Vietnam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vietnam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2024

, ,

Mücadele Devam Ediyor: Küresel Kuzey’de Antiemperyalizm

Antiemperyalizmin İki Dalgası

Beni altmışların sonunda politik olarak harekete geçiren, Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı verdiği mücadeleyle dayanışma hareketiydi. Üyesi olduğum örgüt, yetmişlere kadar Üçüncü Dünya’daki diğer kurtuluş hareketlerini destekleyerek antiemperyalist mücadeleyi sürdürmek ve genişletmek, Che Guevara’nın önerdiği gibi iki, üç Vietnam yaratmak istiyordu.

Bu mücadelelerden biri de Filistinlilerin mücadelesiydi. Biz, bilhassa FHKC’yi destekliyorduk. Bu, rastgele bir seçim değildi. FHKC komünistti, kitlesel bir tabanı vardı, silahlı mücadele yürütüyordu ve enternasyonalistti. Ama en önemlisi, bir Filistin devletinin kurulması, “karadaki bir savaş gemisi” olan İsrail yerleşimci devletine karşı bir savaştı ve geniş petrol rezervleri ve stratejik jeopolitik konumu ile Ortadoğu’yu kontrol eden, Kızıldeniz, Arap Körfezi, Süveyş Kanalı ve Asya-Afrika-Avrupa’dan oluşan, ticaret koridorları üçgenini koruyan ABD’nin yakın bir müttefikiydi. FHKC’yi desteklemek küresel antiemperyalist mücadeleyi desteklemek anlamına geliyordu.

Antiemperyalizm, seksenlerin sonlarından itibaren neoliberal karşı saldırının dünyayı kasıp kavurmasıyla geriledi. Ancak kırk yılı aşkın bir sürenin ardından yeni bir antiemperyalizm dalgası güç kazandı.

Gazze’deki savaş, Küresel Kuzey’de altmışların sonu ve yetmişlerin başında Vietnam mücadelesiyle dayanışma hareketinden bu yana görülmemiş yeni bir antiemperyalist katman yarattı. O dönemde dayanışma çalışmaları, daha geniş bir emperyalizm analizine ve antiemperyalistler ve sosyalizm mücadelesi için uzun vadeli bir stratejiye dayanıyordu. Bu tür bir analize ve stratejik düşünceye şu anki yeni antiemperyalizm dalgasında da ihtiyaç var. Filistin ile dayanışma, daha geniş bir antiemperyalist mücadele perspektifine yerleştirilmelidir. Filistin mücadelesiyle dayanışmayı geliştirmek, aynı zamanda bir örgütlenme okuludur; devletin şiddet ve tahakküm araçlarının nasıl işlediği, medyanın rolü ve genel olarak emperyalizm hakkında öğretici olacaktır.

Sosyalizme doğru uzun bir geçiş sürecine inandığım için, antiemperyalizmin sürekli bir mücadele olduğunu ve bu nedenle deneyim ve bilginin bir nesilden diğerine aktarılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Antiemperyalist bir strateji geliştirmek için emperyalizmin nasıl işlediğine dair sağlam bir analize ve bundan yola çıkarak belirli bir pratiğe ihtiyacımız var. Şu tür bir hat doğrultusunda düşünmeliyiz: Analiz - Strateji - Praksis. Emperyalizmi yenmek için yarın, gelecek ay ve gelecek yıl ne yapacağımızı, bütünlüklü bir kavrayış ve stratejik bakışla belirlemeliyiz.

Vietnam mücadelesi ile Gazze’deki Filistin mücadelesinin yarattığı yeni antiemperyalizm dalgası arasında benzerlikler ve farklılıklar var. Küresel bağlamla başlamama izin verin. Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dekolonizasyon sürecinin bir parçasıydı. Çin ve Küba’dan kaynaklanan güçlü bir sosyalist akım ve Sovyetler Birliği’nin ABD karşısında dengeleyici güç olması, ulusal kurtuluş mücadelesinin gerçekleşmesi için siyasi ve askeri bir alan yarattı.

Filistin mücadelesi, son ulusal kurtuluş mücadelelerinden biri olarak, ABD’nin İsrail yerleşimci devletine verdiği destek koşullarında gelişmektedir ve ABD hegemonyasının gerilediği, Çin'in yükseldiği ve çok kutuplu bir dünya sisteminin ortaya çıktığı bir dönemde gerçekleşmektedir. Antiemperyalizmin iki dalgası arasında elbette farklılıklar var. Altmışlı yıllardaki mücadele, güçlü bir sosyalist ideolojik ruha sahip olmasına rağmen Üçüncü Dünya’nın ekonomik gücü zayıftı. Şimdiki dalga, ideolojik olarak biraz daha karışık, ancak Çin’in başını çektiği çok daha güçlü bir Küresel Güney ekonomisinin varlığı koşullarında gelişmektedir. Yetmişlerde Üçüncü Dünya, yeni bir dünya düzeni talep etti ama bu talep boşa çıktı; bugün ise bu düzeni kendi güçleriyle inşa ediyorlar. Filistin direniş hareketinin 7 Ekim 2023'te sadece hafif silahlar kullanarak gerçekleştirdiği küçük saldırı, bir çığ gibi büyüyen olayları tetikledi. Bu, dünya sisteminin bugün ne kadar farklı ve istikrarsız olduğunun bir işaretidir.

İki mücadele arasındaki yerel bağlam farklılıklarına dönecek olursak: Vietnamlılar, “halk savaşı” stratejisi ve Ho Chi Minh ile Vo Nguyen Giap’ın Çin devriminden uyarladıkları gerilla taktiğiyle önce Fransız sömürgecileri, ardından da ABD emperyalizmini yenilgiye uğrattılar. Filistinliler de aynı stratejiyi denediler, ancak güvenli bir ana üsleri ve bu tür bir savaş için gereken geniş ormanlar ve dağlardan oluşan coğrafyaları olmadığından, önce 1970’te Ürdün’den, ardından 1982’de Lübnan’dan sürüldüler. Sonraki on yıllarda, İsrailli yerleşimciler, giderek daha fazla toprak ele geçirdikçe, az çok kendiliğinden yinelenen “intifadalar” sonuç vermedi. Coğrafi eksiklikleri telafi etmek için Gazze’deki direniş hareketi kapsamlı bir tünel sistemi inşa etti ve İsrail ordusuna karşı bir şehir savaşı stratejisi geliştirdi. Bu, uzun vadeli bir askeri strateji değildir. Gazze’de devam eden savaş sona erdiğinde, direnişin bu strateji doğrultusunda saldırıyı tekrarlaması ve bu tür bir savaşı sürdürmesi mümkün olmayacaktır. Ancak Gazze’deki savaşın yerleşimci devleti zayıflatmayı başardığı kesin. İsrail, Gazze’deki savaşı siyasi ve ahlaki olarak kaybetmiştir.

Dünya uluslarının ve halklarının büyük çoğunluğu, İsrail devletine küçümseyerek bakıyor. AB ve Kuzey Amerika’daki hükümetler dışında, Yahudi yerleşimci devletine duyulan sempati artık yok. Onların devam eden desteği, insan hakları ve demokrasiden bahseden Batılı güçlerin ikiyüzlülüğünü tüm dünyanın gözleri önüne serdi.

İsrail, ana müttefikleri olan ABD’nin bölgedeki ve genel olarak Küresel Güney’deki itibarını zedeledi. ABD’nin bölgedeki baş düşmanı olan İran’ı Arap dünyası ile birleştirdi.

İsrail, daha büyük, daha güçlü ve Filistin mücadelesine her zamankinden daha fazla adanmış yeni bir direniş hareketinin tohumlarını ekti.

İsrail, gelecekte Gazze ve Batı Şeria’yı nasıl yönetecek? Bu, hem ekonomik hem de siyasi açıdan çok zor olacak. Bir zamanlar sağlam ve sarsılmaz görünen Siyonist yerleşimci devletin kırılgan olduğu, içeriden aşındığı ve dışarıdan artan bir baskı altında olduğu kanıtlandı. Gazze’deki savaşı kazanmış olsa da Siyonist devlet, şimdi gelecekte varlığını korumak için savaşıyor. Bu açıdan bakıldığında, Gazze halkının çektiği muazzam acılara rağmen strateji başarılı olmuştur. İki milyondan fazla insanın evi enkaz haline geldi; hastane yok, okul yok, su, elektrik ya da kanalizasyon sistemi yok. 40.000 ölü. Çok daha fazlası yaralı, fiziksel engelli ve zihinsel olarak mahvolmuş durumda. İki milyondan fazla insan harap olmuş bir ortamda, hayatta kalmanın hiçbir yolu olmadan kapana kısılmış durumda yaşıyor.

Filistin direnişi, şimdi gelecekteki mücadelesi için kapsamlı bir strateji geliştirmelidir. Sadece Gazze’yi değil, Batı Şeria’yı, İsrail ve diasporadaki Filistinlileri de kapsayan eşgüdümlü bir strateji. Emperyalistler, yakında İsrail yerleşimci devletini kurtarmak ve bir Filistin komprador devleti kurmak için bir “iki devletli barış süreci” başlatacaklar. Buna, farklı etnik-kültürel grupların aynı topraklarda yan yana yaşayabileceği seküler bir devlet hedefi doğrultusunda, Filistin’in sömürgesizleştirilmesi mücadelesiyle karşı çıkılmalıdır. ABD ve G7’nin geri kalanı tarafından desteklenen, siyasi olarak zayıflamış ama hâlâ ağır silahlara sahip yerleşimci devlete karşı böyle bir direniş stratejisi, bölgedeki antiemperyalist mücadeleye ve ABD önderliğindeki emperyalizm ile Küresel Güney devletlerinin çoğunluğu arasındaki küresel çatışmaya dâhil edilmelidir. Bu çatışmaya daha geniş bir perspektiften bakalım.

