Ho Chi Minh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ho Chi Minh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

08 Kasım 2019

, , ,

SSCB ve Sömürge Halklar

Sömürgecilik, çifte vantuza sahip bir sülüktür; bu vantuzlardan biri Batı proletaryasının, diğeri de sömürgelerin kanını emer. Bu canavarı gebertmek istiyorsak, bu iki vantuzu aynı anda kesip atmak gerekir. Eğer birini kesersek, diğeri proletaryanın kanını emmeye devam eder, hayvan yaşamını sürdürür ve kesilen vantuz yeniden çıkar.

Rus Devrimi, bu gerçeği net olarak kavramıştır. Bu devrimin boş laflar etmek ve mazlum halklar lehine “insancıl” kararlar almak yerine onlara mücadeleyi öğretmesinin sebebi budur. Lenin’in sömürge meselesi ile ilgili tezlerinde dile getirdiği biçimiyle devrim, mazlum halklara manevi açıdan katkı sunmaktadır.

Bakû Kurultayı’na yirmi bir doğu ülkesi delege göndermiştir.[*] Batı’daki işçi partisi temsilcileri de bu kurultay çalışmalarına katılmışlardır. Sağı solu fethe çıkmış olan Batılı devletlerdeki proletarya ve onlara tabi olan Doğulu ülkelerin halkları, ilk kez kardeşlik duygularıyla birbirlerine ellerini uzatmış, ortak düşman olan emperyalizmi yenmek için verilen mücadelede ortaklaşmışlardır.

Bu tarihî kurultayın ardından, içte ve dışta yaşanan onca güçlüğe karşın devrimci Rusya, o destansı ve muzaffer devrimi aracılığıyla, yılların uykusundan uyanmış olan halkların yardımına zerre tereddüt etmeden koşmuştur. İlk önemli adımlarından biri de Doğu Üniversitesi’ni kurmak olmuştur.

Bugün bu üniversitenin 151’i kız, 1.022 öğrencisi vardır; 895’i de komünist parti mensubudur. Öğrencilerin toplumsal bileşimleri ise şu şekildedir: 547 köylü, 265 işçi, 210 proleter aydın.

Köy kökenli öğrencilerin yüzdesinin yüksek olmasının sebebi, öğrencilerin önemli bir kısmının Doğu ülkelerinden geliyor olması ve bu ülkelerin ekonomisinin tarıma dayanmasıdır. Hindistan’da, Japonya’da ve bilhassa Çin’de mücadelede işçilere öncülük edenler, bu sınıfa sadık aydınlardır. Bu, Doğu Üniversitesi’ndeki öğrenciler arasında aydınların sahip olduğu konumu izah eden bir durumdur. İşçi öğrencilerin sayısının nispeten düşük olması ise Japonya hariç Doğu ülkelerinde sanayinin ve ticaretin henüz gelişmemiş olmasıyla alakalıdır. Bunun dışında öğrencilerin yetmiş beşinin on altı yaşın altında olduğunu belirtmek gerekmektedir.

Üniversitede görevli yüz elli profesör, sosyal bilimler, matematik, tarihsel materyalizm, işçi hareketi tarihi, doğa bilimleri, devrimler tarihi ve politik ekonomi gibi alanlarda dersler vermektedir. Altmış iki milletten gençler, sınıflarda kardeşlik duygularıyla bir araya gelmektedirler.

Üniversitenin on büyük binası vardır. Ayrıca bir de Perşembe ve Pazar günleri öğrencilere ücretsiz film gösterimlerinin yapıldığı bir sinema bulunmaktadır. Haftanın diğer günleri sinema, başka örgütlere hizmet vermektedir.

47.000 kitabın bulunduğu iki ayrı kütüphane, genç devrimcilere kapsamlı çalışmalar yapmaları ve kendilerini eğitmeleri konusunda katkı sunmaktadır. Her milletin veya “grubun” kendi anadilinde yayımlanmış kitap ve dergilerini içeren bir kütüphanesi vardır. Sanatsal dekorasyonunu öğrencilerin yaptığı okuma odası, gazetelerle ve dergilerle doludur. Ayrıca öğrenciler de bir gazete çıkartmaktadır. Gazetenin bir nüshası, okuma odasının yanındaki büyük panoya asılmaktadır.

Hasta öğrenciler, üniversitenin hastanesinde tedavi edilebilmektedirler. Dinlenme ihtiyacı duyan öğrenciler, Kırım’daki sanatoryumdan yararlanabilmektedirler. Sovyetler, tatillerde istifade edilen dokuz binadan oluşan iki kampı üniversiteye vermiştir. Her bir kampta öğrencilerin hayvan yetiştirmeyi öğrenebilecekleri bir merkez bulunmaktadır. Üniversitenin tarım sekreterinin dediğine göre, öğrencilerin “şimdiden otuz ineği, elli domuzu vardır.”

Bunun dışında öğrencilerin ekim yapacakları yüz hektarlık arazi bu kamplara tahsis edilmiştir. Tatillerde ve çalışma saatleri dışında öğrenciler köylülere yardım etmektedirler.

Bu arada belirtmekte fayda var: bu kamplardan biri eskiden bir grandüke aitmiş. Dükün tacıyla bezenmiş, kızıl bayrağın dalgalandığı kulenin tepesinden baktığınızda unutulması mümkün olmayan bir manzarayla karşılaşırsınız. Ayrıca dükün eskiden ziyafet verdiği salonda bugün Koreli ve Ermeni köylülerin oyunlar oynadığına şahit olursunuz.

Üniversite öğrencilerine yemek, kıyafet ve pansiyon ücretsizdir. Ayrıca cep harçlığı olarak her bir öğrenciye altı altın ruble verilmektedir.

Öğrencilere çocuk eğitimi konusunda doğru bir fikir verebilmek adına üniversitede kreş ve anaokulu bulunmakta, buralarda altmış çocuğa bakılmaktadır.

Üniversitenin yıllık masrafı 561.000 altın rubleyi bulmaktadır.

Üniversitede ders gören, altmış iki ayrı millete mensup olan öğrenciler, “Komün” adı verilen bir kurul meydana getirmişlerdir. Bu kurulun başkanı ve görevlileri üç ayda bir öğrencilerce seçilir.

Komün’ün belirlediği bir delege, üniversitenin ekonomik ve idari işlerinde aktif olarak yer alır. Her bir öğrencinin düzenli olarak, sırayla mutfakta, kulüpte ve kütüphanede çalışması zorunludur. Kabahat işleyenler ve kavga edenler, tüm yoldaşların hazır bulunduğu, üyelerini öğrencilerin seçtiği mahkemede yargılanırlar. Gerekli kararları bu mahkeme alır. Komün, uluslararası politik ve ekonomik durumu tartışmak amacıyla haftada bir toplanır. Zaman zaman amatör sanatçıların kendi ülkelerinin sanatını ve kültürünü takdim etme fırsatı buldukları toplantılar ve akşam partileri düzenlenir.

Komünistlerin eskiden alt düzeyde görülen yerli halklara kardeş halk olarak muamele etmekle kalmayıp onları ülkenin politik hayatına dâhil ediyor oluşları, esasen Bolşeviklerin “barbarlık”larına ait bir özelliktir.

Kendi ülkelerinde tebaa veya korunacak kişiler olarak görülen, vergi ödemek dışında başka bir hakkı bulunmayan, seçme-seçilme hakkından mahrum olan, düşüncelerini ifade etme imkânı bulamayan Doğulu öğrenciler, Sovyetler’e temsilci gönderme ve seçimlere katılma hakkına sahiptirler. Sömürgelerde yaşayan ve milliyetini değiştirmeyi düşünen kardeşlerimizin, bugün artık burjuva demokrasisi ile proleter demokrasisi arasında kıyaslama yapıp durmaları, esasen nafile bir uğraştır.

Bu öğrenciler çok çile çekmişler, başkalarının çektikleri çilelere şahitlik etmişlerdir. Hepsi de “yüksek medeniyet”in boyunduruğu altında yaşamış, yabancı kapitalistlerin sömürüsüne ve zulmüne maruz kalmışlardır. Ayrıca bu öğrenciler, bilgiye ve çalışmaya hasrettirler. Coşku, şevk ve ciddiyetle mücadele etme arzusundadırlar. Doğulu öğrenciler, Paris’in Latin Mahallesi’ndeki o havalı caddelerin müdavimlerinden, Paris, Oxford ve Berlin’deki Doğulu öğrencilerden çok farklıdırlar. Bu üniversitenin çatısı altında sömürge halkların geleceğinin şekillendiğini söylersek asla abartmış olmayız.

Suriye’den Kore’ye dek uzanan Yakındoğu ve Uzakdoğu ülkeleri, 15 milyon kilometrekareyi aşan bir yüzölçümüne ve 1,2 milyardan fazla nüfusa sahiptirler. Tüm bu ülkeler, bugün kapitalizmin ve emperyalizmin boyunduruğu altındadırlar.

Her ne kadar sayıca güçlü olsalar da bu ülkelerde yaşayan itaatkâr halklar, bu boyunduruktan kurtulmak için henüz ciddi herhangi bir adım atmamış, uluslararası dayanışmanın değerini anlamamış, mücadele için nasıl birleşeceğini henüz öğrenememiştir. Bu ülkeler arasında henüz tek bir ilişki bile kurulmamış, Avrupa ve Amerika halkları arasındaki ilişkinin bir benzeri buralarda tesis edilememiştir. Doğulu halklar muazzam bir güce sahiptirler, ama henüz bunun farkında değildirler. Sömürge ülkelerin tüm genç, faal ve zeki liderlerini bir araya getiren Doğu Üniversitesi, önemli bir görevi yerine getirmiştir: Bu anlamda Doğu Üniversitesi:

1. kafası ırklararası çatışmalar ve ataerkil geleneklerle karışmış olan geleceğin öncü militanlarına sınıf mücadelesinin ilkelerine öğretmektedir;

2. Batı proletaryasıyla sömürgelerin proleter öncüsü arasında bağ kurmakta, böylelikle uluslararası işçi sınıfının nihai zaferini tek başına güvence altına alacak sıkı ve etkili işbirliği için gerekli yolu açmaktadır;

3. Doğu Üniversitesi, bugüne dek birbirleriyle hiç ilişki kurmamış olan sömürge halklara birleşmeyi öğretmekte, halkların birbirlerini tanımalarını sağlamakta, bunun için de Doğu ülkelerinin ileride gerçekleştireceği, proleter devrimin dayandığı sütundan biri olan birlik için gerekli zemini oluşturmaktadır;

4. Üniversite, sömürgeci ülkelerdeki proleterlere ezilen kardeşleri için neler yapabilecekleri, neler yapmaları gerektiğine dair bir emsal sunmaktadır.

Ho Chi Minh
Imprekor
Sayı: 46, 1924

[Kaynak: Ho Chi Minh On Revolution: Selected Writings, 1920-66, Yayına Hazırlayan ve Takdim Yazısı: Bernard B. Fall, s. 43-46.]

Dipnot:
[*] Birinci Doğu Halkları Kurultayı, Eylül 1920’de Bakû’de düzenlendi. Kurultaya Doğu ülkelerinden gelen yaklaşık 2.000 temsilci katıldı. Kurultay’da oluşturulan Doğu Halkları Propaganda ve Eylem Komitesi yaklaşık bir yıl faaliyette bulundu.

02 Eylül 2019

, , ,

Bağımsızlık Bildirgesi



Beş yıl boyunca Japonların ekonomisini acımasız bir biçimde sömürdüğü Vietnam halkı, II. Dünya Savaşı sayesinde Fransızların sekiz yıllık kontrolüne son verme imkânı buldu. Viet Minh olarak bilinen Vietnam’ın Bağımsızlığı Birliği (Vietnam Doc Lap Dong Minh Hoi) çatısı altında mücadele yürüten Vietnamlı milliyetçiler, hem Japon işgalcilere karşı savaştılar hem de Fransız sömürgecileri mağlup etmeyi bildiler. Ho Chi Minh liderliğinde Viet Minh, kuzeyde yeni yerel hükümetler kurdu, toprakları köylülere dağıttı, kıtlıkla başa çıkabilmek için tahıl ambarları kurdu. 2 Eylül 1945 günü Ho Chi Minh, Hanoi’deki Ba Dinh Meydanı’nda Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilân etti. Konuşmasının başında aktardığı cümle, 1776 tarihli Amerika’nın Bağımsızlık Bildirgesi’nin o ünlü ikinci paragrafından alınmıştır.

* * *

 

“Tüm insanlar eşit yaratılmıştır. Yaradan, insanlara yaşama, özgürlük ve mutluluk arayışı gibi belirli devredilemez haklar bahşetmiştir.”

