10 Kasım 2019

,

Bill Gates ve Aşırı Nüfus Efsanesi

Gebelikten Korunma ve Nüfus Kontrolü

Doğum kontrolü ideolojisi, iki farklı geleneğe yaslanıyor. Feministler, genelde gebelikten korunma pratiklerini ve kürtajı, kadınları sağlıklı kılma ve özgürleştirme yolu olarak desteklerken kapitalist elitler, bilhassa dünyanın güneyinde, nüfus eğilimlerini yönetmek amacıyla doğum kontrolü pratiklerine abanıyorlar. Marksist feministlerin yetmişlerde yaptıkları uyarıda dile getirdikleri biçimiyle;

“Uzmanların doğum kontrolü hareketinin dayandığı davaya daha fazla bağlanmaları, doğum kontrolü hareketinin hedeflerini değiştirdi. Hareket, zamanla işçilerin ve kadınların kendi kaderlerini tayin etme imkânlarını artırmaya dönük bir kampanya olmaktan çıktı ve elitist bir tarz benimseyip kampanyaya elitist değerleri yedirdi. Bu uzmanlar, esas olarak iki gruptan oluşuyordu: doktorlar ve insan ırkını ıslah etmek için uğraştıklarını söyleyen öjenistler” (Gordon 1977: s. 10).

Öte yandan, Batılı vakıflar ve hükümetler, bu dönüşüme büyük bir coşkuyla destek verdiler. Rockefeller Vakfı, 1920’lerden itibaren öjenik (soy ıslahı) araştırmalarına yatırım yapmaya başladı ve Nazilerin ırk teorilerine destek sunacak Alman öjenik programının kuruluşuna katkı sundu (Black 2003). Yeni muhafazakâr Richard Posner’ın biraz da yakınarak dile getirdiği üzere, Nazi zulmünün yol açtığı dehşete tanık olan kısa bir dönemin ardından Hitler, öjeniğe “o kötü şöhretini kazandırdı” (Posner 1992: s. 430) ama gene de John D. Rockefeller gibi bir dizi güçlü beyaz adam, “ayrıksı doğurganlık” meselesine kafayı taktı. Yoksul ülkelerdeki yüksek doğum oranına dikkate kesilen bu isimler, dünyanın ileride açlığın ve asi esmer kitlelerin istilasına uğrayacağını düşünüyorlardı. Bu güçlü adamlar, yoksulların gıda ve adalet talep edecekleri ve kendi isteklerini sahip oldukları sayısal ağırlıkla birlikte dayatacakları üzerinde duruyorlardı. Gelişmekte olan ülkelerde açığa çıkacak “Malthusçu kriz”e işaret eden Rockefeller, 1953’te Nüfus Konseyi’ni kurdu ve nüfus kontrolü alanında kapsamlı deneylerin yapılması gerektiğini, bu deneylerin finanse edilmesinin zaruri olduğunu söyledi. Bu türden müdahalelere süreç içerisinde ABD devletine hizmet eden siyasetçiler de destek vermeye başladılar. Bu siyasetçilere göre, “gelişmekte olan ülkelerde, bilhassa Batılı olmayan kültürün hüküm sürdüğü bölgelerde yüzleşilen demografik sorunların bu ülkelerin yüzlerini komünizme dönmelerine sebep olmaktaydı” (Critchlow 1995: s. 85).

Batı eliyle yürütülen nüfus deneylerinde tercih edilen bir laboratuvar olarak Hindistan’da Ford Vakfı, USAID [ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı] ile birlikte çalışıp gebelik önleme yöntemlerini kabul edenlere kalkınma yardımı sundu. Ford Vakfı’nın akıttığı para, Nüfus Konseyi ve USAID kaynaklı baskılarla birlikte daha da yoğunlaştı ve sonuçta devlet destekli aile planlaması sahasında yoğun bir çalışma yürütüldü. Yetmişli yıllarda sürdürülen bu çalışmalarda 6,2 milyon erkek zorla kısırlaştırıldı, bunların en az 1.774’ü öldü (Biswas 2014). Sonrasında Hindistan, yüzünü kadınlara döndü, zorla dayatılan uygulamalar sonucu binlerce kadın öldü, çok sayıda kadın, toplu kısırlaştırma amacıyla kurulmuş kamplara kapatıldı.

Bu politikaların yol açtığı korku, 1994 yılında Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nın (ICPD) toplanmasına neden oldu. Konferans, “Kahire Mutabakatı” olarak bilinen eylem programını yayınladı. ICPD, insanlara yönelik baskıları ağır bir dille eleştirdi ve kısırlaştırma kotalarına itiraz etti. Buna karşılık, ICPD programının büyük bir kısmı, piyasa kapitalizminin değerleri ve zorunlulukları temelinde inşa edilmişti. Program, her şeyden önce bireysel tercihe ve sorumlu karar alma pratiklerine imkân veren bireysel haklar üzerinde durmaktaydı. Aynı zamanda konferansın devlet aktörlerine yönelik eleştirisi, esasen emperyalistlerin ajandasında yer alan özel teşebbüsleri dışlamayan, Batılı sivil toplum aktörlerinin müdahalesinin artırılmasını öngören girişimlerin dayandığı fikriyatla uyuşmaktaydı. Nüfus Başvuru Bürosu, memnuniyetini beyan ettiği tespitinde, “STK’ların, dinî liderlerin ve cemaat önderlerinin, ayrıca (BM’nin ‘sivil toplum’ olarak adlandırdığı) özel sektörün artık yeni politikalar ve programlar ile ilgili olarak hükümetlerle yürütülen müzakerelerin aktif birer ortağı olduğunu” söyledi (Population Reference Bureau 2004).

2012’de Londra’da düzenlenen Aile Planlaması Zirvesi için gerekli sahneyi Kahire Mutabakatı kurdu. Zirveye katılan yetmişten fazla hükümetin temsilcileri, STK’lar ve özel şirketler nüfus kontrolü programına mali planda bağlı kalacaklarını ilân ettiler. En azından dünyanın güneyindeki ülkelerde faal olan feministleri kucaklayan ICPD’den farklı olarak, bu zirvede her iş tepeden inmeci bir tarzda icra edildi ve temelde yönetici sınıfın işleri görüldü. Tüm faaliyetlerse Gates Vakfı eliyle organize edilip yönetildi. Dünyanın gebeliği önleme yöntemlerine erişim konusunda her yerde çıkıp konuşan isimlerden olan Melinda Gates, Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın [BMGF] 120 milyon kadına doğum kontrolü imkânı sunmak için bir milyar dolar bağışlamak istediğini, burada amacın 2020 yılı itibarıyla 110 milyon istenmeyen gebeliğe mani olmak olduğunu söyledi (Goldberg 2012); ayrıca, Planlı Ebeveynlik gibi örgütlerden Michael Bloomberg ile Hewlett-Packard’ın bağışta bulunduğu vakıflara kadar birçok organizasyon, 3,6 milyar dolar yardım sunmayı vaat etti. Yorumcular, BMGF’in gebelik kontrolünü dünya kamu sağlığı gündeminin ilk sırasına taşıdığını söyleyerek vakfı göklere çıkarttılar.

Acilen yürürlüğe konulması gerektiği söylenen proje konusunda söylenenler fazlasıyla eksik. Zira dünyadaki nüfus artış oranı, son kırk yıllık dönemde büyük ölçüde düştü. 1971’de zirveye ulaşıp yüzde 2,1’i gören bu oran, Londra Zirvesi’nin gerçekleştiği yıl içerisinde savaş sonrası dönemin en düşük değerine ulaşarak yüzde 1,17’ye geriledi (World Bank 2017). Üçüncü dünyada yaşayan kadınları hedef alan gebeliği önleme amaçlı programlara daha fazla destek bulabilmek adına BMGF ve müttefikleri, bir kriz havası yaratma ihtiyacı duydular. Bu noktada aile planlamasını savunan ilk kuşağı epey sıkıntıya sokmuş olan “ayrıksı doğurganlık” meselesini albenili bir ambalaja sardılar. Dünyadaki en yoksul ülkeler, büyük ölçüde Afrika’da bulunanlar, hâlen daha yüksek doğurganlık oranlarına sahipler (bu bağlamda en yüksek oran Nijer’e ait. Bu ülkede her bir kadının doğurduğu ortalama çocuk sayısı 6,76; bu oran, Burundi’de 6,09; Mali’de ise 6,06 (CIA 2015). BMGF ve vakfın yandaşı olan gazeteciler, aşırı nüfus ile alakalı ateşi körüklemek için koordineli bir çalışma içerisine girdiler ve bu verilen rakamları her fırsatta gözlere soktular. Oysa güya Kahire Mutabakatı, ırkçılık ve öjeni meselesinden uzak durulmasını emrediyordu. Londra Zirvesi ise kopardığı onca yaygara ile birlikte, aşırı nüfusun yoksulluğun, iklim değişikliğinin ve her türden toplumsal marazın sonucu değil sebebi olduğuna dair, uzun zamandır itibar edilmeyen önermeyi tekrar gündeme getirdi. Melinda Gates, argümanını desteklemek adına şu tarz laflar etmekteydi:

“Kadınlar ve eşleri gebelik önleyicilere erişirlerse bu, herkesin faydasına olacak. Böylelikle gebelikte anne ölümü oranları düşecek, çocuklar sağlıklı olacak, daha iyi bir eğitim alacak ve ailenin geliri artacak.” (Gates 2015).

