05 Mayıs 2020

,

Birinci Gün


İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun [IRA] Maze Hapishanesi’ndeki lideri olan Bobby Sands, 1 Mart 1981 günü yemek yemeyi reddetti ve 12 Şubat 1976’dan beri devam eden açlık grevi sürecinin yeni halkasını başlattı. Başlangıç tarihi [1 Mart] önemliydi, zira o gün özel kategori statüsünün gündeme gelişinin beşinci yıldönümüydü. Yeni açlık grevi mücadelesinin amacı, IRA tutsaklarına yeniden politik statü kazandırmaktı. O dönemde dışarıdaki IRA liderlerinin pek destek vermediği açlık grevi süreci, esas olarak tutsakların iradesiyle başlatıldı. 3 Ekim 1981’e dek devam eden sürecin sonunda on IRA mensubu tutsak öldü. Aşağıda Bobby Sands’in tuttuğu günlüğün sürecin ilk günü ile ilgili bölümü yer alıyor.

● ● ●

 

Yeniden tir tir titriyor dünya karşımızda, işte ben o dünyanın eşiğindeyim. Tanrı ruhuma merhamet etsin.

Kalbim yaralı, çünkü biliyorum ki fukara anamın kalbini kırdım; kaygı, hanemin üzerine tahammülü zor bir kara bulut gibi çöktü. Ama kafamın içinde tüm kavgaları ettim, o kaçınılmaz olandan uzak durmak için her yola başvurdum. O hakikat, beni ve yoldaşlarımı dört buçuk yıllık zulmün ardından bunu yapmaya mecbur etti.

Ben bir politik tutsağım. Politik tutsağım çünkü ben, ezilen İrlanda halkı ile topraklarımızdan çekilmeyi reddeden, kimsenin istemediği yabancı ve zalim rejim arasında yıllardır devam eden savaşın yol açtığı bir zayiatım.

Ben, Tanrı’nın İrlanda milletine egemenlik ve bağımsızlık bahşettiğine inanıyorum ve o hakkın safındayım. Ayrıca Tanrı’nın her İrlandalıya silâhlı devrim yapma hakkını bahşettiğine de inanıyorum. Tam da bu sebeple mahpusum, üryanım, işkence görüyorum.

İşkencelere direnmeyi bilen zihnimde ise tek bir fikir var: yabancı ve zalim Britanya’nın varlığı ortadan kalkmadan, tüm İrlanda halkı kendi hayatını kontrol edebilen bir yapı hâline gelip kaderini fiziksel, kültürel ve ekonomik açıdan ayrı ve müstakil bir güç şeklinde, aklen ve bedenen, egemen bir halk olarak karar vermeden İrlanda’da asla barış olmaz.

Ben, yeni İrlandalı kuşağının kökleri derinlere uzanan ve asla yok edilemeyen özgürlük arzusuyla yetişmiş olduğuna inanıyorum. Ben, sadece Maze Hapishanesi’ndeki [H Blok] barbarlığa son vermek veya tüm haklılığımız ile politik tutsak olarak kabul görmek için ölmüyorum. Ölmemin asıl sebebi, bu mapus damında kaybedersek Cumhuriyet ve “yeni doğan halk” olarak tanıdığım için tüm varlığımla gururlandığım ezilenlerin de kaybedeceğini biliyorum olmamdır.

27 Ekim [yedi açlık grevi eylemcisinin öldüğü ilk sürecin başladığı tarih] bugüne ne bir damla duygu taşıdı ne de bir şeyi değiştirebildi. Olağan baskı yöntemleri denendi ama hiçbir işe yaramadı. Ağızlarından salya akan köpekler ve zorbalar, hiç şüphe yok ki yarın da sabahın köründe gelip kapımızı çalacaklar.

Armagh’deki kızlara birkaç şey yazdım. Onlardan, cesaretlerinden, kararlı duruşlarından, içlerinde taşıdıkları o yok edilemeyen direniş ruhundan daha fazla söz etmek gerek. Kontes Markievicz, Anne Devlin, Mary Ann McCracken, Marie MacSwiney, Betsy Gray ve tüm o İrlandalı kahraman kadınlar neyse onlar da o. Bir de elbette Ann Parker’dan, Laura Crawford’dan, Rosemary Bleakeley’den ve o mukaddes isimlerini hatırlayamadığım için utandığım kadınlardan da bahsetmeliyim.

Ayin ihtişamlı, arkadaşlarsa her zamankinden görkemliydi. Hakkım olan ve haftada bir verilen meyveyi geçen akşam yedim. Kadere bakın ki son yediğim şey de bir portakaldı ve üstelik sanki hayat son şakasını yapıyormuşçasına, portakal çürüktü. Her zamanki gibi yemeğimiz kapıya bırakılıyor. Bu sefer beklediğimiz üzere bize verilen porsiyonlar her zaman verilenden, en azından hücre arkadaşım Malachy’ye verilenden daha büyüktü.

Bobby Sands
1 Mart 1981 Pazar

04 Mayıs 2020

,

Komünist Savaşçı Hücreler


Belçikalı Komünist Savaşçı Hücreler [Cellules Communistes Combattantes -CCC], kapitalizmle savaşmak ve bir sosyalist devrimi tetiklemek için sürdürdükleri silahlı mücadele dolayısıyla ana akım basının epey dikkat çekmiştir. 1980’lerin ortalarında aktif olan CCC; askerî sanayiye bağlı üretim alanlarının (“anti-emperyalist Ekim harekâtı”, 1984-85), Belçika işverenler örgütünün (1 Mayıs 1985 saldırısı) ya da Belçika finans sektörünün kilit binalarının (“Karl Marx harekâtı”, 1985) bombalanması gibi, kapitalist ve emperyalist kurumlara yönelen eylemleriyle basının dikkatini çekmiştir. Alman RAF’ın silahlı mücadele tecrübelerinden doğan CCC, kendi ideolojik hattını, silahlı mücadeleyi Marksist-Leninist teori zeminine oturtan Kızıl Tugaylar örneği üzerinden oluşturmuştur.

Bombalamalarında insanları hiçbir zaman hedef almasalar da, bir araba bombalamasının yanlışlıkla iki itfaiyecinin ölümüne yol açmasından dolayı -bunda polisin müdahalesizliği de pay sahibidir- Belçika’daki anti-komünist basın seferberliğinde sert bir terörist örgüt olarak tasvir edilmiştir. Buna rağmen CCC, gazetecilerin sansasyon hevesleri yüzünden kendilerini ideolojik bağlamlarından kopartan ve silahlı mücadele sürdüren diğer gruplar arasında bir kafa karışıklığına yol açan böyle bir boyuta sistematik olarak indirgenmekten hayıflanmıştır. Kitapçıklar, bildiriler, röportajlar içeren CCC arşivine dayanarak yazılan bu makalenin amacı, CCC’nin kendini nasıl tasarladığını ve silahlı mücadeleyi daha büyük bir komünist devrimin parçası olarak nasıl sürdürdüğünü göstermektir.

CCC’nin Teorik İlkeleri: Marksizm-Leninizm

CCC’nin politik çizgisi, kabaca söylersek, kapitalizm tarafından yaratılan tarihsel sınıf antagonizmasının, sosyalizmi kurmak için hâkim burjuva sınıfını ortadan kaldıracak olan komünist devrime yol açacağını söyleyen Marksizm-Leninizmdir[1] (bu terim, Joseph Stalin tarafından kazandırılmış ve onun yönetimi boyunca resmi devlet ideolojisi olmuş olmasından mütevellit, bazıları tarafından “Stalinizm” olarak adlandırılsa da, Marksist-Leninist gruplar böyle bir adlandırmaya gitmemişlerdir). Tarihsel bir gereklilik olan bu devrim, “kendi kendine” olmayacaktı. Devrim, devrimci güçlerin aktif örgütüne ihtiyaç duyuyordu. Kitleler arasında toplumsal bir bilinç geliştirmek ve kitlelere mücadelelerinde liderlik etmek, bir Parti olarak örgütlenen devrimci öncünün göreviydi.

Öncü Parti’nin görevi, kitleleri bir ayaklanmaya sevk ederek onları ekonomik baskılardan kurtarmak ve devleti ele geçirmekti. Böyle olunca, küçük bir silahlı eylem grubunun böyle geniş bir teorik arka planla ne işinin olduğu sorulabilir. CCC kendisini ne raddeye kadar devrimci öncü olarak görüyordu? Silahlı mücadeleyi, devrimci sürecin yükselişini sağlamak noktasında nasıl ele alıyordu?

Kitle Hareketlerinin Bir Parçası Olarak CCC

Öncelikle CCC, aktivitelerini belirli toplumsal mücadelelerin içinde gerçekleştiriyordu ve bu aktiviteleri var olan hareketlere entegre etmişti. Örgüt, esas olarak iki cephede eylem hâlindeydi: tasarruf karşıtı mücadeleler ve savaş karşıtı hareket.