Bu ölümsüz ifade, 1776 tarihli Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi’nde dile getirilmiştir. En geniş mânâda burada şu kastedilmektedir: Dünya üzerindeki tüm insanlar doğuştan itibaren eşittirler, tüm insanlar, yaşama, mutlu ve özgür olma hakkına sahiptirler.

1791 tarihinde ilân edilen, insanların ve yurttaşların hakları ile ilgili Fransız Devrimi Bildirgesi ise şunu söylemektedir: “Tüm insanlar, özgür ve eşit haklarla birlikte dünyaya gelirler, insanların her daim özgür olması, eşit haklara sahip olması bir zorunluluktur.”

Bunlar, kimsenin inkâr edemeyeceği gerçeklerdir.

Buna karşın seksen yılı aşkın bir süredir eşitlik, özgürlük ve kardeşlik denilen ölçütleri ayaklar altına alan Fransız emperyalistler, anavatanımıza tecavüz etmiş, yurttaşlarımızı zulme maruz bırakmışlardır. Fransız emperyalistler, insanlık ve adalet ilkelerine aykırı davranmışlardır.

Siyaset sahasında onlar, halkımızı her tür demokratik özgürlükten mahrum bırakmıştır.

İnsanlık dışı kanunları halkımıza dayatmış, milli birliğimizi parçalamak, halkımızın birleşmesine mani olmak için ülkenin kuzeyinde, ortasında ve güneyinde üç farklı politik rejim tesis etmişlerdir.

Fransız emperyalistler, okuldan fazla hapishane inşa etmişlerdir. Onlar, yurtseverlerimizi zerre merhamet etmeden katletmiş, ayaklanmalarımızı kan gölünde boğmuşlardır.

Halka ve zihnine pranga vurmakla kalmamış, halkımızı cehaletin karanlığına mahkûm etmişlerdir.

Irkımızı zayıf düşürmek için bizleri afyon ve alkol kullanmaya mecbur etmişlerdir.

Ekonomi sahasında ise Fransız emperyalistler, bizi iliğimize kadar sömürmüş, halkımızı yoksullaştırmış, topraklarımızı mahvetmişlerdir.

Onlar, pirinç tarlalarımızı, madenlerimizi, ormanlarımızı ve hammaddelerimizi bizden çalmış, kâğıt para basımını ve ihracatı tekellerine almışlardır.

Fransız emperyalistler, akıl sır ermeyen bir dizi vergi icat etmiş, halkımızı, bilhassa köylülerimizi yoksulluğa mahkûm etmişlerdir.

Onlar, milli burjuvazimizin gelişimine mani olmuş, işçilerimizi acımasız bir biçimde sömürmüşlerdir.


1940 güzünde Japon faşistler Hintçini topraklarını müttefik kuvvetlere karşı savaşlarında yeni üsler kurmak için işgal ettiklerinde Fransız emperyalistler, Japonlar karşısında diz çökmüş ve bizim ülkemizi onlara teslim etmişlerdir.

O tarihten itibaren halkımız, hem Fransızların hem de Japonların boyunduruğu altındadır. Halkın çilesi ve sefaleti daha da artmıştır. Nihayetinde, geçen yılın sonundan bu yılın başına dek uzanan süreçte Quang Tri şehrinden Kuzey’e dek uzanan sahada iki milyon yurttaşımız açlıktan ölmüştür. 9 Mart günü Fransız askerleri silâhlarını Japonlara teslim etmişlerdir. Fransız sömürgeciler, ya ülkeden kaçmış ya da teslim olmuş, böylelikle beş yıllık zaman zarfında bizleri “koruyamayacaklarını” ispatlamış, ülkeyi iki kez sattıklarını ortaya koymuşlardır.

9 Mart’tan önce birçok kez Vietnam Birliği, Fransızların Japonlara karşı kendisiyle ittifak kurmasını istemiş, bu öneriyi kabul etmek yerine Fransız sömürgeciler, Vietminh üyelerine yönelik terörist faaliyetlerini giderek yoğunlaştırmış, ülkeden kaçmadan önce Yen Bai ve Caobang’da çok sayıda politik tutsağı katletmiştir.

Bu yaşananlara rağmen yurttaşlarımız, her daim Fransızlara hoşgörüyle ve insanca davranmıştır. Mart 1945’te Japonların yaptığı darbeden sonra bile Vietnam Birliği, birçok Fransız’a sınırdan geçme konusunda yardımda bulunmuş, bazılarının Japon hapishanelerinden kaçmalarını sağlamış, Fransızların hayatlarını ve mülklerini korumuştur.

1940 güzünden sonra ülkemiz, esasen bir Fransız sömürgesi olmaktan çıkıp Japon mülkü hâline gelmiştir.

Japonlar, müttefik kuvvetlere teslim olduktan sonra tüm halkımız ayaklanıp milli egemenliğimizi yeniden kazanmış ve Demokratik Vietnam Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Hakikat şu ki biz, bağımsızlığımızı Fransızlardan değil Japonlardan söküp aldık.

Fransızlar kaçtılar, Japonlar teslim oldular, İmparator Bao Dai tahttan çekildi. Halkımız, yaklaşık yüzyıldır bileklerinde duran zincirleri kırmayı bilmiş, vatanını bağımsızlaştırmıştır. Aynı zamanda halkımız, yüzlerce yıldır hükmünü yürütmüş olan kraliyet rejimini de alaşağı etmiştir. Bugün bu rejimin yerine demokratik cumhuriyet kurulmuştur.

Bu sebeple geçici hükümet üyeleri olarak tüm Vietnam halkını temsil eden bizler, bugünden itibaren Fransa ile sömürge olduğumuz dönemden kalma tüm ilişkileri kopartıp attığımızı, Fransa’nın Vietnam adına bugüne dek üstlendiği tüm uluslararası yükümlülükleri yürürlükten kaldırdığımızı ve Fransızların vatanımızda kanunlara aykırı bir biçimde elde ettikleri tüm özel hakları hükümsüz kıldığımızı beyan ediyoruz.

Ortak bir amaçla can bulmuş olan tüm Vietnam halkı, ülkesini yeniden fethetmek için uğraşan Fransız sömürgecilere karşı son nefesine kadar mücadele etmeye kararlıdır.

Tahran ve San Fransisko’da kendi kaderini tayin hakkı ve milletlerin eşitliği ilkelerini kabul etmiş olan müttefik kuvvetlere mensup milletlerin Vietnam’ın bağımsızlığını kabul etmemek gibi bir yönelim içerisine girmeyeceğine kaniyiz.

Sekiz yılı aşkın bir süre tüm cesaretiyle Fransız hâkimiyetine karşı koymuş, son yıllarda müttefik kuvvetlerle yan yana faşistlerle savaşmış bir halk, özgür ve bağımsız olmalıdır.

Bu sebeple Demokratik Vietnam Cumhuriyeti Geçici Hükümeti üyeleri olarak bizler, Vietnam’ın özgür ve bağımsız bir ülke olma hakkının bulunduğunu ve artık gerçekte onun özgür ve bağımsız olduğunu tüm dünyaya resmî olarak beyan ederiz. Vietnam halkı, tüm fiziksel ve zihinsel gücünü seferber edip canını malını bağımsızlığını ve özgürlüğünü korumak için feda etmeye kararlıdır.

Ho Chi Minh
[19 Mayıs 1890 – 2 Eylül 1969]
Kaynak

27 Kasım 2015

, , ,

Genç Ho Chi Minh


Yetmiş yıl önce, 2 Eylül’de, liderliğini Ho Chi Minh’in yaptığı Vietminh Hanoi’de Demokratik Vietnam Cumhuriyeti Bağımsızlık Deklarasyonu’nu yayınladı. O güne dek Ho Batı’nın pek bildiği bir isim değildi, ama altmışlarla birlikte onun ismi, tüm dünyada göstericilerin attığı sloganlarda yankılanmaya başlandı. Ho Chi Minh, Üçüncü Dünya’nın kolektif iradesinin ve Amerikan emperyalizmine kafa tutma becerisinin bir sembolü hâline geldi.

Nguyen-Ai-Quoc olarak bilinen Ho Chi Minh, eğitim imkânından istifade etme imkânı buldu. Kendisinin ifadesiyle, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarını işitmesi üzerine Fransa’yı görmek istedi. Ancak ülkedeki sömürge kanunu, Vietnamlıların ülkeyi terk etmesini yasaklamıştı. Avrupa’ya gitmenin tek yolu, bir gemide iş bulmaktı. Ho, ilkin Londra, ardından da Paris’e gitti.

Görebildiğimiz kadarıyla Nguyen, Fransa’ya varır varmaz ilkin solcu sendikacılarla temas kurdu. Önce Pierre Monatte ve Alfred Rosmer’in çıkarttığı devrimci sendika gazetesi La Vie ouvrière’in [“İşçilerin Hayatı”] bürolarından birinde bulunan Librairie du travail’i [“Emek Kitapçısı”] ziyaret etti. Monatte ve Rosmer, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinden beri tutarlı bir enternasyonalist tutum sergilemiş isimlerdi.

Ho, Fransız Sosyalist Partisi’ne [İşçi Enternasyonali Fransa Seksiyonu –SFIO] katıldı. Örgüt o dönemde, Rus Devrimi sonrasında kurulan Komünist Enternasyonal’e katılıp katılmama konusunda yoğun bir tartışmaya tanık oluyordu.

SFIO, nihai karar için Aralık 1920’de Tours’da toplantı gerçekleştirdi. Kongre, Komintern’e bağlanma ve Fransız Komünist Partisi’ne [FKP] dönüşme kararı aldı. Komintern’deki Rus Bolşeviklerin hâkimiyetine girmeyi istemeyen sosyalist bir azınlık örgütten koptu.

Nguyen, kongredeki konuşmasında vatanının nasıl zulme uğradığından ve sömürüldüğünden, alkol ve afyon ile nasıl “zehirlendiğinden” bahsetti. Ülkede hapishanelerin sayısı okulların sayısından fazlaydı ve basın hürriyeti yoktu. Ho, partinin “tüm sömürgelerde sosyalizm propagandası yapması gerektiği”ni söyledi ve konuşmasının sonunda şu isteğini dile getirdi: “Yoldaşlar, bizi kurtarın!”

Ho’nun hitabı alkışlandı, ama bazı kişilerin de canını sıktı. Konuşması iki kez kesildi. İlkinde Karl Marx’ın torunu Jean Longuet kendi itibarını savunmak adına söze karıştı. Olayla ilgili yorumu şu şekildeydi: “Ben yerlileri savunmak için müdahale etmiştim!” Kısa bir süre sonra ismi bilinmeyen bir delege, Ho’nun konuşmasını kesince Ho “Sessizlik lütfen, sayın parlamenterler!” demek zorunda kaldı.

Nguyen’in sözlerinin özel bir ağırlığı vardı, zira partinin Komintern’e bağlanmasının bir koşulu da komünist partilerin “her bir sömürgedeki kurtuluş hareketini sadece sözle değil eylemle de desteklemelerini, sömürgelerdeki ‘kendi’ emperyalistlerinin hile ve desiselerini ifşa etmelerini, emperyalistlerin bu sömürgelerden kovulmasını istemelerini, kendi ülkelerindeki işçiler arasında sömürgelerdeki ve mazlum milletlerdeki emekçilere gerçek manada kardeşçe bir tutum sergilenmesine ilişkin bir yaklaşımı telkin etmelerini ve sömürge halklarına yönelik her türden zulme karşı kendi ülkelerindeki askerleri arasında sistematik ajitasyon yürütmelerini gerekli kılmakta”ydı.

FKP, yeni politikasını sömürgelerle ilgili çok sayıda konuyla bağlantılı bir dizi yol üzerinden uygulamaya koymaya çalıştı.

1914-1918 arası dönemde Avrupa’daki savaşa sömürgelerden dokuz yüz binin üzerinde insan taşındı. Bu sayının yarısı askerdi. Askerlerinse en az iki yüz elli bini Kuzey Afrika’dandı. Hintçini’nden [Kamboçya, Laos, Singapur, Tayland, Myanmar, Tayland ve Vietnam’ı kapsayan bölge -çn] gelenlerin sayısı binleri buluyordu. FKP, Fransa’da yaşayan, sömürgelerden gelen insanlar için bir örgüt kurdu. Union inter-coloniale (“UIC Sömürgelerarası Birlik”) isimli bu örgüt, Nisan 1922’de Le Paria isimli bir gazete çıkartmaya başladı. Gazetenin yayın yönetmeni Nguyen-Ai-Quoc’tu.