Oysa doğurganlık oranları sınıfa, zamana ve bölgeye göre farklılık arz eder ve hâkim toplumsal koşullara tabidir (Rao 2004: 3. Bölüm). Sanayi Devrimi’nin ardından Batılı ülkelerin nüfus yapısı dönüştü, büyük aile, yerini küçük çekirdek aileye bıraktı. Bu dönüşüm, yaşam standardının gelişimiyle bağlantılıydı, gebelik önleyicilere erişim imkânı bu dönüşümde pek fazla söz sahibi değildi. Yaşam standartlarındaki artış ise zenginliğin çevreden merkeze aktarılması ile alakalıydı. Batı’da refah düzeyi yükselirken çevreye dayatılan emperyalist üretim formları, yoksul ülkeler açısından kapsamlı toplumsal ve ekonomik sonuçlara yol açtı. “Emperyalizm, modern teknoloji ile ölüm oranlarını düşürdü ama doğum oranlarını düşüremedi, çünkü emperyalizm, bir yandan da kitlelerin kendi yağlarında kavrulma, kendine yetme imkânlarını sunan koşulları ortadan kaldırdı ve toplumsal eşitsizliği artırdı” (Bandarage 1994: s. 43).

Tuhaf olan şu ki Batı, nüfus dönüşümünü ancak dünyanın güneyinde, yani yoksul ülkelerde benzer bir dönüşüm sürecinin yaşanmasına mani olmayı gerekli kılan bir sömürü sistemi eliyle gerçekleştirebilmişti. Mahmud Mamdani’nin araştırmasının da ortaya koyduğu biçimiyle, Üçüncü Dünya’da tarım emekçileri ve orta düzey köylüler, hayatta kalmak ve refah düzeyini muhafaza edebilmek için geniş aileye ihtiyaç duymaktaydı. Çocuklar, hem tarlada çalışmak hem de yaşlanınca anne babalarına destek sunmak zorundalardı (Mamdani 1972). Bu noktada meseleyi basitleştirme riskine rağmen, şunu söyleyelim: yoksulluğa sebep olan aşırı nüfus değil, aşırı nüfusa yol açan yoksulluğun ta kendisi.

Gebelikten korunma endüstrisi ve destekçileri, ısrarla nüfus kontrolü girişimlerinin çığırtkanlığını yapıp duruyorlar ve bu girişimlerin yoksulluk düzeyinin düşürülmesinin en önemli yolu olduğunu söylüyorlar. Bu efsane, süreç içerisinde feministmiş gibi görünen, “üreme sağlığı” ve “kadınları güçlendirme” ile alakalı söylemin ardına gizlenip dolaşıma giriyor. Melinda Gates’e göre kadınlar, uzun etkili geri dönüşümlü gebelik önleyicilerin [LARC’ler], en temelde kötü bir şöhrete sahip olan Depo-Provera türünden iğnelerin (Goodman 1985, Sarojini 2005) ve Norplant gibi deri altı implantların yaygın bir biçimde dağıtılması suretiyle güçlendirilebilirler. 2012’de Newsweek’te kendisi ile ilgili bir yazıda, Melinda Gates, Sahra-altı Afrikası’ndaki kliniklere gidildiğinde kadınların kendilerine Depo-Provera iğnesi yapılması için yalvardıklarını söylüyor. Gates’in iddiasına göre bu iğne, kadınların gebelik önleyiciyi “korumasız eşler”den gizli kullanma noktasında en uygun yöntem (Goldberg 2012). Gates, yazıda Üçüncü Dünya ülkeleri için bu tür iğnelerin gayet uygun olduğunu söylüyor, bu iğnelerin kadınlara “kocalarının sırtlarına iğne yapma imkânı sunduğunu” iddia ediyor (aktaran: Posel 2015). Sonuçta emperyalist feminizm, bu sosyetik formu dâhilinde yoksul kadınlara sözde destek sunarken bir yandan da yoksul erkekleri aşağılıyor.

Bill ve Melinda Gates Vakfı, her yerde LARC’lerin reklâmını yapıyor ve bunu, kadınları sorumlu tercihlerde bulunmaları için özgürleştirmek amacıyla yaptığını söylüyor. Oysa Batılı aile planlamacılarının bu tür yöntemleri tercih etmelerinin sebebi, yoksul ülkelerdeki kadınlara kısırlaştırmadan gayrı bir seçenek sunmuyor oluşu. LARC’lerde kontrol, prezervatiflerde, kontraseptiflerde veya geleneksel yöntemlerdeki kontrole kıyasla daha fazla tedarikçilerin elinde. Kadınlar, bu noktada kontrole daha az sahipler. Örneğin Norplant gibi yöntemlerin kadınların çocuk doğurmamalarını sağladığı süre beş yılı buluyor (Morrow 1999).

Hindistan’da son dönemde yaşanan olayların da gösterdiği üzere LARC’ler, sorunsuz bir kısırlaştırma yöntemi olarak takdim ediliyorlar. Kahire Mutabakatı sonrasında bile yürürlükte kalmaya devam eden kısırlaştırma programları, 2014’te baştan savma biçimde yapılan tüp bağlama işlemleri sonucu 15 kadının ölmesi ardından gündemden düştü. Hindistan başbakanı Modi, Bay ve Bayan Gates’le bir araya geldi, sonrasında da kısırlaştırma yöntemi yerine enjekte edilen gebelik önleyicilerini ülke çapında yürürlüğe konulacak aile planlama programına dâhil etti (Barry & Dugger 2016). Önde gelen yetmiş Hintli feminist, akademisyen ve sağlık emekçisi, bu kararı protesto eden bir metin kaleme aldı ama hiçbir sonuç alınamadı (Nigam 2015).

Enjekte edilen gebelik önleyicilerinin kullanılması ile ilgili fikre bir destek de EngenderHealth şirketinden geldi. Gates Vakfı, bu şirketle ilişki kurdu ve şirket vakfın internet sitesinde aile planlama ortağı olarak anılmaya başlandı. 1937’de İnsanlığın Islahı İçin Kısırlaştırma Birliği adıyla kurulan organizasyon, açıktan öjeni temelli projeler yürüttü ve bu projelerin amacının “insan ırkının biyolojik soyunu iyileştirmek, ıslah etmek için gerekli olan, güvenilir ve bilimsel araçları oluşturmak” olduğunu söyledi. Sonrasında Hugh Moore’dan para almaya başlayan kurum, Birthright ismini aldı ve yetmişlerde USAID’nin Hindistan ile tüm Üçüncü Dünya’da yürüttüğü kapsamlı kısırlaştırma kampanyalarında öncü bir rol üstlendi (Dowbiggin 2016).

Kahire Mutabakatı sonrası organizasyonun ismi yeniden değiştirildi. Kısırlaştırma meselesini geri plana atan kurum, süreç içerisinde rahim içi cihazlar (IUD’ler), iğneler, implantlar ayrıca tüp bağlama ve vazektomi türünden, uzun etkili ve kalıcı gebelik kontrolü yöntemlerine (LAPM’ler) odaklandı. Bu amaç doğrultusunda EngenderHealth, Gates ailesinin vakfından 36 milyon dolar civarında para aldı. Vakıfla ilgili kurum arasındaki bu ortaklıkta asıl amaç, Dünya’nın güneyindeki yoksul ülkelerde kadınları kısırlaştırmaktı. Kahire Mutabakatı sonrası dönemde kısırlaştırmayı uygunsuz gören ideolojik iklime rağmen vakıf ve ortakları, uzun ömürlü, kontrolün ve yetkinin tedarikçide olduğu gebelik kontrolü yöntemlerini geçici kısırlaştırmanın etkili biçimi olarak değerlendirdiler ve bu yöntemlerin doğurganlığı tepeden aşağıya kontrol altına alacak, politik açıdan kabul edilebilir araçlar olduğunu söylediler.

