformlar karşılığında ülkelerin durumunun düzelmesine yardımcı olacağını söylüyor. Asıl soru şu: Bireysel borç yardımı ve genel temel gelir karşılığında on milyonlarca küçük toprak sahibi çiftçi, topraklarından mı kopartılacak? Esasında bu çiftçilerin yerlerinden edilmesi ve ardından kırsal toplulukların ve kültürlerinin yok edilmesini öngören gelişme, tam da Gates Vakfı’nın bir zamanlar talep ettiği ve alaycı bir şekilde “toprak hareketliliği” olarak adlandırdığı şey.

Tek bir örtmeceye başvurmadan, sözümüzü doğrudan söylersek: Bill Gates’in ve büyük sıfırlamanın ardındaki diğer zenginlerin, özetle emperyalizmin mülksüzleştirme stratejilerini destekleyenlerin eski sömürgeciler oldukları açıktır. Bunlar, ister madencilikle, temellükle ve çiftçilerin elindeki bilgileri metalaştırmakla ilgili olsunlar, ister araştırmaları ve tohumları şirketlerin ellerine teslim eden bir yaklaşıma sahip olsunlar, isterse fikri mülkiyet hukukuna dair kanunlarla fikri mülkiyet korsanlığını, tohumla alakalı düzenlemelerle tohum mevzuatını kendi lehlerine olacak şekilde kolay kılsınlar, özünde tüm bu stratejiler sömürgecilere aittirler.

Hâlen daha tarım toplumu olan Hindistan gibi yerlerde, (Kovid'den önce de zaten) ağır borçlar altında inleyen çiftçilerin toprakları, sonrasında, yüksek teknolojilerini hâkim kılmaları için teknoloji devlerine, finans kurumlarına ve küresel tarım ticaretine mi teslim edilecek? Yoksa bu öneri, DEF tarafından desteklenen, “hiçbir şeye sahip olma, mutlu ol” şiarı üzerine kurulu Yeni Cesur Dünya’nın, bu yeni ütopyanın bir parçası mı?

Gıda üretimi, doğa ve yaşama anlam ve ifade katan, kültürel köklere sahip inançlar arasındaki bağın tümüyle kopartılmasıyla birlikte, elimizde laboratuvarda üretilmiş yiyeceklerle ayakta duran, devletten aldığı gelirle geçinen ve üretim sahasında tatmin edici herhangi bir çaba ortaya koymayan, kendisini hiçbir şekilde gerçekleştiremeyen bireyler kalacaktır.

Teknokratik karışıklık, kültürel çeşitliliği, anlamlı toplumsal bağları ve yüzyılların geleneksel bilgisinden yararlanan ve gıda güvenliğini güvence altına almak için gittikçe artan bir şekilde geçerli yaklaşımlar olarak kabul edilen tarım ekosistemlerini zaten yok etmiş veya bunların altını oymuştur (Örneğin bkz.: Güney Asya Araştırmaları Dergisi, “Hindistan'da Gıda Güvenliği ve Geleneksel Bilgi” başlıklı bölüm).[8] Şu anda öngörülen devasa teknokratik dönüşüm, insanları tıpkı cansız teknolojik dronlar ve teşvik edilen yapay zekâ gibi kontrol edilecek ve izlenecek mallar olarak görüyor.

Ancak endişelenmeyin: Kitlesel işsizliğin görüldüğü, devlete bağımlı olunduğu, takip amaçlı ve çipli sağlık pasaportlarının kullanıldığı, nakit para kullanımının ortadan kalktığı, toplu aşılamanın gerçekleştirildiği, insanın insanlıktan çıkartıldığı açık hapishanede herkes mülksüz ama mutlu olacak.

Colin Todhunter
19 Aralık 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] David Malpass, “Call on Covid-19”, 23 Mart 2020, WB.

[2] Josh Zumbrun ve David Harrison, “IMF, World Bank”, 9 Nisan 2020, WSJ.

[3] Enda Miller, “Stag and Earth Mother”, 14 Ağustos 1970, AFR.

[4] “Monsoon Festivals”, WTI.

[5] Glenn Davis Stone, “New Histories of the Indian Green Revolution”, 6 Ocak 2019, PDF.

[6] Vandana Shiva, The Violence of the Green Revolution, 2016, University Press of Kentucky, Jstor.

[7] Navin Pangti, “An Open Letter to the Green Revolution”, 6 Mayıs 2020, Pangti.

[8] Marika Vicziany ve Jagjit Plahe, “Food Security and Traditional Knowledge in India: The Issues”, 20 Ağustos 2017, Tand.

05 Ocak 2021

Solculuk ve Şizofreni


Vladimir Lenin, o ferasetli gözlemi dâhilinde, onlarca yıl hiçbir şey olmayabileceğini, ama onlarca yılda olacak şeylerin birkaç haftada gerçekleşebileceğini söylüyordu. 2020 yazında yaşanan olaylar, bu tespiti tümüyle doğruluyor.

Dünya genelinde salgına tanık olundu, insanlar zorla evlere kapatıldılar, Mayıs ayında ABD polisinin George Floyd’u öldürmesine tepki olarak birçok ülkede politik eylemler gerçekleştirildi, yapılan sıfırlama işlemi ile birlikte her düzeyde politik ve toplumsal meseleleri içeren genel manzara, geriye döndürülemez bir biçimde değişti.

Yaşanan bir dizi patlamanın açtığı yarıklardan politik spektrumun her iki tarafında olan aktörler çıkıp sahneye kuruldular. Birçok sağcı, son elli yılın önemli bir kısmında doğal ilerleme yolunu yürüdü. İşçilerin hayatına karşı duydukları tiksinti, sağcıların düşük yoğunluklu tali savaşlar vermelerinde ve bu savaşları sürdürmelerinde, ayrıca tasarruf tedbirlerinin uygulanması üzerinden devreye sokulan ekonomik dogmatizme karşı gösterdikleri ruhsal bağlılıkta karşılık buluyordu.

Son dönemde salgınla mücadelede olduğu gibi, birçok konuda her şeyi ellerine yüzlerine bulaştıran sağcılar, diledikleri vakit binlerce insanı sermayenin sunağında kurban edebileceklerini ortaya koydular. Sağcılar, aynı zamanda demokratik aygıt içerisinde güç ve statü ile tanımlı konumlarını koruma konusunda da hüsrana uğradılar. Görünüşe göre her şeyi, kapitalist ideolojinin damgasını taşıyan demokrasi anlayışlarını sürdürmek istemelerinden değil, o güç ve statü için yapıyorlardı.

Çalkantılarla geçen bu dönemden en fazla politik sol istifade etti. Yenilgilerin, aşağılanmaların ve yanlışların damgasını vurduğu, İngiltere’de İşçi Partisi’nin oylarını kaybettiği, Bernie Sanders’ın yenildiği, elindeki 200 milyon dolarlık paranın eridiği o dört-beş yıllık dönemin ardından solcu popülist deneyin başarısız olduğu görüldü. Ama son birkaç ay içerisinde tarihin ezik kategorisine kaydedilmiş olan solda yeniden bir dirilişe tanıklık edildi.