Le Paria düzensiz yayınlanan bir gazeteydi. Parasal desteği yetersiz, dağıtımı epey düşük düzeydeydi. Ancak buna rağmen gazete, küçük fakat anti-emperyalist mücadeleye kendisini adamış bir grubu örgütlemeyi başardı. Bu isimler arasında Nguyen-Ai-Quoc’un yanında, 1924’te partinin seçimlerde aday gösterdiği Cezayirli Abdulkadir Haceli de vardı.

Abdulkadir, süreç içerisinde Hacı Ahmed Messali isminde bir fabrika işçisini örgütledi. İkili, birlikte Cezayir’in bağımsızlığını talep eden ilk örgüt olan Étoile Nord-Africaine’ı [“Kuzey Afrika Yıldızı”] kurdu. Ellilerde bu örgütün bağrından FLN [Ulusal Kurtuluş Cephesi] çıktı.

Le Paria [“Parya”] İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yirmi yıl içerisinde Fransız siyasetine hükmeden iki büyük ulusal kurtuluş savaşının tohumlarını ekti. 1922-1926 arası dönemde otuz altı sayı çıkan gazete, genelde tek bir büyük yaprak olarak basılıyordu. Gazetenin üst kısmında yer alan isminin solunda Arapça, sağında da Çince hâli bulunuyordu.

Gazetenin esas olarak üzerinde durduğu husus, Fransa’nın sömürgelere dayanan imparatorluğundaki durumdu. Nguyen-Ai-Quoc’un tespitiyle, sömürge idaresinde “sadist memurların inanılması güç zulmü”ne tanık olunmaktaydı. Yazar yazılarında, Fransa’nın sömürge pratiğindeki barbarlığın karşısına cumhuriyetçi siyasete ait geleneksel tasviri çıkartıyordu.

Ho, Fransız Devrimi’nden beri Cumhuriyet’in kişileşmiş hâli olarak görülen Marianne figürünü anımsattı ve şunları söyledi:

“O kibar kadın imajıyla sunulan, özgürlük, adalet vb. gibi muhtelif formlarda sembolize edilen medeniyet, hanımefendilere karşı nazik olmayı savunan erkeklerce düzenlenmiş. Oysa bu medeniyet, o kadına en aşağılayıcı tarzda muamele ediyor, ar namus bilmeksizin onun davranışlarına, mütevazılığına ve tüm hayatına saldırıyor.”

Yazılarda diğer önemli bir konu da politik özgürlükler mücadelesi, bilhassa basın hürriyetiydi. Bu bağlamda, Le Paria’ya yazılar gönderilmesine mani olan posta hizmetlerine karşı bir eylem gerçekleştirildi. Gazete bir dizi kampanya başlattı. Bunlardan birisi de Vietnam’daki Nguyen Hanedanlığı imparatoru Khai Dinh’in protesto edilmesiydi.

Le Paria, sadece sömürgelerde bağımsızlık talebini dile getirmekle yetindi. Gazetenin esas olarak talep ettiği husus, sömürgelerdeki baskıların ve zulmün son bulması ve sömürgelerdeki halkların Fransız yurttaşları ile eşit haklara sahip olmasıydı.

Bu amaç doğrultusunda gazete, Hintçini ile Avrupa’daki emekçi sınıfların birliğini talep etti. Mayıs 1922’de FKP’nin günlük yayın organı L’Humanité için kaleme aldığı yazıda Nguyen-Ai-Quoc, Fransa’daki ve sömürgelerdeki işçiler arasında varolan cehaletin ve önyargıların derinliğine işaret etti.

Lenin’in merkez ülkelerdeki işçilerin sömürge uluslardaki mücadelelere yardım etmesi gerektiğine dair sözlerini alıntıladıktan sonra Ho Chi Minh şunları söyledi: “Maalesef ortalıkta hâlâ sömürgeyi güneşin battığı, her yanın kumla dolu olduğu bir ülke zanneden çok sayıda militan mevcut. Bunlara göre, sömürgelerde birkaç yeşil hindistancevizi ağacı ve birkaç beyaz olmayan insan var, hepsi bu.”

Ho Chi Minh’e göre, sömürgelerdeki birçok insan da Bolşevizm fikrini reddetmekte ya da kendilerini sadece milliyetçilikle tanımlıyordu. Eğitim konusunda bu insanların komünizmin ne anlama geldiğini anlamaları gerekiyordu ama bu insanlar komünizmin kurulduğu noktada nelerle karşılaşacakları ile pek ilgilenmiyorlardı: “Bunlar, tıpkı şu masaldaki köpek gibi, tasmalarını takıp kemiklerini dişlemekle yetiniyorlar.”

Ho buradan şu tespiti yaptı:

“İki ayrı proletaryanın bu ortak cehaletinden söz konusu önyargılar doğmaktadır. Fransız işçiye göre yerli aşağılık bir varlıktır, önemsizdir, anlama becerisinden yoksundur, hatta eyleme geçmeyi bile becerememektedir. Yerliye göre ise kim olursa olsun, Fransız, aşağılık bir sömürücüdür. Emperyalizm ve kapitalizm karşılıklı güvensizlikten istifade etmekte, propagandayı karalamak için suni ırka dayalı hiyerarşiden faydalanmakta ve birleşmeleri gereken güçleri bölmektedir.”

Ardından şu sonuca ulaştı:

“Söz konusu güçlükler karşısında parti ne yapmalı? Bu güçlükleri aşmak için propagandayı yoğunlaştırmalıdır.”

Bu tespitler üzerinden, Le Paria Fransa’daki ve sömürgelerdeki işçilerin birleştirilmesi talebinde bulundu. Ağustos 1922’de kaleme alınan “Sömürge Halklarına Çağrı”da şunlar söylendi:

“Kapitalizm ve emperyalizm karşısında hepimizin çıkarları birdir; Karl Marx’ın ifadesini hatırlayalım: Tüm ülkelerin işçileri, birleşin.”

Gazetenin bir sonraki sayısında Max Clainville-Bloncourt şunları söylüyordu:

“Sömürgelerdeki kardeşlerimiz, Avrupa’da politik iktidarın emekçi kitlelerce fethedilmesi dışında kurtuluşun mümkün olmadığını anlamak zorundasınız.”

Bu mesaj, tüm sömürgelere ulaştı. İlk baskı bin adetti. Sonra bu sayı üç bine çıkartıldı. Gazetelerin önemli bir kısmı sömürgelere gönderildi; iki bin nüshanın beş yüzü Fransa’da kalırken, Madagaskar’a beş yüz, Benin’e dört yüz, Mağrib’e iki yüz, Okyanusya’ya yüz, Hintçini’ne ise iki yüz adet ulaştırıldı.

Dağıtım gizli yapıldığından ve nüshalar sıklıkla devletin eline geçtiğinden, gazetenin pratikte ne kadar yaygın dağıtıldığı bilinmiyor. Ancak Le Paria’nın mücadeleye coşkuyla bağlı bir ekibin oluşumuna katkı yaptığı açık. Bu ekip, FKP üyeleri arasındaki yaygın ilgisizliğe rağmen, gazetenin faaliyetlerini sürdürdü.

Le Paria, Eylül 1925’te yayınına ara verdi, son sayısı da Nisan 1926’da çıktı. Parti içerisindeki sömürge halklarına mensup küçük grupla bürokratik aygıt arasındaki çatışma yoğunlaştı. Gazete çalışmasına katılan ekip dağıtıldı. Nguyen-Ai-Quoc/Ho Chi Minh, 1923’te Moskova’ya gitti, hâkim Stalinist, resmi çizgiyi benimsedi.

Enternasyonalizm Faaliyetlerindeki Azalma

Le Paria, etrafında toplaşan küçük öncü birliği besleyen proleter enternasyonalizm ruhu Ho Chi Minh ile birlikte kayboldu, Fransız solunun emperyalizmle kurduğu eşitsiz ilişki galebe çaldı.

Bunun en net biçimde görüldüğü yer, Güneybatı Asya’dır. Ekim 1887’de Çin-Fransa Savaşı sonrası Fransız Hintçini kuruldu. Sömürgeleştirme sürecinin mimarlarından birisi de 1885’e dek başbakanlık yapan Jules Ferry’ydi. Bariz biçimde ırkçı olan Ferry, 1885’te Ulusal Meclis’te şunları söyleyen kişiydi:

“Üstün ırkların aşağı ırkları medenileştirmek gibi bir görevi bulunduğunu açık yüreklilikle ifade etmemiz gerekmektedir.”

Ferry’nin en önemli başarısı, Fransa’da ücretsiz, zorunlu ve seküler bir eğitimi tesis etmesiydi. Bu mirasa genelde sol sahip çıksa da esasında Ferry’nin bu girişimi emperyalist arzuların bir parçasıydı. Eğer Fransa büyük bir emperyalist güç olacaksa, büyük bölümü köylülerden oluşacak bir orduya ve ulusal kimlikle ilgili güçlü bir hissiyata ihtiyaç duyacaktı.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Hintçini, 1940’ta Japonya ile anlaşma imzalamış olan, Almanya yanlısı Vichy rejiminin kontrol ettiği Fransız sömürge idaresince yönetiliyordu. 1945’te Japonya bu toprakları işgal etti. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalardan sonra Japonya hemen teslim oldu. Bu, Müttefik Kuvvetler’i şaşırtan bir gelişmeydi; onlar, savaşın 1946’ya dek sürmesini bekliyorlardı.

Esasında Vietnam’ı ilk işgal eden Fransa değil, Britanya’ydı. O dönemde Britanya’da İşçi Partisi iktidardı. Temmuz 1945’teki Potsdam Konferansı’nda Çin güçlerinin Hintçini’nin kuzey kısmını, Britanya birliklerinin de güneyi kısmını işgal etmesi öngörülüyordu.

Dört yıl süren işgal sürecinden kurtulmaya çalışan Fransa, silâhlı kuvvetlerini yeniden organize etmek için zamana muhtaçtı. Fransız birlikleri, Ekim ayında Hintçini’ni (gemilerle) terk etmeye başladı. Britanya kuvvetleri ise kısa süre önce mağlup edilen Japon birliklerini kullanarak, Fransa’nın sömürgesini geri elde etmesini güvence altına almak için müdahale etti.

1945’teki geçici hükümetin başındaki isim olan Charles de Gaulle, Dördüncü Cumhuriyet’in kurulduğunu ilân ettiği konuşmasında, savaş sonrası oluşan ivmeden şu şekilde bahsediyordu:

“Limanlarımız yeniden açılıyor. Tarlalarımız sürülüyor. Tüm enkaz kaldırılıyor. Ülkeyi terk etmiş olan insanların neredeyse tamamı geri döndü. İmparatorluğumuzu geri kazanıyoruz. Ren Nehri boyunca yeniden kuruyoruz ülkemizi. Dünyada kaybettiğimiz yerleri geri alıyoruz.”

Hükümette hâkim olan solcu partiler, komünistler, sosyalistler ve Hristiyan demokratlar, Gaulle’ün emperyalizmle ilgili teşvik edici sözlerine dair bir muhalefet içerisinde görünmemektedirler. Esasında 1947’de savaş tüm yönleriyle patlak verene dek komünist bakanlar kabinedeki disipline saygı gösterir ve savaş kredileri lehine oy kullanırdı (kimi zaman komünistler bu konularla ilgili oylamalarda muhalefetlerini çekimser kalarak göstermişlerdi.)

1946’da Fransa’yı ziyaret eden bir Hintçini delegesi, komünist parti lideri Maurice Thorez’le yaptığı toplantıya ilişkin şunları söylüyor:

“Thorez partisinin Hintçini’nde Fransız mevzilerinin sökülüp atılması konusunda kullanılacak potansiyel güç olmak gibi bir niyeti bulunmadığını ve Fransız Birliği’nin tüm burçlarında Fransız bayrağının dalgalandığını görme hususunda çok istekli olduğunu söyledi.”

İmparatorluğun korunması konusunda hevesli olan diğer bir parti de Sosyalist Parti’ydi. Savaş gazisi olan lideri Léon Blum, Vietnam’ın “Fransız Birliği içinde özgür bir devlet” olarak tanınması formülünü destekliyor, ama bu desteği emperyalizmle ilgili retoriğe benzer bir söylemle gerekçelendiriyordu:

“Hintçini’ni korumanın tek bir yolu var, o da medeniyetimize ait prestiji, politik ve manevi nüfuzumuzu sürdürmek, ayrıca meşru maddî çıkarlarımızı korumak ve bunları da bağımsızlık temelinde imza edilmiş samimi bir anlaşma temelinde yapmaktır.”

1946’da Hintçini Savaşı patlak verdiğinde başbakan Blum’du. Savaşın kısmî nedeni, onun Fransa’daki askerî liderliğin savaşı kaçınılmaz görmesine karşı çıkamamış olmasıydı.