Neoliberal Küreselleşmeden Jeopolitik Çatışmaya

Küresel neoliberalizmin 2007’den bu yana yaşadığı krizler, ABD hegemonyasının gerilemesi, Çin’in yükselişi ve çok kutuplu bir dünya sistemine doğru gidişle birlikte dünya, son yüz yılda görülmemiş derin bir değişimden geçiyor. Merkez, artık yüksek teknolojili endüstriyel üretim tekeli avantajına sahip değil ve küresel finans üzerindeki hakimiyetini de kaybediyor. ABD, hegemonyasını sürdürmek için, elli yıldır kendisine çok iyi hizmet eden ve Küresel Kuzey’deki tüketicilere büyük kârlar ve ucuz mallar sağlayan neoliberal dünya pazarını bölüyor ve altını oyuyor. Bunu ticaret savaşları, yaptırımlar ve ablukalar yoluyla yapıyor. ABD, jeopolitik bir hakimiyet mücadelesinde siyasi baskı ve askeri araçlara yönelmiştir. Bu strateji, gücün değil, zayıflığın bir ifadesidir.

Neoliberal küreselleşmenin yarattığı işbölümü, Asya’nın “dünyanın fabrikası”, Batı’nın ise tüketici toplumlar olması, ticaret yollarını kontrol etmenin jeopolitik öneminin çok büyük olduğu anlamına geliyordu. Kuzeyde Asya’ya açılan kapının -Ukrayna- ve güneyde Filistin, Süveyş, Basra Körfezi ve Kızıldeniz’in önemi buradan gelmektedir. Jeopolitik bir mücadele içinde ABD liderliğindeki NATO, Avrupa-Asya koridorunun hâkimiyetini sağlamaya, Rusya ve Çin’de Batı yanlısı Yeltsin tipi hükümetlerin gelmesi ve rejim değişikliği için çalışmaktadır.

ABD, Ukrayna topraklarında Rusya ve NATO arasındaki vekalet savaşı aracılığıyla Avrupa’yı yeniden ABD komutası altında disipline etti. ABD, Avrupa’yı Rusya, Çin, İran, Küba, Venezuela ve genel olarak Küresel Güney ile çatışmaya sürüklüyor. NATO üyeliği alakart bir yemek değildir; Avrupa, ABD’nin Orta ve Uzak Doğu politikaları da dâhil olmak üzere tüm Amerikan menüsünü yutmak zorundadır.

Son Oyunun Çelişkisi

“1968 kuşağı”ndan birçoğumuz, kapitalizmin sonunu defalarca öngördük ve dünya devrimine dair umutlarımız boşa çıktı. Bu durum, kapitalizmin tüm eleştirileri absorbe edebileceği ve tüm sorunların üstesinden gelebileceği gibi yanlış bir inanca yol açtı. Kapitalizm, 200 yıldır varlığını başarılı bir şekilde yeniden üretmiştir, ancak bu yeniden üretimin sınırları vardır. Denge hâlinde bir sistem değildir. Emperyalist değer aktarımının yarattığı merkez ve çevre arasındaki kutuplaşma, onun kendini yeniden üretmesine izin vermiştir. Ancak Çin’in yükselişi bu dinamiğe meydan okumaktadır. ABD hegemonyasının gerilemesi kapitalizmin sonunun habercisidir.

Küresel Kuzey’den ABD, hegemonyasını sürdürmek için verdiği umutsuz mücadelede, küreselleşmiş üretim ve ticaretin emperyalist boru hattı sistemini bozmaktadır. Güney kanadından Çin, Batılı şirketlerin ve finans kurumlarının teknolojik tekelini kırarken eşitsiz mübadelenin emperyal rantını azaltmayı başarmış ve Küresel Güney’in ekonomik kalkınması için bir alternatif sunmuştur.

“Oyunun sonunda” küresel kapitalizm, üretimi genişletme ihtiyacı ile buna karşılık gelen tüketim gücünün eksikliği arasındaki içsel çelişkinin yarattığı ekonomik krizlerle boğuşacaktır. Kârlar düşecek ve birikim durma noktasına gelecektir.

Mevcut Temel Çelişki

Bu geçişteki itici güç nedir? Bu soruyu yanıtlamanın ilk adımı temel çelişkiyi tanımlamaktır. ABD, AB, Japonya, Yeni Zelanda ve Avustralya, ABD hegemonyasını sürdürmek için birleşmişlerdir. Bunlar, mevcut temel çelişkinin bir yönünü oluşturmaktadır. Diğer yönü ise Çin’in başını çektiği, farklı nedenlerle ABD hegemonyasının devamına karşı çıkan ve çok kutuplu bir dünya sistemi isteyen devletler topluluğudur. Son iki yüzyıldır dünya sistemine hâkim olan Kuzey-Güney yapısını değiştirme ve Güney-Güney ilişkilerini genişletme arzusunda birleşmişlerdir.

Kapitalizmin son oyunu, ekonomik, siyasi ve ekolojik yapısal krizi çerçevesinde gerçekleşmektedir. Yapısal kriz, sistemin dengesinin bozulması ve konjonktürün düzenli dalgalar âlinde değil, kontrol edilemeyen ani salınımlar hâlinde gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.

İklim değişikliği bir gerçek; belirsiz olan, yıkımın hızıdır. Bir sonraki felâket nereye vuracak ve ne kadar büyük olacak? Artan ekolojik ve iklimsel sorunlar ile dünyanın doğal kaynakları için verilen mücadele devrimci durumları tetikleyebilir, yaşam koşullarını değiştirebilir, doğal felâketlere ve mülteci hareketlerine neden olabilir. Ayrıca gerileyen hegemonun neden olduğu jeopolitik mücadelenin yoğunlaştığı bir dünya sisteminde, nükleer savaş tehlikesi de bulunuyor. Dünyanın önde gelen güçleri arasındaki bir savaş, nükleer silahların kullanımına kadar tırmanırsa dünyanın temel çelişkisi hâline gelebilir. Kapitalizmin sonu kaos ya da sosyalizme geçiş olabilir; bu, bizim mücadelemizin sonucuna bağlıdır.

Bugün Antiemperyalizm

Antiemperyalizm, bugün “uzun altmışlar”da olduğu gibi olamaz. Tarih tekerrür etmez; ileriye doğru hareket eder. Yüksek devrimci ruh ve kırkların sonundan yetmişlerin ortalarına kadar uzanan süreçte sömürgecilik karşıtı mücadelenin elde ettiği başarı, dünya sistemindeki çelişkilerin bir bileşimidir. Sosyalist Blok ile ABD arasındaki çelişki ve bir tarafta gelişmekte olan Üçüncü Dünya ile diğer tarafta ABD’nin yeni sömürgeciliği arasındaki çelişki. Birbiriyle bağlantılı bu küresel çelişkiler dizisi, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da sosyalist bir perspektifle antiemperyalist bir kurtuluş mücadelesi dalgasının önünü açtı.

Tüm bunlar, yetmişlerin ortalarından itibaren neoliberal küreselleşmenin karşı saldırısıyla değişti. Ulusal kurtuluşu sosyalist bir dönüşüme doğru devam ettirmek zorlaştı. Ancak neoliberalizm “tarihin sonu” değildi. Bir yandan sanayi üretiminin dışarıya taşınması, değerin Güney’den Kuzey’e aktarılmasıyla sonuçlandı. Diğer yandan, Küresel Güney’deki üretici güçlerin gelişimi, zengin Kuzey ile yoksul Güney arasındaki yüzyıllık kutuplaşmayı kırmaya başladı. Yetmişlerde Üçüncü Dünya “yeni bir dünya düzeni” çağrısında bulundu, ancak bundan bir sonuç çıkmadı. Bugün Küresel Güney, yeni bir dünya düzeni yaratıyor.

Örneğin BRICS+ dünya nüfusunun yüzde 46’sını ve dünya ekonomisinin yüzde 36’sını temsil ederken, dünya nüfusunun sadece yüzde 10’una ve dünya ekonomisinin yüzde 30’una sahip G7'yi (ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve Japonya) dengelemektedir. BRICS+ antikapitalist bir örgütlenme değildir. Ancak doğru yönde atılmış bir adımdır. Ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünya sistemi, hegemonyacılık ve karşı hegemonyacılık, muhafazakâr ve ilerici, kapitalist ve sosyalist güçler arasındaki çelişkili akımlar kompleksinden oluşmaktadır. Dünya bu şekilde görünüyor.

Marx’ın şu sözlerini aklımızda tutmalıyız: “Hiçbir toplumsal düzen, kendisine yer bulan tüm üretici güçler gelişmeden ortadan kalkmaz.” Biz bu noktaya ulaşıyoruz. Ardından, Marx’ın devam ettiği gibi, toplumsal devrim dönemi geliyor.[1] Zor olan, bu birbirine bağlı çelişkiler denizinde yolumuzu bulmaktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ve “uzun altmışlar”a kadar antiemperyalist mücadele, Sovyetler Birliği, Çin ve Küba gibi geçiş dönemi devletlerinin desteğiyle, ulusal kurtuluş için savaşan halk hareketleri tarafından yürütüldü.

Sömürgecilikten kurtulma süreci sayesinde sömürülen ve ezilen halklar, ulusal kurtuluşlarını elde edebilecek hareketler örgütlemeyi başardılar. Ancak bu yeni doğan devletler, hâlâ egemen emperyalist merkezin sömürü ve baskısının kurbanlarıydı.

ABD’nin dünya sisteminin tek hâkimi olduğu yirminci yüzyılın zorlu son çeyreğinde, bazıları emperyalist işbirlikçiliğe geri döndüler.

Ancak neoliberalizmin gerilemesi ve Çin’in yükselişiyle birlikte, dünya sistemini merkez-çevre şeklinde kutuplaştıran iki asırlık eğilim kırılmış, Küresel Güney devletleri nefes alma alanı ve dolayısıyla antiemperyalist bir duruş benimseme fırsatı kazanmıştır. Mevcut antiemperyalizm dalgasında, geçiş dönemi devletleri dünya sisteminde daha güçlü bir ekonomik ve siyasi aktör hâline gelerek, diğer devletlerin emperyalist hakimiyetten uzaklaşmaları ve sosyalizme doğru hareket etmeleri için alan sağlamıştır.