80’lerin başında Belçika, ekonomik bir kriz içindeydi. Büyümeyi canlandırmak için sosyal-Hristiyan ve liberal hükümet tarafından, şirketlerin tekrar kâra geçmesi için tasarruf politikaları uygulandı. Fakat pek çok Belçikalı için bu tasarruf politikaları, daha az toplumsal koruma ve daha az alım gücü anlamlarına geliyordu. İşçi hareketi bu politikalara grevlerle ve gösterilerle cevap verdi. Tasarruf karşıtı hareket, 1983’te kamu sektöründeki bir grevle zirveye ulaşmıştı. Fakat işçilerin klasik baskısını zayıflatan ve bertaraf eden ekonomik küreselleşmenin yeni baskısı yüzünden cephe hattındaki bu çatışma, gittikçe sertleşiyordu. Kapitalist şirketlerin büyümekte olan uluslararası rekabeti bağlamında sendikacı stratejilerin güçsüzlüğü gözler önüne seriliyordu. Pek çok durumda, uzun grevlerin neticesinde iş yerleri kapanıyordu. Bunun üzerine CCC şu çıkarımı yapmıştı:

“Kitlelerin yaşam koşullarının bozulması, kapitalist üretim tarzının genel krizinin yeniden etkinleştirilmesi, reformist siyasetin ve geleneksel, pasifist, yasal ve diğer eylem biçimlerinin olumsuz sonuçları, devrimci bir mücadeleyi eyleme geçirmek için nesnel koşulları yaratıyor.”[2]

Aynı sırada savaş karşıtı hareket de büyüyordu. Savaş karşıtı hareket, Batı Avrupa’da ABD’nin nükleer askerî varlığını takviye etmek olan daha geniş bir planın parçası olarak Belçika’da 48 ABD atomik füzesinin konuşlandırılmasına karşı çıkıyordu. Bu Euromissile krizi bağlamında, bir nükleer savaş ihtimali somut muhtevaya kavuşuyordu. Sonuç olarak, 1981’de Brüksel’de 200.000 kişinin katıldığı gösteriler tertiplendi. 1983 yılı ise bu sayının iki katına çıkarak, ülkenin 1944’deki Alman işgalinden kurtuluşundan beri gördüğü en büyük kitle gösterisi olmasına tanık olmuştu. Bu muhalefet hiçe sayılarak 1985 yılında 48 füze Florennes’deki askerî üsse kurulmuştu. CCC’nin saldırıları, hem savaş politikalarıyla kendi yöntemleriyle savaşıyordu hem de bu saldırıların daha geniş bir hareketle bağını kurmaya çalışıyordu:

“Hücrelerin 1984-85 yıllarındaki politik-askerî harekâtları, büyük kitlesel ve proleter hareketlerin bir parçasını oluşturuyordu ve bu harekâtlar, doğru analizler ve fikirlerin yanlış analizler ve fikirler üzerinde zafer kazansın diye çelişkili kritik tartışmaların kapısını açmak isteyen önemli teorik-politik metinler tarafından besleniyordu. Örneğin, 1985’de Florennes’de ABD füzelerinin konuşlandırılması meselesinde Hücreler, emperyalist savaşı kapitalizmin kaçınılmaz bir tezahürü olarak gördüler ve küçük-burjuva pasifistlerinin yanılsamalarına karşı çıktılar. Fakat bir tartışma olmadı. Sadece yaralamalarla, yalanlarla, hatta kara ve kızıl bayrak sallayan politik grupların polis saldırılarıyla karşılaştık.”[3]

Militan Bir Komünist Strateji Olarak Silahlı Mücadele

Hücrelerin hedefi, radikal eylemin bir örneğini teşkil etmek ve var olan mücadeleleri daha da ileriye götürmekti. 1 Mayıs 1985’de Belçikalı işverenlerin karargâhına (Belçika Şirketler Federasyonu) saldırdıktan sonra CCC, “Silahlı Mücadele Üzerine”[4] başlıklı bir metin yayımladı. Bu metinde Hücreler, silahlı mücadelenin devrimci sürece nasıl katkı sunabileceğini düşündüklerini gösteriyorlardı:

- Açık bir şekilde bombalamalar, burjuva hâkimiyetinin fiziksel bölümlerini tahrip ediyordu. Bu tahribat kendiliğinde küçük bir zaferdi, hâkim sınıfa karşı işçi sınıfının küçük bir zaferiydi. Fakat CCC, buna pek çok kez sadece böyle bir anlam yüklenmesine hayıflanıyordu.

- Hücreler için önemli olan bir başka şey, bu saldırılarla birlikte bir sınıf bilinçliliğini canlandırmak ve işçi sınıfına kendi kendilerine zafere erişebileceğini göstermekti: “Bunca yıldan sonra zarar gören ilk defa biz, işçiler ve aktivistler değiliz.” Bu zaferler geçici ya da aktivizmin karşılaştığı ağır baskıdan dolayı nafile olsa da “en ufak zafer bile önemlidir, çünkü bize nasıl kazanıldığını öğretir ve daha muzaffer savaşların kapılarını açar.

- Hücreler, aynı zamanda komünist propaganda için güçlü bir potansiyeli de hesaba katıyorlardı: “Bu güç, her zaman burjuvazi tarafından yazılmış nağmelerin okunduğu demokrasi sirkinden radikal kopuş gerçeğinde yatar. Düşman tarafında doğrudan tahribat yaratan bu güç, açık bir cephe hattı çizer ve hâkim sınıfın atadığı ideologların mücadeleye el koymasına olanak tanımaz: gerçekler inatçıdır.

- Silahlı mücadele, daha büyük savaşları hazırlayacaktı ve işçi sınıfına gelecekteki karşılaşmalar için tecrübe verecekti: “Gerilla savaşında sınanmış işçi hareketi, belirleyici momente yeterli tecrübeyle ve örgütlülükle; politik, örgütsel ve öznel olgunluktan gelen gerekli güçlerle varacaktır.

- Silahlı mücadele, devrimci hengâme ciddi bir tehdit hâlini alır almaz desteklerini çeken, işçi sınıfının sahte dostlarını teşhir ediyordu: “Silahlı mücadele, işçi sınıfının somut gücünü gözler önüne serer, sendikacı ve reformist hainlerin işbirlikçi ve barışçıl politikalarının maskesini düşürür.

- Hepsinden de öte CCC için silahlı mücadele, işçi sınıfının gerekli uluslararası birliği, düşmanla her cephede devrimci bir savaşı gerektirdiği için gerçek bir proleter enternasyonalizmi ifade ediyordu: “Dünyanın her yanında pek çok insan ellerinde silahlarla canavarla savaşırken, metropoldeki devrimcilerin büyük bir kararlılıkla emperyalist makinenin merkezine saldırması gerekir.

Dolayısıyla da CCC için bombaların ve silahların kullanımı, işçi hareketini hazırlamak, güçlendirmek ve radikalleştirmek için gerekli araçlardı. Anarchist Black Cross Gent (ABC) ile 1998’de yapılan bir röportajda CCC tutsakları, bu askeri eylem biçimlerinin çok iyi silahlanmış bir hâkim sınıfla savaşmak için kaçınılmaz görünmesinin nedenlerine dikkat çekti:

“Bizim militan sorumluluğumuza gelince, biz hiçbir zaman şiddeti ya da silahlı mücadeleyi amaç edinmedik. Komünizm barıştır, kardeşliktir, bu, bizim uğruna savaştığımız dünyadır. Fakat gerçekten savaşsız, silahsız, kardeşçe bir dünyada yaşamak istiyorsak, tepeden tırnağa silahlı olan burjuvaziyle sınıf mücadelesi yoluyla savaşmamız gerekir. Gerisi ikiyüzlülüktür.”[5]

CCC ve Devrimci Öncü Sorunu

Aynı röportajda CCC, kendilerini devrime lider olarak sunma eleştirisiyle karşılaştı. Doğrusu CCC, propaganda materyallerinde pek çok kez “liderlik”, “yönlendirme” ya da “öncü” gibi kavramlara değindiği için, kendini devrimci hareketin lideri olarak ilan etmiş bir grup olarak görülüyordu. Bu soruya cevap olarak CCC, Marksist-Leninist öncü parti fikrini de hesaba katarak, kendilerinin oynamış olduğu role dair bir cevap sunuyordu:

“Pek çok yanlış anlaşılma yaşandı. CCC, hiçbir zaman Leninizmin tahayyül ettiği öncü partinin sorumluluklarını yüklenmedi ya da böyle bir parti üzerinde otorite iddiasında bulunmadı. ‘Hücre’ terimi, henüz bir örgütün birleştirici rolüne kâdir olamamış mütevazı, kısmî bir gerçekliği tanımlıyor. Hücreler, en başından beri hareketin ilk görevinin düşünceyi, düşüncenin teorik ve politik yapısını daha da ileriye taşımak olduğunu vurguladı ve buna katkıda bulunmaya çalıştı.

[…]

Dolayısıyla da Hücreler, parti değildi. Çünkü Hücreler, partinin yaratılması için uğraştılar, buna katkı sundular. Örgütsel inşa hedefleri, silahlı propaganda faaliyetleri ve kendilerini sınıf mücadelesinin bir parçası olarak kabul eden tüm eğilimlerle politik çatışma arayışları nedeniyle, nesnel olarak öncü konumunda olan Hücreler, kendilerini teorik ve pratik düzlemde diğerlerinin arasında en gelişmiş grup olarak görmeye başladılar. Söz konusu biz olduğunda, yenilgiye rağmen biz hâlen böyle düşünüyoruz.”[6]

Bu katı ideolojik zemin, CCC’yi Fransız Doğrudan Eylem’den ve Alman RAF’tan ayrılmaya yönlendirdi. 1985’te RAF ve AD “Batı Avrupa Gerilla Cephesini kurmayı tasarlamıştı. Bu tasarı, bir tarafta anti-emperyalizmi ortak bir savaşma motivasyonu olarak gören RAF ve AD ile, diğer tarafta örgütlü sınıf mücadelesi perspektifine sahip CCC’yi ve diğer Marksist-Leninist oluşumları bölen tartışmayı daha berrak hâle getirdi. CCC, işçi sınıfının örgütünü yeteri kadar hesaba katmadığı için AD’nin ve RAF’ın saf anti-emperyalist çizgisine karşı çıktı. CCC, bu yaklaşımı “oportünistçe” ve “hareketçi” olarak görürken, oto-determinasyon, kurtuluş ve öznellik gibi müphem ilkeler üzerinde yükselen, sadece güç yanılgısı yaratan ve hareketin nesnel zayıflığını ihmal eden “cepheci” çizgiyi de eleştirdi:

“Biz komünistiz. Amacımız burjuvaziye ve onun sistemine direnmek ya da buna karşı mücadelemize varoluşsal bir anlam yüklemek değil. Amacımız, toplumsal bir sınıfı, proletaryayı devlet erkinin ele geçirip sosyalizmi inşa etme konusunda zorlayacak tarihsel süreci başlatmaktır.”[7]

CCC; direniş, kurtuluş, anti-emperyalizm gibi kavramları AD’nin ve RAF’ın anladığı şekilde ele almıyordu. Elbette bu kavramların ardında bir birlik inşa edilebilirdi (bazı durumlarda gerçekleşti de), fakat CCC için komünist devrim, ortak inançlar üzerinde daha farklı bir uzlaşmayı gerekli kılıyordu. Nihayetinde CCC için hedef, partinin inşasıydı:

“Tam anlamıyla bir toplumsal sınıfı, tarihsel hedefi, birbirine diyalektik olarak bağlanmış ilkeleri ve yöntemleri dikkate alan devrimci komünistler için proletaryaya ve öncüsüne sadece bir çizgi ve bir strateji rehberlik edebilir. Aynı şekilde, sadece bir yön ve bir örgüt var olabilir: Parti.”[8]

Bu anlamda, genellikle diğer gerilla gruplarının arasına atılsa bile CCC’nin silahlı mücadele konusunda daha açık, kesin bir teorik anlayışı vardı, öyle ki diğer silahlı sol gruplarla bölünmeye dahi yol açmıştı bu anlayış. Bu arka planı hesaba katmadan CCC’nin aktivitelerini analiz etmek, örgütün ancak basit ve yüzeysel bir anlayışına varır. CCC için silahlı mücadele, sınıf savaşı çizgilerini güçlendirdiği müddetçe bir anlam ifade ediyordu ve bu mücadele, Marksist-Leninist teoriye göre, parti içinde kendi yerini bulmalıydı.

10 Ekim 2017
Kaynak

Dipnotlar:
[1] “Komünist Savaşçı Hücreler Örgütü Tutsakları Kolektifi”, 1993-1994, Amaç ve Hedef, CCC.

[2] A.g.e., CCC.

[3] A.g.e., CCC.

[4] Komünist Savaşçı Hücreler, “Patronların karargâhlarını imha ediyoruz”, 1 Mayıs 1985, Lutte.

[5] “Komünist Savaşçı Hücreler Örgütü Tutsakları Kolektifi”, ABC mülâkatı, 1998, ABC.

[6] A.g.e., ABC.

[7] “Kısa Kronoloji”, 1983-1986, Chronologie.

[8] A.g.e., Chronologie.

Lenin’in Sol Komünizm’inin Yanlış Kullanımları Üzerine


ABD’de başkanlık seçimleri yakınlaştıkça liberallerin ağzından o bilindik klişelerin döküldüğüne şahit oluyoruz. Bu liberaller, “bu hayatımızdaki en önemli seçim” diyorlar ve Trump’ı mağlup edebilmek için Demokratları desteklememiz gerektiğini söylüyorlar. Bu noktada da Demokratlara yönelik her türden solcu eleştiri sahibine, “kapa çeneni, ilkelerinden vazgeç, aramıza katıl” deniliyor.

Ne yazık ki bugün bu türden liberal nakaratların sosyalistler ve komünistlerce de yinelendiklerine şahit oluyoruz. Bu insanlar, bir de Demokrat Parti’ye dönük desteklerini meşrulaştırmak için Lenin’den alıntılar yapıyorlar, buradan da sosyalistlere ve komünistlere, “dogmatikler”, “tasfiyeciler” ve “aşırı solcular” diyerek saldırıyorlar. İlkelerini terk edip sınıf düşmanlarına destek verme noktasında radikaller, Lenin’in metinleri içerisinde kendilerine en fazla zemini Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı isimli çalışmada buluyorlar.

Oysa bu insanlar, kitabın amacını yanlış yorumluyorlar. Sol Komünizm, oportünizmi makul kılma değil, işçi sınıfına başarıyla öncülük edebilmeleri için gerekli taktik ve stratejileri düşünmeleri konusunda komünistlere katkı sunma amacını güdüyor.

Arka Plan

Lenin, bu kitabı Nisan 1920’de kaleme alıyor. Kitap, birkaç ay içerisinde Rusça, Almanca, İngilizce ve Fransızca dillerinde yayımlanıyor. Komintern’in Temmuz’da düzenlenen ikinci kongresinde Lenin’in bu broşürü her delegeye dağıtılıyor. Tabii, yayın tarihi de tesadüfen seçilmiş değil.

O dönemde sadece Rusya’da devrimciler, parti kurup iktidarı almışlar ve yeni bir sosyalist düzen kurmuşlar. 1917’den sonra her yerde işçiler, ilham kaynağı ve kılavuzluk ihtiyacı bağlamında yüzlerini Bolşeviklere çeviriyorlar. Almanya’dan İtalya’ya, İspanya’dan İskoçya’ya tüm Avrupa’da devrim havası ve huzursuzluk hâkim. Bu devrimlerin hiçbirisi, Rus örneğini taklit etmeyi başaramasa da Lenin, makul bir yaklaşımla, Avrupa’da genel bir devrimci kriz olduğunu düşünüyor ve komünistlerin bu durumu avantaja çevirmeye hazır olmaları gerektiği tespitini yapıyor.

Bolşeviklerin cesaret ve destek verdiği, yeni kurulmuş komünist partiler, bir dizi sorunla yüzleşiyorlar. Bu partiler, bünyelerinde birçok militan ve devrimci işçiye sahip olmasına karşın işçi hareketi içerisinde hâlen daha azınlıktırlar. Buna karşın Alman Sosyal Demokrat Parti gibi reformist sosyalist partilerin milyonlarca üyesi vardır ve bu partiler, örgütlü işçi sınıfı üzerinde ciddi bir hegemonyaya sahiptirler. Gelgelelim bu reformist partiler, Birinci Dünya Savaşı’nda kendi burjuvazilerine destek vererek enternasyonalist ilkelerine ihanet ediyorlar ve kapitalizmin yıkılışı önünde birer engel olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Bu süreçte komünist partiler, reformist partilerin peşinden giden dürüst ve samimi işçilerin ekseriyetini kazanmak gibi acil bir görevle yüzleşiyorlar.

Esasen devrimci ve aşırı solcu kanatların birleşiminden oluşan bu komünist partiler, maalesef işçi sınıfını kazanmayla ilgili güçlükle başa çıkamıyorlar veya bu noktada taktik ya da stratejik açıdan yeterince esnek bir tavır sergileyemiyorlar. Bahsi edilen komünist partilerde baskın olan ana güç, Amadeo Bordiga, Herman Gorter, Anton Pannekoek ve Sylvia Pankhurst gibi isimlerin temsil ettiği sol komünizm akımı. Bu akım, her türden tavize veya reformistlerle birleşik cephe oluşturmaya karşı çıkıyor, meclis seçimlerine veya gericilerin öncülüğünde hareket eden sendikalara girme fikrine itiraz ediyor.

Lenin, bu sol komünizmin, oportünist sosyalistlerin ihanetlerine karşı toy ve deneyimsiz, yeni yeni radikalleşmiş işçilerin geliştirdikleri doğal bir tepki olduğuna kanaat getiriyor ve bu akımın sabırla yapılacak açıklamalarla aşılması gerektiğini düşünüyor. Aksi takdirde “taviz de yok manevra da” denilen sol komünist sloganının yalnızlaşmaya, taşlaşmaya ve devrimin yenilgisine yol açmaya yazgılı olduğunu söylüyor.

Hiç mi Tavizde Bulunulmayacak?

Lenin, Sol Komünizm broşürünü sol komünistleri dogmatik zihinsel yapılarından uzaklaştırma ve onların işçi sınıfını kazanma ihtimalinin bulunduğu mevcut duruma müdahale edebilmelerine katkıda bulunma umuduyla kaleme alıyor. Lenin, bu bağlamda, komünistlerin mevcut fırsatları kullanmaları, böylelikle kitleleri örgütleyip azami kazanç elde etmeleri gerektiğini, bu fırsatlardan birinin devrimci duruma yol açabileceğini, komünistlerin hepsinden istifade etmesinin şart olduğunu düşünüyor.

“Dünyadaki ekonomik ve politik krizin etkisiyle, tüm ülkelerde, şu anda her yandan uçuşup duran sayısız kıvılcım içerisindeki hangi kıvılcımın kitleleri özel olarak uyandıracak o büyük yangını başlatacağını bilmiyoruz, bilemeyiz de, dolayısıyla biz, yeni ve komünist ilkelerimizle, bütün alanları, en eskileri, en yıpratılmış ve görünürde en kısır alanları bile ‘hazırlamak’ için işe koyulmalıyız; aksi takdirde görevimizi hakkıyla yerine getiremeyiz, kendi içimize kapanmış oluruz, bütün silâhlarda ustalaşamayız ve (toplumsal yaşamın bütün yönlerini kendi burjuva tarzında örgütlemiş, onları şu an karmakarışık hâle getirmiş olan) burjuvaziye karşı zafer kazanmak ve bu zaferden sonra gelecekte yaşamın her bir alanını komünist mânâda yeniden örgütlemek için gerekli hazırlığı yapamayız.”

Fikrini tüm açıklığıyla ortaya koymak adına Lenin, Bolşevik Devrimi’nden istifade ediyor ve kapsam bakımından gerçek mânâda enternasyonal olan derslerini aktarıyor. Bu derslerden biri de Bolşeviklerin kitleleri kazanmasını mümkün kılan, Marksist teorinin kılavuzluğunda hareket eden, bağımsız ve disiplinli bir komünist partiye dönük ihtiyaçla ilgili.