Hindistan’da ve diğer istila edilmiş ülkelerde uzun etkili geri dönüşümlü gebelik önleyicilerin [LARC’ler] dayatılması, esasen geleneksel nüfus kontrolü gündemini o yaldızlı “üreme tercihi” bayrağı altında sessiz sedasız uygulamanın bir aracıydı. Dolayısıyla, ilgili ilâç endüstrisi için yeni büyük pazarlar oluşturulması asla tesadüf değildi. Emperyalizmin nüfus kontrolü meselesini sürekli gündemde tutmasının birçok sebebi var ve bu sebepleri şu şekilde özetlemek mümkün:

İdeoloji: Aşırı nüfus efsanesi, gezegendeki zenginliği ve emeği daha büyük oranlarda mülk edindiği koşullarda yönetici sınıf için saklanacağı gerekli perdeyi temin ediyor. Örneğin son dönemde emperyalizmin ideologları, iklim değişikliğinin sebebinin yoksul ülkelerdeki nüfus artışı olduğu iddiasını dillendirmenin avantajını keşfettiler. Hindistan Ekonomisinin Özellikleri isimli çalışmada dile getirildiği biçimiyle “Malthus’un mirasçıları, bugünlerde insanların yüzleştikleri sefaletin bizatihi sorumlusunun gene insanlar olduğuna inanmamızı istiyorlar, insanlara yetecek çok fazla şeyin bulunmadığını söylüyorlar ve bu biçarelik, yoksulluk hâlinden kurtulmak için bizim toplumsal servet üzerindeki mülkiyeti değiştirmeye ve toplumsal ürünü yeniden dağıtmaya çalışmamamız, bunun yerine insanların sayısını azaltmamız gerektiğini iddia ediyorlar.” (Chakrabarti 2014).

Dünyanın “Güvenliği”: Batı’daki yönetici sınıf, Mao’nun da alaya aldığı, Dean Acheson’a ait o ünlü görüşü paylaşıyor: “Nüfus artışı, ülke üzerinde tahammül edilmesi mümkün olmayan bir baskıya yol açarak devrimlere neden olurlar” (Mao 1949). Soğuk Savaş döneminde, bilhassa Çin Devrimi’nin hemen ardından ABD’li planlamacılar, doyurulması gereken birçok Üçüncü Dünya ülkesinin kaçınılmaz olarak komünizm için elverişli koşulları meydana getireceğini düşünmüşlerdi. Sovyetler’in çöküşü sonrası bu türden korkular azalmak şöyle dursun, yeni düşmanlara yöneldi. Ortadoğu’daki halk temelli direniş örgütleri, bu bağlamda, hep birlikte “terörist” torbasına atıldılar. 1986 tarihli ABD Başkan Yardımcısı’nın hazırladığı Terörizmle Mücadele Görev Gücü raporunda şu uyarıda bulunulmaktaydı:

“Nüfus kaynaklı baskılar, geniş bir potansiyel terörist havuzunun oluşmasına katkı sunan ekonomik ve politik hayal kırıklıkları ile artan, yeni ve istikrarsız isteklerin dillendirilmesine neden oluyor” (Public Report 1986: s. 1).

Yedek İşsiz Ordusu: Nüfus kontrolü, dünya genelinde yedek işsiz ordusunun büyüklüğünü artırıp dağılım alanını genişletmenin en uygun yolu olarak görülebilir. Bu sayede nüfus kontrolü, Batı’nın direnişleri kontrol altına alırken bir yandan da gerekli dengeyi sağlayarak yeterli işçi sayısına sahip olmayı mümkün kılıyor. Yönetici sınıf artık emeği yönetirken esasen dünya nüfusunun azaltılmasına ille de ihtiyaç duymuyor, daha çok bu sınıf, Avrupa’daki düşünce kuruluşlarının önerdikleri küresel “demografik tahkim” sistemi dâhilinde belirli bölgeleri ve sınıfları hedef alıyor (European University Institute 2008).

Hegemonya: En geniş mânâda nüfus kontrolü bir toplumsal kontrol aracıdır. Yönetici sınıfın yargılama yetkisini doğrudan kişisel alana doğru genişletir ve gelişmekte olan ülkeler üzerinde tam hâkimiyetin tesis edilmesini sağlar. Evliliği ve cinselliği düzene sokan kanunlar gibi işgücünün yeniden üretilmesine yönelik bu türden müdahaleler de kapitalistler için çok önemlidir. Ayrıca kapitalistler nüfus kontrolünü, işçilerin hayatının tüm yönleri üzerinde sınıfsal hegemonyayı tesis etmenin bir aracı olarak kullanıyorlar. Bu hâliyle nüfus kontrolü, yoksulun bedenini ve onurunu hedef alıyor, ayrıca kapitalistler, yoksulları hayatlarını doğrudan ilgilendiren kararların onların yetkileri ve kontrolleri dışında alınması gerektiğine inandırıyorlar.

Her zaman olduğu gibi bugün de burjuva ideolojisi ile emperyalist uygulamalar arasındaki ilişki, dinamik bir nitelik arz ediyor, her iki taraf birbirine gerekli desteği sunuyor. David Harvey’nin de dile getirdiği gibi, “ne vakit aşırı nüfus teorisi elitlerin hâkim olduğu bir toplumda ciddi bir destek bulsa, ayrımsız tüm elit olmayan insanlar, belirli bir politik, ekonomik ve toplumsal baskıya maruz kalıyorlar.” (Harvey 2012: s. 63).

Jacob Levich
12 Nisan 2019
Kaynak

Kaynakça:
Bandarage, Asoka (1994). “Population and Development: Toward a Social Justice Agenda.” Monthly Review, 46(4).

Barry, Ellen & Celia Dugger (2016). “India to Change Its Decades-Old Reliance on Female Sterilization.” NYT, 20 Şubat.

Biswas, Soutik (2014). “India’s Dark History of Sterilization.” BBC. 14 Kasım.

Black, Edwin (2003). “Eugenics and the Nazis — the California connection.” San Francisco Chronicle, 9 Kasım.

Central Intelligence Agency (2015). “Country Comparison: Total Fertility Rate.” CIA World Factbook.

Chakrabarti, Manali (2014). “Are There Just Too Many of Us?” Aspects of India’s Economy 55. Mart 2014.

Yayına Hz.: Critchlow, Donald T., (1995). The Politics of Abortion and Birth Control in Historical Perspective, University Park, Penn.: Pennsylvania State University Press.

Dowbiggin, Ian (2006). “Reproductive Imperialism: Sterilization and Foreign Aid in the Cold War,” Conference on Globalization, Empire, and Imperialism in Historical Perspective.” University of North Carolina, 1 Haziran.

European University Institute (2008). “Europe, North Africa, Middle East: Diverging Trends, Overlapping Interests and Possible Arbitrage through Migration,” 12–15 Mart.

Gates, Melinda (2015). “Melinda Gates’ advice to girls: ‘Use your voice and you can affect change’.” CNN, 24 Mart.

Goldberg, Michelle (2012). “Melinda Gates’ New Crusade: Investing Billions in Women’s Health,” Newsweek, 7 Mayıs.

Goodman, Amy (1985). “The Case Against Depo Provera: Problems in the U.S.,” Multinational Monitor, Şubat/Mart.

US Food & Drug Administration, “Black Box Warning Added Concerning Long-Term Use of the Depo-Provera Contraceptive Injection,” FDA Talk Paper, 17 Kasım 2004.

Gordon, Linda (1977). “Birth Control: An Historical Study (Part 1 of 2).” Science for the People, 9(2), s. 10–16.

Harvey, David (2012). Spaces of Capital: Towards a Critical Geography. New York: Routledge.

Mamdani, Mahmood (1972). The Myth of Population Control, New York: Monthly Review Press.

Mao Zedong (1949). “The Bankruptcy of the Idealist Conception of History”.

Morrow, David J. (1999). “Maker of Norplant Offers a Settlement In Suit Over Effects.” NYT, 17 Ağustos.

Nigam, Aditya (2015). “A Statement Protesting Approval to Introduce Injectable Contraceptives in the National Family Planning Programme.” Kafila, 24 Eylül.

Population Reference Bureau (2004). What Was Cairo? The Promise and Reality of ICPD. Washington, DC: Population Reference Bureau. 14 Eylül.

Posel, Susanne (2015). “Melinda Gates: Reinvesting in Family Planning with Depo-Provera.” Occupy Corporatism, 22 Mayıs.

Posner, Richard A. (1992). Sex and Reason. Cambridge: Harvard University Press, 1992.

Public Report of the Vice President’s Task Force on Combatting Terrorism (1986). Şubat 1986, s. 1.

Rao, Mohan (2004). From Population Control To Reproductive Health: Malthusian Arithmetic. Yeni Delhi: Sage.

Sarojini, N.B. & Laxmi Murthy (2005). “Why women’s groups oppose injectable contraceptives,” Indian Journal of Medical Ethics, Cilt. 2, Sayı. 1.

World Bank (2017). “Population growth.” World Bank Open Data.

08 Kasım 2019

, , ,

SSCB ve Sömürge Halklar

Sömürgecilik, çifte vantuza sahip bir sülüktür; bu vantuzlardan biri Batı proletaryasının, diğeri de sömürgelerin kanını emer. Bu canavarı gebertmek istiyorsak, bu iki vantuzu aynı anda kesip atmak gerekir. Eğer birini kesersek, diğeri proletaryanın kanını emmeye devam eder, hayvan yaşamını sürdürür ve kesilen vantuz yeniden çıkar.

Rus Devrimi, bu gerçeği net olarak kavramıştır. Bu devrimin boş laflar etmek ve mazlum halklar lehine “insancıl” kararlar almak yerine onlara mücadeleyi öğretmesinin sebebi budur. Lenin’in sömürge meselesi ile ilgili tezlerinde dile getirdiği biçimiyle devrim, mazlum halklara manevi açıdan katkı sunmaktadır.