Hintçini’nin yeniden sömürgeleştirilmesine sadece küçük birkaç solcu akım karşı çıktı. 22 Aralık 1945’te bağımsız solcu gazete Franc-Tireur [“Keskin Nişancı”] Fransa’nın dış politikasına saldıran bir yazı yayımladı. Yazıda Nazilerin Fransa’yı işgal ettiği dönemde gerçekleştirdikleri en kötü mezalimlerden biri olan Oradour Katliamı ile Hintçini’ndeki Fransızların yaptıklarını kıyaslayan, bir Fransız askerine ait mektuba yer veriliyordu.

Fransız İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasına karşı çıkma konusunda Fransız solunun gösterdiği başarısızlık bir dizi etkenin sonucuydu. Bu etkenlerden biri de Komünist Parti’nin Rusya’ya sadakatiydi. Parti, o dönemde Batı emperyalizmine karşı çıkarak bindiği dalı kesmek istemiyordu.

Ama asıl etken, Fransa’daki politik düşünceyi, bilhassa solu hükmü altında tutan cumhuriyetçi gelenekti. Bu fikriyat üzerinden Fransa’nın ilerici bir rol oynadığına hükmediliyor, onun nispeten daha cahil bölgelere aydınlanma ve medeniyet götürdüğüne inanılıyor, ülkenin “medenileştirme misyonu”nu ifa ettiği söyleniyordu.

Genel kanaate göre, sömürge dünyasında yaşayanlar, Fransız Cumhuriyeti’nin birer yurttaşı olmaktan başka bir şey olmayı isteyemezlerdi, hatta istememelilerdi. Aynı yaklaşımı, Hindistan’ın bağımsızlığını kabul eden, savaş sonrası dönem kurulan İşçi Partisi hükümetinin nispeten daha pragmatik yaklaşımı ile kıyaslamak ilginç çıkarımlara yol açabilir; Fransa ise uzun soluklu ve şiddetli bağımsızlık mücadeleleri üzerinden sökülüp atılana dek Hintçini’ne ve Cezayir’e pençelerini geçirmeyi sürdürdü.

Hikâyenin geri kalan kısmı herkesin malumu. Fransa, 1954’teki Dien Bien Phu Savaşı’nda yaşadığı son mağlubiyete dek Hintçini’ni elinde tutmak için savaştı. Vietnam bölündü, Amerikalıların ülkeye müdahalesi ve Güney Vietnam’a arka çıkması başka bir savaşa yol açtı. Otuz yılın ve iki milyon civarında insanın ölümünün ardından 1975’te Vietnam bağımsızlığına ulaştı.

Her şey daha farklı olabilir miydi? Bu tarz spekülasyonlarda bulunmak her daim güç bir iştir, ancak eğer Fransız solu, 1945’te yirmilerin başında genç Ho Chi Minh’in uğruna mücadele ettiği gerçek enternasyonalist ilkelere sadık kalmış olsaydı, tarih nispeten daha az trajik, daha az acı yüklü bir seyre sahip olabilirdi.

Ian Birchall
30 Eylül 2015
Kaynak

23 Mayıs 2015

, ,

Türkiye'de İşçi Hareketi

Hayranlığı hak edecek bir cüret ve ruh ile Türkler, o iğrenç Sevr Anlaşması’nı paramparça edip bağımsızlığını yeniden elde ettiler. Türkler, emperyalizmin fesadını mağlup edip sultanların tahtını devirdiler. Yorgun, dağınık, ayaklar altında ezilen milleti birleşik ve güçlü bir cumhuriyete dönüştürdüler. Artık kendi devrimine sahipler. Ama tıpkı diğer tüm burjuva devrimleri gibi Türk devrimi de sadece tek bir sınıfa, zengin sınıfa yarar sağladı.

Milli bağımsızlık mücadelesine muazzam bir katkı sunmuş olan Türk proletaryası, bugün başka bir mücadeleyi, sınıf mücadelesini benimsemeye mecburdur.

Bu mücadelede Türk işçi sınıfı birçok engelle karşılaşmaktadır. Türkiye’de Batı’da varolana benzer sendikalar bulunmamaktadır. Orada sadece dernekler ya da arkadaş gruplarına dayalı, aynı kasabada aynı işi yapan işçi çevreleri mevcuttur. Aynı kasabada yaşayan farklı iş kollarına mensup işçiler ya da farklı kasabalarda yaşayıp aynı iş kollarında çalışan işçiler arasında herhangi bir bağ mevcut değildir. Bu da etkili bir ortak eyleme mani olmaktadır.

Bu durumdan bağımsız olarak, yeni sona eren yıl içerisinde işçilerin yol açtığı birçok huzursuzluğa tanık olunmuştur. Konstantinopol, Haliç, Aydın gibi birçok yerde bir dizi grev gerçekleştirilmiştir. Matbaacılar, demiryolu işçileri, gemi işçileri ve bira fabrikalarında çalışan işçiler greve gitmişlerdir. On bin işçi harekete katılmıştır. Bu deneyimi müteakip Türk işçiler, örgütün ve disiplinin zafer kazanmak için gerekli olduğunu anlamışlardır.

Konstantinopol Kongresi Birlik Kuruyor

Son günlerde Konstantinopol’de [İstanbul’da] İşçi Kongresi toplandı. Kongrede iki yüz elli delege vardı. Bu delegeler 19.000 Konstantinopol işçisini, 15.000 Zonguldak kömür madeni işçisini ve [Balıkesir’in Balya İlçesindeki, 1908’de ilk işçi grevine tanık olan] Balya-Karaaydın’daki kurşun madeninden 10.000 işçiyi temsil ediyordu.

Kongrede mevcut 34 derneğin birlik ya da federasyon çatısı altında birleştirilmesine karar verildi. Bu cüretkâr karar, birliği tanımayı reddeden hükümetin gözünü korkuttu. Burada şu hususu not etmek gerek: Hükümetin işçilere yönelik tavrı, savaşın sona ermesinden beri önemli ölçüde değişti. Hükümet, yabancıların ülkeden kovulması meselesi söz konusu olduğunda işçilerin yanındaydı ama işçilerin örgütlenmesi bir mesele hâlini alınca o, tüm diğer kapitalist hükümetler gibi, gerici olduğunu gösterdi. Dolayısıyla hükümetin işçilerin birliğine karşı çıkışı kimseyi şaşırtmıyor. Ayrıca herkes Lozan vak’asından beri Türk kapitalizminin yabancı sermaye ile flört ettiğini, Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi noktasında herhangi bir başarı kazanmaksızın binlerce fukara Rum’un ve Türk’ün ölümüne sebep olan bu yabancı sermayenin bugün Hilâl Ülkesi’ne barışçıl yollardan nüfuz ettiğini biliyor. Hükümetin birliği tanımayı reddetmesi, beşte üçü Fransız olan, ülkedeki yabancı sermayeye atılmış zarif bir gülücükten farksız.

Ama Türk proletaryası ilk adımını attı artık. Bu yola devam edecektir.

Ho Chi Minh
l'Humanité
1 Ocak 1924
Kaynak

02 Eylül 2014

, , ,

Beni Leninizme Götüren Yol

Birinci Dünya Savaşı sonrası Paris’te geçimimi kâh fotoğrafçı kâh “eski Çin eserleri”nin resimlerini çizen bir ressam olarak sağlıyordum (Fransa’da geçinmek gerçekten çok zor işti!). Bir yandan da Vietnam’da Fransız sömürgecilerin işlediği suçları mahkûm eden bildiriler dağıtıyordum.

O dönemde Ekim Devrimi’ni, o da sezgisel düzeyde, destekleyen, devrimin tüm tarihsel önemini henüz kavrayamayan bir isimdim. Lenin’e âşık ve hayrandım, çünkü o, yurttaşlarını kurtaran büyük bir yurtseverdi; oysa o güne dek tek bir kitabını bile okumamıştım.

Fransız Sosyalist Partisi’ne katılmamın nedeni, o günlerde benim “yoldaşlarım” dediğim söz konusu “bay ve bayanlar”ın bana ve mazlum halkların mücadelesine karşı gösterdikleri sempatiydi. Oysa ben, ne partinin, ne sendikanın ne de sosyalizmin veya komünizmin ne olduğunu kavrayacak düzeydeydim.

Sosyalist Parti şubelerinde partinin İkinci Enternasyonal’de kalıp kalmaması, Enternasyonal benzeri yarı enternasyonal bir yapının kurulup kurulmaması ve Sosyalist Parti’nin Lenin’in Üçüncü Enternasyonal’ine katılıp katılmaması üzerine ateşli tartışmalar yaşanırdı. Haftada iki ya da üç kez düzenlenen bu toplantılara düzenli olarak katılır, tartışmaları dikkatle dinlerdim. İlk başta olan biteni tüm yönleriyle anlayamıyordum. Devrimi İkinci Enternasyonal’in mi, yarı enternasyonalin mi yoksa Üçüncü Enternasyonal’in mi yapacağını bilmiyordum. Bu meseleyi tartışmanın faydası neydi, anlamıyordum. Örneğin Birinci Enternasyonal’in başına ne gelmişti, gerçekten habersizdim.

En çok bilmek istediğim şey ki bu husus toplantılarda pek tartışılmazdı, hangi enternasyonalin sömürge ülkelerdeki halkların safında olduğu idi.

En önemli soru olarak gördüğüm bu soruyu bir gün bir toplantıda sordum. Bazı yoldaşlar şu cevabı verdiler: “İkinci değil, Üçüncü Enternasyonal’dir.” Sonra bu yoldaşlar, bana okumam için Lenin’in l’Humanite tarafından basılan Millet ve Sömürge Meseleleri Üzerine Tezler çalışmasını verdiler.

Bu tezde anlaması güç kimi politik terimler vardı. Ama tekrar tekrar okumak suretiyle, kitabın ana bölümünü nihayet kavradım. İçime nasıl bir duygu, coşku, açık bir basiret ve güven doldu, bilemezsiniz! Aldığım keyiften gözlerim doldu. Odamda tek başıma otururken, birden geniş kalabalıklara hitap eder gibi, yüksek sesle bağırmaya başladım: “Sevgili şehidler, yurttaşlarım! İşte ihtiyacımız olan bu, budur kurtuluşumuzun yolu!”

Sonrasında Lenin ve Üçüncü Enternasyonal’e tam bir güven duymaya başladım.

Öncesinde Parti şubesindeki toplantılar esnasında ben sadece tartışmaları dinleyen birisiydim. Her şeyin mantıklı olduğuna, hiçbir görüşü doğru ya da yanlış olarak ayrıştıramayacağımıza dair muğlâk bir inanca sahiptim. Ama o kitabı okuduktan sonra, tartışmaların içine dalıyor, hararetli bir biçimde tartışıyordum. Hâlâ tüm düşüncelerimi ifade edecek yeterlikte Fransızca kelime bilmememe karşın, Lenin’e ve Üçüncü Enternasyonal’e saldıran tüm ithamları büyük bir gayretle yerle bir ediyordum. Öne sürdüğüm tek argümanımsa şuydu: “Eğer sömürgeciliği mahkûm etmiyor, sömürge halkının safında olmuyorsanız, siz ne menem bir devrimin peşindesiniz?”

Sadece üyesi olduğum parti şubesinin toplantılarına değil, diğer parti şubelerinin toplantılarına da gidiyor, oralarda da “kendi konum”umu ortaya koyuyordum. Ama bu noktada yoldaşlarım Marcel Cachin, Vaillant Couturier, Monmousseau ve diğer isimlerin de bilgi birikimimi derinleştirmemde bana çokça yardım ettiklerini belirtmeliyim. Nihayetinde Tours Kongresi’nde, onlarla birlikte Üçüncü Enternasyonal’e katılma kararı yönünde oy kullandım.

Lenin’e ve Üçüncü Enternasyonal’e güven duymamı sağlayan, komünizm değil, yurtseverlikti. Mücadele boyunca adım adım ilerleyip pratik faaliyetlere katılarak, buna paralel, Marksizm-Leninizmi öğrenerek, zaman içerisinde ben, tüm dünya genelinde mazlum milletleri ve emekçi halkı kölelikten ancak sosyalizmin ve komünizmin kurtarabileceği gerçeğini idrak ettim.

Hem bizim ülkemizde hem de Çin’de “Bilgenin Kitabı” isimli efsanevî ve mucizevî bir kitap vardır. Zorluklarla yüzleşildiğinde kitap açılıp o zorluklardan çıkış yolu bulunur. İşte Leninizm, biz Vietnamlı devrimciler ve Vietnam halkı için sadece mucizevî bir kitap değil, ayrıca bir pusuladır da: o, nihai zafere, sosyalizme ve komünizme giden yolu aydınlatan parlak bir güneştir.