“Öte yandan teorinin bu kaya gibi temeli üzerinde yükselen Bolşevizm, deneyim zenginliği yönünden dünyanın hiçbir yerinde eşi olmayan on beş yıllık (1903-1917) bir tarihsel pratiği tecrübe etti. Bu on beş yıl boyunca hiçbir başka ülke, bu devrimci tecrübeye legal ve illegal, sessiz ve fırtınalı, yeraltında ve açık, yerel çevreler ve kitle hareketi, parlamenter ve terörist gibi hareketin birbirini izleyen hızlı ve değişik biçimlerinin yakınından geçebilecek bir tecrübe yaşamamıştır. Hiçbir başka ülkede, böylesine kısa bir dönemde, modern toplumun bütün sınıflarının mücadelesinin, ülkenin geriliği ve çarlık boyunduruğunun şiddeti yüzünden görülmemiş bir hızla olgunlaşan, Amerika ve Avrupa’nın politik tecrübelerinin uygun düşen ‘son söz’ünü en istekli ve en başarılı bir biçimde özümseyen bir mücadelenin böylesine zengin biçimleri, zengin çeşitleri ve yöntemleri bir araya toplanmamıştır.”

Lenin, Marksist teoriyi bir dogma değil, eylem kılavuzu olarak görüyor. Onun farklı durumlara ve koşullara tatbik edilmesi gerektiğini düşünüyor. Lenin’e göre Marksizm, kitlelere, bazen yeraltında bazen de açık alanda saldırıya geçme veya geri çekilme noktasında öncülük edebilmeli, zira politik alan, komünistlerin işlerini yapabilmeleri için onları esnek olmaya ve kendisine uyum sağlamaya zorluyor. Lenin, bu bağlamda “taviz yok” söylemi üzerine kurulu yaklaşımın ilkesel bir tutum olarak komünistleri esnek çalışmaktan alıkoyacağını söylüyor.

“Sonuç gayet açıktır: tavizlere ilkesel düzeyde karşı çıkmak, hangi türde olduğuna bakmaksızın, en genel mânâda tüm tavizlerin kabul edilebileceği gerçeğini inkâr etmek, ciddiye bile alınmaması gereken bir çocukluktur.”

Lenin, komünistlerin bazen tavizlerde bulunma ihtiyacı duyabileceğini söylüyor ama bu, tüm tavizlerin kabul edilir olduğu anlamına gelmiyor. İlkeli tavizlere örnek olarak sendikanın grevi sonlandırması verilebilir. Zira iş sözleşmeleri, temelde bir bütün olarak sömürüye son vermek değil, sömürünün düzeyini müzakere etmek için var. Dolayısıyla asıl mesele, bir grevin sonucunun greve giden işçilerin çıkarlarında ve bilincinde ilerlemeye mi yoksa bir gerilemeye mi yol açtığıdır.

Eğer komünistler, bir grevde önemli talepler konusunda işçileri satarsa veya bürokratik liderlik eliyle hareketi yanlışa sürüklerlerse ilkesiz tavizde bulunmuş olacaklardır. Doğru tercihi yapmak, yani ilkeli ve ilkesiz taviz arasındaki farkı belirlemek, çoğunlukla bıçak sırtında durmak gibi bir şeydir ve mücadelenin sınadığı sağlam bir komünist liderliğe ihtiyaç duyar.

“Taviz var, taviz var. Dolayısıyla her bir tavizin verildiği durum, o durumun somut koşulları veya tavizin türü analiz edilmelidir. Sonuçta karşısına dikilen haydutların kendisine vereceği zararı en aza indirgemek ve onların yakalanıp idam edilmelerini sağlamak için parasını ve silâhını onlara veren insanla, ganimetten pay almak adına onlara para ve silâh veren insan arasında ayrım yapılmalıdır.”

Devrimin uzun soluklu ve karmaşık bir iş olduğunu düşünen Lenin, komünistlerin geri çekilme, düşman güçler arasındaki çelişkilerden istifade etme ve ellerini peşinen bağlamaksızın, istikrarsız bile olsalar, bazı müttefiklerle çalışma gibi tavizleri redde tabi tutamayacaklarına inanıyor.

Oy Sandığı

Lenin’in Sol Komünizm’de dile getirdiği temel argüman üzerinden komünistlere nerede kitle varsa orada çalışma yürütmeleri çağrısı yapıyor. Lenin’in kanaatine göre devrimciler, aynı zamanda hem devrimci azınlıklarla hem de işçi hareketleri içinde çoğunluğu teşkil eden reformistlerle ilişki kurmalı. Bu çalışma da doğalında komünistlerin seçimlerde kendi adaylarını çıkartmalarını gerekli kılıyor.

Lenin, parlamenter rejime ait kurumlar konusunda birçok işçinin hâlen daha kimi yanılsamalara sahip olduğunu görüyor. Bu sebeple komünistlerin kendi programlarıyla birlikte, burjuva partilerden bağımsız olarak, kendi adaylarını çıkartmalarının gerekli olduğunu düşünüyor. Reformistlerden farklı olarak komünistler, sosyalizme parlamento yolundan yürünemeyeceğine inanıyorlar. Lenin, Sol Komünizm’de burjuva meclislerinde komünistlerin görevinin “güçlükler karşısında cesareti kırılmayan, bu türden önyargıları açığa vuracak, ortadan kaldıracak ve aşacak uzun soluklu ve kalıcı bir mücadele yürütmek” olduğunu söylüyor. Başka bir ifadeyle mecliste komünistler, burjuva demokrasisinin maskesini yırtıp atmalı, onun gerçek niteliğini işçi sınıfına ifşa etmelidirler. İşçi sınıfı ve öncüsü, meclisi yok etmeye yetecek gücü elde edemedikçe meclisi, komünistlerin mesajlarını yaymak için bir kürsü olarak kullanabilir. Nihayetinde işçi sınıfı faaliyetlerinin merkezi, oy sandığı değil, fabrikalar ve sokaklar olmaya devam edecektir.

Sendikalar

Bahsi edilen dönemde birçok sol komünist, sendikalarda çalışmaya da karşı çıkıyor. Bazıları, sağlıklı bir dürtüyle, sosyal demokrat liderlere güvensizlikle yaklaşıyor ve işçi sınıfına ihanetlerle yüklü geçmişlerine bakıyor. Ama buna karşın sendikalar, örgütlü işçilerin toplaştığı yerler. Dolayısıyla onlara sırtlarını dönmek suretiyle sol komünistler, pratikte sınıf mücadelesinden geri durmuş oluyorlar. Lenin, sendika liderlerinin reformist ve gerici olduklarını gayet iyi biliyor, ama bir yandan da tam da bu gerçek üzerinden, komünistlerin sendikalara girmesi gerektiğini söylüyor. Ona göre komünistler, reformistlere ve gericilere alan açmamalı. Sendikalara girdiklerinde de liderlik konusunda hiçbir tereddüde ve kararsızlığa mahal vermemeli, sendika liderlerini kitleler karşısında ifşa etmek için her türden zor işi üstlenebilmelidir.

“Komünistlerin gerici sendikalara katılmamasını savunan gülünç ‘teori’, ‘sol’ komünistlerin ‘kitleler’ üzerindeki etki meselesini nasıl hafife aldıklarını ve bu yüzden ‘kitleler’ sözcüğünü nasıl kötüye kullandıklarını gösterir. ‘Kitleler’e yardımcı olabilmek, onların sevgisini ve desteğini kazanabilmek için, oportünist ve sosyal şoven olarak, çoğunlukla doğrudan ya da dolaylı biçimde burjuvaziyle ve polisle bağlantıları olan ‘liderlerin’ önümüze çıkaracakları güçlüklerden, başvuracakları hilelerden, kuracakları tuzaklardan, yöneltecekleri hakaretlerden, yapacakları baskılardan yılmamak gerekir.”

Aşırı Solculuk ve Oportünizm

Sol Komünizm’i oportünizmi meşrulaştırmak için kullananlar, bu işi ancak söz konusu kitabı yanlış yorumlayıp Lenin’in desteklediği her şeye karşı çıkmak suretiyle yapabiliyorlar. Oysa Lenin, bu kitabı oportünizmi meşrulaştırmak için yazmadı. Bilâkis Lenin, bu kitapta, komünistlerin, sol komünizmin “çocukluk hastalığı”na yakalanmadan, oportünizme batmış işçi hareketi içerisinde başarılı manevralar yapabilmelerini mümkün kılacak uygun taktik ve stratejilerin peşine düşüyor. Lenin’in ifadesiyle, sol komünistlerin “aşırı solculuğu”, solun yüzleştiği ana tehlike değil; o, “işçi hareketinin oportünist günahları sebebiyle bazen yüzleştiği bir tür ceza.”

Lenin’i kendi oportünizmleri için yanlış bir biçimde kullanan kişilerse solun karşı karşıya olduğu asıl tehlikenin aşırı solculuk olduğuna inanıyorlar. Bugün maceracı ve iradeci olan kimi militanlık biçimleri olduğu, bunların kitlelerle bağ kuramadıkları, bu militanlığı kendi hayrına, kendisi için ifa ettiği kesinlikle doğru bir tespittir. Sabırsızlık, kimi aşırı sol, toy, çocuksu ve sekter biçimler alabilmektedir. Bunlar tabii ki yerinde değerlendirmelerdir, ama bugün Amerikan solunun karşılaştığı ana tehlike, aşırı solculuk değildir. Hatta bu tür eğilimlerin pek esamisi de okunmaz. Bugün asıl sorun, parlamentarist akıl kitlenmesi, liberal burjuvazinin kuyruğuna tutunan oportünizmdir. Bu tehlike, devrimci politikayı tümüyle boğacak düzeye ulaşmıştır.