Bakû Kurultayı’na yirmi bir doğu ülkesi delege göndermiştir.[*] Batı’daki işçi partisi temsilcileri de bu kurultay çalışmalarına katılmışlardır. Sağı solu fethe çıkmış olan Batılı devletlerdeki proletarya ve onlara tabi olan Doğulu ülkelerin halkları, ilk kez kardeşlik duygularıyla birbirlerine ellerini uzatmış, ortak düşman olan emperyalizmi yenmek için verilen mücadelede ortaklaşmışlardır.

Bu tarihî kurultayın ardından, içte ve dışta yaşanan onca güçlüğe karşın devrimci Rusya, o destansı ve muzaffer devrimi aracılığıyla, yılların uykusundan uyanmış olan halkların yardımına zerre tereddüt etmeden koşmuştur. İlk önemli adımlarından biri de Doğu Üniversitesi’ni kurmak olmuştur.

Bugün bu üniversitenin 151’i kız, 1.022 öğrencisi vardır; 895’i de komünist parti mensubudur. Öğrencilerin toplumsal bileşimleri ise şu şekildedir: 547 köylü, 265 işçi, 210 proleter aydın.

Köy kökenli öğrencilerin yüzdesinin yüksek olmasının sebebi, öğrencilerin önemli bir kısmının Doğu ülkelerinden geliyor olması ve bu ülkelerin ekonomisinin tarıma dayanmasıdır. Hindistan’da, Japonya’da ve bilhassa Çin’de mücadelede işçilere öncülük edenler, bu sınıfa sadık aydınlardır. Bu, Doğu Üniversitesi’ndeki öğrenciler arasında aydınların sahip olduğu konumu izah eden bir durumdur. İşçi öğrencilerin sayısının nispeten düşük olması ise Japonya hariç Doğu ülkelerinde sanayinin ve ticaretin henüz gelişmemiş olmasıyla alakalıdır. Bunun dışında öğrencilerin yetmiş beşinin on altı yaşın altında olduğunu belirtmek gerekmektedir.

Üniversitede görevli yüz elli profesör, sosyal bilimler, matematik, tarihsel materyalizm, işçi hareketi tarihi, doğa bilimleri, devrimler tarihi ve politik ekonomi gibi alanlarda dersler vermektedir. Altmış iki milletten gençler, sınıflarda kardeşlik duygularıyla bir araya gelmektedirler.

Üniversitenin on büyük binası vardır. Ayrıca bir de Perşembe ve Pazar günleri öğrencilere ücretsiz film gösterimlerinin yapıldığı bir sinema bulunmaktadır. Haftanın diğer günleri sinema, başka örgütlere hizmet vermektedir.

47.000 kitabın bulunduğu iki ayrı kütüphane, genç devrimcilere kapsamlı çalışmalar yapmaları ve kendilerini eğitmeleri konusunda katkı sunmaktadır. Her milletin veya “grubun” kendi anadilinde yayımlanmış kitap ve dergilerini içeren bir kütüphanesi vardır. Sanatsal dekorasyonunu öğrencilerin yaptığı okuma odası, gazetelerle ve dergilerle doludur. Ayrıca öğrenciler de bir gazete çıkartmaktadır. Gazetenin bir nüshası, okuma odasının yanındaki büyük panoya asılmaktadır.

Hasta öğrenciler, üniversitenin hastanesinde tedavi edilebilmektedirler. Dinlenme ihtiyacı duyan öğrenciler, Kırım’daki sanatoryumdan yararlanabilmektedirler. Sovyetler, tatillerde istifade edilen dokuz binadan oluşan iki kampı üniversiteye vermiştir. Her bir kampta öğrencilerin hayvan yetiştirmeyi öğrenebilecekleri bir merkez bulunmaktadır. Üniversitenin tarım sekreterinin dediğine göre, öğrencilerin “şimdiden otuz ineği, elli domuzu vardır.”

Bunun dışında öğrencilerin ekim yapacakları yüz hektarlık arazi bu kamplara tahsis edilmiştir. Tatillerde ve çalışma saatleri dışında öğrenciler köylülere yardım etmektedirler.

Bu arada belirtmekte fayda var: bu kamplardan biri eskiden bir grandüke aitmiş. Dükün tacıyla bezenmiş, kızıl bayrağın dalgalandığı kulenin tepesinden baktığınızda unutulması mümkün olmayan bir manzarayla karşılaşırsınız. Ayrıca dükün eskiden ziyafet verdiği salonda bugün Koreli ve Ermeni köylülerin oyunlar oynadığına şahit olursunuz.

Üniversite öğrencilerine yemek, kıyafet ve pansiyon ücretsizdir. Ayrıca cep harçlığı olarak her bir öğrenciye altı altın ruble verilmektedir.

Öğrencilere çocuk eğitimi konusunda doğru bir fikir verebilmek adına üniversitede kreş ve anaokulu bulunmakta, buralarda altmış çocuğa bakılmaktadır.

Üniversitenin yıllık masrafı 561.000 altın rubleyi bulmaktadır.

Üniversitede ders gören, altmış iki ayrı millete mensup olan öğrenciler, “Komün” adı verilen bir kurul meydana getirmişlerdir. Bu kurulun başkanı ve görevlileri üç ayda bir öğrencilerce seçilir.

Komün’ün belirlediği bir delege, üniversitenin ekonomik ve idari işlerinde aktif olarak yer alır. Her bir öğrencinin düzenli olarak, sırayla mutfakta, kulüpte ve kütüphanede çalışması zorunludur. Kabahat işleyenler ve kavga edenler, tüm yoldaşların hazır bulunduğu, üyelerini öğrencilerin seçtiği mahkemede yargılanırlar. Gerekli kararları bu mahkeme alır. Komün, uluslararası politik ve ekonomik durumu tartışmak amacıyla haftada bir toplanır. Zaman zaman amatör sanatçıların kendi ülkelerinin sanatını ve kültürünü takdim etme fırsatı buldukları toplantılar ve akşam partileri düzenlenir.

Komünistlerin eskiden alt düzeyde görülen yerli halklara kardeş halk olarak muamele etmekle kalmayıp onları ülkenin politik hayatına dâhil ediyor oluşları, esasen Bolşeviklerin “barbarlık”larına ait bir özelliktir.

Kendi ülkelerinde tebaa veya korunacak kişiler olarak görülen, vergi ödemek dışında başka bir hakkı bulunmayan, seçme-seçilme hakkından mahrum olan, düşüncelerini ifade etme imkânı bulamayan Doğulu öğrenciler, Sovyetler’e temsilci gönderme ve seçimlere katılma hakkına sahiptirler. Sömürgelerde yaşayan ve milliyetini değiştirmeyi düşünen kardeşlerimizin, bugün artık burjuva demokrasisi ile proleter demokrasisi arasında kıyaslama yapıp durmaları, esasen nafile bir uğraştır.

Bu öğrenciler çok çile çekmişler, başkalarının çektikleri çilelere şahitlik etmişlerdir. Hepsi de “yüksek medeniyet”in boyunduruğu altında yaşamış, yabancı kapitalistlerin sömürüsüne ve zulmüne maruz kalmışlardır. Ayrıca bu öğrenciler, bilgiye ve çalışmaya hasrettirler. Coşku, şevk ve ciddiyetle mücadele etme arzusundadırlar. Doğulu öğrenciler, Paris’in Latin Mahallesi’ndeki o havalı caddelerin müdavimlerinden, Paris, Oxford ve Berlin’deki Doğulu öğrencilerden çok farklıdırlar. Bu üniversitenin çatısı altında sömürge halkların geleceğinin şekillendiğini söylersek asla abartmış olmayız.

Suriye’den Kore’ye dek uzanan Yakındoğu ve Uzakdoğu ülkeleri, 15 milyon kilometrekareyi aşan bir yüzölçümüne ve 1,2 milyardan fazla nüfusa sahiptirler. Tüm bu ülkeler, bugün kapitalizmin ve emperyalizmin boyunduruğu altındadırlar.

Her ne kadar sayıca güçlü olsalar da bu ülkelerde yaşayan itaatkâr halklar, bu boyunduruktan kurtulmak için henüz ciddi herhangi bir adım atmamış, uluslararası dayanışmanın değerini anlamamış, mücadele için nasıl birleşeceğini henüz öğrenememiştir. Bu ülkeler arasında henüz tek bir ilişki bile kurulmamış, Avrupa ve Amerika halkları arasındaki ilişkinin bir benzeri buralarda tesis edilememiştir. Doğulu halklar muazzam bir güce sahiptirler, ama henüz bunun farkında değildirler. Sömürge ülkelerin tüm genç, faal ve zeki liderlerini bir araya getiren Doğu Üniversitesi, önemli bir görevi yerine getirmiştir: Bu anlamda Doğu Üniversitesi:

1. kafası ırklararası çatışmalar ve ataerkil geleneklerle karışmış olan geleceğin öncü militanlarına sınıf mücadelesinin ilkelerine öğretmektedir;

2. Batı proletaryasıyla sömürgelerin proleter öncüsü arasında bağ kurmakta, böylelikle uluslararası işçi sınıfının nihai zaferini tek başına güvence altına alacak sıkı ve etkili işbirliği için gerekli yolu açmaktadır;

3. Doğu Üniversitesi, bugüne dek birbirleriyle hiç ilişki kurmamış olan sömürge halklara birleşmeyi öğretmekte, halkların birbirlerini tanımalarını sağlamakta, bunun için de Doğu ülkelerinin ileride gerçekleştireceği, proleter devrimin dayandığı sütundan biri olan birlik için gerekli zemini oluşturmaktadır;

4. Üniversite, sömürgeci ülkelerdeki proleterlere ezilen kardeşleri için neler yapabilecekleri, neler yapmaları gerektiğine dair bir emsal sunmaktadır.