Altmışlı yıllarda olduğu gibi, hegemonyasını sürdürmeye çalışan Kuzey ile Küresel Güney arasındaki çelişki, sosyalizme doğru ilerlemek için mücadele eden hareketler ve uluslar için alan yaratabilir. Küresel Güney’deki üretici güçlerin gelişimi, onları bu hedefe ulaşmak için altmışlı yıllara kıyasla çok daha iyi bir konuma getirmiştir. ABD, hâlâ temel çelişkinin baskın yönüdür, ancak Güney saldırıya geçerek merkezi kuşatmaktadır. Altmışlı yıllarda Üçüncü Dünya’nın dönüştürücü gücü “devrimci ruha”, ekonomik kalkınma üzerinde ideolojik hâkimiyet kurma girişimine dayanırken, Küresel Güney’in mevcut dönüştürücü gücü ekonomik gücüne dayanmaktadır.

Olaylar beklediğimizden daha hızlı gelişebilir. Önümüzdeki on yıllar dramatik ve tehlikeli olacaktır. Geçiş süreci bir çay partisi olmayacak. Siyasi ittifaklarda ani değişimler göreceğiz ve bu senaryoda rotadan sapmamamız ve net bir sosyalist perspektife sadık kalmamız gerekiyor. Aynı zamanda iklim değişikliği nedeniyle zamanın baskısı altında çalışıyoruz.

Burada, Küresel Kuzey’de bizim için soru şudur: Bu mücadeleye nasıl katkıda bulunabiliriz? Benim deneyimim esas olarak, ABD ile birlikte Irak, Afganistan, Libya, Suriye ve şu anda Kızıldeniz’de yer alan en NATO yanlısı ülkelerden biri olan Danimarka’ya dayanıyor. Küresel Kuzey’deki ülkeler arasında sosyal ve ekonomik koşullar açısından farklılıklar olduğunun farkındayım, ancak düşüncelerimi anlamlı kılan benzerlikler de olduğunu düşünüyorum.

Canavarın Göbeğinde Antiemperyalizm

Altmışlarda olduğu gibi, merkezdeki antiemperyalist hareketler, Üçüncü Dünya’daki mücadeleler eliyle yaratılmaktadır. Bu hareketleri dün yaratan Vietnamlılardı, bugün Filistinlilerdir. Antiemperyalist mücadelenin arkasındaki itici güç biz değiliz. Küresel Güney’deki sömürülenler ve ezilenlerdir.

Kuzey’deki antiemperyalistler, azınlık ama önemli bir azınlık olacaktır. Mülteciler ve göçmen işçiler, Küresel Kuzey içinde antiemperyalist bir “Truva Atı” olabilirler. Üretim ve hizmetlerdeki konumları nedeniyle güçsüz değildirler ve ailelerine olan bağlılıkları ve Küresel Güney’deki anavatanlarının ekonomik kalkınmasına yönelik umutları, kalmalarına zar zor tahammül eden bir devlete olan bağlılıklarından daha güçlü olabilir.

Bizim rolümüz, Güney’deki mücadeleyi siyasi ve maddi olarak desteklemek ve merkezin emperyalizm için güvenli bir ana üs olmamasını sağlamaktır. Bu, bizi devlet düşmanı yapacaktır. Devlet, propagandadan kriminalize etmeye kadar her türlü yöntemle bizi susturmaya çalışacaktır. Ulusal hain olarak damgalanacağız ama bu sınıf haini olmaktan daha iyidir.

Mücadelemizde halkın geniş desteğini alamayacağız. “Sudaki balık” gibi olmayacağız. Küresel Kuzey’deki nüfusun çoğunluğu, özgürlüklerini ve yaşam biçimlerini savunduğuna inandıkları NATO’yu destekliyor. Nüfusun büyük bir bölümü sağa dönüyor, göçe karşı çıkıyor. Bununla birlikte, onları antiemperyalist olmanın uzun vadeli çıkarlarına uygun olduğuna ve NATO’nun yanında yer almanın tehlikeli olduğuna ikna etmeye çalışmalıyız. Bu, zor bir görev olacaktır. Ancak, merkezde devam eden siyasi ve ekonomik kriz, uzun vadede tutum değişikliği için uygun bir zemin hazırlayacaktır. Böyle bir kriz, emperyalist merkezin düşüşünü hızlandıracağı için memnuniyetle karşılanmalıdır. Batı’nın 500 yıllık sömürgecilik ve emperyalizmden sonra gerilemesinin kucaklamamız gereken bir şey olduğunu ve Küresel Güney’in yükselişinin ve çok kutuplu bir dünya sisteminin daha eşit ve sürdürülebilir bir dünya sistemine yol açabileceğini anlatmalıyız. Bulunduğumuz coğrafyada devrimci bir durum, Küresel Güney’in emperyalizme karşı zaferi ve dolayısıyla merkezde (Kuzey’de) ekonomik ve siyasi bir kriz olmadan mümkün değildir.

Bulunduğumuz coğrafyada antiemperyalist olmak, olmayı seçtiğiniz bir şeydir. Sosyo-ekonomik koşullara bağlı değildir. Bu, bir zorunluluk değildir. Filistin’de olduğu gibi, var olmak için direnmek zorunda değiliz.

Son elli yılda antiemperyalist örgütlerin bir üyesi olarak, yoldaşların gelip gittiğini gördüm. Bazıları mücadeledeki gerileme dönemlerinde projeye olan güvenlerini ya da ilgilerini kaybettiler ve koptular. Diğerleri, antiemperyalizm artık çalışma planlarına, kişisel yaşamlarına veya profesyonel kariyerlerine uymadığında; yaşlandıklarını, daha olgun, daha bilge, daha az naif olduklarını savunarak bıraktılar ve bu, böyle devam etti. Bazıları önemli işlere giriyor ya da iktidar koridorlarında yer alıyor, eski görüşlerinden ve kişisel ilişkilerinden utanıyorlar. Bu, kişisel bir eleştiri değildir. Bu, canavarın göbeğinde antiemperyalizm için seferber olmanın şartlarıdır.

Küresel Kuzey’deki antiemperyalist örgütlenme istikrarsız ve kırılgandır. Örgütler inşa ederken ve stratejiler geliştirirken bunu göz önünde bulundurmalıyız. Dünyada adanmışlık, disiplin ve uzun soluklu mücadeleye hazır yoldaşlar aramalıyız.

Önümüzdeki on yıllarda kapitalizm oyunun sonuna doğru ilerledikçe mücadele daha da yoğunlaşacaktır. Bu “parkta yaptığımız yürüyüş” gibi olmayacak. Buna örgütsel ve kişisel düzeyde hazırlanmalıyız. Bu da önümüzdeki yıllarda, dünya sisteminin nasıl gelişeceğine dair sağlam bir analize sahip olmak anlamına geliyor. Buradan yola çıkarak somut bir pratiğe dökülebilecek bir strateji geliştirebiliriz. Tüm bunlar, soyut ve genel terimlerle değil, mümkün olduğunca spesifik ve somut terimlerle yapılmalıdır.

Hangi hareketler, örgütler ve uluslar en önemli antiemperyalist güçlerdir? Onları siyasi ve maddi olarak nasıl destekleyebiliriz? Mücadelenin şu anki aşamasında bunu yapmak için hangi becerilere ve örgütlenme biçimlerine ihtiyaç var? Düşman tarafının da analizine ihtiyacımız var. En önemli emperyalist örgütler ve uluslar hangileridir? Onlara karşı nasıl mücadele edebiliriz? Direnişimize karşı tepkileri ne olacak? Bu karşılaşmaya en iyi nasıl hazırlanabiliriz?

Kendimizi kişisel düzeyde de hazırlamalıyız. Hem devletin hem de çevremizdekilerin toplumsal baskısı altında olacağız. Ana akım medya ve kültürden üniversitelere ve aileye kadar. Tükenmemek için nasıl mücadele edeceğinizi seçin. Ho Chi Minh bize bazı tavsiyelerde bulundu. Kulağa sıradan gelebilir ama üzerinde biraz düşünün:

“Konuşmadan önce düşünün.
Harekete geçerken kararlı olun.
Yazarken temkinli olun.
Karar anında sakin ve soğukkanlı olun.
Öfkelendiğinizde kendinizi kontrol edin.
Melankolinizi unutun.
Kişisel üzüntülerinizi daha büyük bir amaç için bırakın.”

Özetlemek Gerekirse:

1. Emperyalizm, küresel bir sistemdir ve küresel bir anti-sistemik yanıt gerektirir. Emperyalizmle yalnızca ulus-devlet sınırları içinde, diğer mücadelelerden soyutlanarak mücadele edilemez.

2. Sistem karşıtı hareket, küresel olarak koordine edilmeli ve öncelikleri, yerel çıkarlar temelinde kısa vadeli hedefler olarak değil, buna göre belirlenmelidir.

3. Antiemperyalist mücadelenin merkezi, sömürü ve baskının en ağır olduğu ve çevresel yıkımın en büyük olduğu Küresel Güney’dir. Küresel Güney’deki halk mücadelelerini sadece sözle değil, eylemle ve maddi araçlarla da desteklemeliyiz.

4. Küresel Kuzey’deki bizler, Küresel Güney’deki proletaryanın bulunduğumuz coğrafyada devrimci bir durum yaratmasını bekleyen pasif seyirciler olmamalıyız. Kuzey’in emperyalizm için güvenli bir “hinterland” olmamasını sağlamalıyız; bu da sağcı milliyetçiliğe, ırkçılığa ve hepsinden önemlisi, Küresel Güney’deki emperyalist siyasi ve askeri müdahaleye karşı mücadele etmek anlamına gelmektedir.

5. Mücadelemiz sözden öteye geçerse, sonuçları olacaktır. Hem kişisel hem de örgütsel olarak bunu planlamalı ve buna hazırlıklı olmalıyız. Önümüzdeki on yıl içinde küresel mücadele nasıl gelişecek? Ben ve örgütüm, değişimin nesnel ve öznel güçlerinin analizine nasıl dahil olabiliriz? Ne tür bir destek sunabiliriz? Mücadelede kullanılacak spesifik yollar ve araçlar; örgütün türüne ve belirli siyasi durum ve yere bağlı olacaktır.

6. Antiemperyalizmin kriminalize edilmesine yönelik girişimler artacaktır. Kişisel düzeyde, sadece devletle değil, aynı zamanda hâkim söyleme bağlı toplumla da karşıtlık içinde olmak kolay değildir. Bizi sisteme entegre etmeyi amaçlayan kuvvetli güçler var. Sisteme karşı açık ve net bir muhalefet yürütmek, ekonomik ve siyasi krizlerin kapitalizmin “son oyun”unun bir parçası olduğunu kabul etmek zor olacak ve bunu memnuniyetle karşılamalıyız.