Bugün oportünistler “aşırı solculuk” tabirini, Lenin’in eleştirdiği sabırsız sol komünistler değil, devrimci düşünce için kullanıyorlar. Bunlara göre, burjuva devlete karşı koymak ve devleti devrimle alaşağı etmek için çalışmak, revizyonist yöntem nezdinde “aşırı solculuk” olarak damgalanıyor. Bu kesim için itidali ve burjuvazinin itibarını karşıya atan her türden açık, ilkeli ve militan komünizm çöpe atılmalı, “aşırı solculuk” ve solun yüzleştiği en büyük günah olarak görülüp mahkûm edilmelidir. Hâkim oportünizmi ve reformizmi kabule yanaşmayan, devrimci ve bağımsız sınıf siyasetini savunan herkes, “aşırı solcu” olarak değerlendirilip eleştirilmektedir.

Bugün “aşırı solcu” tabiri, oportünistlerin devrimcileri ve devrimci politikayı mahkûm etmek için başvurdukları bir tür küfür. Bu insanların ölçütlerine göre en kötü “aşırı solcu” ise Lenin.

Lenin’in kitabını tahrif edenlerin iddialarının aksine, komünistlerin sosyalizmi hedefleyen gerçek devrimci harekete kitleleri örgütlemeleri konusunda ihtiyaç duydukları taktik ve stratejiyi paha biçilmez bir içerikle açığa vuran niteliğiyle Sol Komünizm, asla Demokrat Parti içindeki işçi sınıfı düşmanlarını desteklemeleri telkininde bulunmuyor.

Doug Enaa Greene
20 Mart 2019
Kaynak

02 Mayıs 2020

,

1 Mayıs

İşçi yoldaşlar! 1 Mayıs geliyor. 1 Mayıs, tüm ülkelerin işçilerinin, insanın insana zulmettiği ve baskı uyguladığı koşullara karşı verilen, milyonlarca emekçiyi açlıktan, yoksulluktan ve aşağılanmaktan kurtarma mücadelesinde dayanışma içine girdiği ve sınıf bilincine eriştiği gündür.

Bu büyük mücadelede sermayenin dünyası ile emeğin dünyası, sömürü ve köleliğin dünyası ile kardeşliğin ve özgürlüğün dünyası karşı karşıya gelmektedir.

Bir tarafta bir avuç zengin kan emici durmaktadır. Milyonlarca dönümlük arazi ve yığınla para, fabrikalara, atölyelere, aletlere ve makinelere sahip olan bu kişilerin özel mülkiyeti hâline gelmiştir. Bu zenginler, hükümeti ve orduyu hizmetkârları kılmış, biriktirdikleri servetin sadık birer bekçi köpeği hâline getirmişlerdir.

Diğer tarafta ise milyonlarca ezilen durmaktadır. Bu insanlar, para çantalarından çalışmak için icazet almak adına bu çantaların sahiplerine yalvarmak zorunda kalmaktadırlar. Tüm serveti emeğiyle yaratan, onlardır. Oysa bu insanlar, ekmek kırıntısı için mücadele etmek, sadaka ister gibi iş için yalvarmak, bellerini büken işlerde güçlerini ve sağlıklarını tüketmek, büyük şehirlerin tavan aralarında, bodrumlarında veya köylerdeki viranelerde çile çekmek zorunda kalmaktadırlar.

Gelgelelim bugün bu emekçiler, para çantalarına ve sömürücülere savaş açmışlardır. Tüm ülkelerin işçileri, bugün emeği ücretli kölelikten, sefaletten ve yokluktan kurtarmak için mücadele etmektedirler. Emekçilerin mücadelesi, müşterek emek eliyle üretilen zenginliğin bir avuç zengine değil, çalışan herkese fayda sağlayacağı toplum sistemine dairdir. Emekçiler, bugün ülkeyi, fabrikaları, atölyeleri, makineleri tüm emekçilerin ortak mülkü kılmak istemektedirler. Emekçilerin derdi, zengin/fakir ayrımını ortadan kaldırmak, emeğin ürettiği tüm ürünleri emekçilere vermek, insanlığın tüm kazanımlarını ve çalışma sürecindeki tüm ilerlemeleri çalışan insanları ileriye taşımak için kullanmak, bu noktada emekçilere yönelik zulme hizmet etmemektir.

Emeğin sermayeye karşı verdiği o büyük mücadele, tüm ülkelerin işçilerini muazzam fedakârlıklarda bulunmaya itmektedir. İşçiler, daha iyi bir hayat yaşama ve gerçek özgürlüğe sahip olma hakkı adına çok fazla kan dökmüşlerdir. İşçinin davası için dövüşenler, devlet eliyle, adı konmamış bir baskı ve zulme maruz kalmışlardır. Ama onca zulme ve baskıya karşın dünya işçilerinin tesis ettiği dayanışma giderek büyümekte ve daha da güçlenmektedir. İşçiler, bugün sosyalist partilerin çatısı altında giderek daha fazla sayılarda bir araya gelmekte, bu partilere destek verenlerin sayısı milyonları bulmakta, işçiler kapitalist sömürücüler sınıfı karşısında elde edecekleri zafere doğru adım adım ilerlemektedirler.

Bugün Rus proletaryası da gözlerini yeni bir hayata açmıştır. Bu sınıf da o büyük mücadeleye iştirak etmiştir. İşçilerin köle gibi boyun eğdirildiği günler geride kalmış, esaret zinciri kırılmış, sefil hayatı kuşatan duvarda delik açılmış, güneşin ışığı içeri düşmüştür. Sosyalizm yolunu belirginleştirmiş, binlerce savaşçı, kılavuz yıldızı olarak o kızıl bayrağın altında toplanmıştır. Grevler işçilere birliğin ne denli güçlü bir silâh olduğunu göstermiş, onlara dövüşmeyi öğretmiş, örgütlü emeğin gücünün düşmanın gözünde ne kadar ürkütücü olduğu görülmüştür. İşçiler, kapitalistlerin ve devletin yaşamasını, yağ bağlamasını sağlayanın kendi emekleri olduğunu artık anlamışlardır. İşçiler, birleşik mücadele ruhuyla, özgürlük ve sosyalizm arzusu ile ileri fırlamışlardır. İşçiler, çar otokrasisinin karanlık ve kötü bir güç olduğunu idrak etmişlerdir. İşçiler, bugün toplanma, örgütlenme, gazete ve kitap yayınlama hürriyetine ihtiyaç duymaktadır, oysa çar yanlısı hükümet, özgürlük için ortaya konulan her türden gayreti kamçı, hapishane ve süngü ile ezmektedir. “Kahrolsun otokrasi!” şiarı tüm Rusya’ya yayılmakta, toprağa sinmekte, sokaklarda, işçilerin düzenlediği o kitlesel mitinglerde daha fazla işitilmektedir. Geçen yaz Güney Rusya genelinde on binlerce işçi, daha iyi hayat kavgası ve polisin zorbalığından kurtulma talebi için ayağa kalkmıştır. Büyük şehirlerdeki tüm endüstriyel hayatı tek bir darbede durduran o ürkütücü işçi ordusunu görünce burjuvazi ve devlet tir tir titremiştir. Çarın iç düşmanın üzerine saldığı askerlerin kurşunları yüzünden işçiler için mücadele eden onlarca savaşçı toprağa düşmüştür.

Ama bu iç düşmanı hiçbir güç mağlup edemez, çünkü yönetici sınıflar ve devleti hayatta tutan, iç düşmanın emeğidir. Yeryüzünde, sınıf bilinci giderek artan ve zamanla daha fazla birlik içinde hareket edip örgütlenen milyonlarca işçinin iradesini kırabilecek hiçbir güç yoktur. İşçilerin üstesinden geldiği her yenilgi, saflara yeni savaşçıların katılmasını sağlıyor, geniş kitlelerin gözlerini yeni bir hayata açmalarını mümkün kılıyor, onları yeni mücadelelere hazırlıyor.

Bugün Rusya’da yaşanan olaylar, işçi kitlelerindeki bu bilinçlenmenin daha da hızlanıp yaygınlaşmaya mecbur olduğunu, bizimse proletaryanın her kesimini birleştirmek için ellerimizden geleni yapmak ve kararlı bir mücadele için hazırlanmak zorunda olduğumuzu ortaya koyuyor. Bugün savaş, proletaryanın en geri kesimlerinin politik meselelerle ve konularla ilgilenmelerine neden oluyor. Bugün savaş, otokratik düzenin çürümüşlüğünü, Rusya’yı yöneten hâkimler çetesinin ve polisin suçluluğunu tüm yalınlığıyla ve çıplaklığıyla ifşa ediyor. Halkımız, kendi yurdunda yokluğun ve açlığın pençesinde inim inim inliyor, bir yandan da kilometrelerce ötedeki, yabancı ırkların yaşadıkları uzak diyarlar için başlatılan yıkıcı ve anlamsız bir savaşın içine sürükleniyor. Halkımız politik köleliğin çilesini çekiyor, bir yandan da başka halkları köleleştirmek için başlatılan bir savaşın içine çekiliyor. Halkımız, kendi yurdunda politik düzenin değiştirilmesini talep ediyor ama bir yandan da onun dünyanın diğer ucunda silâhların koparttığı fırtınaya dikkat kesilmesi isteniyor. Gelgelelim çar yanlısı hükümet oynadığı kumarda haddini aşmış, ülkenin servetini ve gençlerini heba etmiş, Pasifik sahillerine onca insanı ölüme göndermiştir. Bugün açılan her savaş halkın sırtına yük bindiriyor, kültürlü ve hür bir ülke olan Japonya’ya açılmış, ciddi güçlüklere sebep olan savaş Rusya’nın belini büküyor. Üstelik bu yük, polis istibdadına dayalı mevcut yapı, bilinçlenen proletaryanın indirdiği darbeler karşısında yalpalamaya başladığı sırada biniyor ülkenin sırtına. Savaş, hükümetin zayıf noktalarını açığa çıkartıyor, yüzüne geçirdiği tüm sahte maskeleri yırtıp atıyor. Savaş, içteki çürümüşlüğü açığa çıkartıyor. O, çar otokrasisinin akıl ve mantık dışılığını herkesin gözüne sokuyor, cümle âleme eski Rusya’nın can çekiştiğini, halkın haklarından mahrum olduğu, cahil bırakıldığı ve sindirildiği ülkenin hâlihazırda polis devletine serf misali zincirlerle bağlı olduğunu gösteriyor.