Ho Chi Minh
Imprekor
Sayı: 46, 1924

[Kaynak: Ho Chi Minh On Revolution: Selected Writings, 1920-66, Yayına Hazırlayan ve Takdim Yazısı: Bernard B. Fall, s. 43-46.]

Dipnot:
[*] Birinci Doğu Halkları Kurultayı, Eylül 1920’de Bakû’de düzenlendi. Kurultaya Doğu ülkelerinden gelen yaklaşık 2.000 temsilci katıldı. Kurultay’da oluşturulan Doğu Halkları Propaganda ve Eylem Komitesi yaklaşık bir yıl faaliyette bulundu.

07 Kasım 2019

, ,

Lübnan’daki Gösterilerin Kökenleri



Lübnan’ın krizsiz bir günü hiç olmadı. Sömürgeci Fransızlar eliyle kurulduğundan beri ülke sürekli iç savaşa tanıklık etti. Ara sıra patlak veren iç savaş ölümlere ve yıkıma sebep oldu, politik durumu daha da kötüleştirdi. Bugünkü ise en azından 1992’den beri oluşmakta olan bir kriz.

Lübnan iç savaşı 1990’da sona erdi. Savaşı kazanan (Şii Emel Hareketi’ne, Dürzilerin İlerici Sosyalist Partisi’ne ve Sünni geleneksel politik sınıfına) mensup milisler, Suriye rejiminden, General Mişel Avn’ın Doğu Beyrut’ta başlattığı ayaklanmayı bastırmasını istediler. O dönemde Hizbullah’ın Suriye rejimi ile arası açıktı, böylelikle Lübnan güçleri ve İsrail’deki müttefikleri, bilhassa İsrail’in 1982-1984 arası dönemde Beyrut’tan kademeli olarak geri çekilmesi sonrası, büyük hasmından kurtulma imkânı buldukları için mutlu oldular. Sonrasında Lübnan yeniden inşa sürecine girdi. İç savaşın ardından eşi benzeri görülmemiş bir ABD-Suudi-Suriye ittifakı eliyle yeni bir rejim tesis edildi.

1992’de itibarını büyük ölçüde yolsuzluğa hiç bulaşmamış oluşuna borçlu olan başbakan Ömer Kerami, ülke genelini saran bir karışıklıkla yüzleşti. Sokakları kuşatan çeteler düzenin bozulmasına neden oldular.

İlerleyen süreçte başbakana karşı tertiplenen bu sokak darbesinin arkasında Lübnanlı aynı zamanda Suudi vatandaşı olan milyarder Refik Hariri’nin ve Suriye istihbaratının olduğu anlaşıldı. Sonrasında Suudilerin ve ABD’nin desteğiyle Suriye istihbaratı, Lübnan tarihinde yolsuzluğa en fazla bulaşmış olan bu adamı başbakan koltuğuna oturttu. Böylelikle Refik Hariri dönemi başlamış oldu. Söz konusu dönem, Hariri’nin bombalı araç saldırısı ile öldürüleceği 2005 yılına dek devam etti.

Yolsuzluğun Dibi

Lübnan’da yolsuzluklara daha önce de tanık olunmuştu ama Hariri sayesinde ülke yolsuzluğun dibini gördü. Emile Lahhud’un hatıratında ve röportajlarında bu yolsuzlukların ulaştığı sınırı görmek mümkün.

Hariri, cumhurbaşkanı İlyas Haravi’yi ve birçok siyasetçiyi, hatta rakiplerinin danışmanlarını maaşa bağladı. Bağlanmayanlarsa Hariri’nin düşmanları idi: genelkurmay başkanı Emile Lahhud (sonra cumhurbaşkanı oldu) ve Hariri’nin bağışlarına minnet etmeyen Hizbullah.

Hariri, suikasta kurban gittiği gün 16 milyar dolarlık bir servete sahipti. Lübnan için yeni bir sistem kuran Hariri, ülkeyi Suriye istihbaratı ile birlikte yönetti. Hatta Suriye’deki politika elitlerinin belirli bir kısmını satın aldı (fakat kendi iktidarını oluşturmak ve babasının adamlarından kurtulmak isteyen Beşşar Esad’ın başa geçmesiyle bu düzen son buldu. Esad’ın babasının adamlarının önemli bölümü, Hariri’nin satın aldığı kişilerdi.)

Neoliberal Reçetenin En Uç Biçimleri

Lübnan ekonomisini yeniden inşa eden Hariri, Dünya Bankası’na ve IMF’e ait neoliberal reçetelerin en uç biçimlerini uygulamaya koydu.

Hariri, tüm kamu sektörünü ortadan kaldırmaya niyetlendi, karşılaştığı direniş sonucu satamadıklarını parasal açıdan zor duruma sokmaya çalıştı, onların işlememesi, mahvolması için uğraştı. Sonuçta Lübnan televizyonu, radyosu, üniversitesi, toplu taşımacılık sistemi, elektrik santralleri, su kaynakları ve çöp toplama merkezleri çürümeye terk edildi.

Hariri, elektrik sisteminin iyileştirilmesi gerekliliğinin üzerinde bile durmadı. İç savaş sonrası süreçte ülkede elektrik kesintileri, yurttaşların en fazla şikâyet ettiği konuydu. Yolsuzluğa bulaşmış siyasetçiler, özel ev tipi jeneratörlerin satışlarından ciddi kârlar elde ettiler.

Bunun dışında Hariri, Beyrut şehir merkezinin yeniden inşa edilmesini istedi. Savaştan önce burası farklı sınıfların ve mezheplerin bir araya gelip alışveriş yaptığı bir yerdi. Zenginlerin ayrı fakirlerin ayrı pazarları vardı. Ayrı yaşamalarına, eşit olmamalarına karşın bu insanlar aynı havayı soluyorlardı.

Savaş sonrası Hariri, sınırlı bir tazminat karşılığı insanların mallarını müsadere etmeye başladı. Lübnan’ın ve Körfez’in zenginleri için gösterişli bir şehir merkezi inşa edecek olan Solidaire isimli bir özel şirket kurdu, şirketin başına da kendi dostlarını getirdi.

2005’te öldürüldükten sonra hakkında Batı medyasının sarf ettiği tespitlerin aksine Hariri, esasen parasını yeniden inşa süreci için hiç kullanmadı. Bunun yerine o, gelecek kuşakların tüm varını yoğunu ipotek altına aldı. Lübnan, Hariri’nin ve dostlarının aslan payına sahip olduğu özel bankalara borçlu hâle getirildi.

Hariri, Merrill Lynch’te fon müdürü olarak çalışan Riyad Selame’yi merkez bankası başkanı atadı. (Bu konuda Marunî Kilisesi patriği Nasrallah Butros Fayr’ın Antoine Saad elinden çıkan biyografisinin birinci cildine bakılabilir.) Selame, başkanlığa devam etti. Bugünlerde, iki haftayı aşkın bir süredir devam eden gösterilerde merkez bankası, göstericilerin her gün hedef aldığı kurumlardan biri.

Bankalar Zenginleşiyor,

Hizmet Ekonomisine Odaklanılıyor

Aynı Riyad Selame, mali programa bağlı olarak, halkın gazabına uğradı. Bu programa bağlı olarak Lübnan halkı fakirleşirken, özel bankalar zenginleştiler. Hariri’nin kanaatine göre Lübnan, hizmet sektörünü esas alan ekonomi politikası temelinde müreffeh olabilirdi. Körfez ülkelerindeki kraliyet ailesi mensupları için işletilen seks turizmini de içerecek biçimde turizme yaslanan bu ekonomi politikasında ağırlık verilen diğer bir alan da bankacılıktı. Süreç içerisinde tarım ve sanayi eski itibarını yitirdi. Hariri, ABD’nin Bekaa Vadisi’nde, on binlerce ailenin geçim kaynağı olan hintkeneviri ekimiyle mücadele edilmesine yönelik baskılarına boyun eğdi.

Politik düzlemde Hariri’nin elini kolunu rahatlatan ana güçse Suriye rejimi idi. Rejim, Hizbullah’la çatışması için ona yetki verdi. Hariri, ayrıca Arap-İsrail barışının (“yeni bahar”ın) ülkeyi zenginleştireceğini söyledi, ama zamanla bu rüyanın boş olduğu anlaşıldı.