Zafer, ezilenlerin ve sömürülenlerin olacak!

Torkil Lauesen
26 Haziran 2024
Kaynak
Çeviri: Komün Gücü

Dipnot:
[1] Marx, Karl (1859). Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Birinci Bölüm Önsöz. Toplu Eserler. Cilt 29. Moskova: Progress Publishers, 1977.

04 Ekim 2021

, , ,

Vo Nguyen Giap ile Söyleşi


Amerikalılar Bozguna Uğruyor

Wilfred Burchett ve Roger Pic

13 Ocak 1967

 

1966 yılına, esas olarak yenilgiler... Güney Vietnam'da Amerikan işgal birliklerinin ağır yenilgileri damgasını vurdu. Bu savaşta, yeni sömürgeci girişimlerinin bozguna uğramasına mani olmak için savaşmak zorunda kalan ABD, ilk raundu kaybetti. Bu, Amerikalılar için stratejik bakımdan gerçek bir sürprizdi. Hedeflerinin hiçbirisine ulaşamadılar.

Amerikalıların niyeti, halk güçlerinin belkemiğini kırmak, yani bu anlamda Ulusal Kurtuluş Cephesi'ne bağlı güçlerin büyük bir bölümünü yok etmek, kontrollerinden çıkan önemli bir alanı yeniden zapt etmek, yaşananlar karşısında suratı asılmış olan Saygon rejimini ve bu rejimin ordusunu sağlamlaştırıp canlandırmaktı. Gelgelelim, bu amaçların hiçbirine ulaşılamadı. Tersine, Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne bağlı düzenli kuvvetler güçlendi, kurtarılmış bölgeler genişledi ve Saygon rejiminin krizleri durmaksızın daha da ağırlaştı.

* * *

 

Gerçekleştirilen bombardımanların Kuzey’e ne yönde etkisi olmuştur?

Bu bombardımanlar, tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Saldırılara karşı koyma ve Güney'deki kardeşlerimize mümkün olan en etkin şekilde yardım etme azmimizi hiçbir şey sarsamaz. Amerikan Hava Kuvvetleri akınlarını ne kadar fazlalaştırırsa, o kadar çok kayba uğrayacaktır. Şu anda (13 Ocak 1967), bin altı yüzden fazla Yanki uçağı düşürülmüş bulunmaktadır. Bizim haberleşme kanallarımız kesilmemiş olup, savunma kapasitemiz de zerre azalmamıştır, aksine artmıştır.

Amerikan birliklerinin on yedinci paralel civarında gerçekleştirdikleri eylemleri Kuzey Vietnam'ın işgaline dönük ilk adım olarak değerlendirebilir miyiz?

Bu hareket, Amerikan stratejisinin ne kadar pasif bir durumun içine hapsolduğunun delilidir. Amerikan birlikleri, yerelden devşirdikleri kuklalardan oluşan bir tümeni kurtarmak için gelip on yedinci paralelin civarındaki şehirlerde üslendiler ve ağır kayıplara uğradılar. Amerikalı komutanlar, geliştirdikleri maceracı planlar dâhilinde, bu operasyonu Kuzey'in işgaline yönelik ilk adım olarak gerçekleştirmek ve savaş sahasını genişletmek istediler. Bence bu gibi başlıklar üzerine düşünüyor olmalılar. Bizse arzuladıkları cinsten bir karşılamaya hazırlanıyoruz. İstilacılar yok edileceklerdir.

ABD genelkurmayı, Saygon askerlerini bölgede kontrolü sağlama görevi için elde tutmak ve muharebeyle ilgili tüm harekâtları Amerikan askerlerine teslim etmek istiyor. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?

Demek ki ABD’nin Vietnamlılardan meydana getirdiği bu kukla birliklerin yenilgiler yaşamasına mani olamayacak ve ölü Amerikan askeri sayısı gidecek artacaktır. Bölgenin kontrolünü sağlama görevi, öyle kolay bir görev değildir. Saygon ordusu, son on iki yıldır Güney Vietnam'ın kontrolünü el geçirmek için uğraşmış, ama başarılı olamamıştır. Bugün de (sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi) moralini yitirmiş bir durumdadır, dolayısıyla bu ordu, savaşın zorluklarına bütünüyle alışmış bir halkın karşısında sadece felâketle yüzleşebilir.

Amerikalıların Mekong Deltası’nda yürüttükleri operasyonlar konusunda ne söylersiniz?

Bu operasyonlar sayesinde, Amerikalıların stratejisinin batağa saplandığı o en derin çelişkilerden biri açığa çıkmıştır. Her yerde olan ama darbe indirilebilecek en ufak bir parçasının bile bulunamadığı bir düşmanın içine askerleri gönderip onları etrafa saçmak zaruri bir hamle midir? Düşmana geniş bir alanı bırakmak için kuvvetleri bir araya toplamak gerekir mi? Şimdi Güney Vietnam'da olduğu gibi, halk savaşı ilerleme kaydettiği noktada saldırganların stratejisi doğru bir yol bulamadan, bir noktadan diğerine salınıp durmak zorunda kalmaktadır. Mekong Deltası’nda yaşayan halkın uzun bir silâhlı ve siyasi mücadele tecrübesi vardır. Düşmana ağır darbeler indireceklerine hiç şüphe yoktur. Kelime oyunu yapmadan şu söylenebilir: Mekong Deltası denilen bataklık, Amerikalıları tümüyle yutacaktır.

Askerî açıdan 1967'ye dair ne tür görüşler geliştirilebilir?

Washington, tabiatıyla barıştan söz ederken, savaşı hızlandırmada ve genişletmede ısrar edecektir. Jonhson’ın geçenlerde yaptığı konuşma, bunun ispatıdır. Amerikalı generaller daima, ilave tümenlerin, ilave gemilerin, napalm bombasının ve zehirli gaz bombalarının Vietnam halkını teslim olmak zorunda bırakabileceğini düşünmektedirler. Daha fazla bombardıman, daha fazla gaddarlıktan, Amerikalıların suçlarını çoğaltmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Fakat öte yandan da ABD'nin kesin yenilgisini o nispette daha yakınlaştıracaktır.

Vietnam halkı, Kuzey'den Güney'e hiç böylesine birleşmemiş, nihai zafere kadar savaşmaya böylesine azmetmişti. Savunma kapasitemiz, hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin itibarı, gerek ülke içinde gerekse uluslararası alanda hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Sosyalist ülkeler, bütün ilerici insanlık, bize yararlı ve etkin yardımlarda bulundu. Amerikan emperyalizmi, bugün dünyada her zamankinden daha fazla yalnızdır. Biz, ülkemizin özgürlüğü, bağımsızlığı, halkın kurtuluşu, sosyalizm ve barış için savaşıyoruz. Davamız haklı bir davadır; biz kazanacağız.

[Kaynak: The Military Art of People’s War: Selected Writings of General Vo Nguyen Giap, Yayına Hazırlayan: Russell Stetler, Monthly Review Press, 1970, 282-284.]

08 Kasım 2019

, , ,

SSCB ve Sömürge Halklar

Sömürgecilik, çifte vantuza sahip bir sülüktür; bu vantuzlardan biri Batı proletaryasının, diğeri de sömürgelerin kanını emer. Bu canavarı gebertmek istiyorsak, bu iki vantuzu aynı anda kesip atmak gerekir. Eğer birini kesersek, diğeri proletaryanın kanını emmeye devam eder, hayvan yaşamını sürdürür ve kesilen vantuz yeniden çıkar.

Rus Devrimi, bu gerçeği net olarak kavramıştır. Bu devrimin boş laflar etmek ve mazlum halklar lehine “insancıl” kararlar almak yerine onlara mücadeleyi öğretmesinin sebebi budur. Lenin’in sömürge meselesi ile ilgili tezlerinde dile getirdiği biçimiyle devrim, mazlum halklara manevi açıdan katkı sunmaktadır.

Bakû Kurultayı’na yirmi bir doğu ülkesi delege göndermiştir.[*] Batı’daki işçi partisi temsilcileri de bu kurultay çalışmalarına katılmışlardır. Sağı solu fethe çıkmış olan Batılı devletlerdeki proletarya ve onlara tabi olan Doğulu ülkelerin halkları, ilk kez kardeşlik duygularıyla birbirlerine ellerini uzatmış, ortak düşman olan emperyalizmi yenmek için verilen mücadelede ortaklaşmışlardır.

Bu tarihî kurultayın ardından, içte ve dışta yaşanan onca güçlüğe karşın devrimci Rusya, o destansı ve muzaffer devrimi aracılığıyla, yılların uykusundan uyanmış olan halkların yardımına zerre tereddüt etmeden koşmuştur. İlk önemli adımlarından biri de Doğu Üniversitesi’ni kurmak olmuştur.

Bugün bu üniversitenin 151’i kız, 1.022 öğrencisi vardır; 895’i de komünist parti mensubudur. Öğrencilerin toplumsal bileşimleri ise şu şekildedir: 547 köylü, 265 işçi, 210 proleter aydın.

Köy kökenli öğrencilerin yüzdesinin yüksek olmasının sebebi, öğrencilerin önemli bir kısmının Doğu ülkelerinden geliyor olması ve bu ülkelerin ekonomisinin tarıma dayanmasıdır. Hindistan’da, Japonya’da ve bilhassa Çin’de mücadelede işçilere öncülük edenler, bu sınıfa sadık aydınlardır. Bu, Doğu Üniversitesi’ndeki öğrenciler arasında aydınların sahip olduğu konumu izah eden bir durumdur. İşçi öğrencilerin sayısının nispeten düşük olması ise Japonya hariç Doğu ülkelerinde sanayinin ve ticaretin henüz gelişmemiş olmasıyla alakalıdır. Bunun dışında öğrencilerin yetmiş beşinin on altı yaşın altında olduğunu belirtmek gerekmektedir.