Ho Chi Minh
Nisan 1960
Kaynak

16 Ocak 2010

, ,

Marksizm ve Asya


Mao Zedong, Ho Chi Minh ve Marksizmin “Evrenselliği”

Asya’da marksistler, birbirinden farklı toplumsal bağlamlara sahip olan kıtada, devrim ve sosyalist inşa sorunlarına marksizmi tatbik ederken bir dizi teorik ve pratik güçlükle karşılaştılar. Bu toplumsal bağlamlar, on dokuzuncu yüzyıl ortalarından sonlarına kadar Marx tarafından analiz edilen Avrupa bağlamından farklıydılar. İlk bakışta Marx’ın fikirlerinin yirminci yüzyılın ilk yarısında Asya’da faaliyet yürüten devrimcilerle hiçbir ilişkisi yokmuş gibi görünüyordu.
Marksizmin, Avrupa dâhil dünyanın diğer bölgelerine nazaran, Asya’da daha büyük bir politik nüfuza sahip olması, marksist geleneğin kendi tarihinde karşılaştığı tuhaflıklardan biridir. Rusya, Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Kamboçya ve Laos gibi Asya ülkelerinde marksizme bağlı olduğunu ilân etmiş kimi politik partiler, başarılı devrimler yaptılar ya da millî kurtuluş mücadeleleri ardından, hükümet oluşturabildiler. Asya’nın diğer bölgelerinde, Endonezya, Malezya, Japonya, Hindistan ve Filipinler’de marksist partiler ve hareketler, hükümet kurmamış olsalar da ülkelerindeki politik ve entelektüel tarihe ciddî etkilerde bulunabildiler. Özetle, marksizmin Asya’daki nüfuzu ve etkisi muazzam sonuçlar doğurmuştur.
Dolayısıyla, ömrünün tamamını on dokuzuncu yüzyılda geçirmiş bir Alman aydınının fikirlerinin Asya’daki milyonlarca insanı nasıl etkileyip harekete geçirebildiğini anlamadan, bölgenin tarihini kavramak imkânsızdır. Gelgelelim, Asyalı marksistlerin politikaları ile Marx’ın fikirleri arasındaki bu bağlantıyı anlamak kolay bir iş de değil. Böylesi bir çaba, Asyalı marksistlerin Marx’ın ciltler dolusu, konu ile ilgili pek de tutarlılık arz etmeyen yazılarından toplumsal analiz ve devrimci stratejiler çıkartmayı nasıl başardıkları hususunda belli bir kanaate muhtaç. Ayrıca bu çaba, birçok Asyalı marksistin Marx’ın içinde yaşadığı tarihsel dönemi ve toplumsal bağlamı aşan fikirlerini evrensel geçerliliği haiz bir hakikî öz olarak kabul etmelerine ilişkin bir değerlendirmeyi de gerektiriyor.
Marx’ın fikriyatındaki bu evrensel unsur nedir ve Çinli Mao ile Vietnamlı Ho Chi Minh gibi Asya’da önde gelen marksistler, kendi ülkelerindeki devrimi ve toplumsal inşayı ilerletirken bu unsuru nasıl kullandılar?
Karl Marx [1818–83], özünde Avrupalı olan, önemli ölçüde Avrupa’nın tarihsel bağlamı içinde yaşayan, ancak bir yandan da Antik Elen’e dek uzanan Avrupalı entelektüel ve felsefî geleneği ile koyun koyuna yaşayan bir isim. Nadiren görülen kimi çelişik tespitlere rağmen (Avineri, 1968: s. 151-2), Marx’ın Georg Hegel, Adam Smith ve David Ricardo gibi ilk dönem Avrupalı düşünürlere yönelik eleştirileri ile kapitalizm analizi, evrensel geçerliliği haiz bir tarih ve toplumsal değişim teorisi üretmiştir (Marx, 1971: s. 20-2). Başka bir ifade ile onun teorisi, sadece Avrupa’daki değil, tüm toplumların tarihsel gelişimine ait yasaları açığa çıkarmış, ancak bu noktada özgül kimi tarihsel özellikler dikkate alınmamıştır.
Marx’ın tarih teorisini evrensel kılan, Çin, Vietnam ve Endonezya gibi ülkedeki devrimciler tarafından kabul görülmesini sağlayan nedir? Sorunun cevabı, Marx’ın tarih yönteminde ve kapitalizm eleştirisinde saklı. 
Marx’ın tarih yöntemi, yani “materyalist tarih anlayışı”, toplumu biçimlendiren üretimin önceliği üzerinde durur. Üretim, Marx’a göre, sadece üretim teknolojisini (emek araçlarını) değil, ayrıca sınıflar arası ilişkiyi ve mücadeleyi de içerir. Bu materyalist perspektif, Avrupa kadar diğer tüm bölgelere eş ölçüde uygulanabilir niteliktedir. Aynı şekilde, Marx’ın kapitalizm eleştirisi, kapitalist sistemin küresel hâkimiyetine ilişkin kimi cihanşümul tespitler ihtiva eder. Sosyalist gelecek anlayışı, işçi sınıfı sömürüsüne cevaben giderek büyüyen kapitalist ile işçi arasındaki sınıfsal gerilimlerle yüklü kapitalizmin kaçınılmaz olarak ortadan kalkması için yolu açacak olan kapitalist sanayileşmenin dünya genelindeki gelişimi üzerinde yükselir. Dolayısıyla Marx’ın tarih teorisi, güvenilir bir devrim teorisi önerir; bu teori, bir ekonomik sistem olarak kapitalizmin uluslararası potansiyelini ve kapitalizm koşullarında en aşırı biçimi ile zuhur eden sınıflar mücadelesinin evrensel bir olgu olduğunu tespit eder.
Asyalı marksistler için çekici gelen, sanayileşme ve sınıflar mücadelesi gibi kavramlar ile sosyalizmle ilişkili fikirlerdir. Artık gerekli olan tek şey, yirminci yüzyılın başlarında önemli bir bölümü henüz feodal aşamada olan ve çok az modern sanayiye sahip Asya için geçerli kılmak adına Marx’ın fikirlerini geliştirmektir. Dahası, birçok Asya ülkesi sömürge idaresi altındadır (Vietnam, Kamboçya, Laos, Endonezya, Filipinler, Malaya, Hindistan, Burma) ya da sömürge güçlerinin müdahalesi yüzünden çile çekmektedir (Çin ve Tayland). 1917 Rus Devrimi’nin marksist lideri Lenin, Asyalı devrimciler için gerekli teorik katkıyı sunar. Lenin, sömürge karşıtı devrimlere dünya devriminde önemli rol biçen emperyalizm teorisini geliştirir. Rus lider, Avrupa’daki kapitalizmin genişlemeye mecbur olan bir aşamaya geldiğini, onun yeni ucuz emek ve hammadde kaynaklarına, ayrıca yeni yatırım alanları ile pazarlara muhtaç olduğunu tespit eder. Bu ihtiyacın giderilmesi, ancak Avrupalı milletlerin yeni sömürgeler elde etmesine bağlıdır. Sömürge temini için verilen mücadele, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kapitalist genişleme sürecinin bir parçası olarak cereyan eder. Lenin’in kanaatine göre, Avrupa emperyalizminin genişlemesi ve ekonomik başarısı, Marx’ın öngörüsünün aksine, Avrupa’daki sanayi işçilerinin neden devrim için ayaklanmadığının en önemli gerekçesidir. Sömürgelerden sağlanan kârlarla Avrupa kapitalizmi, kendi işçi sınıfını “satın alma”yı başarmış, onun hayat standartlarını geliştirmiş ve böylelikle sınıfın sahip olduğu sosyalist devrim potansiyelini etkisizleştirmiştir (Lenin, 1969; Knight, 1985).
Lenin’e göre, eğer emperyalizm uluslararası bir ekonomik sistemse, sömürgelerden Avrupa’ya doğru kâr akışını kıran ya da durduran ve böylelikle devrim olasılığını artıran sömürgelerdeki her türden devrimci ayaklanma, uluslararası anti-emperyalist mücadelenin bir parçasıdır.
Sömürgelerdeki marksist-leninistlerin görevi, milliyetçi hareketi sosyalist yöne çekmek, eğer mümkünse, ilgili hareketin liderliğini ele geçirmektir. (Lenin, 1967; Carrèrre d’Encausse ve Schram, 1969: s. 149-86; Pantsov, 2000).
Ho Chi Minh ve Mao Zedong gibi devrimcileri etkileyen, işte bu olabildiğine güçlü anti-emperyalist temadır, zira Lenin’in fikirleri, sadece toplumsal devrime değil, millî devrime de uygundur. Milliyetçilikle toplumsal devrimin bu bileşimi, marksizmin Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl ortalarında analiz ettiği sanayileşmiş Avrupa bağlamından oldukça farklı olan sömürge ve yarı-sömürge gerçekliğine uygun hâle gelmesini sağlar. Dar ve yerelleşmiş birer milliyetçi mücadele olmaktan uzaklaşan sömürge karşıtı devrimler, artık Lenin’in analizi üzerinden dünya devriminin bileşenleri olarak algılanma imkânı bulurlar. Emperyalizme karşı uluslararası hareketin bir parçası olma fikri, sömürgelerdeki birçok radikal milliyetçi liderin ideolojik olarak ikna olmasını ve kendilerini marksist olarak tanımlamalarını sağlar. (Lenin, 1969; Knight, 1985).
Marx’ın ve Lenin’in Asyalı devrimcilere cazip gelen fikirleri, Avrupa kapitalizminin ve Avrupa emperyalizminin uluslararası sistemine dönük eleştiri üzerinden biçimlenir. Diğer yandan Marx’ın “Asyatik üretim tarzı” ve bu tarzın dünya tarihinin gelişimindeki konumuna ilişkin yazıları Asyalı marksistlerce büyük ölçüde göz ardı edilir (Marx, 1964). Bunun iki nedeni vardır: ilk neden, Marx’ın analizinin “Asyatik” toplumları durağan olarak betimliyormuş ve onların değişim için gerekli her türden içsel mekanizmadan mahrumlarmış gibi görünmesidir. Bu yaklaşıma göre, değişim için dışsal bir güce, örneğin Avrupa emperyalizmine ihtiyaç vardır, böylelikle “Asyatik” toplumlar tarihsel tekdüzelikten kurtulacak ve dünya tarihinin ana akımına duhul edeceklerdir. Emperyalizm, bu bakış açısına göre, Asyalı toplumlarda olumlu bir rol oynayacaktır. Ancak bu yaklaşım, emperyalist güçlerin sömürücü ve zalim tavırlarından nefret eden Asyalı devrimcilerce hiç hoş karşılanmaz.
Marx’ın sözkonusu yazılarının göz ardı edilmesinin diğer nedeni ise Stalin’in yirmilerin sonunda Sovyetler’de iktidara geldikten sonra “Asyatik üretim tarzı”nın ortodoks marksizmin tarihsel şemasında yeri olmadığına kanaat getirmesidir. Stalin’e göre, Avrupa’nın tarihsel tecrübesi dünya tarihsel gelişimin ana modelini vermekte ve bugünde geleceği temsil etmektedir. (Sawer, 1977; Dunn, 1982). Sovyetler tarafından tanınma ve onun desteğini alma konusunda yanlış yapmamaya gayret eden Asya’daki marksist partiler, sonuçta Marx’ın Asya ile ilgili yazılarını ret ya da göz ardı etmeye mecbur olurlar. Bunun dışında, Asyalı marksistler, dünya tarihinin ana akımına duhul etme hususunda genel bir arzu içindedirler. Bu arzunun sebebi, sanayileşmeye ve modernleşmeye ilişkin tecrübeleri ve kazanımları paylaşma, ayrıca sosyalizmin ve komünizmin geleceğine iştirak etme isteğidir. Dolayısıyla sözkonusu partiler, Avrupa tarihine ait modelden tümüyle farklı bir tarihsel mantığa sahip Asyalı toplumların özgüllüklerini dikkate almama günahına ortak olurlar. Sonuç olarak bu partiler, Marx’ın Avrupa tarihi üzerinden formüle ettiği tarih ve toplumsal değişim yasalarının Asya için geçerli olduğu fikrini benimserler ve kendi toplumlarına ilişkin bir anlayışa kavuşmak amacıyla bu yasaları kullanarak teorik ve pratik meselelerle uğraşmaya başlarlar.
Bu proje dâhilinde en başarılı isim olan Çin devriminin lideri Mao Zedong, sadece 1949’da ülkesini devrime taşımakla kalmaz, ayrıca önemli bir başarı sonucu Çin’de sosyalizmi inşa etmek gibi, Herkül misali, bir yükün altına girer. Mao’nun marksizm yorumu ve devrimci stratejisi, çeşitli dönemlerde Nepal, Vietnam, Filipinler, Kamboçya, Hindistan ve Endonezya gibi Asya ülkelerindeki marksistlere ilham verir. (Dirlik, vs., 1997).
Çoğunlukla “Mao Zedong Düşüncesi” olarak anılan Mao’nun marksizmi, Asya marksizmindeki önemli bir aşamayı temsil eder. Zira o marksizmi, emperyalist zulmü tecrübe eden feodal bir Asya ülkesinin somut koşullarına, yani yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde, Asya genelinde hüküm süren koşullara tatbik eder.