Zenginlerden alınan vergileri azaltan Hariri, alt sınıfların sırtına ağır yük bindiren katma değer vergisini gündeme getirdi. Zenginle fakir arasındaki gelir farkı iyice arttı. Tüm Beyrut genelinde lüks binalar diken ve emlâk sektörüne yatırım yapan zenginler, orta sınıfı başkentin dışına attılar.

Öte yandan Refik Hariri’nin neoliberalizmi güçlü bir tepkiye yol açtı. Doksanlarda sendikalar birleşip güçlü bir muhalefet hareketini örgütlediler ve eylemler gerçekleştirdiler. Bu noktada Hariri Suriye istihbaratının kapısını çaldı, onun yardımıyla sendikaları ezdi, liderlerini yok etti. Her zaman olduğu gibi mezhepçiliğe başvurdu, bu yönde ajitasyon faaliyeti yürüttü, eski komünistleri emrine alıp ülkedeki bağımsız sendikalarla mücadele etti. Suriye rejimi ve Hariri, sendikalara gözdağı vermek adına Baas Partisi veya Suriye Sosyal Nasyonalist Partisi mensubu çalışma bakanlarıyla sıkı ilişkiler kurdu. Uygulamaya konulan program uyarınca sendikalar, Emel Hareketi’nin meclis sözcüsü ve lideri Nebih Berri’nin dostu olan kişilerce yönetilmeye devam ettiler.

İsrail Karşıtı Direniş Hareketine Yönelik Komplo

Hariri, bir yandan ülkeye kendi ekonomi anlayışını dayatırken bir yandan da Lübnan’daki İsrail karşıtı direnişi zayıflatmak için komplolara imza attı. Kendisine ait olan Müstakbel gazetesi, direnişi İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarından dolayı suçladı.

Lübnan silâhlı kuvvetleri genelkurmay başkanı Emile Lahhud’u satın almaya, böylelikle onun direnişe silâh temin edememesini sağlamaya çalıştı, ancak satın alınacak biri olmayan Lahhud, Lübnan’ın kendisini savunma hakkı bulunduğuna inanmaktaydı.

Suriye rejimi bile, eski Suriye cumhurbaşkanı yardımcısı ve Lübnan yüksek komiseri Abdulhalim Haddam eliyle, direnişi silâhsızlandırmaya çalıştı. İnsanlar, bu bağlamda Hizbullah’ın Suriye rejimiyle ilişkilerinin ancak Beşşar Esad döneminde güçlendiğini, Hafız Esad’a bağlı subayların Hizbullah’a şüpheyle yaklaştıklarını, hatta Suriye askerlerinin Beyrut’a girdiği 1987 yılında örgüt üyelerini katlettiğini unutuyor.

1998’de cumhurbaşkanı seçilen Emile Lahhud, Salim Huss’u başbakan atadı. Huss, Hariri’nin ekonomi politikalarının tayin ettiği yönü terse çevirmeye ve yolsuzlukla mücadele etmeye çalıştı.

Hariri ise önemli bakanlarıyla bir gölge hükümet kurdu. Hariri ile sıkı ilişkilere sahip olan, sonrasında danışmanlığını yapan Dünya Bankası başkanı, Hariri’ye onun başbakanlık yapmadığı 1998-2000 arası dönemde Lübnan ekonomisiyle ilgili, olumsuz raporlar yayınlayarak yardım etti. Bu noktada Lahhud’un reformlarının zayıf kaldığını, yolsuzluğa bulaşmış olan damadı İlyas Murr’u içişleri bakanlığı görevinde tuttuğunu, bu Murr’un sonrasında savunma bakanlığı yaptığını söylemek gerek.

2000’de mezhepçi kampı yardıma çağırıp Lübnan’daki güvenlik sisteminden ve Suriye istihbaratından destek gören Refik Hariri, meclis seçimlerinde oyların büyük bir kısmını alarak yeniden başbakan oldu. Bu sefer eskisinden daha güçlü olan Hariri’nin Beşşar Esad döneminde Suriye rejimiyle ilişkilerinin zayıflamasıyla birlikte ABD, Fransa ve Suudi Arabistan’la ilişkileri güçlendi.

Bugün Lübnan halkı, Refik Hariri’nin herkesten daha fazla sorumlu olduğu ekonomik-politik sisteme karşı gösteriler düzenliyor.

Sistemin Belkemiği: Yolsuzluk

Hiç şüphe yok ki devlette ve kurumlarında hâkim olan temel unsur, yolsuzluk. Yolsuzluğu sistemin belkemiği hâline getirense Hariri. Hariri, sadece önemli siyasetçileri ve generalleri kendisine bağlı maaşlı adamlar hâline getirmekle kalmadı, aynı zamanda eski dışişleri bakanı yardımcısı Richard Murphy ile CNN’in Beyrut’taki büro şefini bile satın aldı.

Hariri, düşmanlarının Lübnan halkına karşı suç işlediğini söyleyen büyük bir propaganda aygıtından yararlanma imkânı buldu. Babasındaki ticaret zekâsından ve politik becerilerinden mahrum olan oğlu Saad Hariri, ailenin lideri olarak, Suudi-Amerika ittifakının itaatkâr bir hizmetçisi ve bu görevine hâlen daha devam ediyor. Refik Hariri’nin öldürülmesi sonrası onun yerine geçecek ismi Suudi kraliyet ailesi belirledi. Prens Selman, ağabeyi Baha yerine Saad’ı seçti.

Lübnan halkı, gösterilerde tüm yönetici sınıfı karşıya aldı. Gösterilere İlerici Sosyalist Parti lideri ve Suriye rejimine bağlı bir isim iken 2005 sonrası Suudi Arabistan’a ve ABD’ye bağlanan Velid Canpolat, ayrıca bugünlerde Suudi rejimi çizgisinde olan, iç savaş süresince en ağır savaş suçlarını işlemiş, bu noktada İsrail’in vekil gücü olarak savaşmış olan milis kuvvetinin, şimdilerde Lübnan Güçleri Partisi’nin lideri Samir Caca da dâhil oldu.

Başka isimler de var: servetini Suriye ve Lübnan’daki telekomünikasyon yatırımlarına borçlu olan Trabluslu milyarder Necib Mikati ve Suudi bağlantılarına sahip Trablus milletvekili ve milyarder Muhammed Safadi bu isimlerden bazıları.

Fransa’nın güneyinde milyon dolarlık düğünler yapan, özel jetlerinde, yatlarında ve ülke içindeki/dışındaki malikanelerinde caka satan yönetici sınıfın müsrif yaşam tarzı, ayın sonunu zor getiren insanların öfkesini daha da artırdı.

Halktaki bu hınç ve öfke öylesine büyük ki Lübnan halkını bölen dinsel ve mezhepsel çizgiler bile silikleşti. Oysa bu türden gerilimler, sınıfsal öfkeyi bastırıp toplumun tüm kesimlerinin harekete geçme ihtimalini ortadan kaldırmak için yöneticiler eliyle bile isteye körüklenmekte.

Gösterilerin ne yöne evrileceği belli değilse de ABD ve İsrail’in bu gösterileri kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışacağına hiç kimsenin şüphesi yok.

Batı medyası, son günlerde yolsuzluk denilen lekeyi üzerine pek bulaştırmamış olan Hizbullah’a ve lideri Hasan Nasrallah’a odaklanıp duruyor.

Ama gelgelelim Hizbullah’ın da eleştiriden payına düşeni alması gerekiyor. Kargaşadan ve mezheplerarası çatışmadan korkan Nasrallah, son günlerde rejimi savunur bir pozisyon alıyor. İttifak kurduğu Nebih Berri ile ilişkileri, örgütün yeni mecliste yolsuzlukla mücadele edeceğine dair vaadini boşa düşürüyor.

ABD, muhtemelen Hizbullah’a yönelik muhalefetin daha da artması umuduyla, ülkedeki ekonomik krizin derinleşmesini istiyor. Fakat yönetici sınıfın büyük bir kısmının ABD’ye ve Suudi Arabistan’a sadakatle bağlı olması sebebiyle ABD’nin kendi çıkarlarına hizmet eden bir rejimin altını oyması pek mümkün görünmüyor.

Bu sebeple belki de ABD, ülkeyi sarsmak istiyor ama onu yıkıma sürüklemek istemiyor. Lübnan halkı, ülkeyi hedef alan tüm dış kaynaklı komploları boşa düşürmeyi bilecek bir halk ama gene de onun birliğe ve devrimci bir gayrete ihtiyaç duyduğu da açık.

Suudi rejimine bağlı siyaset baronlarının kütle hâlinde gösterilere sızmasında (bilhassa Canpolat ve Caca yandaşlarının dâhil oluşunda) amaç, gösterilerin yönünü ABD-İsrail-Suudi ittifakının lehine olacak bir tarafa çevirmek. Uyanık olmak ve saflarından yönetici sınıfı ve çıkarlarını korumaktan başka bir şeyi istemeyenleri atmaksa göstericilere kalmış.