Üniversitede görevli yüz elli profesör, sosyal bilimler, matematik, tarihsel materyalizm, işçi hareketi tarihi, doğa bilimleri, devrimler tarihi ve politik ekonomi gibi alanlarda dersler vermektedir. Altmış iki milletten gençler, sınıflarda kardeşlik duygularıyla bir araya gelmektedirler.

Üniversitenin on büyük binası vardır. Ayrıca bir de Perşembe ve Pazar günleri öğrencilere ücretsiz film gösterimlerinin yapıldığı bir sinema bulunmaktadır. Haftanın diğer günleri sinema, başka örgütlere hizmet vermektedir.

47.000 kitabın bulunduğu iki ayrı kütüphane, genç devrimcilere kapsamlı çalışmalar yapmaları ve kendilerini eğitmeleri konusunda katkı sunmaktadır. Her milletin veya “grubun” kendi anadilinde yayımlanmış kitap ve dergilerini içeren bir kütüphanesi vardır. Sanatsal dekorasyonunu öğrencilerin yaptığı okuma odası, gazetelerle ve dergilerle doludur. Ayrıca öğrenciler de bir gazete çıkartmaktadır. Gazetenin bir nüshası, okuma odasının yanındaki büyük panoya asılmaktadır.

Hasta öğrenciler, üniversitenin hastanesinde tedavi edilebilmektedirler. Dinlenme ihtiyacı duyan öğrenciler, Kırım’daki sanatoryumdan yararlanabilmektedirler. Sovyetler, tatillerde istifade edilen dokuz binadan oluşan iki kampı üniversiteye vermiştir. Her bir kampta öğrencilerin hayvan yetiştirmeyi öğrenebilecekleri bir merkez bulunmaktadır. Üniversitenin tarım sekreterinin dediğine göre, öğrencilerin “şimdiden otuz ineği, elli domuzu vardır.”

Bunun dışında öğrencilerin ekim yapacakları yüz hektarlık arazi bu kamplara tahsis edilmiştir. Tatillerde ve çalışma saatleri dışında öğrenciler köylülere yardım etmektedirler.

Bu arada belirtmekte fayda var: bu kamplardan biri eskiden bir grandüke aitmiş. Dükün tacıyla bezenmiş, kızıl bayrağın dalgalandığı kulenin tepesinden baktığınızda unutulması mümkün olmayan bir manzarayla karşılaşırsınız. Ayrıca dükün eskiden ziyafet verdiği salonda bugün Koreli ve Ermeni köylülerin oyunlar oynadığına şahit olursunuz.

Üniversite öğrencilerine yemek, kıyafet ve pansiyon ücretsizdir. Ayrıca cep harçlığı olarak her bir öğrenciye altı altın ruble verilmektedir.

Öğrencilere çocuk eğitimi konusunda doğru bir fikir verebilmek adına üniversitede kreş ve anaokulu bulunmakta, buralarda altmış çocuğa bakılmaktadır.

Üniversitenin yıllık masrafı 561.000 altın rubleyi bulmaktadır.

Üniversitede ders gören, altmış iki ayrı millete mensup olan öğrenciler, “Komün” adı verilen bir kurul meydana getirmişlerdir. Bu kurulun başkanı ve görevlileri üç ayda bir öğrencilerce seçilir.

Komün’ün belirlediği bir delege, üniversitenin ekonomik ve idari işlerinde aktif olarak yer alır. Her bir öğrencinin düzenli olarak, sırayla mutfakta, kulüpte ve kütüphanede çalışması zorunludur. Kabahat işleyenler ve kavga edenler, tüm yoldaşların hazır bulunduğu, üyelerini öğrencilerin seçtiği mahkemede yargılanırlar. Gerekli kararları bu mahkeme alır. Komün, uluslararası politik ve ekonomik durumu tartışmak amacıyla haftada bir toplanır. Zaman zaman amatör sanatçıların kendi ülkelerinin sanatını ve kültürünü takdim etme fırsatı buldukları toplantılar ve akşam partileri düzenlenir.

Komünistlerin eskiden alt düzeyde görülen yerli halklara kardeş halk olarak muamele etmekle kalmayıp onları ülkenin politik hayatına dâhil ediyor oluşları, esasen Bolşeviklerin “barbarlık”larına ait bir özelliktir.

Kendi ülkelerinde tebaa veya korunacak kişiler olarak görülen, vergi ödemek dışında başka bir hakkı bulunmayan, seçme-seçilme hakkından mahrum olan, düşüncelerini ifade etme imkânı bulamayan Doğulu öğrenciler, Sovyetler’e temsilci gönderme ve seçimlere katılma hakkına sahiptirler. Sömürgelerde yaşayan ve milliyetini değiştirmeyi düşünen kardeşlerimizin, bugün artık burjuva demokrasisi ile proleter demokrasisi arasında kıyaslama yapıp durmaları, esasen nafile bir uğraştır.

Bu öğrenciler çok çile çekmişler, başkalarının çektikleri çilelere şahitlik etmişlerdir. Hepsi de “yüksek medeniyet”in boyunduruğu altında yaşamış, yabancı kapitalistlerin sömürüsüne ve zulmüne maruz kalmışlardır. Ayrıca bu öğrenciler, bilgiye ve çalışmaya hasrettirler. Coşku, şevk ve ciddiyetle mücadele etme arzusundadırlar. Doğulu öğrenciler, Paris’in Latin Mahallesi’ndeki o havalı caddelerin müdavimlerinden, Paris, Oxford ve Berlin’deki Doğulu öğrencilerden çok farklıdırlar. Bu üniversitenin çatısı altında sömürge halkların geleceğinin şekillendiğini söylersek asla abartmış olmayız.

Suriye’den Kore’ye dek uzanan Yakındoğu ve Uzakdoğu ülkeleri, 15 milyon kilometrekareyi aşan bir yüzölçümüne ve 1,2 milyardan fazla nüfusa sahiptirler. Tüm bu ülkeler, bugün kapitalizmin ve emperyalizmin boyunduruğu altındadırlar.

Her ne kadar sayıca güçlü olsalar da bu ülkelerde yaşayan itaatkâr halklar, bu boyunduruktan kurtulmak için henüz ciddi herhangi bir adım atmamış, uluslararası dayanışmanın değerini anlamamış, mücadele için nasıl birleşeceğini henüz öğrenememiştir. Bu ülkeler arasında henüz tek bir ilişki bile kurulmamış, Avrupa ve Amerika halkları arasındaki ilişkinin bir benzeri buralarda tesis edilememiştir. Doğulu halklar muazzam bir güce sahiptirler, ama henüz bunun farkında değildirler. Sömürge ülkelerin tüm genç, faal ve zeki liderlerini bir araya getiren Doğu Üniversitesi, önemli bir görevi yerine getirmiştir: Bu anlamda Doğu Üniversitesi:

1. kafası ırklararası çatışmalar ve ataerkil geleneklerle karışmış olan geleceğin öncü militanlarına sınıf mücadelesinin ilkelerine öğretmektedir;

2. Batı proletaryasıyla sömürgelerin proleter öncüsü arasında bağ kurmakta, böylelikle uluslararası işçi sınıfının nihai zaferini tek başına güvence altına alacak sıkı ve etkili işbirliği için gerekli yolu açmaktadır;

3. Doğu Üniversitesi, bugüne dek birbirleriyle hiç ilişki kurmamış olan sömürge halklara birleşmeyi öğretmekte, halkların birbirlerini tanımalarını sağlamakta, bunun için de Doğu ülkelerinin ileride gerçekleştireceği, proleter devrimin dayandığı sütundan biri olan birlik için gerekli zemini oluşturmaktadır;

4. Üniversite, sömürgeci ülkelerdeki proleterlere ezilen kardeşleri için neler yapabilecekleri, neler yapmaları gerektiğine dair bir emsal sunmaktadır.

Ho Chi Minh
Imprekor
Sayı: 46, 1924

[Kaynak: Ho Chi Minh On Revolution: Selected Writings, 1920-66, Yayına Hazırlayan ve Takdim Yazısı: Bernard B. Fall, s. 43-46.]

Dipnot:
[*] Birinci Doğu Halkları Kurultayı, Eylül 1920’de Bakû’de düzenlendi. Kurultaya Doğu ülkelerinden gelen yaklaşık 2.000 temsilci katıldı. Kurultay’da oluşturulan Doğu Halkları Propaganda ve Eylem Komitesi yaklaşık bir yıl faaliyette bulundu.

02 Eylül 2019

, , ,

Bağımsızlık Bildirgesi



Beş yıl boyunca Japonların ekonomisini acımasız bir biçimde sömürdüğü Vietnam halkı, II. Dünya Savaşı sayesinde Fransızların sekiz yıllık kontrolüne son verme imkânı buldu. Viet Minh olarak bilinen Vietnam’ın Bağımsızlığı Birliği (Vietnam Doc Lap Dong Minh Hoi) çatısı altında mücadele yürüten Vietnamlı milliyetçiler, hem Japon işgalcilere karşı savaştılar hem de Fransız sömürgecileri mağlup etmeyi bildiler. Ho Chi Minh liderliğinde Viet Minh, kuzeyde yeni yerel hükümetler kurdu, toprakları köylülere dağıttı, kıtlıkla başa çıkabilmek için tahıl ambarları kurdu. 2 Eylül 1945 günü Ho Chi Minh, Hanoi’deki Ba Dinh Meydanı’nda Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilân etti. Konuşmasının başında aktardığı cümle, 1776 tarihli Amerika’nın Bağımsızlık Bildirgesi’nin o ünlü ikinci paragrafından alınmıştır.

* * *

 

“Tüm insanlar eşit yaratılmıştır. Yaradan, insanlara yaşama, özgürlük ve mutluluk arayışı gibi belirli devredilemez haklar bahşetmiştir.”

Bu ölümsüz ifade, 1776 tarihli Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi’nde dile getirilmiştir. En geniş mânâda burada şu kastedilmektedir: Dünya üzerindeki tüm insanlar doğuştan itibaren eşittirler, tüm insanlar, yaşama, mutlu ve özgür olma hakkına sahiptirler.

1791 tarihinde ilân edilen, insanların ve yurttaşların hakları ile ilgili Fransız Devrimi Bildirgesi ise şunu söylemektedir: “Tüm insanlar, özgür ve eşit haklarla birlikte dünyaya gelirler, insanların her daim özgür olması, eşit haklara sahip olması bir zorunluluktur.”