Eski Rusya ölüyor. Özgür Rusya onun yerini alıyor. Çar otokrasisini koruyup kollayan karanlık güçler, yerin dibini boyluyor. Bu noktada şu bilinmeli: ölümcül darbeyi ancak sınıf bilinçli ve örgütlü proletarya indirebilir. Halk için sahte değil gerçek hürriyeti, ancak sınıf bilinçli ve örgütlü proletarya kazanabilir. Halkın burjuvazinin elinde basit bir alete dönüşmesine, onun haklarının yok edilmesine ve halkı aldatmaya dönük her türden girişime ancak sınıf bilinçli ve örgütlü proletarya mani olabilir.

İşçi yoldaşlar! O vakit yakında patlak verecek nihai savaşa iki kat enerjiyle hazırlanalım! Sosyal demokrat işçilerin saflarını daha da sıklaştıralım! Onların sözünü uzak diyarlara taşıyalım! İşçilerin taleplerinin uygulanması için gerekli kampanyaları daha da cesur bir biçimde yürütelim! Binlerce yeni savaşçıyı davamıza katmasını, tüm halkın özgürlüğü ve sermayenin boyunduruğunun çilesini çeken herkesin kurtuluşu için verilen o büyük mücadelede bu 1 Mayıs kutlamalarının güçlerimizi büyütmesini sağlayalım!

Yaşasın sekiz saatlik işgünü!

Yaşasın uluslararası devrimci sosyal demokrasi!

Kahrolsun mücrim ve yağmacı çar otokrasisi!

V. I. Lenin
Nisan 1904
Kaynak

01 Mayıs 2020

, ,

Filistin’de 1 Mayıs

Samidoun Filistinli Tutsaklarla Dayanışma Ağı, Filistinli işçileri ve dünya işçilerini selamlar. Bugün işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi günüdür, bu mücadele, işçilerin sömürü, ırkçılık, kapitalizm ve emperyalizmden, Filistin’inse Siyonist işgalden kurtulma mücadelesidir.

Filistin’de 1 Mayıs, kurtuluş hareketi içerisinde Filistinli işçilerin öncü rolünü öne çıkartan bir gündür. Tutsaklar hareketi, bu konuda istisnaî bir konuma sahip değildir ve orada da işçiler ön saftadır. Filistinli tutsakların büyük bir çoğunluğu, işçi ve halk sınıflarına mensuptur, hepsi de mülteci kamplarından ve köylerden gelmişlerdir, özgürlük yolunda canlarını, bedenlerini ortaya koyanlar, bu işçilerdir.

Filistinli tutsak lider Kâmil Ebu Haniş’in 2017’de belirttiği üzere,

“Filistin ulusal kurtuluş hareketimizin itici gücü ve lideri her daim, Filistinli halk sınıflarının oğulları ve kızları, köylerdeki köylüler, işçiler ve kamplardaki mülteciler olmuştur. Filistin halk sınıfları bağrından özgürlük savaşçıları çıkartmış, mücadeleye giren bu kişiler direnişin ön saflarında yerlerini almış, işgalin ve Siyonist yerleşim siyasetinin karşısına dikilmiştir. Dolayısıyla bugün İsrail hapishanelerini dolduran da direnişin ön safında kavgayı sürdüren Filistinli tutsaklar hareketini inşa eden de Filistin devrimini yarına taşıyan da bu halk sınıflarıdır.”

Samidoun

Antitotalitarizm


Politik şiddetin kökenini ideoloji olarak gören terörle mücadele paradigmasının kaynağı, ideoloji ile politik kontrole dönük baskıcı uygulamalar arasında benzer türden dolaysız nedensel bağlar kuran, Soğuk Savaş dönemine ait totalitarizm teorisidir.

Terörle mücadele döneminde geliştirilen ifratçılık ve radikalleşme analizlerinin merkezinde duran düşünce tarzını anlamak için Soğuk Savaş döneminin antitotalitarizminin ana hatlarına bakmak gerekir. Tıpkı bugün ifratçılığı analiz eden liberal isimler gibi o dönemin totalitarizmi eleştiren liberal teorisyenler de Batı’nın temelde iyilik yanlısı olan kültür sahasına dışarıdan sızan ideolojik unsurları politik birer tehdit olarak görmekte, şiddet üreten politik çatışmalardaki paylarını kabule yanaşmamaktadırlar. Bu kişilere göre ideolojiler, şiddet yanlısı politika tarzına doğal olarak yol açan bağnazlara has bir zihin yapısını üreten ve takipçi edinen yabancı fikirler kümesinden ibarettir.

Soğuk Savaş süresince ideolojinin şiddeti, hayatın her yönünü kontrol etme arzusu ile ilgili bir unsur olarak görülmüş, bu şiddetin komünizmin ve faşizmin ortak yönü olduğu üzerinde durulmuştur. Bu yaklaşıma göre ideolojik muhakemenin temelinde, devletin politik baskısı yatar ve bu muhakeme, Batı toplumlarını karşıya atar. Batı toplumlarında ise Locke’çu liberalizm, temel özgürlükleri koruyan ideolojisi sonrası yönetim biçimlerine ilham veren kaynak olarak ele alınmıştır.

Amerika’da dillendirilen liberal demokrat kapitalizm, kendisini sağ ve sol denilen iki uç arasına yerleştirir ve sol ile sağı ideolojik planda yönlendiren ana unsurun totaliter yönetime bağlılık olduğunu düşünür.

Esasen ilkin Devrim öncesinde Fransa’da üst ve alt sınıflardaki ahlâkî yozlaşmaya karşı orta sınıfın dillendirdiği “Les extremes se touchent” (“Müfritler bir araya geliyor”) tespiti, Soğuk Savaş’a hâkim olan söylemin asli formülü hâline geldi. Bu yaklaşıma göre politik spektrum, düz bir çizgi değil spiral şeklindedir, dolayısıyla komünizm liberalizmden çok Nazizme yakın düşer.

The Vital Center [“Hayatî Merkez”] isimli çalışmasında Arthur Schlesinger’ın tespit ettiği biçimiyle:

“Bireyin bütünlüğü, günümüz liberalizminin kendine has deneyimi ve temel inancıdır ve bu anlayışa hem aşırı sol hem de aşırı sağ saldıracaktır. […] Totaliter sol ve totaliter sağ, zorbalığın ve terörün karanlık odalarında bir araya geliyor.”[1]

Bu temelde İkinci Dünya Savaşı’nda Nazizme karşı açığa çıkan enerji, Soğuk Savaş esnasında komünizmle mücadelede devreye sokuldu, eski müttefik Sovyetler, bu sefer Nazi Almanyası kadar tehlikeli bir düşman olarak damgalandı.

“Antitotalitarizm” denilen formül, toplumsal ve politik özgürlüklerin az çok mevcut olduğu sistemler arasında farklar üzerinde durur. Politik kontrol uygulamaları ve ideoloji arasında çekilen çizgi, fazla düzgün ve kullanışlıdır. Dolayısıyla politik açıdan en fazla hoşgörülü olan toplumların ideolojik dürtülerden azade olduklarını düşünmek hatalı olacaktır.

Post-ideoloji iddiasından, ideolojilerin aşıldığını söyleyen fikirden daha ideolojik bir şey yoktur. Terry Eagleton’ın da ifade ettiği biçimiyle Soğuk Savaş döneminde ideoloji kavramı, birbiriyle tutarsız şekillerde kullanılmıştır. Bu dönemde ideoloji, hem dünyayı tutkulu, söylem temelli, bağnazca, dine benzer bir yaklaşım üzerinden görmeyi hem de bir biçimde kansız uygulanacak bir plan uyarınca toplumu yeniden inşa etmeye niyetlenen şematik, tüm soğukluğuyla akla ve fikre dayalı bir sistemi ifade etmektedir.[2]

Batı’da geliştirilen politik hoşgörüye dair sloganlar, liberal devletlerin etrafına bir masumiyet halesi örmüş, Sovyet totalitarizmi denilen kötülüğü mağlup etmek adına, bu devletlerin ideolojik pratikleri incelenmesin diye bunları bir zırhla kuşatmıştır. Sonuçta belirli toplumların politik baskı sistemlerine sahip olmasının temel sebebi, iktidarda olan partinin fikirleri değil, o toplumlarda hâkim olan maddi koşullardır. Bu anlamda Avrupa’da totaliterizm esasen, yirminci yüzyıl boyunca kıtada yaşanan, kitlelerin dâhil olduğu yeni savaş biçimlerinden ayrı düşünülemez.[3]

Soğuk Savaş döneminde totalitarizmi en iyi analiz eden liberal isimlerden biri de felsefeci Hannah Arendt’tir. Totalitarizmin Kökenleri isimli üç ciltlik eseri, iki temel argüman üzerine inşa edilmiştir. 1943-1946 arası dönemde kaleme alınan birinci ve ikinci ciltte Nazilerin elindeki “bütünsel” devleti var eden koşulların Avrupa sömürgeciliğinde, antisemitizmde ve ABD’nin güneyindeki toprak sahiplerinde görülen ırkçılıkta aranması gerektiğini söyler.