Esad Ebu Halil
7 Kasım 2019
Kaynak

İlk Proleter Cumhuriyet, Amerikalı İşçileri Selamlıyor

John Reed, Ağustos 1917’de New York’tan ayrıldı ve Rusya’ya giden gemiye bindi. Masses, New York Call ve Seven Arts gazetelerini temsilen çıktığı bu yolculukta John Reed’e eşi Louise Bryant eşlik etmekteydi. Reed, Petrograd şehrine Eylül ayında vardı. Hemen gerekli ilişkileri kurup Petrograd Sovyeti’ne bağlı komitelerin ve eskiden çarın kızlarının üyesi olduğu ünlü Smolny Enstitüsü’ndeki iş komitesi delegelerinin toplantılarına katılma imkânı buldu. Kerenski ile söyleşi gerçekleştirdi, Smolny Enstitüsü’nde Lenin’in konuşmasını dinledi, ayrıca 7 Kasım’da işçilerin, köylülerin ve askerlerin Bolşeviklerin iktidarı alışını selamladığı Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi’nde bulundu. John Reed, askerlerin, bahriyelilerin ve Kızıl Muhafızlar’ın Kışlık Saray’ı ele geçirişine tanıklık etti. 8 Kasım’da Lenin’in “şimdi sosyalist düzeni inşa etme aşamasına geçmeliyiz” dediği konuşmasını dinleme fırsatı buldu. 13 Kasım sabahı Kerenski’nin yenildiği haberi Smolny’ye ulaştığı sırada Lenin Reed’e Amerikalı sosyalistlere iletmesi için kısa bir mesaj iletmekteydi. Reed, 15 Kasım günü bu mesajı telgrafla gönderme iznini aldı. Telgrafa ayrıca Kerenski hükümetinin yıkıldığına ilişkin değerlendirmesini de ekledi ve sosyalist günlük gazete New York Call’a gönderdi. ABD’de sansüre uğrayan mesaj, 21 Kasım’da yayımlanabildi. Ertesi gün Reed’in yazısı, gazetede yedi sütun hâlinde kendisine yer buldu. (Reed, devrimle ilgili değerlendirmesinin tamamını Dünyayı Sarsan On Gün isimli çalışmasında aktardı.)

* * *

 

Petrograd, 13 Kasım. Petrograd garnizonu, Kronstadtlı bahriyeliler ve Kızıl Muhafızlar’dan[1] oluşan Bolşevik ordusu, geçen akşam başkente saldıran, Kazaklardan, harbiyelilerden ve topçulardan oluşan yedi bin kişilik Kerenski ordusunu mağlup etti.

Bu Pazar günkü Harbiyeli isyanını Menşeviklerden (ılımlı sosyalistlerden) Kadetlerden (Anayasacı Demokratlardan[2]) oluşan selamet komitesi yönetmekteydi. İsyanı gerçekleştirdiği saldırı sonucu bir zırhlı araca ve telefon binasına el koyan Kronstadtlı bahriyeliler bastırdı.

Devrim hükümetinin ve şuraların karargâhı olarak kullanılan Smolny Enstitüsü’ne yüzlerce delege gelip cephedeki ordunun Bolşeviklerle dayanışma içerisinde olduğunu söyledi.

Bu bir devrim; bu, burjuvaziye karşı aynı safta bir araya gelmiş olan işçilerin, askerlerin ve köylülerin verdikleri bir sınıf mücadelesi. Geçen Şubat’ta yaşanan sadece öndevrimdi, girizgâhtı. Bu devrimde zafer proletaryanın.

Kontrol, işçi asker köylü şuralarının elinde, öncülükse Lenin ve Trotskiy’de. Şuraların programında köylülere toprak vermek, doğal kaynakları ve endüstriyi toplumsallaştırmak, ateşkes imzalamak ve demokratik barış konferansını düzenlemek yazılı. Bolşevikler, ellerindeki o olağanüstü ve muazzam gücü, Kerenski hükümetinin kitlelerin isteklerini göz ardı etmiş olmasına borçlular. O istekler, bugün barış, toprak ve işçilerin endüstri üzerindeki kontrolünü esas alan Bolşevik programında somut bir karşılık buluyorlar.

Bolşeviklerin yanında proletaryadan başka hiçbir güç yok, proletarya Bolşeviklerin yanında dimdik duruyor. Tüm burjuvazi ve ona muhtaç olan kesimler, inatla Bolşeviklere düşmanlık ediyorlar.

Cepheden ve ülkenin dört bir yanından gelen haberler, kimi çatışmalar yaşansa da, General Kaledin[3] ve Kazakların askerî diktatörlük ilân ettikleri Don bölgesi hariç, şehirlerde kitlelerin Bolşeviklerden yana olduklarını ortaya koyuyor.

Call gazetesi aracılığıyla işçi asker köylü şuraları, Amerikalı enternasyonalist sosyalistlere dünyanın ilk proleter cumhuriyetinin selamlarını gönderiyor.

John Reed
New York Call
22 Kasım 1917

[Kaynak: Philip S. Foner, The Bolshevik Revolution: Its Impact on American Radicals, Liberals, and Labor, International Publishers, 2017, s. 53-54.]

Dipnotlar:
[1] Kızıl Muhafızlar, takımlar hâlinde örgütlenen ve Bolşevikleri destekleyen silâhlı gönüllü fabrika işçilerinin meydana getirdiği yapının adıdır. İlkin 1905’te kurulan bu birlikler 1917 sonrasında önemli bir rol oynamışlardır.

[2] Kadetler, Çarlık döneminde kurulmuş olan bir partiydi. Kadet, Rusçada Anayasacı Demokrat anlamına gelen ifadenin kısaltmasıdır. Mülk sahibi sınıflara mensup liberallerin ağırlıklı bir yere sahip olduğu partinin amacı, ılımlı politik reformların uygulanmasını sağlamaktı. Nisan 1917’de parti, geçici hükümette sağcı bir yapı olarak yerini aldı.

[3] General Aleksey Kaledin, Güney Rusya’da Kazaklardan oluşan bir devrim karşıtı ordu meydana getirdi. Don’un bağımsızlığını ilân eden Kaledin, Moskova’nın üzerine yürümek böylelikle Sovyet hükümetini yıkmak amacıyla hazırlıklar yürüttü.

04 Kasım 2019

IŞİD’in İdeolojisi Devrim’in Fransa’sına Çok Şey Borçlu


Son dönemde IŞİD’in ve ideolojisinin geçmişe ait olduğuna dair çok fazla söz işittik. Örneğin geçen hafta başbakan yardımcısı Nick Clegg, IŞİD’in “Ortaçağ’a ait” olduğunu söyledi. Oysa bu terörist örgütün düşünce yapısı ile modern batı düşünce geleneği arasında ortak çok fazla yön var.

Clegg’in bu sözü hiç de şaşırtıcı değil. IŞİD ve kafa kesme görüntüleri dikkate alındığında, bu türden bir şiddet anlayışını “başkasına aitmiş” gibi görmemiz gayet doğal ve anlaşılır.

Ama bu yaklaşım, asıl meseleyi anlamamıza zerre katkı sunmuyor. Her şeyin ötesinde bu yaklaşımı benimseyenler, özünde mevcut cihad hareketlerinin kendi tarihlerini İslam’ın doğuşuna dek uzandıklarına dair iddialarına bir biçimde onay vermiş oluyorlar. Örneğin Twitter’da takip ettiğim bir IŞİD destekçisi şunu söylüyor: “Dünya değişir ama İslam değişmez.”

Kuşak Farkı

Burada esasen akademik bir tartışmanın ateşine odun taşınmıyor. Bir meselenin gerçekteki tesirine bakılıyor. Cihad hareketlerindeki ideolojinin birçok genci etkilemesinin bir sebebi de bu ideolojinin kendi kuşaklarına ait gücü tüm topluma taşıma imkânı sunması. İslamcılar, kendilerini dine sadık kişiler olarak görürlerken anne babalarının geleneğin veya “kültür”ün bataklığına saplanmış kişiler olduklarını düşünüyorlar.

Açık konuşmak lazım: bugünün cihad hareketleri, esasen geçmişe dönüş fikri üzerine kurulu değildirler. Bu hareketler, Batı’nın politik tarihine ve kültürüne çok şey borçlu olan, gelenek karşıtı, modern bir ideolojiye yaslanıyorlar.

Temmuz ayında Musul’daki Ulu Camii’de yaptığı konuşmada İslam Devleti’nin kurulduğunu söyleyip kendisini halife ilân eden Ebubekir Bağdadi, Pakistanlı düşünür Ebu Âlâ Mevdudi’den uzun alıntılar yaptı. Mevdudi, “İslam Devleti” tabirini ilk kullanan kişiydi, aynı zamanda 1941’de Cemaat-i İslami Partisi’ni kurmuştu.