Bunlar, kimsenin inkâr edemeyeceği gerçeklerdir.

Buna karşın seksen yılı aşkın bir süredir eşitlik, özgürlük ve kardeşlik denilen ölçütleri ayaklar altına alan Fransız emperyalistler, anavatanımıza tecavüz etmiş, yurttaşlarımızı zulme maruz bırakmışlardır. Fransız emperyalistler, insanlık ve adalet ilkelerine aykırı davranmışlardır.

Siyaset sahasında onlar, halkımızı her tür demokratik özgürlükten mahrum bırakmıştır.

İnsanlık dışı kanunları halkımıza dayatmış, milli birliğimizi parçalamak, halkımızın birleşmesine mani olmak için ülkenin kuzeyinde, ortasında ve güneyinde üç farklı politik rejim tesis etmişlerdir.

Fransız emperyalistler, okuldan fazla hapishane inşa etmişlerdir. Onlar, yurtseverlerimizi zerre merhamet etmeden katletmiş, ayaklanmalarımızı kan gölünde boğmuşlardır.

Halka ve zihnine pranga vurmakla kalmamış, halkımızı cehaletin karanlığına mahkûm etmişlerdir.

Irkımızı zayıf düşürmek için bizleri afyon ve alkol kullanmaya mecbur etmişlerdir.

Ekonomi sahasında ise Fransız emperyalistler, bizi iliğimize kadar sömürmüş, halkımızı yoksullaştırmış, topraklarımızı mahvetmişlerdir.

Onlar, pirinç tarlalarımızı, madenlerimizi, ormanlarımızı ve hammaddelerimizi bizden çalmış, kâğıt para basımını ve ihracatı tekellerine almışlardır.

Fransız emperyalistler, akıl sır ermeyen bir dizi vergi icat etmiş, halkımızı, bilhassa köylülerimizi yoksulluğa mahkûm etmişlerdir.

Onlar, milli burjuvazimizin gelişimine mani olmuş, işçilerimizi acımasız bir biçimde sömürmüşlerdir.


1940 güzünde Japon faşistler Hintçini topraklarını müttefik kuvvetlere karşı savaşlarında yeni üsler kurmak için işgal ettiklerinde Fransız emperyalistler, Japonlar karşısında diz çökmüş ve bizim ülkemizi onlara teslim etmişlerdir.

O tarihten itibaren halkımız, hem Fransızların hem de Japonların boyunduruğu altındadır. Halkın çilesi ve sefaleti daha da artmıştır. Nihayetinde, geçen yılın sonundan bu yılın başına dek uzanan süreçte Quang Tri şehrinden Kuzey’e dek uzanan sahada iki milyon yurttaşımız açlıktan ölmüştür. 9 Mart günü Fransız askerleri silâhlarını Japonlara teslim etmişlerdir. Fransız sömürgeciler, ya ülkeden kaçmış ya da teslim olmuş, böylelikle beş yıllık zaman zarfında bizleri “koruyamayacaklarını” ispatlamış, ülkeyi iki kez sattıklarını ortaya koymuşlardır.

9 Mart’tan önce birçok kez Vietnam Birliği, Fransızların Japonlara karşı kendisiyle ittifak kurmasını istemiş, bu öneriyi kabul etmek yerine Fransız sömürgeciler, Vietminh üyelerine yönelik terörist faaliyetlerini giderek yoğunlaştırmış, ülkeden kaçmadan önce Yen Bai ve Caobang’da çok sayıda politik tutsağı katletmiştir.

Bu yaşananlara rağmen yurttaşlarımız, her daim Fransızlara hoşgörüyle ve insanca davranmıştır. Mart 1945’te Japonların yaptığı darbeden sonra bile Vietnam Birliği, birçok Fransız’a sınırdan geçme konusunda yardımda bulunmuş, bazılarının Japon hapishanelerinden kaçmalarını sağlamış, Fransızların hayatlarını ve mülklerini korumuştur.

1940 güzünden sonra ülkemiz, esasen bir Fransız sömürgesi olmaktan çıkıp Japon mülkü hâline gelmiştir.

Japonlar, müttefik kuvvetlere teslim olduktan sonra tüm halkımız ayaklanıp milli egemenliğimizi yeniden kazanmış ve Demokratik Vietnam Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Hakikat şu ki biz, bağımsızlığımızı Fransızlardan değil Japonlardan söküp aldık.

Fransızlar kaçtılar, Japonlar teslim oldular, İmparator Bao Dai tahttan çekildi. Halkımız, yaklaşık yüzyıldır bileklerinde duran zincirleri kırmayı bilmiş, vatanını bağımsızlaştırmıştır. Aynı zamanda halkımız, yüzlerce yıldır hükmünü yürütmüş olan kraliyet rejimini de alaşağı etmiştir. Bugün bu rejimin yerine demokratik cumhuriyet kurulmuştur.

Bu sebeple geçici hükümet üyeleri olarak tüm Vietnam halkını temsil eden bizler, bugünden itibaren Fransa ile sömürge olduğumuz dönemden kalma tüm ilişkileri kopartıp attığımızı, Fransa’nın Vietnam adına bugüne dek üstlendiği tüm uluslararası yükümlülükleri yürürlükten kaldırdığımızı ve Fransızların vatanımızda kanunlara aykırı bir biçimde elde ettikleri tüm özel hakları hükümsüz kıldığımızı beyan ediyoruz.

Ortak bir amaçla can bulmuş olan tüm Vietnam halkı, ülkesini yeniden fethetmek için uğraşan Fransız sömürgecilere karşı son nefesine kadar mücadele etmeye kararlıdır.

Tahran ve San Fransisko’da kendi kaderini tayin hakkı ve milletlerin eşitliği ilkelerini kabul etmiş olan müttefik kuvvetlere mensup milletlerin Vietnam’ın bağımsızlığını kabul etmemek gibi bir yönelim içerisine girmeyeceğine kaniyiz.

Sekiz yılı aşkın bir süre tüm cesaretiyle Fransız hâkimiyetine karşı koymuş, son yıllarda müttefik kuvvetlerle yan yana faşistlerle savaşmış bir halk, özgür ve bağımsız olmalıdır.

Bu sebeple Demokratik Vietnam Cumhuriyeti Geçici Hükümeti üyeleri olarak bizler, Vietnam’ın özgür ve bağımsız bir ülke olma hakkının bulunduğunu ve artık gerçekte onun özgür ve bağımsız olduğunu tüm dünyaya resmî olarak beyan ederiz. Vietnam halkı, tüm fiziksel ve zihinsel gücünü seferber edip canını malını bağımsızlığını ve özgürlüğünü korumak için feda etmeye kararlıdır.

Ho Chi Minh
[19 Mayıs 1890 – 2 Eylül 1969]
Kaynak

18 Mart 2018

, ,

My Lai Katliamı

16 Mart 1968’de gerçekleşen My Lai Katliamı’nda 504 kişi öldürüldü. Elli yıl önce bir bölük asker Son My köyüne girdi ve büyük bir kısmı yaşlılardan, kadınlardan ve çocuklardan oluşan sivilleri katletti. Sonrasında bu olay My Lai Katliamı olarak anıldı.

1. Katliam, Son My köyüne bağlı My Lai mezrasında sabah saat 5:30’da başladı. Asıl hedef 48. Viet Cong Alayı idi. Helikopterlerden inen Amerikan askerleri evlerin kapılarından ve pencerelerinden içeri el bombaları atarak ilerlediler.

2. Üç ilâ dört saat içerisinde askerler 504 silâhsız sivili katletti. Bazıları bulundukları yerlerde bazıları da götürüldükleri boş arazilerde öldürüldüler. Kurbanların bir kısmına işkence edildi, can verene dek süngülendi. Kadınlara ve kızlara tecavüz ettiler. Etlerine bölüğün adı yazıldı. Saldırıda sadece bir Amerikan askeri yaralandı, o da kendisini ayağından vurmuştu. Viet Cong militanları bulunamadığı için operasyona son verildi.

3. Helikopteriyle bölgeden geçen, Lawrence Manley Colburn isimli bir asker iki arkadaşıyla katliama şahit oldu. Askerler helikopteri durdurmak için ateş açtılar. Otuz yıl sonra bu üç askere madalya verildi.

4. Ronald L. Haeberle isimli ordu fotoğrafçısının çektiği fotoğraflar ortaya çıkana dek bu katliam görmezden gelindi. Renkli fotoğraflar da çeken Haeberle, bu fotoğrafları 1969’da ABD ve Avrupa medyasına sattı. Bu fotoğraflar, bilhassa ABD’de skandala yol açtı ve katliam ile ilgili olarak soruşturma başlatıldı. Katliam haberleri, ülkede barış hareketine de ciddi bir ivme kazandırdı ve halkın Vietnam Savaşı ile ilgili algısını köklü bir biçimde değiştirdi.

5. Katliamın suçu sadece William L. Calley isimli bir yüzbaşının sırtına yıkıldı. 22 kişiyi öldürmekle suçlanan Calley, müebbet hapse çarptırıldı. Fakat Başkan Nixon, bu cezayı iptal etti ve Calley’nin cezası bir günlük hapis cezasına ve üç yıllık ev hapsine çevrildi.

6. Bir tahmine göre, 1965-1973 arası dönemde Vietnam’da bir ilâ iki milyon Vietnamlı öldürüldü.

Kaynak

27 Kasım 2015

, , ,

Genç Ho Chi Minh


Yetmiş yıl önce, 2 Eylül’de, liderliğini Ho Chi Minh’in yaptığı Vietminh Hanoi’de Demokratik Vietnam Cumhuriyeti Bağımsızlık Deklarasyonu’nu yayınladı. O güne dek Ho Batı’nın pek bildiği bir isim değildi, ama altmışlarla birlikte onun ismi, tüm dünyada göstericilerin attığı sloganlarda yankılanmaya başlandı. Ho Chi Minh, Üçüncü Dünya’nın kolektif iradesinin ve Amerikan emperyalizmine kafa tutma becerisinin bir sembolü hâline geldi.