ABD’de ve İngiltere’de solun benimsediği intikamcı program, en nihayetinde kötü niyetli bir programdır. Bu sol, günümüzde temsil iddiasında bulunduğu işçi sınıfının çıkarları için bir vakitler savunduğu taviz üzerine kurulu vaatleri geride bıraktı. Bugünse gücünün büyük bir kısmını profesyonel, ahlakı bozuk ve azimli elitistler yetiştirmeye tahsis ediyor. Bu kadrolar, mistifikasyon sürecini besliyor, akıl oyunlarıyla başkalarını maniple etmeyi, küçük düşürmeyi öğreniyor, mülkiyetçiliği pekiştiriyor, böylece esasen işçi sınıfının çıkarlarıyla asla uzlaşamayacak bir politik programı uyguluyorlar. Bugün anaakım sol, bir sınıf savaşı programıdır. Bu programsa herkese yardım eden pozlarıyla üstünlük taslayanların perde gerisinde işçiye duydukları nefreti gizlemektedir.

Sınıf savaşında karşımıza çıkan bu isimler, yetmişlerin ve seksenlerin neoliberal reformlarının birer ürünü. Hiç şüphe yok ki bunlar, aynı zamanda doksanlarda ve 2000’lerde Clinton ve Blair dönemlerinde verilen yüksek eğitimin alanının genişlemesinin birer sonucu. O güne dek herkesin giremediği okul kapısını toplumun tüm kesimlerine açan bu dönemde üniversitelerin sayısı suni bir biçimde artırıldı, ama böylece diplomaların değeri de iyice düştü. Aynı zamanda üniversite mezunları, ağır borç yükünün altına girdiler. Bu borçların büyük bir kısmı ödenemedi.

Doksanların sonunda neoliberal konsensüsün ana zemininin hızla güçlenmesiyle birlikte uygulanan politikalar, bir tür paraşüt görevi gördüler. Seksenler boyunca Reagan’ın, Thatcher’ın, Bush’un ve Major’ın temellerini attığı, işçi sınıfının ekonomik güvencelerine ve toplumsal hayata yönelik yıkım sürecinin sonucunda kaçınılmaz olarak gerçekleşecek toplumsal ve ekonomik tepki, bu tür politikalar eliyle geleceğe ötelendi.

Endüstriyel üretimin başka ülkelere kaydırılması ile birlikte emek-sermaye arasındaki uzlaşı ortamı, hükmünü sermaye eliyle yitirdi. Ekonomiler, kamusal çıkarla ilgili her türden yükümlülüğünden kurtuldu. Üniversitelerin işçi sınıfının büyük bir kısmını geçici süre pasifleştirmelerine izin verildi. Böylece Thatcher döneminde sanayinin eridiği bölgelere damgasını vuran kalıcı işsizliğin altında kaçınılmaz olarak ezilecek olan işçilere fahiş fiyatlara, meslek edinme amaçlı diplomalar verildi. Ardından da bu işçiler, üretime doğrudan katkısı olmayan, danışmanlık ve işe alım gibi “boş işler”de görevlendirildiler.

Bir süre üniversiteler, neoliberal sınıf adına, kâr payı dağıtılan insanları kandırdılar. 1992-2008 arası dönemde, nadir görülen, dışarıya yönelik askerî müdahalelere ve içteki bir iki terör saldırısına rağmen Batı, yavaş yavaş tarihin sonuna doğru ilerliyordu.

Lâkin 2000’lerin sonundaki finans krizi, Soğuk Savaş sonrası oluşan konsensüsün herkesteki o narkoz sakinliğini silip attı. ABD ve Britanya ekonomilerinin uzun zamandır bel bağladıkları konuk ağırlama sektörü türünden az beceri isteyen hizmet sektörlerindeki feodalleşme ve yarı zamanlı çalışma eğiliminden, aynı zamanda mezunların daha az iş bulmasından gayrı bir anlamı bulunmayan o yüksek eğitim bombası, patladı.[1]

2010’dan beri üniversiteler, kaygıdan başka bir şey üretmiyorlar. Orta düzey kurumların büyük bir kısmı, sadece paranoyak ve nevrotik işçi ve alt orta sınıf çocukları üretmekten başka bir işe yaramıyor. Meslek sahibi-yönetici sınıfa mezuniyet sonrası katılamama korkusunun kötürüm bıraktığı bu çocuklar, ağır borçların altına giriyorlar ve asgari ücretli işlerde çalışıyorlar.

Buna ek olarak, yüksek eğitim kurumlarının sırtını yasladıkları ideolojik konsensüsün bu talihsiz kurbanlarının dillerine yerleştirilen teorik söylem, temelde işçi sınıfının çıkarlarıyla çelişiyor.

Solcuların geliştirdiği birçok anaakım ekonomi teorisi ve sosyal teori, sıradan insanların varolduğu gerçeklikten tümüyle kopmuş durumda. Bu sol, bile isteye, üniversite mezunlarının işçiye yabancılaştırılması amacına hizmet ediyor. Kapitalizm, orta sınıfa ihtiyacı ortadan kaldırdıkça mezunların çalışabileceği iş havuzu da daralıyor. Üniversite eğitimi almış kişilerin ideolojik öğretilerine bağlılık, işe girişin önkoşulu hâline geliyor. Süreç içerisinde rekabet kızıştıkça retorik de o denli uçlara savruluyor.

Solcu öğretinin pratiğe dair yönlerini anlamak için “Lüks Komünizmi” denilen fikri incelemek gerekiyor. Başlarda sağcı hasımların küçümseyici bir ifade olarak kullandıkları bu terim, zamanla gençlik örgütleri ve yorumcular tarafından edinildi ve kullanıma sokuldu.

“Lüks Komünizmi”, basit bir kavram aslında. Özünde o, tüketim mamullerinin ve hizmetlerin aşırı bol olduğu ve herkesçe temin edildiği bir toplum öneriyor. Bu kavramı kitabına isim olarak seçen Aaron Bastani, para akışı arttıkça teknolojik ilerlemeyi hızlandırdığımızı, böylece ürün üretmek için asteroidlerde maden arama imkânına kavuştuğumuzu söylüyor. Ne kadar ütopyacı ve iyimser bir dille karşılaşsak da bu söylemin burjuvazideki çürümenin bir ürünü, ümitsizliğe kapılmış elit sınıfın allı pullu laflarından ibaret olduğunu görmemiz gerekiyor.

“Lüks Komünizmi” denilen kavram da aslında antikapitalizmin yaşadığı diğer bir yenilgiyi ifade ediyor. Bastani’nin kitabı ve kitabın elde ettiği başarı ile birlikte ortalığı kaplayan ceset hırsızlarının çalışmaları, aslında neoliberalizm koşullarında ortaya çıkan teknokratik otokrasinin mantıksal gelişimini aydınlığa kavuşturan kılavuzlar olarak görülmeli.