Mevdudi’de İslam devleti, büyük ölçüde Batılı fikir ve kavramlarla oluşturulmuş bir kavram. Mevdudi, İslam’ın ve diğer dinlerin paylaştığı bir inanç üzerinde duruyor. Kişileri en nihayetinde yargılayacak olanın Allah olduğunu düşünen Mevdudi, buradan yargılama yetkisini egemenlik bağlamında da Allah’a isnat ediyor. Ayrıca Mevdudi, doğaya hükmeden yasaların Allah’ın kudretine ait ifadeler olduğunu da söylüyor ki bu, aslında on yedinci yüzyılda gerçekleşen bilimsel devrimin merkezinde duran bir fikir.

Mevdudi, bir yandan da Allah’ın egemenliği anlayışı ile doğanın yasalarıyla ilgili fikri birleştirdikten sonra bu egemenliği politik bir ifadeye kavuşturup “Tek egemen Allah’tır” diyor (İslamî Yaşam Biçimi isimli kitabı). Böylelikle Allah ve devlet kaynaşıyor; Allah politikleşiyor, politika da kutsallaşıyor.

Batılı Gelenek

Yukarıda bahsi edilen egemenliğe Ortaçağ kültüründe asla rastlanmıyor. Parçalı dünyasıyla Ortaçağ kültürü, birçok farklı güç kaynağı ile tanımlı bir yapı. Ortaçağ sonrası gelişen ve yukarıda aktarılan egemenlik anlayışı, Westphaliacı devletler sistemine ve modern bilimsel devrime dayanıyor.[1]

Gelgelelim Mevdudi, egemenlik anlayışını geliştirirken Avrupa’nın politik tarihinden çok daha fazla besleniyor. Mevdudi’nin düşünce sisteminin merkezinde Fransız Devrimi duruyor, hatta Mevdudi, Fransız Devrimi’nin millet veya halk üzerine inşa edilmiş devlet yerine belirli ilkeler üzerine inşa edilmiş devlet vaadine sarıldığını, halk ve millet temelli bir devlet vaadinin ancak İslam devleti ile gerçekleşebileceğini düşünüyor.

Devrim Fransa’sında yurttaşları yaratan devletin ta kendisidir.[2] Yurttaş ile devlet arasında başka herhangi bir şeyin bulunmasına asla izin verilmez. Bugün Fransız devletine ait kurumların etnisite ile ilgili veri toplamasının kanunen yasak olmasının sebebi budur. Bu tür bir müdahalenin devletle yurttaş arasında ara bir yapıya ihtiyaç duyacağına inanılır.

Cemaatten, milletten veya tarihten ayrıştırılmış yurttaşlık anlayışı, Mevdudi’nin “İslam’da yurttaşlık anlayışının temelini oluşturur (İslamî Yaşam Biçimi). Tıpkı Fransız Devrimi sonrası devletin kendi yurttaşlarını yaratmasında olduğu gibi İslam devleti de kendi yurttaşlarını yaratır ve bu yurttaşın devletin dışında varolması mümkün değildir. Mevdudi’nin “İslam devletinde ancak ve sadece bir Müslüman yaşayabilir” önermesini anlamak için devlet-yurttaş ilişkisini anlamak gerekmektedir.

Modern Şiddet

Modern şiddeti anlamak için Kur’an’a değil Fransız Devrimi’ne ve nihayetinde Avrupa Hristiyanlığında kök bulan şu fikrin sekülerleşme sürecine bakılmalıdır: Extra ecclesia nulla salus (“Kilise dışında selamet de kurtuluş da yoktur”). Bu cümle, modern Avrupa devletlerinin kurulması ile birlikte şu hâli almıştır: Extra stato nulla persona (“Devlet dışında hukukî bir bireylik yoktur”). Bu fikir hâlâ etkilidir ve mültecilik buradan tarif edilmektedir.

IŞİD’in kurduğu İslam devleti gibi uyguladığı şiddet de gayet modern bir olgudur. IŞİD savaşçıları kurbanlarını basit bir şekilde öldürmezler. Geçen hafta Suriyeli askerleri önce donlarına kadar soyup sonra öldürmelerinde olduğu gibi, onları aşağılamaya çalışırlar. Hatta öldürdükten sonra bile cesetleri yerlerde sürüklerler.

Bu türden hareketlerde amaç, tekil ve özgül bir varlık olarak bedeni yok etmektir. Beden, yok edilmesi gereken bir kolektivitenin tezahürüdür. Dolayısıyla bir zamanlar insan olanın “mekruh, adi bir yabancı” statüsüne düşürülmesi gerekir. Latin Amerika’da görülen Kolombiya Kravatı denilen, boğazın bıçak gibi keskin bir âletle kesilmesi ve Irak Savaşı’nda porno sitelerinde kesilen uzuvların teşhir edilmesi bu türden uygulamalardandır.

IŞİD programının merkezinde İslamî mirasa sahip çıkmak durur (Bağdadi’nin kıyafeti bile bunun bir sonucudur). IŞİD’in idrak edilmesi için onun ideolojisinin ve uyguladığı şiddetin günümüze ait kaynaklarını görmek gerekmektedir. IŞİD, İslam’ın kökenlerine geri dönerek anlaşılamaz. IŞİD destekçilerinin sık sık başvurdukları bu iddiaya itibar edilmemelidir. Ne Nazizm ne de IŞİD Ortaçağ karanlığından geldi.

Kevin McDonald
8 Eylül 2014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Sasha Safonova, “Relevance of Westphalian System to the Modern World”, 15 Ocak 2012, Article Myriad. “Westphalia egemen devletle sistemi 1648’de imzalanan Westphalia Barışı’nın bir parçası olarak teşkil edildi. Anlaşma üç temel husus üzerine inşa edilmişti: 1. Devletin egemenliği ilkesi; 2. Devletlerin (hukukî) eşitliği ilkesi; 3. Bir devletin bir başka devletin uluslararası planda kurduğu ilişkilere müdahale etmemesi ilkesi.”

[2] William Rogers Brubaker, “The French Revolution and the Invention of Citizenship”, French Politics and Society, Cilt. 7, Sayı. 3, (Yaz 1989), s. 30-49.

01 Kasım 2019

, ,

Benim Annem Cumartesi



“Ben bir anayım, benim sesimi duymak zorundasınız, beni dinlemek zorundasınız.”

Ne yürek yakan bir söz, bir anaya bunları söyletmek, bu acıyı yaşatmak, hele ki yaşatanların da bir ananın evladı olduğunu düşünmek ne acı.

On dört ana, Nisan 1977’de Arjantin yönetimi tarafından tutuklanan çocuklarının akıbetini öğrenmek için koyuldu yola. Tek amaçları, yazdıkları mektupları Diktatör Videla’ya ulaştırmaktı. İzin verilmedi. Bunun üzerine analar da Buenos Aires’teki Plaza De Mayo’da (Mayıs Meydanı’nda) toplandı.

Polisin zulmüne uğradılar. Ama yanıldı zalimler, ne kadar üzerlerine gittiyseler anaların, yaptıkları çeliğe su vermek gibi daha da sağlamlaştırdı, biledi anaların acıyla yoğrulan yüreklerini.

Her Perşembe Plaza De Mayo meydanında toplandı analar. Çığlıkları sınırları aştı, daha fazla dayanamadı faşist cunta, işledikleri kıyımlar birer birer gün yüzüne çıktı. Tutuklu yüzlerce hamile kadının doğum sonrası uyuşturularak uçaklarla okyanusa atıldığı ortaya çıktı. Ve buna “ölüm uçuşları” adını vermişti faşistler.

256 çocuk tespit edildi, 137’si biyolojik ailelerine teslim edildi. Bu, onda biri etmezdi kayıpların, daha binlercesi vardı bulunmayı bekleyen. Bazıları bulundu, çoğu ise hâlâ kayıp.

Bu ne ilk oldu, ne de son. Bolivya’da, Brezilya’da, Şili’de, Paraguay’da, Uruguay’da, Filistin’de, Türkiye’de binlerce evlat analarından koparıldı. Faşist yönetimler hiçbir vicdanî olgunluk göstermeden, tüm dünyanın gözleri önünde katliamlarını gerçekleştirdiler.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Madde 11:1’de denir ki: “Kendisine bir suç yüklenen herkes, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı açık bir yargılama sonunda, yasaya göre suçlu olduğu tespit edilmedikçe, suçsuzdur.” Ve Madde 5’de denir ki: “Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.”

Katliamların işlendiği ülkeler, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni imzalamış ve kabul etmiş ülkelerdi. İt iti ısırır mı? Söz konusu olan yurtseverler olunca, yapılan zulümde göz ardı edildi BM’de.

Ne kadar analarımız yüreklerini acıya yurt etseler de, Hüseyin İnan’ın dediği gibi, “Bu kavga biz olmasak da devam edecektir. Yurtsever analar var oldukça devam edecektir. Kısacası: anaların rahmine el atılamayacağına göre, mutlaka devam edecek ve başarılacaktır.”

Bilinsin ki yaşatılan acılar bizi daha fazla devrimin kucağına itiyor.

Can Şahin
1 Kasım 2019