Nguyen-Ai-Quoc olarak bilinen Ho Chi Minh, eğitim imkânından istifade etme imkânı buldu. Kendisinin ifadesiyle, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarını işitmesi üzerine Fransa’yı görmek istedi. Ancak ülkedeki sömürge kanunu, Vietnamlıların ülkeyi terk etmesini yasaklamıştı. Avrupa’ya gitmenin tek yolu, bir gemide iş bulmaktı. Ho, ilkin Londra, ardından da Paris’e gitti.

Görebildiğimiz kadarıyla Nguyen, Fransa’ya varır varmaz ilkin solcu sendikacılarla temas kurdu. Önce Pierre Monatte ve Alfred Rosmer’in çıkarttığı devrimci sendika gazetesi La Vie ouvrière’in [“İşçilerin Hayatı”] bürolarından birinde bulunan Librairie du travail’i [“Emek Kitapçısı”] ziyaret etti. Monatte ve Rosmer, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinden beri tutarlı bir enternasyonalist tutum sergilemiş isimlerdi.

Ho, Fransız Sosyalist Partisi’ne [İşçi Enternasyonali Fransa Seksiyonu –SFIO] katıldı. Örgüt o dönemde, Rus Devrimi sonrasında kurulan Komünist Enternasyonal’e katılıp katılmama konusunda yoğun bir tartışmaya tanık oluyordu.

SFIO, nihai karar için Aralık 1920’de Tours’da toplantı gerçekleştirdi. Kongre, Komintern’e bağlanma ve Fransız Komünist Partisi’ne [FKP] dönüşme kararı aldı. Komintern’deki Rus Bolşeviklerin hâkimiyetine girmeyi istemeyen sosyalist bir azınlık örgütten koptu.

Nguyen, kongredeki konuşmasında vatanının nasıl zulme uğradığından ve sömürüldüğünden, alkol ve afyon ile nasıl “zehirlendiğinden” bahsetti. Ülkede hapishanelerin sayısı okulların sayısından fazlaydı ve basın hürriyeti yoktu. Ho, partinin “tüm sömürgelerde sosyalizm propagandası yapması gerektiği”ni söyledi ve konuşmasının sonunda şu isteğini dile getirdi: “Yoldaşlar, bizi kurtarın!”

Ho’nun hitabı alkışlandı, ama bazı kişilerin de canını sıktı. Konuşması iki kez kesildi. İlkinde Karl Marx’ın torunu Jean Longuet kendi itibarını savunmak adına söze karıştı. Olayla ilgili yorumu şu şekildeydi: “Ben yerlileri savunmak için müdahale etmiştim!” Kısa bir süre sonra ismi bilinmeyen bir delege, Ho’nun konuşmasını kesince Ho “Sessizlik lütfen, sayın parlamenterler!” demek zorunda kaldı.

Nguyen’in sözlerinin özel bir ağırlığı vardı, zira partinin Komintern’e bağlanmasının bir koşulu da komünist partilerin “her bir sömürgedeki kurtuluş hareketini sadece sözle değil eylemle de desteklemelerini, sömürgelerdeki ‘kendi’ emperyalistlerinin hile ve desiselerini ifşa etmelerini, emperyalistlerin bu sömürgelerden kovulmasını istemelerini, kendi ülkelerindeki işçiler arasında sömürgelerdeki ve mazlum milletlerdeki emekçilere gerçek manada kardeşçe bir tutum sergilenmesine ilişkin bir yaklaşımı telkin etmelerini ve sömürge halklarına yönelik her türden zulme karşı kendi ülkelerindeki askerleri arasında sistematik ajitasyon yürütmelerini gerekli kılmakta”ydı.

FKP, yeni politikasını sömürgelerle ilgili çok sayıda konuyla bağlantılı bir dizi yol üzerinden uygulamaya koymaya çalıştı.

1914-1918 arası dönemde Avrupa’daki savaşa sömürgelerden dokuz yüz binin üzerinde insan taşındı. Bu sayının yarısı askerdi. Askerlerinse en az iki yüz elli bini Kuzey Afrika’dandı. Hintçini’nden [Kamboçya, Laos, Singapur, Tayland, Myanmar, Tayland ve Vietnam’ı kapsayan bölge -çn] gelenlerin sayısı binleri buluyordu. FKP, Fransa’da yaşayan, sömürgelerden gelen insanlar için bir örgüt kurdu. Union inter-coloniale (“UIC Sömürgelerarası Birlik”) isimli bu örgüt, Nisan 1922’de Le Paria isimli bir gazete çıkartmaya başladı. Gazetenin yayın yönetmeni Nguyen-Ai-Quoc’tu.

Le Paria düzensiz yayınlanan bir gazeteydi. Parasal desteği yetersiz, dağıtımı epey düşük düzeydeydi. Ancak buna rağmen gazete, küçük fakat anti-emperyalist mücadeleye kendisini adamış bir grubu örgütlemeyi başardı. Bu isimler arasında Nguyen-Ai-Quoc’un yanında, 1924’te partinin seçimlerde aday gösterdiği Cezayirli Abdulkadir Haceli de vardı.

Abdulkadir, süreç içerisinde Hacı Ahmed Messali isminde bir fabrika işçisini örgütledi. İkili, birlikte Cezayir’in bağımsızlığını talep eden ilk örgüt olan Étoile Nord-Africaine’ı [“Kuzey Afrika Yıldızı”] kurdu. Ellilerde bu örgütün bağrından FLN [Ulusal Kurtuluş Cephesi] çıktı.

Le Paria [“Parya”] İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yirmi yıl içerisinde Fransız siyasetine hükmeden iki büyük ulusal kurtuluş savaşının tohumlarını ekti. 1922-1926 arası dönemde otuz altı sayı çıkan gazete, genelde tek bir büyük yaprak olarak basılıyordu. Gazetenin üst kısmında yer alan isminin solunda Arapça, sağında da Çince hâli bulunuyordu.

Gazetenin esas olarak üzerinde durduğu husus, Fransa’nın sömürgelere dayanan imparatorluğundaki durumdu. Nguyen-Ai-Quoc’un tespitiyle, sömürge idaresinde “sadist memurların inanılması güç zulmü”ne tanık olunmaktaydı. Yazar yazılarında, Fransa’nın sömürge pratiğindeki barbarlığın karşısına cumhuriyetçi siyasete ait geleneksel tasviri çıkartıyordu.

Ho, Fransız Devrimi’nden beri Cumhuriyet’in kişileşmiş hâli olarak görülen Marianne figürünü anımsattı ve şunları söyledi:

“O kibar kadın imajıyla sunulan, özgürlük, adalet vb. gibi muhtelif formlarda sembolize edilen medeniyet, hanımefendilere karşı nazik olmayı savunan erkeklerce düzenlenmiş. Oysa bu medeniyet, o kadına en aşağılayıcı tarzda muamele ediyor, ar namus bilmeksizin onun davranışlarına, mütevazılığına ve tüm hayatına saldırıyor.”

Yazılarda diğer önemli bir konu da politik özgürlükler mücadelesi, bilhassa basın hürriyetiydi. Bu bağlamda, Le Paria’ya yazılar gönderilmesine mani olan posta hizmetlerine karşı bir eylem gerçekleştirildi. Gazete bir dizi kampanya başlattı. Bunlardan birisi de Vietnam’daki Nguyen Hanedanlığı imparatoru Khai Dinh’in protesto edilmesiydi.

Le Paria, sadece sömürgelerde bağımsızlık talebini dile getirmekle yetindi. Gazetenin esas olarak talep ettiği husus, sömürgelerdeki baskıların ve zulmün son bulması ve sömürgelerdeki halkların Fransız yurttaşları ile eşit haklara sahip olmasıydı.

Bu amaç doğrultusunda gazete, Hintçini ile Avrupa’daki emekçi sınıfların birliğini talep etti. Mayıs 1922’de FKP’nin günlük yayın organı L’Humanité için kaleme aldığı yazıda Nguyen-Ai-Quoc, Fransa’daki ve sömürgelerdeki işçiler arasında varolan cehaletin ve önyargıların derinliğine işaret etti.

Lenin’in merkez ülkelerdeki işçilerin sömürge uluslardaki mücadelelere yardım etmesi gerektiğine dair sözlerini alıntıladıktan sonra Ho Chi Minh şunları söyledi: “Maalesef ortalıkta hâlâ sömürgeyi güneşin battığı, her yanın kumla dolu olduğu bir ülke zanneden çok sayıda militan mevcut. Bunlara göre, sömürgelerde birkaç yeşil hindistancevizi ağacı ve birkaç beyaz olmayan insan var, hepsi bu.”

Ho Chi Minh’e göre, sömürgelerdeki birçok insan da Bolşevizm fikrini reddetmekte ya da kendilerini sadece milliyetçilikle tanımlıyordu. Eğitim konusunda bu insanların komünizmin ne anlama geldiğini anlamaları gerekiyordu ama bu insanlar komünizmin kurulduğu noktada nelerle karşılaşacakları ile pek ilgilenmiyorlardı: “Bunlar, tıpkı şu masaldaki köpek gibi, tasmalarını takıp kemiklerini dişlemekle yetiniyorlar.”

Ho buradan şu tespiti yaptı:

“İki ayrı proletaryanın bu ortak cehaletinden söz konusu önyargılar doğmaktadır. Fransız işçiye göre yerli aşağılık bir varlıktır, önemsizdir, anlama becerisinden yoksundur, hatta eyleme geçmeyi bile becerememektedir. Yerliye göre ise kim olursa olsun, Fransız, aşağılık bir sömürücüdür. Emperyalizm ve kapitalizm karşılıklı güvensizlikten istifade etmekte, propagandayı karalamak için suni ırka dayalı hiyerarşiden faydalanmakta ve birleşmeleri gereken güçleri bölmektedir.”

Ardından şu sonuca ulaştı:

“Söz konusu güçlükler karşısında parti ne yapmalı? Bu güçlükleri aşmak için propagandayı yoğunlaştırmalıdır.”

Bu tespitler üzerinden, Le Paria Fransa’daki ve sömürgelerdeki işçilerin birleştirilmesi talebinde bulundu. Ağustos 1922’de kaleme alınan “Sömürge Halklarına Çağrı”da şunlar söylendi:

“Kapitalizm ve emperyalizm karşısında hepimizin çıkarları birdir; Karl Marx’ın ifadesini hatırlayalım: Tüm ülkelerin işçileri, birleşin.”