Bastani ve şürekâsı, ortaya toplumsal ilerlemenin itici gücü olarak çıkan büyük teknoloji şirketlerinin yol açtıkları etkilere, bu şirketlerin sadece işçileriyle değil, müşterileriyle de kurdukları sömürü temelli ilişkilere dair hiçbir şey söylemiyor.[2]

Facebook[3], Amazon[4], Google[5] ve Tesla[6] ahlakî sınırlar ve iyi uygulamalar konusunu küçümsediklerine dair birçok örnek sunmuş durumda. Dolayısıyla bu şirketlerin, belirli bir başarı elde etmelerini sağlayan, ama öte yandan yarı-serfleşmeyi, çocuk köleliğini, üçüncü dünya ülkelerini tahrip eden politikaları ve müşterilerinin mahremiyetine yönelik müdahaleleri esas alan işletme modellerinden uzaklaşmalarını beklemek, ahmaklık olur.

Solculuk, özünde, bu kurumlara geleceğin anahtarlarını sunuyor, bir yandan da halkın istemediği, ihtiyaç duymadığı şeylerin aşırı bol olacağı toplum zırvalarıyla, o neoliberal yalanlarla, gücü emekten alıp güya cömert teknokrat ağalara teslim eden genel temel gelir programlarıyla işçi sınıfını pasifize etmeye çalışıyor.

Adalet ve eşitlik gibi vaatlerle ortaya çıkması gerekenler, neoliberal yağmacılarla kol kola giriyorlar, ümitsizlik içinde kıvranan kitlelere maddi hayatta karşılığı olmayan barış teklifleriyle gidiyorlar.

Solculuğun ekonomiye dair fikirleri, Batı’da neoliberalizmin bireyin hayatının ayrılmaz parçası kıldığı burjuva yaşam tarzının fetişleştirilmesi üzerine kuruludur.

“Lüks Komünizmi”, ancak sınıfsal güçle alakalı dinamiklerin varolmadığı bir hayal âleminde mümkündür. Bu noktada “sosyalizm, insanlara güzel şeyler sunmak, zamanını güzel kılmak değilse nedir?” diye soran şu makaleye bakılabilir.[7] Yazıda her yanı çürümüş, ama herkes için varolan bir toplumdan söz edilmektedir. Yazı için seçilen görselde bir garson görülmektedir ve bu garson, kendisinden çok farklı ve iyi olan üstlerine hizmet sunmaktadır.

On dokuzuncu yüzyılın o fazla şımartılmış, bugün karşımıza geçip komünist pozu kesen aristokratları böyle bir hayat düşleyebilir, gelgelelim kapitalizmin bu özel versiyonunun yol açtığı çilelerden neşet eden sınıfsal kavganın suyun altında da çalışabilen bir iPhone’la verilmesi mümkün değildir.

İşçi sınıfının, haysiyeti ve egemenliği güvence altına alan bir ekonomik ajandaya ihtiyacı vardır. Herkese temel gelir, emeksiz toplum ve televizyon, tam istihdamın, üretken emeğin, sağlam temeller üzerine kurulmuş, kimseyi açta açıkta bırakmayan bir refah devletinin ve müşterek mücadele ile kararlılığın beslediği dayanışmayı esas alan bir toplumun yerini asla tutamaz.

Bunu solcular da bilir, ama bu tür talepler onları kızdırır; solcular, geçmişte gerçekleşmiş başarılı proleter devrimlerinin sunduğu reçetelere ve felsefecilere tam da bu sebeple arkalarını dönmüşlerdir.

Tarihsel olayların proletarya ile burjuvazi arasındaki çatışmanın sonucu olduğunu söyleyen teori olarak diyalektik materyalizm, Marksist teorinin temel taşıdır. Bu anlayışın haricinde tartışma ve münazara için epey bir yer bulmak mümkündür, ne var ki bir kişi, bu görüşe bağlanmaksızın Marksist olamaz. Zira ilgili görüş, hayatın tüm yönlerine dönük Marksist analiz için gerekli bilimsel çerçeveyi sunmakla kalmaz, aynı zamanda bir amacı olan felsefeyi temin eder. Proletarya, burjuvaziyi alt ettiğinde sınıfsız toplum ortaya çıkar ve tarih de sona erer. Bu iddianın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği tartışmalı olsa da Marksist politik eylem, bu iddiayı hedef olarak belirlemek zorundadır.

Oysa uzun zamandır sol, başka bir projeyi yürütmektedir. Diyalektik materyalizm, sol teorinin yürüdüğü yolun dışına atılmıştır. Onun yerini keşisimsellik denilen teori almış, bu teori, Batı’da devrimci düşünceyi harekete geçirecek asli felsefi yönelim olarak kabul edilmiştir.

Kesişimsellik, Kimberlé Crenshaw’un bir buluşudur, bu hâliyle Amerika’daki akademi ortamının tozlu raflarına aittir. Söz konusu teori, tarihi ve toplumsal ilişkilerin gerçekliğini önemli bir bölümü geçici olan kişisel kimliğinize ait yönlere bağlı oluşun dayattığını söyler ve iç tutarlılığı olan politik bir bedeni oluşturmak adına başkalarıyla ilgili bireysel yönlerin nasıl kesiştiğine bakar.[8]

Crenshaw’a göre ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim, kişinin politik kimliğini inşa ettiği sürecin odak noktalarıdır. Kesişimsellik teorisi, tam da bu sebeple tehlikelidir. Çünkü Crenshaw’un teorisi zulmü, üzerine tik atılacak bir dizi kutucuğa indirger. İki kişi, ne kadar çok ortak kutucuğa sahipse politik müttefik hâline geldikleri takdirde, o kadar iyi iş göreceklerdir.

Bu yaklaşımın mantıksal sonucu şudur: bir MacDonald’s mutfağında hamburger köftelerini pişiren siyahî, lezbiyen bir kadın, gece 11’den sabah 7’ye dek kendisiyle birlikte çalışan beyaz, heteroseksüel erkek hamburgerciye kıyasla, çokuluslu bir şirkette çalışan siyahî ve lezbiyen bir mali işler müdürüyle daha fazla ortak noktaya sahiptir.

Buna göre derideki melanin düzeylerine, cinsel organlara ve üreme organlarıyla ilgili tercihe bakılarak, politik örgütlenme faaliyetlerinin itici gücü olan sınıfsal dayanışma bir kenara atılır. Bu, materyalist tarih anlayışının altını oymakla kalmaz, ayrıca özgürleşme yarışı dâhilinde sınıfın belirli bir kesimini diğerinin karşısına çıkartır. Bölünmüş bir işçi sınıfı ise kapitalist hegemonyayı asla aşamaz. Mevcut ayrışmaları besleyen her türden proje, neoliberalizmin insanları acımasız bir düşman kılan pratiği için bir âlet olarak değerlendirilmelidir.