Kitabın üçüncü cildi, 1951’de tüm çalışma yayımlanmazdan yıllar önce yazılır. Bu dönemde Soğuk Savaş yeni başlamış, Arendt gözlerini Nazizmden Sovyetler Birliği’ne çevirmiştir. Bu noktada analizin ilerlediği hat da değişir.

Corey Robin’in 1949 yılında yazdığı kadarıyla, Arendt’in yazılarında “ırkçılık Marksizmle, Auschwitz Gulag’la birleşirken, faşizm de yerini komünizme bırakır.”[4] Artık totalitarizm, terörü örgütlenme konusunda başvurduğu temel ilke hâline getirmiş, muktedir ideolojinin mantığına uygun biçimde gerçekliği tekrardan kurmaya çalışan yeni bir yönetim biçimi olarak görülmüştür.

Buna göre totalitarizmin amacı, tarihin doğal yasalarını hızlandırmak, bu noktada insanları ideolojinin açığa çıkarttığı güçler için gerekli birer hammaddeye dönüştürmektir. Bütünsel devlet, sonuçta ancak belirli bir anlama ve fikre yaslanan kamusal hayata zerre alan açmayan bir “kitle toplumu”nda mümkündür. Böylesi bir toplumda birey, partiye teslim olur ve büyük ideolojik davaların peşinde sürükleyip durur.

Nazi Almanyası’nda ve Sovyetler Birliği’nde iktidara işte bu davalar gelmiştir. Oysa bunlar, tüm modern toplumlarda insanlığın karşı karşıya kaldığı en önemli tehdittir. Arendt, kitabın ilk iki cildinden farklı olarak üçüncü ciltte totaliter idareyi Batı’nın ırkçılık ve emperyalizm tarihi bağlamına oturtmak yerine totalitarizmi “doğu despotizmi” ile ilişkilendirir. Arendt’e göre doğu despotizmi, her daim kişinin kitle içerisinde kendisini fuzuli hissetmesi ile bağlantılı bir meseledir. Uzun zamandır Çin’de ve Hindistan’da varlığını muhafaza etmiş olan bu hissiyat, sanayi döneminde görülen atomizasyon, sınıf atlama imkânlarının ortadan kalkması ve yalnız bireyler kitlesinin genişlemesi ile birlikte, modern Avrupa’ya da taşınmıştır.[5]

Bu yaklaşım dâhilinde Arendt, toplama kamplarını Batı tarihinin dışına atar ve onları yabancı bir politika tarzının Avrupa’daki politikayı yozlaştırmasının bir sonucu olarak değerlendirir, buradan da Yahudi Soykırımı’nın Batı modernitesinin kendi mantığının ulaştığı bir nokta değil de dışarıdan tahrip edilmesiyle meydana gelen bir olay olduğunu söyleyen görüşü benimser.[6]

Arendt, yabancı güçlerin yol açtığı yozlaşma süreci ile ilgili değerlendirmesi, Joseph Conrad’ın Karanlığın Kalbi isimli eserini temel alır. Bu çalışmaya göre sömürge halktaki “yabanilik”le yüzleşen Avrupalı sömürgeciler “yabanileşmiş”, böylelikle Avrupa’daki ayaktakımının başına geçecek totaliter liderler için gerekli zemini örmüşlerdir.[7] Dolayısıyla esasen Avrupa’daki yabaniliğin kökeni, bu sömürgecilerin kültürüdür. Sonuçta Batı medeniyeti, başkalarının barbarlığı ile yozlaştırılmış ama kendine has bir barbarlık üretmemiştir. İkinci Dünya Savaşı deneyimi, Arendt’i yüzyılın en önemli ırkçılık analizlerinden birini kaleme almasına sebep olmuştur. Ama Soğuk Savaş deneyimi onu karşı tarafa savurup atmıştır.

Öte yandan Arendt, yirminci yüzyılın ortalarında görülen totalitarizmin kimi özelliklerinin demokrasilerce benimsenebileceğinin farkında olan bir isimdir. Onun geliştirdiği, Avrupa sömürgeciliği ve bu pratiğin faaliyet alanının genişlemesi ile ilgili analiz, emperyalist şiddetin bir bumerang gibi çevreden merkeze dönebileceğine dair güçlü bir delil gibidir. Kitabının üçüncü cildiyle Arendt, hem o dönemin okurlarına hem de bugünün terörle mücadele propagandacılarına emperyalizmle alakalı meselelerden uzak durmak için gerekli bahaneyi sunar. Buna göre politik şiddet, her daim yabancı ideolojilerin doğal olarak ürettikleri bir üründür.

Sonrasında Obama’nın özel asistanı olacak olan, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeliği de yapan Samantha Power 2004 yılında New York Kitap Eleştirisi dergisi için yazdığı yazıda Arendt’in Totalitarizmin Kökenleri kitabının “militan İslam”ı izah etme noktasında bir model olarak iş gördüğünü söyler. Yazara göre Arendt’teki akıl, bugünün karanlığına ışık tutmaktadır. Sonuçta “El-Kaide, Hamas veya İslamî Cihad’ı örten o gizemli peçe bir kez yırtılırsa Arendt’in totaliter hareketlerde gördüğü vasıfların bir kısmı herkesçe görülecektir.”

Tabii bu noktada Arendt’in ikinci ciltte yaptığı emperyalizm değerlendirmesi görmezden gelinir. Obama’nın danışmanı yazısında Arendt’in “emperyalist güçler kendi ülkelerinde ırkçılık üretirler” argümanına şöyle bir değinir ama bu görüşü Amerika’ya tatbik etmez.[8]

Soğuk Savaş döneminin totalitarizm teorisyenlerinde genel eğilim şu yöndedir: bu isimler, maddi şartları görmezden gelirler, özel politik bağlamları dikkate almazlar, politik baskıların “ideolojik ilk günah”tan kaynaklandığını söyleyip dururlar.[9]

Karl Popper’nın İkinci Dünya Savaşı esnasında kaleme aldığı iki ciltlik çalışması Açık Toplum ve Düşmanları, Soğuk Savaş döneminde gördüğümüz totalitarizm karşıtlığının en önemli metinlerinden biridir. Bu kitabında Popper, yukarıda bahsini ettiğimiz yaklaşımı geniş bir ölçek dâhilinde tatbik eder ve totalitarizmin fikrî bir hatadan kaynaklandığını ileri sürer.

Bu hata ise “tarihin yasalarının yol açtığı kaçınılmaz süreç uyarınca iktidar, seçilmiş insanlara devredilmelidir” anlayışı ile ilgilidir. Marksizmde proletarya dünyayı miras alacak seçilmiş halk iken faşizmde aynı rolü ırk oynar.

“Her iki teori de tarih temelli öngörülerini tarihin belirli bir yorumuna, tarihin gelişim yasasının gelişimini açığa çıkartan bir yoruma dayandırırlar.”[10]

Popper için asıl önemli olan, faşizmin ve Marksizmin aynı temel şablona dayanmasıdır. Bu şablonun topluma nüfuz etmesine izin verilirse o, şiddete ve hoşgörüsüzlüğe yol açacaktır.

Bu düşüncenin kaynağı ise Platon’dur. Modern biçimini ise Hegel ile birlikte almıştır. Hegel “ciddiye alınmaması gereken bir isimdir”, üstelik iki dünya savaşına katkı sunan kişilerden biridir.”[11]

Popper’ya göre Alman İdealizmi, Kant’tan sonra yanlış yola sapmıştır. Dolayısıyla o sapmadan neşet eden tüm kıta felsefesi, şüphelidir.

Sonuçta açık toplum, “tarihselci” ideolojilerin yol açtığı tehdide karşı kendisini korumalıdır. Çünkü bu ideolojiler, tarihi gelişimin değiştirilmesi mümkün olmayan kanunları olarak görmektedir. Bu anlamda farklı dünya görüşlerinin çoğulluğuna işaret edilmeli, hepsine hoşgörüyle yaklaşılmalı, ama çelişkili bir tutumla, tarihselci dünya görüşünün topluma hâkim olmasına mani olunmalıdır.

Popper, bu çelişkiyi çözmek için tuhaf bir mecaza başvurur. Buna göre “projektörümüzü, olağan tarih yorumumuzu, geçmişe çevirmeli, buradan elde edilen düşünceyle bugünü aydınlatmalıdır.” Ama “kendine has bir ideoloji olarak tarihselciliği kendimize tuttuğumuz, o ışığıyla etrafımızdaki şeyleri görmemizi imkânsızlaştıran projektörle kıyaslamak mümkündür.”[12]

Popper, sık sık aktardığı bir dipnotta şunu söylüyor:

“Dolayısıyla biz, bu noktada hoşgörü adına hoşgörüsüzü hoşgörmeme hakkından söz etmemiz gerekiyor. Biz, hoşgörüsüzlük vaaz eden her türden hareketin hukuk dışı olduğunu söylemeliyiz.”[13]

Popper’nın aklında Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti’nin Nazizmin yükselişine mani olmadığı gerçeği var. Popper, bu bağlamda aslında liberal toplumların ideolojik düşmanlara müsamaha gösterme hatasını yinelememesini istiyor. Ama öte yandan da Avrupa’da faşizmin iktidara yürüdüğü yolu komünizme karşı güçlü bir muhalefet inşa etme isteğinin açtığı gerçeğini görmezden geliyor. İtalya ve Almanya’da muktedir elitler arasında yer alan birçok liberal, bu süreçte faşizmi Bolşevizme karşı konumlandırılacak, onu dengeleyecek bir güç olarak gördü.