Mao Zedong ve Marksizmin Çinlileştirilmesi

“Bir komünist marksist, enternasyonalisttir ancak tatbik edilmeden önce marksizm millî bir biçim kazanmalıdır. Soyut marksizm diye bir şey yoktur, sadece somut marksizm vardır. Biz, soyut olarak kullanılan marksizme değil, millî bir biçim almış, Çin’de hüküm süren somut koşullar altında verilen somut mücadeleye tatbik edilen marksizme marksizm diyoruz. Eğer büyük Çin halkının bir parçası olan Çinli bir komünist, kendi halkına eti ve kanı ile bağlı ise Çin’in özelliklerinden uzakta duran marksizm ile ilgili konuşmalar, işte bu marksizm, boş bir soyutluktan başka bir şey değildir. Sonuç olarak marksizmin Çinlileştirilmesi, yani marksizmin tüm görünümlerini Çin’in özellikleri ile aşılamak, tüm partinin herhangi bir gecikmeye mahal vermeksizin kavrayıp çözmesi gereken bir meseledir.”
[Mao, akt.: Schram, 1969: s. 172]
1938’de kaleme alınmış olan bu pasaj, Mao’nun marksizmle ilgili görüşlerini özetler niteliktedir. Mao, Çin’in koşullarını anlama gereğine vurgu yaparken, bir yandan da bir eylem rehberi olarak marksizmde ısrar eder. Sınıfsal yapısı ve sınıflar mücadelesinin düzeyi dâhil, “Çin’in fiilî durumu”nun kavranması konusunda gösterilen bu ısrar, Mao’yu muazzam bir kütleye sahip köylü halkın devrimci potansiyelini tanımaya ve Çin’in kırsal koşullarına uygun bir devrim stratejisi geliştirmeye sevk eder. Çin’in kapitalist sanayileşme seviyesi ve bunun sonucunda ülkenin devrim için gerekli işçi sınıfı kütlesinden mahrum oluşu karşısında en ufak bir şikâyette bulunmaksızın Mao köylüleri örgütlemeye başlar. Onları 1927’de kurulan Kızıl Ordu saflarına katar ve zekice bir yaklaşım geliştirerek, düşmanının stratejik üstünlüğünü tanıyan, ancak öte yandan da onun zaaflarını taktiksel açıdan istismar eden bir gerilla savaşı anlayışı formüle eder. Böylelikle köylüler ve içinde yaşadıkları feodal koşullar, Mao’nun başarılı devrimci modelinin merkezi hâline gelir.
Ancak böylesi yaklaşım ne ölçüde marksist addedilebilir? Her şeyden önce Marx’ın yazılarına dönük geleneksel yorum, köylülüğe ve “kırsal hayatın aptallığı”na yönelik inkârcı bir yaklaşım içerisindedir (Marx, 1973: s. 71), ayrıca şehirlerde ve büyük kasabalarda yerleşik olan sanayi proletaryasına vurgu yaparak, ancak onun sosyalist bir devrime önderlik edeceğine ve onu ilerleteceğine inanır. Bu anlamda marksizmin Çinlileştirilmesi anlayışına ilişkin olarak Mao’nun sözkonusu muammaya verdiği cevabın farklı olduğu görülmektedir.
İlk olarak Mao, Marx’tan toplumların sınıflara ayrıştığı, bu sınıflar arasındaki ekonomik eşitsizliğin mücadeleye yol açtığı, böylelikle değişimin ve gelişmenin gerçekleştiği fikrini alır. Sınıf ve sınıflar mücadelesine ilişkin bu anlayış Mao’nun fikriyatının merkezinde durur ve Mao, bu anlayışın marksizmin evrensel yasalarından biri olarak kabul eder. Her şeyden önce eğer tüm toplumlar sınıflardan müteşekkilse, bu tespiti, kendi toplumunu kavrarken bir marksist devrimcinin sınıfsal analizi temel alması gerektiği fikri izler. Ancak sınıfsal analiz, Mao’ya göre, bir yöntemdir; o, Çin toplumundaki ekonomik eşitsizliğin yapısını keşfetme yoludur ve devrimci olsun ya da olmasın, politik eylem potansiyelini ortaya çıkaran eşitsizliğin genel ölçüsünü verir. Kendi yoldaşlarının aksine ona göre, sınıfsal analiz, Çin’deki sınıfsal yapıyla ilgili özel bir anlayışa işaret etmez, bu anlayış, işçi sınıfının en büyük ve en devrimci sınıf olduğu Avrupalı kapitalist toplumlarına dönük Marx’ın analizi ile uyumlu bir anlayıştır. Mao’nun genel kanaatine göre, eğer Çin toplumuna dönük sınıfsal bir analiz, köylülüğün muazzam kütlesini ve devrimci potansiyelini açığa çıkardığı takdirde, bir marksistin bu bilgi dışında hareket etmekten ve devrim için köylülerin sahip oldukları kapasiteden faydalanacak stratejiler geliştirmekten başka bir şansı yoktur.
İkinci ve ilki ile bağlantılı olarak Mao, bir yandan Çin devrimi için köylülüğün sahip olduğu önemi kabul ederken, bir yandan da köylülüğün işçi sınıfının liderliğine muhtaç olduğu inancından asla geri adım atmaz. Kimi yorumculara göre, Mao’nun köylülere yönelik güveni, onun bir köylü devrimcisi ve sonuçta kitap dışı bir marksist olduğunun delilidir.[1] Ancak tüm bu görüşler, Mao’nun 1927’den 1934’e dek işçi sınıfı liderliğinde köylüleri kazanmanın önemine sürekli vurgu yaptığı gerçeğini (Knight, 1997-98) ve Mao’nun kendi araçlarına terk edilen köylülerin Çin devriminin sosyalist ve modernleştirici hedefleri için dövüşecekleri ve bu hedefleri kavrayacakları hususunda hiçbir yanılsamaya kapılmadığını göz ardı eder. Mao’nun fikrine göre, köylülerin politik talepleri “dürüst memurlar ve iyi bir imparator” ile sınırlıdır. (Schram, 1994: s. 171). Ayrıca köylüler, işçi sınıfının örgütsel becerilerinden mahrumdurlar; Mao’nun sıklıkla şikâyet ettiği bir husus da mecburiyet sonucu parti ve Kızıl Ordu’daki kimi örgütsel konumlara çok sayıda köylünün yerleştirilmesi ardından ortaya çıkan sorunlardır. Demek ki işçi sınıfı, Mao’nun Çin devrimine ilişkin genel fikriyatındaki aslî konumunu muhafaza eder ve bunun kanıtı da onun marksizminden öğrendiği işçi sınıfına dönük güvenidir. Mao’nun inancına göre bu, marksizmin evrensel boyutuna ait bir özelliktir. Modernleştirici, sosyalist hedeflere sahip bir devrimin sınıflar arası ne türden bir ittifaka sahne olacağının bir önemi yoktur, önemli olan, bu ittifakın işçi sınıfı önderliğinde hareket etmesidir.
Üçüncü olarak Mao, marksizmden kendi düşüncesi ve politikaları üzerinde önemli etkiler yaratan bir gelecek görüşü devşirir. Tüm toplumların aynı tarihsel aşamalardan geçerek komünizme ulaşacağı öngörüsü ile politik eylemin bu süreci kolaylaştırıp hızlandıracağı fikri, Mao’nun devrime doğru yürüyüşünde ve 1949 sonrası gerçekleşen sosyalist inşada oldukça kararlı bir duruş sergilemesine imkân vermiştir. Ancak Mao, Çin’deki tarihsel gelişmenin özgül aşamasını kavrama noktasında bir kez daha Marx’ın tarih teorisine başvurur. Böylelikle değişimin yönüne dair bir görüş sunan marksizmin katkısı ile Mao, Çin’in özgül yapısı ile ilgili gerçek bilgi temelinde oluşturulmuş strateji ve taktikler geliştirerek Çin’e yön vermeye çalışır. Özelde Mao, Çin’de kapitalizmin oldukça geri olduğunu tespit eder ve bu nedenle otuzlarda sosyalist devrimden bahis açmanın anlamsız olduğunu söyler. Ona göre Çin bir “burjuva demokratik devrim”e doğru ilerlemektedir, 1921’de bu devrimin liderliği burjuvaziden proletaryaya ve onun öncü partisi Çin Komünist Partisi’ne geçmiştir. “Yeni Demokrasi” dönemi boyunca devrimin hedefleri anti-feodal ve anti-emperyalisttir, dolayısıyla proletaryanın diğer devrimci ya da potansiyel olarak devrimci olan sınıflarla, özelde sadece köylülükle değil, ayrıca küçük burjuvazi ve burjuvaziyle ittifaklar kurmanın yollarını bulması gerekmektedir. Ancak bu noktada proletarya, fiilî devrim aşamasında sınıfsal ittifakların sınıf mücadelesinin hedefi hâline geldiği dönem boyunca Yeni Demokrasi devriminin Çin’in sosyalist devrime doğru ilerlemesine imkân vereceği anlayışından uzaklaşmamalıdır. (Knight, 1991).
Dördüncü olarak Mao, bir yandan marksizmin enternasyonalist niteliğini kabul edip onaylarken, bir yandan da tüm açıklığı ile bir Çin milliyetçisidir. Bu iki çelişkili temayı anti-emperyalist devrimlerin kapitalizmin yıkımını koşullayacak ve sosyalist dünya nizamını getirecek dünya devriminin birer parçası olduğuna ilişkin Lenin’in ısrarına başvurarak uzlaştırır. Mao, Çinli marksistlerin enternasyonalist olduklarını ama öte yandan da onların en acil görevlerinin emperyalizmin Çin’den sökülüp atılması, ardından da Çin’i bağımsız bir millî devlet olarak inşa etmek olduğunu ısrarla vurgular. Çin, enternasyonalist ölçekte sosyalizme ancak bu sayede önemli bir katkıda bulunabilecektir. Japon emperyalizminin Çin’in bekasını tehdit ettiği bir dönemde, 1938’de kaleme alınmış olan aşağıdaki alıntı, Mao’nun milliyetçilikle enternasyonalizm arasındaki ilişkiye dair konumunu açığa vuran tipik kimi ifadelerle yüklüdür:
“Enternasyonalist olan bir komünist aynı zamanda vatansever olabilir mi? Biz olabileceği değil, olması gerektiği düşüncesindeyiz. […] Dolayısıyla Çinli komünistler vatanseverlikle enternasyonalizmi birleştirmelidirler. Bizler hem enternasyonalist hem de vatanseveriz, şiarımız ise şudur: ‘Saldırganlara karşı anavatanı savunmak için dövüşün.’ Bize göre yenilgiyi kabullenmek suçtur ve direniş savaşında zafer için gayret göstermek kaçınılması mümkün olmayan bir görevdir. Sadece anavatan müdafaasında dövüşerek saldırganı yenebilir ve millî kurtuluşa ulaşabiliriz. Proletaryanın ve emekçi halkın kurtuluşu ancak millî kurtuluşun temini ile mümkündür. Çin’in zaferi ve işgalci emperyalistlerin yenilgisi diğer ülkelerdeki insanlara da katkı sunacaktır. Demek ki millî kurtuluş savaşlarında zuhur eden vatanseverlik, enternasyonalizme uygun düşen bir unsurdur.” (Mao, 1965: s. 196)
İleride göreceğimiz üzere milliyetçilik ve enternasyonalizm, Ho Chi Minh’in marksizminde de merkezî konulardır. Bu iki önemli Asyalı marksistin millî ve enternasyonalist hedefler noktasında hiçbir çelişki görmemesi ve marksizm-leninizmin mantığına başvurmak suretiyle aradaki açık gerilimleri uzlaştırmayı bilmeleri esasında oldukça öğreticidir. Ancak Mao idaresindeki Çin devletinin ve Ho liderliğindeki Vietnam devletinin ortaya koyduğu yaklaşımlar, milliyetçilik ile enternasyonalizm arasındaki gerilime ilişkin getirilen çözümlerin gerçekte pek de yeterli olmadığını gösterir. Her iki marksist de iktidara gelir gelmez ülkelerinin çıkarlarının ulvî olduğunu düşünürler, diğer sosyalist ülkelerle ve birbirleri ile kimi çatışmalar içine girerler. Bunun dışında, altmışların başlarında yaşanan Çin-Sovyet ayrışması, Sovyetler liderliğindeki enternasyonalist birliğin sonuna ve Sovyetler’e sadık sosyalist ülkelere yönelik Çin’in düşmanlığının ortaya çıkışına işaret eder. Bu düşmanlık kimi zaman silâhlı çatışmaya dek varır.
Son olarak; Mao, marksizmin ister doğal ister toplumsal olsun, gerçekliğin bilinmesini sağlayan doğa yasalarını ve kavramları temin ettiği gerekçesi ile diyalektik materyalizme dönük derin bir ilgi ile yaklaşır. 1936-37’de, devrimci faaliyetlerinin duraksadığı bir dönemde Mao, marksist felsefe üzerine kaleme alınmış bir dizi Sovyet metnini inceler (Knight, 1990). Ardından otuzların Sovyet felsefesinin ağır etkisini ele veren bir dizi felsefî makale (Çelişki ve Pratik Üzerine) yazar. Bu makaleler, Mao’nun Çin’in toplumsal gerçekliğini uygun bir biçimde kavrama noktasında marksist felsefeden istifade etme niyetini ortaya koyar (Knight, 1997). Özelde Mao, her şeyin aralarında mücadele olan çelişkilerden müteşekkil olduğunu söyleyen felsefî düşünceye başvurur. Bu felsefî düşünce aracılığıyla Çin toplumunun çelişkilerini inceleyip devrim davasına katkı sunacak yollar üzerinden sözkonusu çelişkilerin çözülmesini sağlayacak politik ve askerî stratejiler geliştirmeye çalışır (Mao, 1975: s. 311-47). Aynı şekilde Mao, marksist felsefeden, marksizm klasiklerini dogmatik bir üslupla ele alıp onlara sırtını vermek yerine, “gerçekler”i sorgulama eğilimini pekiştirecek bir epistemoloji (bilgi teorisi) devşirir. (Mao, 1975: s. 295-309).
Dolayısıyla Mao, Avrupa bağlamından çıkmasına karşın marksizmde Çin tarihi ve toplumu için uygun olan bir felsefe ve tarih teorisi bulur. Avrupa ve Çin tarihleri sınıf ve başarılı tarihsel aşamalar gibi kimi temel özellikleri paylaşır, bu durum ise dünya tarihinin aynılığına işaret eder. Ancak belirli özellikler bağlamında Mao, Çin’in Avrupa’dan farklı olduğu gerçeğini muhtemelen diğer birçok yoldaşından daha fazla kabul eder; onun tam da ilgilendiği husus burasıdır, zira Çin ile ilgili ayrıntılandırılmış bilgi, devrim ve sosyalist devrim için doğru stratejilerin formüle edilmesini sağlayacaktır. Kırsal devrimde köylülere dönük vurgu, “kitle çizgisi” olarak belirlenen örgütsel taktik, Büyük Atılım ve Kültür Devrimi gibi çoğunlukla şiddetli ve yıkıcı olan büyük kampanyalar dâhilinde kitlelerin harekete geçirilmesi gibi Çin marksizmini ayrıksı kılan kimi özellikler, Mao’nun marksizmi Çin’in özgül koşullarına uyarlama hususunda gösterdiği ısrarın birer ürünüdür. Ancak Mao, marksizmin evrensel bir tarih teorisi sunduğu görüşünü asla terk etmez.
Öte yandan onun Çin tecrübesi dâhilinde yaptığı uyarlamanın diğer Üçüncü Dünya ülkelerinde otomatik olarak yinelenmesi elbette ki mümkün değildir. Mao’nun da kanaati de bu yöndedir. Latin Amerikalı devrimcilerin ziyaretinde yaptığı uyarıda söylediği üzere Çin tecrübesi ona göre başka bir yere mekanik olarak nakledilemez: “Herhangi bir yabancı ülkenin tecrübesi yalnızca referans olarak hizmette bulunabilir, böylesi bir tecrübe asla bir dogma olarak ele alınamaz. Marksizm-leninizmin evrensel hakikati ve ülkelerinizin somut koşulları -her ikisi birden bütünleşmek zorundadır.” (Mao, 1977: s. 326).
Ho Chi Minh ve Vietnam Devrimi:
Vatanseverlik ve Proleter Enternasyonalizm