Neoliberalizmin hâkim olduğu en yoz görüşlerin ilgili teoriyi özümsemesi ve propaganda etmesi, asla tesadüf değildir. ABD’de uzun zamandır kapitalist realizm temelinde bekçilik görevini ifa eden Demokrat Parti, eskiden işçi sınıfı içerisinde kurduğu bağları bir bir kopartmaktadır.[9]. Mega şirketler, azınlık grupları içinden seçtikleri şanslı temsilcileri makinelere bağlamak ve onları zalim sistemdeki sömürünün ve yozlaşmanın savunucuları hâline getirmek için sevimli pozlar verme ihtiyacı duymaktadır.[10]

Kesişimsellik, neoliberalizmle el ele kol kola ilerler. Gerekli vakit verildiği takdirde bu teori, süreç içerisinde kibirli liberalizmin on dokuzuncu yüzyılda çöpe atılmış görüşlerini yeniden diriltecek, ırk temelli özcülüğü ve ayrımcılığı bilimsel bir şeymiş gibi pazarlamaya çalışacak (ki bu noktada New York Üniversitesi’nin son önerilerine bakılabilir[11]) ayrıca işçi sınıfını bile bile demoralize edecektir.

Hâlihazırda kesişimsellik teorisinin seks işçiliği sahasında, sömürü ve metalaşmayı meşrulaştırmak için nasıl kullanıldığına şahit oluyoruz. İlgili sektörü “normalleştirmek” amacıyla yürüttüğü kampanya, burjuvazinin bir çalışması olarak vücut buluyor. Bu kampanya, kapitalistlere has el çabukluğu ile insanları (çoğunlukla ağır borç yükü altında bulunan mezunları) serseme çeviriyor ve onların hayatta kalmak için ek gelir elde etmenin yolu olarak fuhşu bir zaruret kabul etmelerini sağlıyor ve bu insanlar, seks pazarından dışlanmış küçük burjuva erkeklere hizmet sunuyorlar.

Kesişimselciliğin en doğru tarifi, kanaatimce “politik tekbencilik”tir.[12] Bu teori, süfli bireyciliği baş tacı eder, küçük burjuva hizipçiliği dayanışmanın ve gerçek sınıf mücadelesinin karşısına çıkartır. Crenshaw’un Harvard Üniversitesi binalarında geliştirdiği teori, burjuva hâkimiyetin daimi kılınması için geliştirilmiş bir teoridir. İşçi sınıfı, bu teoriyi reddetmelidir.

Solculuk, son on yıl içerisinde gelişme kaydetmiş, son birkaç ay içerisinde ise merkeze oturmuştur. O, en nihayetinde işçi sınıfına onu aşağılık gören üyeleri nezdinde herhangi bir hayrı olmayacak bir yoldur. O zerre anlamadığı “direnişin estetiği” gibi lafları ne kadar diline dolarsa dolasın anaakım sol, hüsrana uğramış Jeremy Corbyn deneyinin geride bıraktığı cesedi kemiren kurtçuklar, Alexandria Ocasio-Cortez türünden Amerikan solunun bin yıllık amipleri ve Seattle’daki Capitol Hill Özerk Bölgesi’nde siyahî çocukları katleden, kendisine “anarşist” diyen kişiler şahsında görüldüğü üzere, neoliberalizmin bir sonraki aşamasının öncüleri olarak hareket etmektedir.

Neoliberalizmin yeni aşaması ise kullanışsız hâle gelmiş, giderek gereksizleşmiş orta düzey yöneticilerden vazgeçecek, herkes, bu yeni dönemde, yirmi dört saat çalışan kargocular veya internetten satış işinde çalışan kamera kızları hâline gelecek, sadece yukarıdaki yüzde birin servet biriktirmesi sağlanacak, ürünler bu amaç doğrultusunda teslim edileceklerdir.

Gerçek maddi dünyada oluşan maddi istikrarsızlığın yol açtığı histerik kaygı, gericidir ve işçinin düşmanıdır. Solun benimsediği yeni kılavuz olarak öne çıkan öğretideki şizofrenik nitelik, bir yandan destekçilerine ahlakî açıdan eksiksiz bir üstünlük hissi ve haklı olduğuna dair bir yanılsama armağan ederken, bir yandan da dünya genelinde proletaryanın çektiği acı ve çileyi artırmak için uğraşmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Bu öğreti, bir noktada silinip gidecektir. Eğer başarılı olursa kapitalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası onu istikrara kavuşturan işçi sınıfına yönelik soğuk ilgisizliğe benzer bir yaklaşımla kendisini daimi kılmak isteyenleri de başından atacaktır.

Kapitalizm, ya açtığı yolda ilerleyecek ve işçilere verdiği hasarı vermeye devam edecek ya da sosyalistler ve enternasyonalistler, adalet, haysiyet ve dayanışmayı merkezine almış bir programla onu aşıp burnun genişliği ve cinsel kimlik temelinde yapılan sadakat testlerini geride bırakarak, çalışmalara iştirak etmek isteyecek herkesi kucaklayan o programa gerçek bir bağlılıkla hizmet edeceklerdir.

Bu programın alternatifi ise daha fazla güvencesizlik, daha fazla boktan iş, daha fazla yerinde sayan ücretler, uzak diyarlarda bitmek bilmeyen daha fazla savaşın çıkması ve polis kurşunuyla daha fazla siyahînin ölmesidir.

Çözüm, kapitalist şirket merkezlerinde yönetimi değiştirmek, oralarda insan kaynakları departmanı açmakta değil, sistemi paramparça edip onun yerine kitlelerin kendi elleriyle yeni bir sistem inşa etmesindedir.

Samuel Bate-Francis
26 Ağustos 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Steve Lohr, “Where the STEM Jobs Are”, 1 Kasım 2017, NYT.

[2] Paris Marx, “Aaron Bastani’s ‘Luxury Communism’ is a False Future”, 29 Ekim 2019, CD.

[3] “Facebook Scandal”, 4 Nisan 2018, BBC.

[4] Michael Sainato, “I’m Not a Robot”, 5 Şubat 2020, Guardian.

[5] Heidi Ledford, “Google Health-Data Scandal”, 19 Kasım 2019, Nature.

[6] “Dark Side of Electric Cars”, 29 Eylül 2017, AI.

[7] “For a Luxury Leftism”, 9 Ocak 2017, CA.

[8] Jane Coaston, “The Intersectionality Wars”, 28 Mayıs 2019, Vox.

[9] Ronald Brownstein, “How the Rustbelt Paved Trump’s Road to Victory”, 10 Kasım 2016, Atlantic.

[10] Diversity at Amazon”, Amazon.

[11] Karsten Schneider, “New York University”, 24 Ağustos 2020, WSWS.

[12] Matthew Continetti, “The Battle of Woke Island”, 7 Nisan 2018, NR.

04 Ocak 2021

, ,

Figüranlar ve Piyonlar

“İsyan etmek için sebebimiz var.”


Sol, sınıflara ve sınırlara kör bakabiliyor olmayı satabildiğini gördü, artık o pazardan çıkamaz. Sendikalarla, meslek odalarıyla, STK’larla arasındaki mesafeyi sıfırladı, bu güçlerin ideolojisine teslim oldu. Onların emri dışında hiçbir şey yapamaz.