Popper’nın bilimsel keşifle ilgili çalışmasında başvurduğu modelin merkezinde kanunlardaki istisnalar duruyor. Evrensel bir kanuna istisna teşkil eden empirik bir kural tespit edildiği durumda bu, söz konusu kanunun yanlış olduğunu iddia etmeye yetiyor. Gerçek bilim, metafizikten bu yanlışlama ihtimali üzerinden ayrıştırılıyor.

Politik çalışmasında ise Popper, gene kanunların istisnası üzerinde duruyor. Bu istisna ise ideolojik düşmana karşı gerçekleştirilen savunma adına çoğulculuk kurallarının askıya alınması olarak çıkıyor karşımıza. Ama söz konusu istisna, çalışmasında teorik değerlendirme için bir başlangıç noktası değil, basit bir dipnot olarak yer buluyor.

Diğer Soğuk Savaş teorisyenleri gibi Popper da şu tespiti yapıyor: liberal toplumlar, totaliter ideolojilerdeki hoşgörüsüzlüğe karşı kendilerini savunmak istiyorlarsa kendi hoşgörü kurallarını çiğnemeleri gerekeceğini bilmelidir. Ama o günlerde Giorgio Agamben’in “istisna hâli” dediği, olağanüstü hâlin kalıcılaşacağını ve normalleşeceğini söyleyen yönetim paradigması henüz keşfedilmemişti.[14]

Popper’da totalitarizm karşıtı mücadele, kendi düşüncesine yabancı olan totaliter yönetim biçimlerine destek verebilmelidir. Soğuk Savaş ve terörle mücadele dönemlerinin liberalleri, ne vakit özgürlükleri askıya alan tedbirleri meşrulaştırmak isteseler Popper’nın hoşgörüyle ilgili dipnotunu alıntılıyorlar, böylelikle politik baskı, arka kapıdan, kimseye kendisini hissettirmeksizin açık topluma sızıyor.

Kendisini terörle mücadele döneminde de çeşitli şekillerde yineleyen Soğuk Savaş liberalizmi, özgürlükçü siyasetle ilgili en ümit verici fırsatların savaşın sınırları dışındaki mekânlarda açığa çıktığı gerçeğini örtbas etti. Bu liberalizm, Moskova-Washington arasında bir konum almak yerine bu hattı aşmaya çalışan hareketlerin üzerini örttü.

McCarthy döneminde hazırlanan kara listeler herkesin bildiği bir gerçekse de Soğuk Savaş döneminin başlarında karşımıza çıkan anti-komünizm, ABD’deki insan hakları hareketine ciddi zararlar verdi, ırk ayrımının kaldırılması ve toplumsal eşitlik mücadelelerinin geniş bağlamı dâhilinde seçme-seçilme hakkı verilmesi gibi meselelerden uzak durmaları, ayrıca uluslararası planda sömürgecilik karşıtı mücadele vermeleri konusunda hareketin liderlerine baskı uyguladı. Bu meselelerde uyumlu bir tavır sergilemeyen kişiler marjinalleştirildi.

1948’e W. E. B. Du Bois, ABD hükümetinin Sovyetler karşıtı propagandasıyla çelişen Afrikalı-Amerikalıların insanî hakları için Birleşmiş Milletler’e dilekçeyle başvuru yaptığı gerekçesiyle Ulusal Siyahların İlerlemesi Derneği’nden atıldı (başvurulan bu strateji, Malcolm X’in aynı yaklaşımı savunduğu altmışların başına dek uygulanma imkânı bulamadı).[15] Aynı anti-komünist mercekle bakıldığında Üçüncü Dünya’daki milliyetçi hareketler de Soğuk Savaş’ın satranç tahtasında milletinin kendi kaderini tayin etmek için mücadele eden güçler değil de birer komünist piyon olarak görülmeye başlandı.[16]

Ülke içerisinde liberal hoşgörü üzerine kurulu tedbirlere, Üçüncü Dünya’nın ulusal bağımsızlık hareketlerine yönelik, şiddet yüklü baskılar eşlik etti. Bu baskılar, İran (1953), Irak (1963) ve Endonezya’da (1965) CIA’in organize ettiği kanlı darbeler ya da Vietnam’da görüldüğü üzere büyük çaplı askerî şiddet biçimini aldı. Totalitarizm karşıtlığı söylemi, liberal Amerika’nın kendi içinde elde ettiği başarıların ABD’nin öncülük ettiği kapitalizmin uluslararası arterlerini güvence altına almak için devlet terörüne başvuran, özgürlük karşıtı dış siyasetine bağlı olduğu gerçeğinin üzerini örttü.

Yönetme pratikleri, Moskova’daki totalitarizme benzeyip benzemediğine bakılmaksızın, ABD’nin öncülük ettiği komünizmle mücadeleye katılan, Güney Kore’deki askeri rejime, Şili’deki General Pinochet’ye veya İspanya ile Portekiz’deki faşist hükümetlere destek verildi. Bu ülkeler için “totaliter” tabiri kullanılmadı, bu yönetimler sadece “otoriter” olarak adlandırıldılar, dolayısıyla Soğuk Savaş döneminde birer düşman olarak görülmediler.

Altmışların sonunda komünist partiyi aşan güçlü bir işçi sınıfı hareketinin bulunduğu İtalya’da solun nüfuzunu kırmak için NATO destekli hükümetler kuruldu. Terörle mücadele faaliyetleri içine giren bu hükümetler, demokrasiyi istikrarsızlaştırmak adına kendi sağcı terör güçlerine destek verdiler.

İtalya’da kendisini solla sağ (iki karşıt aşırı uç) arasında tarafsız bir arabulucu olarak konumlandıran devlet, bu sayede işçi sınıfındaki devrimciliği şiddet kullanarak ezen elini gizlemeyi bildi. O günlerde solcu ve radikal bir isim olan Gianfranco Sanguinetti şu tespiti yapmaktaydı:

“Terörist canavara karşı gerçekleştirilen kutsal müdafaa adına devlet, yurttaşlarından az miktardaki özgürlüğünden bir parça ister ve böylelikle tüm halk üzerinde tesis edilen polis kontrolünü takviye eder.”

Bu “gerilim stratejisi” dâhilinde, totaliter ifratçılar karşısında kamu düzenini sağlama denilen o “kutsal görev” karşısında diğer tüm politik meseleler halı altına süpürüldü.[17]

Arun Kundnani

[Kaynak: The Muslim are Coming!: Islamophobia, Extremism, and the Domestic War on Terror, Verso, 2014.]

Dipnotlar:
[1] Arthur M. Schlesinger Jr., The Vital Center: The Politics of Freedom, Boston: Houghton Mifflin, 1962, s. xxiii–xxiv.

[2] Terry Eagleton, Ideology: An Introduction, Londra: Verso, 1991, s. 4.

[3] Domenico Losurdo, “Towards a Critique of the Category of Totalitarianism,” Historical Materialism, 12: 2, 2004, s. 50–51.

[4] Corey Robin, “Dragon-slayers,” London Review of Books, 29: 1, 4 Ocak 2007.

[5] Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism, New York: Meridian Books, 1958, s. 311.

[6] William Pietz, “The ‘Post-Colonialism’ of Cold War Discourse,” Social Text, Sayı. 19/20, Güz 1988, s. 69.

[7] Arendt, The Origins of Totalitarianism, s. 185–91.

[8] Samantha Power, “The Lesson of Hannah Arendt,” New York Review of Books, 29 Nisan 2004.

[9] Losurdo, “Towards a Critique of the Category of Totalitarianism.”

[10] Karl Popper, The Open Society and Its Enemies, Cilt. I: “The Spell of Plato”, Princeton: Princeton University Press, 1966, s. 9.

[11] A.g.e., s. 393.

[12] A.g.e., s. 268–69.

[13] A.g.e., s. 265.

[14] Giorgio Agamben, State of Exception, Şikago: University of Chicago Press, 2005.

[15] Manfred Berg, “Black Civil Rights and Liberal Anticommunism: The NAACP in the Early Cold War,” Journal of American History, 94: 1, Haziran 2007.

[16] Tarak Barkawi ve Mark Laffey, “The Postcolonial Moment in Security Studies,” Review of International Studies, Sayı. 32, 2006, s. 332.

[17] Gianfranco Sanguinetti, On Terrorism and the State: The Theory and Practice of Terrorism Divulged for the First Time, Londra: B. M. Chronos, 1982, s. 3.

, ,

İstanbul’da 1 Mayıs

Kıpkızıl, kan kırmızı bayraklarımızın alevinden
Sarı korsan bir balon gibi soldu güneş.
Ciğerlerimizde şişen türküler ateş!
Kol kola
Düştük yola
Yedikule’den amele evleri Sirkeci’ye dayandı,
Karagümrük kırmızıya boyandı.
Kasımpaşa tersaneyi yüklendi sırtına,
Geçtik köprüden
Geliyoruz:
Yol ver bize Cadde-i Kebir!
Kaldırımları söken topuklarımızla
Tokatlıyan’da göbekli mebusları tokatladık.
Osmanbey’in ensesine atladık!
Zifosladık Şişli’nin kadife mantosunu!
Bugün toz kondurmuyoruz keyfimize!
Bugün “Mayıs Bir”!
Bir Mayıs’ta İstanbul
Bizim olmuş gibidir!

* * *

Hürriyet-i Ebediye tepesinde taş kesilen
Mahmut Şevket’in iskeleti!
Seni oraya diken sınıf
Zırnık kadar bile vermedi bize hürriyeti;
Yıkıl karşımızdan!
Yangınları haykıran Yangın Kulesi tepeden bakma bize
Bir gün elbet
Seni borazan yapacağız kendimize,
İstanbul’un ağzı
Haykıracak kızıl inkilâbımızı!

Nâzım Hikmet
Kaynak