Mao gibi Vietnamlı Ho Chi Minh’in de [1890-1969] marksizm-leninizmin hakikati konusunda herhangi bir şüphesi yoktur, ancak o da Mao gibi, belki de ondan daha fazla, milliyetçiliğin güdümündedir. Ho’nun marksizm-leninizme dönük bağlılığı, Vietnam’ın sömürgecilik ve emperyalizmden kurtuluşunu gerçekleştirmenin önemi ile ilgilidir. Ho, bu sonuca ulaşmak için tüm politik becerilerini ve enerjisini davaya teksif eder. Bu sebeple o, marksizm-leninizmin teorik boyutlarına dönük ayrıntılı ve incelikli bir çalışma yapma noktasında Mao’dan görece daha az çaba sarf etmiştir.
Ancak gene de Ho marksizme, özelde leninizme kimi atıflarda bulunan çalışmalar kaleme alır ve marksizm-leninizmin genel teorik ilkelerine sarsılmaz bir bağlılık içinde olduğunu gösterir. Mao’ya nazaran daha az teorisyen olan Ho da Vietnam’daki devrimci mücadeleye, özelde ülkenin sömürgecilik ve emperyalizme karşı verdiği mücadeleye marksist ilkeleri tatbik etmenin ve uyarlamanın gerekliliği üzerinde durur. Marx’ın kapitalizm eleştirisi temelinde Lenin’in getirdiği izahata yaslanan Ho, ülkesi üzerinde uygulanan zulmün uluslararası emperyalist sistemin bir dışavurumu olduğu gerçeğinin önemle altını çizer. Bu anlamda onun için marksizm-leninizm evrensel önemi haiz bir teoridir; bu noktada mesele, devrim ve millî kurtuluş davasında Vietnam koşullarına marksizmi uyarlamaktır.
Asimilasyon siyaseti güden Fransız sömürgeciliği ve onun koşulladığı sömürge halkın Fransız değerlerini ve kültürünü sindirmesi gerektiği inancının yaygınlık arz ettiği koşullarda Ho Chi Minh, devrimci ve vatansever bir isim olarak siyasî hayatına başlar. 1910’ların sonunda ve 1920’lerin başında ilkin Fransa’da, ardından Sovyetler Birliği’nde yaşayan Ho, Fransız Komünist Partisi’nin ve Sovyet marksizminin etkisi altına girerek Komintern için faaliyet yürüten adanmış bir eylemci olur. Özellikle Lenin’in emperyalizm görüşünden etkilenen Ho, Vietnam’da Fransız sömürgeciliğine karşı mücadelenin uluslararası önemini zamanla kavrar, zira böylesi bir mücadele dünyanın diğer bölgelerindeki sömürge karşıtı hareketlerin verdiği mücadelelere de katkı sunacaktır. Lenin’in fikirlerinin etkisi altına girmesinin nedeni, bu fikirlerin onun için önem arz eden iki ülkünün bileşimini gerçekleştirmiş olmasıdır: milliyetçilik ve komünizm (Lacoutre, 1967).
Nihayetinde uzun bir aradan sonra ülkesine dönen Ho, 1941’de toplumdaki çeşitli sınıfları ve grupları -köylüleri, orta sınıfları, aydınları, milliyetçi örgütleri ve kitlesel dernekleri- kendine çekmeyi başaran Vietminh’i (Vietnam’ın Bağımsızlığı için Devrimci Birlik) kurar. Amaç, millî bağımsızlık ve ekonomik adalet mücadelesini desteklemektir. Ancak Vietminh büyük ölçüde Hintçini Komünist Partisi’nin etkisi altındadır (McAlister, 1969). Ho’nun birbirinden farklı toplumsal ve politik gruplardan müteşekkil geniş bir koalisyon kurma, ardından da onun liderliğini ele geçirme stratejisi, sömürgeleştirilmiş bir ülkenin sınıflarını ve toplumsal gruplarını olumsuz yönde etkileyen sömürgeciliğe ilişkin leninist görüşü yansıtır. Ho’nun kavrayışına göre, üstlenilmesi gereken görev, sömürgeciliğe karşı birleşik bir cephe kurmak ve sonrasında da sosyalist devrimin kaçınılmaz menzili dâhilinde sömürgecilik karşıtı mücadeleye önderlik etmek amacıyla bu cephenin liderliğini ele geçirmektir.
2 Eylül 1945’te, Müttefiklerin Japonları mağlup etmesi ardından Ho, kendi başkanlığında Demokratik Vietnam Cumhuriyeti’ni kurar. Ho’nun bağımsız Vietnam’ını reddeden Fransa, askerî güç kullanarak otoritesini yeniden tesis etmeye çalışır. Bu gerginlik, Birinci Hintçini Savaşı’na yol açar. Savaş 1954’te Dien Bien Phu’da doruk noktasına ulaşır ve Fransızların askerî açıdan mağlup olması ile sonuçlanır. Temmuz 1954’teki Cenova barış görüşmeleri Fransız sömürgeciliğine son verir, ancak öte yandan da genel seçimler sonrasında yeniden birleştirilmesi vaadi ile ülkeyi kuzey ve güney olarak ikiye böler. Bu seçimler hiçbir vakit yapılmaz, zira ABD, Ho’nun muzaffer olduğunu ve bu nedenle kendisine karşı direneceğini bilmektedir. Bu gelişme, ABD’nin en büyük emperyalist güç olarak iştirak ettiği İkinci Hintçini Savaşı’na yol açar. Ülkenin ikiye bölünmesi Ho’nun bağımsız ve birleşik Vietnam hayalini suya düşürür, ancak o, 1969’da ölene dek bu hedefe ulaşmak için mücadeleye devam eder.
Ho’nun politik fikriyatı ve eylemlerindeki temel motivasyon kaynağının milliyetçilik olduğu açıktır. Ancak Mao gibi o da enternasyonalist, marksist-leninist anlayış ile milliyetçilik arasında çelişki olduğu düşüncesinde değildir. Ho, sosyalist enternasyonalizm ile milliyetçilik arasındaki bileşimi bilindik leninist ifadelerle izah eder:
“Hem millî kurtuluşta hem de sosyalist devrimde vatanseverlikle proleter enternasyonalizm arasında sıkı bir birlik gerçekleşmek zorunda. Günümüzde millî kurtuluş devrimi dünya proleter devriminin ayrılmaz parçasıdır; tam zafere ulaşmaya mecbur ise millî kurtuluş devrimi sosyalist devrime doğru gelişme kaydetmelidir.” (Ho, 1979: s. 184)
Mao gibi Ho da marksist sınıf anlayışını toplumsal analizin ve geliştirilecek devrimci stratejilerin merkezî olarak görür. Milliyetçiliğe görece daha yakın olmasına rağmen Ho’nun genel davası, Vietnam toplumundaki çeşitli vatansever sınıfları “geniş bir cephe” altında birleştirmektir; Mao gibi Ho da her türden sınıf güçleri koalisyonunun liderliğinin işçi sınıfında olması hususunda ısrarcıdır. Ayrıca onun inancına göre işçi sınıfı da Vietnam’ın özgül koşullarına marksizm-leninizmi yaratıcı bir biçimde nasıl uygulanacağını bilen “gerçek bir parti”nin liderliği altında olmalıdır. (a.g.e., s. 183). Bu devrimci parti ise parti üyelerinin kültürel ve politik seviyesini yükseltmek için sistematik marksizm-leninizm çalışmaları örgütlemelidir. (Ho, 1979: s. 66).
Ayrıca 1954 sonrası Kuzey Vietnam’daki Ho hükümetinin politik adımları da Ho’nun saf anlamda milliyetçi olduğunu göstermektedir. Zira onun temelde ilgilendiği husus, Vietnam toplumunu sosyalist çizgide yeniden inşa etmektir. Bu noktada en göze çarpan örnek, elliler boyunca çeşitli aşamalar dâhilinde yürürlüğe konulan toprak reformu ve kırsal üretimin kolektivizasyonu programıdır. İlk aşamada bir yandan zengin köylüler ve toprak ağalarına karşı sınıf mücadelesi yürütülürken, bir yandan da kontrolü fukara ve orta büyüklükteki köylülüğün ellerine teslim edilen karşılıklı yardımlaşma ekipleri oluşturulur. 1958’de Kuzey Vietnam’daki tarıma elverişli toprağın önemli bir bölümü kolektifleştirilir (Wolf, 1971: s. 190-2; Fall, 1967: s. 304-6).
Dış siyasette de Ho hükümeti, açıktan Sovyetler Birliği liderliğindeki sosyalist kampın safında yer alır ve hem Sovyetlerden hem de Çin’den yardım alır (Fall, 1967: s. 295). Fransız sömürgeciliğine karşı zafer elde etmiş olmasına karşın Ho, marksizm-leninizme dönük ideolojik inancını yitirmez. 1957’de ifade ettiği gibi onun için marksizm-leninizm, Vietnam ve devrimi için büyük önemi haiz, eksiksiz ve âdil bir anti-emperyalist millî devrim teorisidir. (Fall, 1967: s. 330).
Marksizmin Asya Koşullarına Tatbiki: Eleştirel Değerlendirme
Kapitalizm eleştirisi olarak on dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmış olmasına rağmen marksizmin yirminci yüzyılda feodal ve sömürge Asya koşullarında ciddî etkileri olmuştur. Asyalı devrimciler marksizmi coşkuyla benimsemişler, zira onlar marksizmde mustarip oldukları sınıfsal baskıya ve sömürgeciliğe ilişkin gerekli çözümü ve izahı bulmuşlardır. En genel düzeyde marksizm, tarih felsefesi ve toplumsal değişim teorisi olarak sözkonusu devrimcilerin dünyasında özel bir konum edinmiştir. Ancak yürürlüğe konulacak devrimci stratejilerin üretilmesi noktasında marksizmin genel ilkelerinin Asya bağlamına uyarlanması zorunludur. Muhtemelen sözkonusu uyarlama çabası açısından Asya’daki en başarılı devrimci lider, marksizmin her durumda Çin devriminin özel yönlerine ve ihtiyaçlarına uygulanması gerektiği iddiasında olan, Mao Zedong’dur. Mao’a göre, marksizmin evrensel ilkelerinin Çin’in somut gerçekliği ile bütünleştirilmesi gayreti Çinlileşmiş bir marksizm üretecek, bu marksizm, hem gerçek anlamda marksist hem de Çinli olacaktır.