Sol, meslekî ideolojilerin girdabına kapıldı, o kara deliğe düştü, oradan çıkamaz. Bu boyut değiştirme sayesinde sol, düştüğü paralel evrende, kendisini sınıfsızlık ve sınırsızlık hâli, imkânı olarak pazarlıyor. Neticede artık sol, bunun sunduğu zenginlikten vazgeçemez. Birkaç yıl bankadaki hesabıyla geçinebilecek olan orta sınıf, meslekî ideolojilerin ağzına bakmaya, o ilişkileri korumaya mecbur. Devlet ve sermaye, bunu çok iyi biliyor. Birkaç yıl önce Mehmet Ağar “solculara para verin!” lafını tam da bu sebeple etti.

Daha önceki yazıda aktarılan Lagarde’la ilgili notta mealen, “eşitsizliklerin artması durumunda sınıf savaşı gündeme geliyor. Sınıfsal hasedi bir biçimde kuşaklar arası gerilime yönlendirmek gerek. Gençlerin yaşlılara düşman edilmesi ve onların hâline sevinmeleri sağlanmalı”[1] deniliyor. İşte meslek odaları, sendikalar ve STK’lar, bunun için varlar: Sınıf savaşı örtbas edilmeli, eşitsizliklerin yol açtığı riskler ve gerilimler gizlenmeli, dikkatler başka yönlere çevrilmeli, ekonomizm eleştirisi ile ekonomik sorunlar önemsizmiş gibi gösterilmeli. Esasen sol, kendisine bahşedilen rolü oynuyor.

Pandemi sürecinde aşağıdan yukarıya doğru bir servet transferi yaşanıyor. Genel planda dünya genelinde ekstraktivizm gibi araçlar üzerinden, servet Güney’den Kuzey’e aktarılıyor. Küçük burjuvazi, meslek odaları, sendikalar ve STK’lar denilen iplerle bağlı olduğu tekellerin ve sermayenin ağzına baktığı için bu iki transfere tek laf etmiyor, edemiyor. Çünkü o, transferlerden nemalanmayı umuyor.

Levich yazısında, küresel sağlık yönetimi ile sivil toplum kuruluşlarının egemenliğinin genişleyeceğinden söz ediyor.[2] Demek ki herkes ekmeğinin peşinde. Bu yüzden Aydın Çubukçu, “artık sendikalar STK’laşsın, bu yönde işler yapsın” diyor. Nedenini kimse sorgulamıyor.

Sol, bu rant ilişkilerine teslim olmuştur. Figüranlık ve piyonluk, bununla ilgilidir. Ve artık o, gemi azıya almıştır.

CHP-MHP arasında yalandan bir ağız dalaşı yaşanır. Hemen bir sendika, CHP için temsilcilerini, dostlar alışverişte görsün diye, şov niyetine yürütüyormuş gibi yapar. Bu, geçen sene “Türk-Metal’in imzaladığı sözleşmeyi tanımıyoruz, biz devrim yapacağız” deyip ertesi gün o sözleşmeye onay veren sendikadır. Burjuva siyasetine teslim olmuş bir STK’cılık, kimseye bir yol sunamaz.

* * *

Küreselci kanata bağlandığı için bugün herkesin içindeki CHP açığa çıkmıştır. Adalet yürüyüşünde artık herkes, hizaya dizilmiştir. Kimi fos-marksistler, Kaypakkaya’nın başına kalpak geçirmiş, kimi Avakyancılar, kitaplarını CHP-Fethullah yayınevinden çıkartmıştır. Tencereler yuvarlanmış, kapaklarını bulmuştur.

“Küreselci” dedikleri de eskinin liberal emperyalistlerinin, Fabyusçuların, sömürgecilerin, “insanî ve ilerici kapitalizm” savunucularının çizgisidir. Bu çizgi, her zaman düşmana hizmet etmiştir.[3] Orayla “ilerici” ilişkiler kuranlar, kendi küçük burjuva zevkleri için kafalarında ülkeye nizamat verme derdindedirler. Oysa seksenlerin sonunda olduğu gibi CHP, yeniden güya sola dümen kırmış, sosyalist, komünist veya devrimci tüm imkânları zehir misali emip tükürmüştür.

Küreselci-millici tartışması, burjuvaziye ve devlete dairdir. Emekçileri, yoksulları, ezilenleri ilgilendiren bir durum söz konusu değildir. Neticede iki kanat da aynı gövde adına hareket eder. Bu anlamda DSİP ve Fethullah çizgisine örgütlenenler, döne dolaşa, emekçinin, yoksulun, ezilenin öfkesini ve derdini ana gövdeye teslim etmektedirler, bu görülmelidir. Aynı durum, İP-TKP çizgisi için de geçerlidir.

Gezi sürecinde şehit düşen gençlerin mahkemesine “TMMOB para vermezse mahkemeye gidemeyiz” diyen örgütler hükmünü yitirmiş, “dış devlet”in uzantıları hâline gelmişlerdir. Bu sol, TMMOB’un inşaat, madencilik gibi alanlarda oluşan rantla bağını sorgulayamaz. Sendikaların, sermayenin yönelimlerine göre biçimlendirilmesine tek laf edemez. Avrupa’dan gelen paralarla burada afiş bastıran, sonra gidip barlarda içki yudumlayan solcuların, oradaki istihbaratla, devletle, tekellere bağlı STK’larla ilişkileri sorgulaması mümkün değildir.

Yol varsa, emekçide, yoksulda ve ezilende aranmalıdır. İsyan için sebep onlar(da)dır.

AKP, belirli çelişkileri örtüyorsa, belirli çelişkileri derinleştiriyorsa, bağımsız tarihsel birikim, kitlesel mevziler üzerinden, o çelişkilere göre yol alınmalı, o çelişkilere göre hat belirlenmelidir. “Çelişkisiz” bir yerden konuşulmamalı, “çelişkisizlik” satılmamalı, politika o çelişkilerin örsünde dövülmelidir.

Yol, yukarıdakilere yaranmaya çalışan figüranlarda ve piyonlarda değil, aşağının kahrını, çilesini çekenlerin kavgasında aranmalıdır. Komünist siyasetin görevi, AKP’nin yerine revize edilmiş CHP’yi hazırlamak değildir. Biden ve Koç’un gemisine binmek hiç değildir.

TTB’nin ağzına bakanlar için küresel yönelimleri tartışmak, teorinin konusu kılmak, eleştirmek bile komploculuktur, gericiliktir. Bu solun düşüncesine göre dünya genelinde tekeller ne yapıyorsa insanlığı düşünerek, insanlık için ve insanlık adına yapıyordur. Çünkü bilim ve teknoloji onlarındır, bilim ve teknolojiye karşı çıkmaksa gericiliktir. İnsanı özne ve irade kılan onlardır. Solun düsturu budur. Tekeller ve emperyalizm, asla eleştirilemez. Kendilerine petrol kuyuları bahşetmiş bir güce kimse laf edemez. “Gerici doğu”yu ilerletenlere ancak teşekkür edilir. Bu yaklaşım, ancak “herkes kendi bahçesinde organik domates eksin, kimse olaylara karışmasın!” diyebilir.