Gazetenin bir sonraki sayısında Max Clainville-Bloncourt şunları söylüyordu:

“Sömürgelerdeki kardeşlerimiz, Avrupa’da politik iktidarın emekçi kitlelerce fethedilmesi dışında kurtuluşun mümkün olmadığını anlamak zorundasınız.”

Bu mesaj, tüm sömürgelere ulaştı. İlk baskı bin adetti. Sonra bu sayı üç bine çıkartıldı. Gazetelerin önemli bir kısmı sömürgelere gönderildi; iki bin nüshanın beş yüzü Fransa’da kalırken, Madagaskar’a beş yüz, Benin’e dört yüz, Mağrib’e iki yüz, Okyanusya’ya yüz, Hintçini’ne ise iki yüz adet ulaştırıldı.

Dağıtım gizli yapıldığından ve nüshalar sıklıkla devletin eline geçtiğinden, gazetenin pratikte ne kadar yaygın dağıtıldığı bilinmiyor. Ancak Le Paria’nın mücadeleye coşkuyla bağlı bir ekibin oluşumuna katkı yaptığı açık. Bu ekip, FKP üyeleri arasındaki yaygın ilgisizliğe rağmen, gazetenin faaliyetlerini sürdürdü.

Le Paria, Eylül 1925’te yayınına ara verdi, son sayısı da Nisan 1926’da çıktı. Parti içerisindeki sömürge halklarına mensup küçük grupla bürokratik aygıt arasındaki çatışma yoğunlaştı. Gazete çalışmasına katılan ekip dağıtıldı. Nguyen-Ai-Quoc/Ho Chi Minh, 1923’te Moskova’ya gitti, hâkim Stalinist, resmi çizgiyi benimsedi.

Enternasyonalizm Faaliyetlerindeki Azalma

Le Paria, etrafında toplaşan küçük öncü birliği besleyen proleter enternasyonalizm ruhu Ho Chi Minh ile birlikte kayboldu, Fransız solunun emperyalizmle kurduğu eşitsiz ilişki galebe çaldı.

Bunun en net biçimde görüldüğü yer, Güneybatı Asya’dır. Ekim 1887’de Çin-Fransa Savaşı sonrası Fransız Hintçini kuruldu. Sömürgeleştirme sürecinin mimarlarından birisi de 1885’e dek başbakanlık yapan Jules Ferry’ydi. Bariz biçimde ırkçı olan Ferry, 1885’te Ulusal Meclis’te şunları söyleyen kişiydi:

“Üstün ırkların aşağı ırkları medenileştirmek gibi bir görevi bulunduğunu açık yüreklilikle ifade etmemiz gerekmektedir.”

Ferry’nin en önemli başarısı, Fransa’da ücretsiz, zorunlu ve seküler bir eğitimi tesis etmesiydi. Bu mirasa genelde sol sahip çıksa da esasında Ferry’nin bu girişimi emperyalist arzuların bir parçasıydı. Eğer Fransa büyük bir emperyalist güç olacaksa, büyük bölümü köylülerden oluşacak bir orduya ve ulusal kimlikle ilgili güçlü bir hissiyata ihtiyaç duyacaktı.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Hintçini, 1940’ta Japonya ile anlaşma imzalamış olan, Almanya yanlısı Vichy rejiminin kontrol ettiği Fransız sömürge idaresince yönetiliyordu. 1945’te Japonya bu toprakları işgal etti. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalardan sonra Japonya hemen teslim oldu. Bu, Müttefik Kuvvetler’i şaşırtan bir gelişmeydi; onlar, savaşın 1946’ya dek sürmesini bekliyorlardı.

Esasında Vietnam’ı ilk işgal eden Fransa değil, Britanya’ydı. O dönemde Britanya’da İşçi Partisi iktidardı. Temmuz 1945’teki Potsdam Konferansı’nda Çin güçlerinin Hintçini’nin kuzey kısmını, Britanya birliklerinin de güneyi kısmını işgal etmesi öngörülüyordu.

Dört yıl süren işgal sürecinden kurtulmaya çalışan Fransa, silâhlı kuvvetlerini yeniden organize etmek için zamana muhtaçtı. Fransız birlikleri, Ekim ayında Hintçini’ni (gemilerle) terk etmeye başladı. Britanya kuvvetleri ise kısa süre önce mağlup edilen Japon birliklerini kullanarak, Fransa’nın sömürgesini geri elde etmesini güvence altına almak için müdahale etti.

1945’teki geçici hükümetin başındaki isim olan Charles de Gaulle, Dördüncü Cumhuriyet’in kurulduğunu ilân ettiği konuşmasında, savaş sonrası oluşan ivmeden şu şekilde bahsediyordu:

“Limanlarımız yeniden açılıyor. Tarlalarımız sürülüyor. Tüm enkaz kaldırılıyor. Ülkeyi terk etmiş olan insanların neredeyse tamamı geri döndü. İmparatorluğumuzu geri kazanıyoruz. Ren Nehri boyunca yeniden kuruyoruz ülkemizi. Dünyada kaybettiğimiz yerleri geri alıyoruz.”

Hükümette hâkim olan solcu partiler, komünistler, sosyalistler ve Hristiyan demokratlar, Gaulle’ün emperyalizmle ilgili teşvik edici sözlerine dair bir muhalefet içerisinde görünmemektedirler. Esasında 1947’de savaş tüm yönleriyle patlak verene dek komünist bakanlar kabinedeki disipline saygı gösterir ve savaş kredileri lehine oy kullanırdı (kimi zaman komünistler bu konularla ilgili oylamalarda muhalefetlerini çekimser kalarak göstermişlerdi.)

1946’da Fransa’yı ziyaret eden bir Hintçini delegesi, komünist parti lideri Maurice Thorez’le yaptığı toplantıya ilişkin şunları söylüyor:

“Thorez partisinin Hintçini’nde Fransız mevzilerinin sökülüp atılması konusunda kullanılacak potansiyel güç olmak gibi bir niyeti bulunmadığını ve Fransız Birliği’nin tüm burçlarında Fransız bayrağının dalgalandığını görme hususunda çok istekli olduğunu söyledi.”

İmparatorluğun korunması konusunda hevesli olan diğer bir parti de Sosyalist Parti’ydi. Savaş gazisi olan lideri Léon Blum, Vietnam’ın “Fransız Birliği içinde özgür bir devlet” olarak tanınması formülünü destekliyor, ama bu desteği emperyalizmle ilgili retoriğe benzer bir söylemle gerekçelendiriyordu:

“Hintçini’ni korumanın tek bir yolu var, o da medeniyetimize ait prestiji, politik ve manevi nüfuzumuzu sürdürmek, ayrıca meşru maddî çıkarlarımızı korumak ve bunları da bağımsızlık temelinde imza edilmiş samimi bir anlaşma temelinde yapmaktır.”

1946’da Hintçini Savaşı patlak verdiğinde başbakan Blum’du. Savaşın kısmî nedeni, onun Fransa’daki askerî liderliğin savaşı kaçınılmaz görmesine karşı çıkamamış olmasıydı.

Hintçini’nin yeniden sömürgeleştirilmesine sadece küçük birkaç solcu akım karşı çıktı. 22 Aralık 1945’te bağımsız solcu gazete Franc-Tireur [“Keskin Nişancı”] Fransa’nın dış politikasına saldıran bir yazı yayımladı. Yazıda Nazilerin Fransa’yı işgal ettiği dönemde gerçekleştirdikleri en kötü mezalimlerden biri olan Oradour Katliamı ile Hintçini’ndeki Fransızların yaptıklarını kıyaslayan, bir Fransız askerine ait mektuba yer veriliyordu.

Fransız İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasına karşı çıkma konusunda Fransız solunun gösterdiği başarısızlık bir dizi etkenin sonucuydu. Bu etkenlerden biri de Komünist Parti’nin Rusya’ya sadakatiydi. Parti, o dönemde Batı emperyalizmine karşı çıkarak bindiği dalı kesmek istemiyordu.

Ama asıl etken, Fransa’daki politik düşünceyi, bilhassa solu hükmü altında tutan cumhuriyetçi gelenekti. Bu fikriyat üzerinden Fransa’nın ilerici bir rol oynadığına hükmediliyor, onun nispeten daha cahil bölgelere aydınlanma ve medeniyet götürdüğüne inanılıyor, ülkenin “medenileştirme misyonu”nu ifa ettiği söyleniyordu.

Genel kanaate göre, sömürge dünyasında yaşayanlar, Fransız Cumhuriyeti’nin birer yurttaşı olmaktan başka bir şey olmayı isteyemezlerdi, hatta istememelilerdi. Aynı yaklaşımı, Hindistan’ın bağımsızlığını kabul eden, savaş sonrası dönem kurulan İşçi Partisi hükümetinin nispeten daha pragmatik yaklaşımı ile kıyaslamak ilginç çıkarımlara yol açabilir; Fransa ise uzun soluklu ve şiddetli bağımsızlık mücadeleleri üzerinden sökülüp atılana dek Hintçini’ne ve Cezayir’e pençelerini geçirmeyi sürdürdü.

Hikâyenin geri kalan kısmı herkesin malumu. Fransa, 1954’teki Dien Bien Phu Savaşı’nda yaşadığı son mağlubiyete dek Hintçini’ni elinde tutmak için savaştı. Vietnam bölündü, Amerikalıların ülkeye müdahalesi ve Güney Vietnam’a arka çıkması başka bir savaşa yol açtı. Otuz yılın ve iki milyon civarında insanın ölümünün ardından 1975’te Vietnam bağımsızlığına ulaştı.

Her şey daha farklı olabilir miydi? Bu tarz spekülasyonlarda bulunmak her daim güç bir iştir, ancak eğer Fransız solu, 1945’te yirmilerin başında genç Ho Chi Minh’in uğruna mücadele ettiği gerçek enternasyonalist ilkelere sadık kalmış olsaydı, tarih nispeten daha az trajik, daha az acı yüklü bir seyre sahip olabilirdi.

Ian Birchall
30 Eylül 2015
Kaynak