Aynı şekilde Vietnamlı Ho Chi Minh de marksist-leninist çözümü Vietnam’ın sömürge zulmüne ve feodal geriliğine uyarlar. Ho, Vietnam milliyetçisi olması noktasında kendisi için büyük önem arz ettiği üzere, ülkesinin toplumsal bileşkesinin, ayrıca tarihsel ilerleme sürecinin, daha da önemlisi bir sömürge olarak kaderinin biricik olmadığını düşünür. Vietnam’ın sorunları, kapitalizmin gelişmesindeki uluslararası bir aşama olan emperyalizm üzerinden kavranabildiğinde ülke için etkili stratejiler üretilebilecektir.
Ancak kendi ülkelerinde gerçekleşen devrimlere liderlik etme hususunda başarıları aşikâr olan Mao ve Ho, Marx’ın sessiz kaldığı bir proje olarak azgelişmiş bir ülkede sosyalizmi kurma bağlamında pek de başarılı değildirler. Her iki isim de büyük ölçüde tarımsal kooperatifleşme, sanayinin toplumsallaştırılması ve merkezî ekonomik planlama gibi Sovyetler’in geleneksel stratejilerini tatbik etmişlerdir. Çin’de bu stratejiler, Mao’nun politik ve ekonomik hedefler doğrultusunda Çinli kitlelerin geniş ölçekli mobilizasyonuna dönük inancı aracılığıyla belli ölçüde değiştirilmiştir. Özelde Mao, kitlelerin coşkusunun Çin’in sanayileşmesi için gerekli kıt maddî kaynakları ikame edebileceğine inanmıştır. Köylülerin büyük komünler ve evlerin arka bahçelerine konuşlandırılmış çelik fırınları gibi oldukça zayıf bir içeriğe sahip sanayileşme çabaları dâhilinde örgütlendikleri, 1958-60 döneminin Büyük Atılım’ında bu gibi teşebbüsler kimi felâketlere yol açmıştır. Bu türden azimkâr kitle kampanyaları muazzam ekonomik ve toplumsal bozulmalara yol açmış, insanlık tarihinin en büyük kıtlıklarından birine tanık olan ülkede otuz milyon insan ölmüştür.
Gene de uygun koşullardan mahrum olmasına karşın Mao ve Ho, kendi ülkelerinde sosyalist ve sanayileşmiş bir toplum inşa etme noktasında önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Ancak sözkonusu liderlerin vefatları, özellikle Sovyetler’in yeniden yapılanması ve ardından da yıkılması ile Çin ve Vietnam’ın yeni liderleri, sosyalizmden çok kapitalizme yakın duran bir tür ekonomik kalkınma modelini sert bir üslupla takip etmeye başlamışlardır. Çin ve Vietnam komünist partileri, politik iktidarla ilgili sahip oldukları katı anlayışı muhafaza ederlerken, bir yandan da ekonomilerini kapitalist dış yatırıma ve ticarete açmışlar, geniş kapsamlı reformlara girişmişlerdir: bu noktada devlet mülkiyetindeki kuruluşlar satılmış, komünler dağıtılmış, kâr güdüsü yüreklendirilmiş, böylelikle geçmişteki sosyalist ekonomilerin altı oyulup ilgili ekonomik yapılar dönüşüme mecbur edilmişlerdir.
Gerçekte Mao ve Ho sonrası Çin ve Vietnam’daki ekonomik reformlar, evrensel geçerliliğe sahip, Avrupa kökenli bir teori olan marksizmin Asya’nın feodal ve sömürge gerçekliğine uygulanabilir olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir. Bu noktada tereddütlü de olsa şöylesi bir sonuca ulaşmak mümkün: marksizm Çin, Vietnam ve diğer Asya ülkelerindeki devrimcilerin özlemlerini karşılayan bir teoridir.
Hem Mao hem de Ho marksizmi benimsemiş, onun temel öncüllerine dayanan başarılı askerî ve politik stratejiler geliştirmişlerdir. Ancak Çin ve Vietnam’daki sosyalist inşa ile ilgili kayıtlar dikkate alındığında eldeki sonuç bir miktar bulanık bir miktar da olumsuzdur. İki ülke de Marx’ın sosyalizme doğru başarılı bir geçiş için gerekli gördüğü hiçbir şeye, yani gelişkin bir kapitalist ekonomiye, yaygın sanayileşmeye ve politik bilince sahip, büyük bir işçi sınıfına sahip değildir. Bu önkoşulların yokluğunda Mao’nun Çin’i ve Ho’nun Vietnam’ı sözkonusu önkoşulları politik açıdan oluşturmaya çalışmış, kimi başarılar elde edilmiş, ancak sonuçta ortaya baskıcı ve seçkinci bir üslupla hareket eden iki büyük bürokratik devlet çıkmıştır.
O hâlde marksizmin Asya’daki en büyük etkisi sosyalist inşa değil, devrim teorisi olarak fiilîleşmiştir. Marksizm, kendi feodal ekonomilerini ve politik sistemlerini alaşağı etme, ayrıca sömürge hâkimiyetine karşı meydan okuma noktasında Asyalı marksistleri yüreklendirmiştir. Asyalı marksistlerin en acil arzusu millî kurtuluş, modernleşme ve sosyalizmdir. Bu üç unsur da onları marksizmin evrensellik iddiasını benimsemeye ve devrim davalarında marksizmin ilkelerini uygulamaya itmiştir. Özetle Çin’de ve Vietnam’da devrimlerin başarısı ile Mao ve Ho’nun liderlikleri, marksist teori ile devrimci pratik arasında oluşan bileşkenin kudretini kanıtlamıştır.
Nick Knight
[Kaynak: Twentieth Century Marxism, Yayına Hazırlayanlar: Daryl Glaser ve David M. Walker, Routledge, Londra ve New York, 2007, s. 141-153.]
Dipnot
[1] Bir akademisyene göre (Schwartz, 1951: s. 76-7) “Mao köyde bulduğu temel güçlerin tüm avantajlarından faydalanmak amacıyla her türden teorik kanaati karşısına alıp sanayi proletaryasına sırtını dönmeye hazır olduğunu göstermiştir.” Bir başka akademisyenin varsayımına göre ise (Meisner, 1982: s. 99, 138, 225) Mao, “şehir proletaryasının devrimci kapasitesine karşı güvensizdir ve köylülüğün “gerçek devrimci sınıf olduğuna inanır.”
Kaynakça
Avineri, Shlomo (1968) The Social and Political Thought of Karl Marx, Cambridge: Cambridge University Press.
Carrèrre d’Encausse, Hélène ve Stuart R. Schram (1969) Marxism and Asia: An Introduction with Readings, Londra: Allen Lane The Penguin Press.
Dirlik, Arif, Healy, Paul ve Knight, Nick (ed.) (1997) Critical Perspectives on Mao Zedong’s Thought, Atlantic Highlands, NJ: Humanities Press.
Dunn, Stephen P. (1982) The Fall and Rise of the Asiatic Mode of Production, Londra: Routledge & Kegan Paul.
Fall, Bernard B. (ed.) (1967) Ho Chi Minh – On Revolution: Selected Writings, 1920–66. New York: Frederick A. Praeger.
Ho Chi Minh (1979) Patriotism and Proletarian Internationalism, Hanoi: Foreign Languages Publishing House.
Knight, Nick (1985) “Leninism, Stalinism and the Comintern”, Colin Mackerras ve Nick Knight (ed.), Marxism in Asia içinde. Londra & Sidney: Croom Helm.
Knight, Nick (1990) (ed.) Mao Zedong on Dialectical Materialism: Writings on Philosophy, 1937, Armonk, NY: M.E. Sharpe.
Knight, Nick (1991) “Politics and Vision: Historical Time and the Future in Mao Zedong’s Thought, 1936–1945”, Journal of Oriental Studies, 29 (2): s. 139–71.
Knight, Nick (1997) “The Laws of Dialectical Materialism in Mao Zedong’s Thought: The Question of “Orthodoxy”, Arif Dirlik, Paul Healy ve Nick Knight (ed.), Critical Perspectives on Mao Zedong’s Thought içinde. Atlantic Highlands, NJ: Humanities Press.
Knight, Nick (1997–98) “Mao Zedong and Working Class Leadership of the Chinese Revolution, 1927–1930”, China Information, 12 (3): s. 28-45.
Lacoutre, Jean (1967) Ho Chi Minh, Harmondsworth: Penguin Books.
Lenin, V. I. (1967) Lenin on the National and Colonial Questions: Three Articles, Pekin: Foreign Languages Press.
Lenin, V. I. (1969) Imperialism, The Highest Stage of Capitalism: A Popular Outline, Pekin: Foreign Languages Press.
McAlister, John T. Jr (1969) Vietnam: The Origins of Revolution, New York: Alfred A. Knopf.
Mao Tse-tung (1965) Selected Works of Mao Tse-tung, Cilt II. Pekin: Foreign Languages Press.
Mao (1975) Selected Works of Mao Tse-tung, Cilt I. Pekin: Foreign Languages Press.
Mao Tse-tung (1977) Selected Works of Mao Tse-tung, Cilt V. Pekin: Foreign Languages Press.
Marx, Karl (1964) (yayına hazırlayan ve giriş bölümünü kaleme alan: E. J. Hobsbawm) Pre-Capitalist Economic Formations, Londra: Lawrence and Wishart.
Marx, Karl (1971) A Contribution to the Critique of Political Economy, Londra: Lawrence and Wishart.
Marx, Karl (1973) (yayına hazırlayan ve takdim eden: David Fernbach) The Revolutions of 1848: Political Writings, Cilt 1. Harmondsworth: Penguin Books.
Meisner, Maurice (1982) Marxism, Maoism and Utopianism, Madison, WI: University of Wisconsin Press.
Pantsov, Alexander (2000) The Bolsheviks and the Chinese Revolution, 1919–1927, Richmond: Curzon Press.
Sawer, Marian (1977) Marxism and the Asiatic Mode of Production, Lahey: Martinus Nijhoff.
Schram, Stuart R. (1969) The Political Thought of Mao Tse-tung, Harmondsworth: Penguin Books.
Schram, Stuart R. (ed.) (1994) Mao’s Road to Power: Revolutionary Writings, 1912–1949, Cilt II: National Revolution and Social Revolution, Aralık 1920-Haziran 1927. Armonk, NY: M.E. Sharpe.
Schwartz, Benjamin I. (1951) Chinese Communism and the Rise of Mao, New York: Harper and Row.
Snow, Edgar (1972) Red Star over China, Harmondsworth: Penguin Books.
Wolf, Eric R. (1971) Peasant Wars of the Twentieth Century, Londra: Faber and Faber.