Neticede halkların birbirlerinin dertlerine ortak olması, tehlikelidir. Ezilenlerin yerelde ve bölgesel düzeyde ortak yol bulma çabası, zararlıdır. İşçilerin yerele ve millete dair söz söyleme iradesi, beyhudedir. Sınıfa ve sınıra karşı körleşenlerin emekçiye, yoksula, ezilene bir hayrı dokunamaz.

Sola göre küresel dünya yönetimi tesis edilmiştir. Klaus Schwab’ın dediği gibi, “küresel yönetim zayıflamıştı, bu pandemi sayesinde yeniden popüler hâle gelmiştir.”

Küresel güçlerin yere dökülen artıklarıyla beslenen küçük burjuvalar, emekçilere, ezilenlere uşaklıktan başka bir şey öğretemezler. Küresel güçlerle aynı odada olduğunu düşünerek, sınırları ve sınıfları sildiklerini sananlar, daha doğrusu, aynı masada olabilmek için sınırı ve sınıfı silenler, alttakilere yalandan başka bir şey söyleyemezler.

“Bu emperyalistlerden, kapitalistlerden insanlığa, bilhassa yoksula emekçiye zarar gelmez” diye düşünen TTB’nin, DİSK’in ve benzeri STK’ların peşinden mi gidilecek, yoksa “bu zalimlerin yaptıkları her şeyde illaki bir puştluk vardır” diyen “komplocu cahil halk”a göre mi siyaset yapılacak, asıl soru budur. Küçük burjuva sol, ilk tercihe mecburdur.

Eren Balkır
4 Ocak 2021

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Gem”, 26 Aralık 2020, İştiraki.

[2] Jacob Levich, “The Gates Foundation, Ebola, and Global Health Imperialism”, 4 Eylül 2015, American Journal of Economics and Sociology, Cilt 74, Sayı 4, s. 704-742. Türkçesi: İştiraki.

[3] William Z. Foster, Outline Political History of the Americas, International Publishers, 1951, s. 602.

03 Ocak 2021

, ,

Sandinist Halk Devrimi


Ülkedeki herkesi öldürmek zorunda kalsam da Nikaragua’ya huzur getireceğim.

[Nikaragua Diktatörü Anastasio Somoza Garcia[*]]

 

Amerikan beslemesi Somozalar, kırk yıldan fazla bir süredir Nikaragua’yı diktatörlükle yönetmekte ve Nikaragua, emperyalist şirketler ile onlara bağlı işbirlikçilerin her geçen gün artan sömürüsüne kurban gitmekteydi. Yeni sömürge faşizminin tipik bir örneği olan Nikaragua’da parlamenter seçimler ve başkanlık seçimleri göstermelik bir şekilde varlığını devam ettiriyordu. Başkan, doğrudan kongre yoluyla veya periyodik seçimlerle belirleniyordu ama 1936’da başkanlığı elde eden Somoza ailesi, 43 yıl boyunca aralıksız Nikaragua’yı yönetecekti. Parlamento, Somoza’ya bağlı Milliyetçi Liberal Parti ve Muhafazakâr Parti arasındaki ittifakla yönetilecek, parlamentodaki düzen muhalefeti ise Liberal Parti ve Hristiyan Toplumsal Partisi olacaktı. Yeni sömürgeci iktidar, böylece Somoza taraftarları ve muhafazakârların ortaklaşa yürütmesiyle sürekliliğini pekiştiriyor, göstermelik demokratik işleyiş, oligarşinin toplum üzerindeki hegemonyasının aracı oluyor, diğer yandan ise düzene en ufak muhalefet gösterenler, katliamlar ve tutuklamalarla yok edilmek isteniyordu.

19 Temmuz 1961’de Carlos Fonseca, Amador Silvio Mayorga ve Tomas Borge önderliğindeki devrimciler tarafından Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) kuruldu. Örgüt ismini ABD işgaline karşı yiğitçe direnen ve Somozalar tarafından tuzağa düşürülerek katledilen General Augusto Sandino’dan (1895-1934) almıştır. Dünya’nın onları bildiği isimle “Sandinistalar” 1961’de kurulduğunda mücadelenin, SBKP çizgisindeki reformist ve barışçıl yollarla mücadele stratejisinin yeni sömürge ülkelerde uygulanmasının ve başarıya ulaşmasının mümkün olmadığı tespitini yaparak silahlı mücadele ve Castro’nun Fokocu taktiklerini benimsedi. İlk yıllarında üyelerinin çoğu aydın ve öğrenciler arasından çıkmış Marksist bir gerilla örgütüydü. Sandinistalar mücadeleye, kırsal alanda silahlı mücadele veren bir gerilla örgütü olarak başlamıştı.

Süreç içerisinde köylülüğün belirli kesimleri içinde, özellikle de büyük oranda mevsimlik işçilikle geçinen yoksullar arasında kısmi destek buldular. Ancak FSLN 1967’de Pancasan Dağları’nda uğradığı büyük yenilgi sonrası Küba devriminden esinlenen Fokocu taktiklerini değiştirmek zorunda kaldı. Bu yenilgiden sonra FSLN, örgütlenme alanını mahallelere, üniversitelere ve fabrikalara doğru genişletmeye yönelik hamleler yapmaya başladı. Bu dönemde Sandinistalar, örgütlü işçiler ya da mahallelerde çok az destek elde edebildi. Kazanımları daha çok üniversitelerde öğrencilerle sınırlı kaldı. FSLN, taktik bir ittifak kurmak ve bazı Katolik papazların desteğini almak üzere az sayıda “ilerici” din adamıyla da temas kurmaya çalıştı.

1970’e gelindiğinde FSLN “sessizlik içinde kuvvet birikimi” olarak adlandırdığı dönemde tüm enerjisini örgütlenme ve ideolojik birlik üzerine harcıyordu. 1974’te, köylü kökenli bir Sandinista lideri, ülkenin kuzey-orta kesiminde bir köylü gerilla birliği kurduğunda köylüleri örgütlemekte bir miktar başarı gösterdi. Ancak FSLN’nin kırsal bölgelerdeki örgütlenme çalışmaları bir kez daha, gerilla örgütünün köylülük içinde yaygın bir zemin elde etmesine engel olmak isteyen devletin sürekli saldırısıyla karşı karşıya kaldı.

Aldığı desteği harekete geçirmek çabalarına karşın Sandinistalar, 1974’ün sonunda halen yüzden az üyesi ve ülke gündemini etkilemeye yetmeyen toplumsallığıyla yalnızca bir “öncü” örgüttü. 1974’e kadar FSLN’nin hem kırdaki hem de kentteki gerilla faaliyetleri büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandı. Örgüt, ne kentlerdeki emekçileri ne de kırsalda köylüleri harekete geçirebildi, gerilla eylemlerinde bozguna uğradı ve önemli kayıplar vermesine yol açan saldırıları doğrudan kendi üzerine çekti. Aynı süreçte oligarşinin iç çelişkileri iyiden iyiye ortaya çıkmaya başlamıştı. Devlet aygıtlarını kendi ekonomik gücünü genişletmek için kullanan Somoza ailesiyle diğer aileler ve sermaye sahiplerinin arasında ipler iyice gerildi. Bu durum, oligarşi içi dengelerin bozulmasına sebep olacak boyutta bir sorundu. Nikaragua oligarşisi, Somozalar’ın bu hamleleri sonrası oluşan siyasal krize bir çözüm yolu arıyordu. Çelişkilerin açığa çıktığı durumda örgütlü ve disiplinli bir müdahale ile oligarşiye büyük bir darbe vurulabilirdi.

Bu tarihsel fırsatın ışığında FSLN sessizliğini bozdu ve başlattığı iki eylem ülke çapında ses getirdi. Birincisi Nikaragua tarihindeki en büyük açlık greviydi. Aralık 1973’te, aralarında Daniel Ortega’nın da bulunduğu sekiz devrimci tutsak bir dizi talep doğrultusunda açlık grevine başladı. Uzunca sayılabilecek bir aradan sonra sessizliğini bozan FLSN, 1974 sonunda her geçen gün derinleşen siyasal krizi daha da derinleştirecek ve uluslararası düzeyde “Sandinista” adını duyuracak bir silahlı eyleme imza attı.

Sandinist Devriminin Köşe Taşı: 27 Aralık 1974

27 Aralık 1974 günü kahramanca bir baskınla Sandinist savaşçılar, Nikaragua Tarım Bakanı’nın ABD büyükelçisi için köşkünde verdiği kutlama partisini işgal ederek bazı siyasetçileri ve Somoza ailesinin yakın dostlarını rehin aldılar. Diktatör Somoza, rehineleri kurtarmak için 2 milyon ABD doları fidye ödemenin yanı sıra bazı devrimci tutsaklarını salıvermeyi ve savaşçıların bildirilerini ülkenin tüm medya organlarında yayımlatmayı kabul etti. Bu eylemler Sandinistlere büyük halk desteği kazandırdı.

1976 yılında FSLN’nin kurucu önderi Carlos Fonseca katledildi. Devamında oligarşinin başlattığı kontrgerilla harekâtlarında başka bir lider, Eduardo Contreras da katledildi. Bu cinayetlerin ardından FSLN, içindeki ideolojik dağınıklık iyice ortaya çıktı. Örgüt birbirinden bağımsız olarak devam eden üç eğilime bölündü: Kırsalı esas alan “uzun erimli halk savaşı” eğilimi, silahlı eylemlere karşı çıkıp sadece kitlesel mücadeleyi savunan “proleter grubu” ve oligarşiye karşı her alanda saldırıya geçmeyi savunan Uruguay’daki Tupamarolar çizgisinde “Tercerista” grubu. Bu üç eğilim arasından öne çıkıp, 1977’de büyük halk desteğine sahip olan grup FSLN Tercerista olacaktı. Oligarşinin iç çelişkilerini iyi tahlil ederek kentlerde eylemlerine hız veren FSLN Tercerista, siyasal krizi derinleştirmeyi başarmıştı. 1978 Temmuz ayında siyasal şiddet içerikli eylemler oligarşinin gücünü kırdı. Yoksul mahalleler ayaklandı ve diktatör Somoza’ya bağlı güçlerin karargâhları Sandinistalar tarafından bombalandı. 22 Temmuz 1978’de Ulusal Saray ele geçirildi ve Somoza’ya bağlı birçok milletvekili, bakan rehin alındı. Rehineler, FSLN kurucularından Tomas Borge ve seksen iki FSLN kadrosunun serbest bırakılması ve bir basın bildirisinin yayınlanması karşılığında serbest bırakıldı.

Somoza artık neredeyse yalnızdı. ABD’den başka destekleyeni kalmamıştı. Oligarşi içi çelişkiler iyice şiddetlenmiş, burjuva muhalefet doğrudan Somoza’yı hedef alan kampanyalar başlatmıştı. Somoza ise burjuva muhalefetin liderlerinden La Prensa editörü Chamorro başta olmak üzere çeşitli isimleri suikastla öldürttü ve en basit demokratik eylemleri bile acımasızca, zor yoluyla bastırdı. Saldırılar ve yoğunlaşan ekonomik kriz halkın diktatör Somoza’ya olan nefretini arttırdı.

1979 yılına gelindiğinde siyasal şiddet yaygınlaşmış, ülkenin her yerinde oligarşi ve halk güçleri arasında çatışmalar patlak vermişti. 79’un Mart ayında, Tercerista’nın çağrısıyla FSLN’nin üç eğilimi bir birleşme anlaşması imzaladı. Birleşen Sandinistler, tüm muhalefet kesimlerinde büyük heyecan uyandırdı. İşçi sendikaları greve başladı ve burjuva muhalefete bağlı birçok işveren de bu greve destek verdi. Sıkıyönetim ve Ulusal Muhafızlar’ın saldırıları sonuç vermedi. FSLN savaşçılarının tek tek kentleri ele geçirmesinin ardından 17 Temmuz 1979’a kadar dayanabilen Somoza Rejimi ve Ulusal Muhafızlar’ın komutanları ülkenin tüm servetini çalarak kaçtı. Somoza’nın kuklası Amerikancı Francisco Urcuyo başkanlığa vekâlet ediyordu ve Sandinistalar’dan barış talep etti. Urcuyo’nun hükümeti sadece 24 saat sürdü ve ardından o da Nikaragua’yı terk etti. Sonunda, Ulusal Muhafızlar’ın tüm üyeleri Sandinist devrimcilere teslim oldu. İktidara yürüyen Sandinistler’in sosyalist ve ulusal hedeflerini gerçekleştirmek için yeni bir serüveni başlıyor, Nikaragua’nın tarihi yeniden yazılıyordu. Böylece 43 yıllık diktatör Somoza ailesi ve kümelenmiş oligarşi yıkılıyor, Orta Amerika’nın en büyük ülkesi Nikaragua’da Amerikan emperyalizmi kaybediyordu.

Somoza Debayle’nin Sonu

17 Temmuz 1979’da Nikaragua’yı terk ettiğinde, diktatör Anastasio Somoza Debayle iki ayda 30.000 ölü, 500.000 evsiz, 150.000 mülteci, milyar dolarlık borcu ile iflas etmiş bir ülkeyi geride bırakmıştı. Sandinistler’in yeniden kurması gereken bir ülke vardı…

Somoza ilk olarak, ABD’ye kaçmak istedi ancak Amerikan emperyalizmi, II. diktatör Anastasio Somoza’yı bir beceriksiz olarak görüyordu. Zaten henüz Nikaragua’yı terk etmeden önce ABD desteğini kesmişti ve Somoza’nın sığınma talebini reddetti. Bunun üzerine kısa süre ortadan kaybolan Somoza, aylar sonra Uruguay’da ortaya çıktı. Yanında kaçan Ulusal Muhafızlar’dan bir güvenlik ekibi kuran devrik diktatör, her yere korumalarıyla gidiyordu. Kaçışından 1 yıl 2 ay sonra 17 Eylül 1980’de Arjantin merkezli Devrimci Halk Ordusu’ndan (ERP) birkaç devrimcinin planlayıp, uyguladığı başarılı bir operasyonla cezalandırıldı. Amerika’nın kullanıp attığı devrik diktatör Somoza, Asuncion şehrinde, bir cadde ortasında lüks aracının içinde, onlarca koruması etraftayken birkaç kararlı şehir gerillası tarafından dünyanın gözü önünde öldürüldü.

Sonuç Yerine

Sandinistler’in bu başarılı devriminden çıkarılacak birçok sonuç var. En önemlisi devrimcilerin oligarşi içi çelişkilerden yararlanırken en zorlu zamanlarında bile oligarşinin herhangi bir tarafının veya burjuva muhalefetin ardına yedeklenmemesi, Sandinist devrimin mücadele sürecinin başlangıcından zaferine kadarki en önemli öğretisi budur.

Enes Furkan
3 Ocak 2020

Dipnot:
[*] Anastasio Somoza Garcia: Amerikan destekli sağcı diktatör. Anastasio Somoza Debayle’nin babası. Sandino suikastının azmettiricisi. 21 Eylül 1956 yılında genç muhalif şair Rigoberto López Pérez tarafından bir akşam yemeğinde vuruldu, ağır yaralandı ve birkaç gün sonra öldü. López Pérez ise diktatörün korumaları tarafından vuruldu. Anastasio Somoza Garcia’nın ölümünden sonra yerine oğulları geçti.

Kaynaklar:
Henri Weber. Nikaragua Sandinist Devrimi. Belge Yayınları, 1991.

Wendy Jarquin, “Un operativo historico: cuando un comando guerrillero argentino ajusticio a Somoza”, 17 Eylül 2018, Barricada.

İlker Avcı, “Yeni Sömürgelerde Seçimlerin İşlevi”, 1 Haziran 2018, Kesintisiz.

,

Kasım



Kasım Süleymani’nin na’şının defnedildiği gün Halep Kilisesi’nde yapılan ayinde Rahip İbrahim Nasır’ın yaptığı konuşma

† † †

 

Bugün Kasım Süleymani’nin ve onunla birlikte olanların projesi bir direniş projesidir. Bu, başka direnişlere benzemeyen bir direnişti.

Bu direniş projesi, İsa’nın benimsediği, başkalarının hürriyetine zulmetmek isteyen politik otoriteye karşı yürütülen direniş projesine benziyordu.

İsa şunu söylememiş miydi?

“Benim yüzümden insanlar size sövüp zulmettikleri, yalan yere size karşı her türlü kötü sözü söyledikleri zaman ne mutlu size!” [Matta:5-11]

Kasım Süleymani ve onunla birlikte olanların tek yaptıkları şey, IŞİD’e ve kendileriyle aynı fikirde olmayan herkesi öldürmek isteyen tüm terörist örgütlere karşı koymaktı.

Kimlerdi IŞİD’in katlettiği insanlar?

Nusret Cephesi kimleri öldürdü?

Hristiyanlar değil miydi?

Onlar bu ülkedeki toplumsal çeşitliliğin bir parçası değiller miydi?


01 Ocak 2021

,

Maske ve Marcos


Zapatista güçleri, 1 Ocak’ta 1994’te San Cristóbal de las Casas’ı ele geçirdiklerinde onlara ilk sorulan sorulardan biri, yüzlerini maske veya bandana ile niye örttükleri idi. Bu soruya kendisini “Komutan Yardımcısı İsyancı Marcos” müstear adıyla tanımlayan Zapatista subayı, verdiği cevapta maskeyi iki sebebe bağlı olarak taktıklarını söyledi:

“Birinci sebep, davaya bağlılığımız üzerinde durmak zorunda olmamızla ilgilidir. Başka bir ifadeyle, mücadele içerisinde insanlar, kendilerini fazla yüceltmemeli, öne çıkartmamalıdırlar. Burada mesele, kendilerimizle ilgili korkularımız olması değil, isimsiz kalmak, bizi kimsenin yoldan çıkartmasına, yozlaştırmasına izin vermemektir. […] Biz, liderliğimizin kolektif olduğunu ve ona teslim olmak zorunda olduğumuzu biliyoruz. Burada ben olduğum için beni dinliyor olsanız bile başka yerlerde aynı şekilde maskeli başka insanlarla konuşacaksınız. Bugün burada bulunan maskeli şahsın adı Marcos’tur, yarın ona Margaritas’ta karşılaştığınızda Pedro, Ocosingo’da José, Altamirano’da Alfredo diyeceksiniz. Nihayetinde burada konuşan, kolektif bir yürektir, karizmatik bir caudillo (lider) değildir. Burada karşınızda o aşina olduğumuz imajıyla eski tip bir liderin bulunmadığını bilmenizi istiyorum. Tek göreceğiniz şey, tüm bunların olmasına neden olanların yüzlerindeki maskedir. Gün gelecek, halk onuruna sahip çıkacak, maskesini takacak ve ‘ben de yapabilirim’ diyecek”.

Marcos’un üzerinde durduğu sebeplere ek olarak Zapatist isyancıların yüzlerindeki maske, aynı zamanda Meksika’da yerli halkların içinde bulundukları hâli herkese anımsatmak gibi bir anlama sahipti. Yüzlerine maske takmak suretiyle Zapatistler, yüzlerini ve isimlerini siliyor, kimliksizleşiyorlardı. Onurun ayaklar altına alınması ve bu saldırının yol açtığı tüm sonuçlar, Amerika kıtasının Avrupalılarca işgal edilmesinden bugüne dek uzanan uzun süreç boyunca yerli halklara dayatılmış olan kaderin temel özelliğiydi. Yüzleri ve onurları olmayan halklar, sömürgeciliğe, emperyalizme, modernleşmeye ve kapitalizme yem olmuşlardı. Kendi isteğiyle yüzüne maske takmak suretiyle Zapatistler, dünyaya en fazla ötelenmiş, gözlerden en çok ırak tutulmuş ezilenlerin dünyayı yeniden inşa etme becerisine ve gücüne sahip olduğunu anımsatmak suretiyle, yerli halklardan çalınmış olan o onuru yeniden kazandılar. Zapatistlerin de dile getirdiği biçimiyle maske takıp ele silâh aldıklarında dünya, küresel neoliberal kapitalizmin “yeni dünya düzeni”nde en fazla ötelenmiş kesimleri bir kez daha dikkate almak, görmek zorunda kaldı.

Alex Khasnabish

[Kaynak: Zapatistas: Rebellion from the Grassroots to the Global, Zed Books, 2010, s. 11-13.]