Fransa’nın
büyük aydını olma idealiyle Voltaire, Zola ve Sartre’ın mirasını sahiplenmekti
tek hayali. Yaklaşık kırk yıl boyunca Bernard-Henri Lévy, bir felsefeci olarak,
o sahne performansıyla epey başarılı oldu. Düşmanlarına göre o, mevcut düzeni
savunmak adına hümanist kisvesine bürünmüş yetenekli bir ideolog. 150 milyon
avroluk banka hesabına sahip bir seyyah olarak Lévy, sürekli Batı’nın
düşmanlarına ateş ediyor.
Bir
polemikçi, muhabir, estet, cumhurbaşkanı danışmanı, her şeyin ötesinde diplomatik
karışıklıkların ustası olarak Lévy, mitolojik bir sima olarak, Avrupa’daki düşünce
sahnesindeki hâkimiyetini muhafaza etmeyi sürdürüyor.
1948’de
Cezayir’in Beni Saf şehrinde dünyaya gelen Lévy, altı yaşında iken mensubu
olduğu Sefarad ailesiyle birlikte Fransa’ya geldi. Varlıklı bir ahşap
imalatçısının oğlu olan Lévy, varlıklı insanların yaşadığı bir ortamda yetişti.
Hep imtiyaz peşinde olmak istedi, o imtiyazlarının her daim bilincinde oldu.
Louis
Althusser ve Jacques Derrida gibi aydınların rehberliğinde École Normale
Supérieure’a girdi. Akademi bünyesinde kalmak yerine gazeteci olmayı seçti.
Savaş muhabirliği yapan Lévy, 1971’deki Bangladeş Bağımsızlık Savaşı’na dair
haberler hazırladı. Yetmişlerin başında Marksizme, SSCB’ye ve Mayıs 1968’den
miras kalmış radikal sola ait dogmalara karşı çıkan, totalitarizm karşıtı bir
akım olarak Yeni Felsefe Hareketi’ni inşa etti.
Bu
süreçte felsefeyle ilgilenen Lévy, André Glucksmann, Alain Finkielkraut ve
Pascal Bruckner ile birlikte öğrenci hareketine dâhil oldu. Ama sonra bu
dönemden kalan, cinsel ahlak, insan hakları, din ve antisemitizmle ilgili
görüşlerine onlarca yıl saldırdı.
Lévy,
süreç içerisinde liberal düşünceye örgütlendi. Komünizmin çöküşü ile yaşadığı
coşkuyu aydınlanmacı sloganlarla selamladı. Batı’ya ait cumhuriyetçiliğin merkezine
ABD’yi, sonrasında da “uluslararası terörizmle mücadele”yi yerleştirdi. Ondaki
radikalizm, toplumun merkezinde duran kesimleri ürkütecek bir radikalizm
değildi. Ondaki radikalizm, Sadece Soğuk Savaş sonrası başı kesik tavuğa dönmüş
sola emirler yağdırmakla ilgili bir pratikti.
İki
kutuplu dünyanın çöktüğü koşullarda Lévy, imaj ve duygu temelli söylemin önemli
hale geldiğini, televizyonun giderek hâkimiyet kurduğunu gördü. Evrensel değerlerin
her yere dayatılması gerektiğini söyleyen aşırı bir modernist olarak Lévy, aynı
tornadan çıkmış fikirleri TV ekranlarında yayınlanan sohbet ve kültür
programlarında satmaya başladı. Lévy’nin hayat hikâyesi özünde, nefsi sınır
tanımayan bir kahramanın başrolde olduğu macera dizilerini andırıyordu.
1993’te
kuşatma altındaki Bosna’yı ziyaret eden Lévy, Sırp ateşiyle karşılandı.
Sonrasında Fransız sinema yıldızı Arielle Dombasle ile evlendi. Sarayın gözüne
girince kendisine özel jet tahsis edildi. Bir ara “Fransız hükümeti için çok
şey yaptım, bu yaptığım devede kulak kalır” yorumunda bulundu.
Yirmi
yıl sonra Kaddafi rejiminin çöktüğü günlerde Libya’ya gitti. O dönemin
cumhurbaşkanı Sarkozy’yi Libya’ya askeri müdahale yapmaya ikna etti. İsyancılarla
müzakere yürüttü. Paris ile Ulusal Geçiş Konseyi arasında aracılık etti. Libyalılarla
Sarkozy’yi bir araya getiren, bizzat kendisinin örgütlediği toplantıda, “Ben mucizelere
inanmam ama bugün bir mucize gerçekleşti” dedi. Fransız sarayı, önerisini kabul
etti. Nefsi hep hayatı aşan davalara ihtiyaç duyuyordu. BHL, askeri müdahalenin
Libya’yı harap etmiş olması, ülkeyi kaosa sürüklemesiyle hiç ilgilenmiyordu. BHL,
hemen bir sonraki görevine odaklanan bir isimdi.
Kendisini
tarif ederken “dünyayı büyük bir şevk, coşku ve kararlılıkla tamir ediyorum”
diyen BHL, kendi reklamını yapmasını iyi biliyor, gazete ve televizyonda her
daim olmayı başarabiliyordu. Sartre, sömürgecilikle mücadele edip devrimci
hareketlerle diyalog kurarken, Lévy tam tersini yapıyor, medya ve finans
alanıda sesinin daha gür çıkmasını sağlayacak bağlantılar kuruyor, IMF başkanı
Dominique Strauss Kahn’la dost olabiliyordu.
Bu
imajının ardında dünyaya sadece iyi-kötü hikâyesi üzerinden bakan biri
duruyordu. Geçen yıl Milano’daki Parenti Tiyatrosu’nda yaptığı konuşmada, ağzından
İsrail yanlısı laflardan başka bir şey dökülmedi. Ona göre, bir tarafta Putin,
Hamas, İran ve Çin, diğer tarafta “biz” yani saldırı altındaki Batı demokrasileri
duruyordu. Her şey, onun için gayet duru ve yalındı. Kendisine karşı çıkan
solcuları “melankolik” bulan Lévy, onların “nihilist” olduklarını, yani hayattan
nefret ettiklerini söylüyordu. Ona göre küreselleşme, zekâ ve iyimserlikle
yönetildiği takdirde, her milletten ve inançtan sıradan insanın faydasına
olabilecek bir süreçti.
Lévy’ye
göre, her türden direniş ortadan kaldırılmalıydı. 2018’de, 1935’te “Persya”
isminin yerini İran’ın almasıyla İranlıların Hitler’in gözüne girmeye çalıştıklarını
söylüyordu. Oysa gerçekte Nazilerle Pers Şahı’nın ilişkileri asgari düzeyde seyrediyordu.
Lévy, aslında bugün Tahran’daki rejimi Nazilere bağlamaya çalışıyordu. Bugünkü rejimi
kötülemek için eski rejimi aşağılıyordu.
Aynı
anlayış üzerinden Lévy, 2001’de iç savaş yaşayan Kolombiya ile ilgili
değerlendirmesinde, Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri isimli örgütü “mafya
karteli” olmakla suçluyor, hükümet ve Batı yanlısı paramiliter güçlerin şiddet
olayları neticesinde yaşanan ölümlerin yüzde sekseninden sorumlu olduğu
gerçeğine hiç bakmıyordu. Bu ihmali kastiydi. Lévy, gerçekliği ahlak üzerine
inşa ettiği hikâyesini güçlendirmek adına maniple etme ustasıydı.
Aynı
yılın Kasım ayında BHL, Bush’un Terörle Mücadele’sine karşı çıkan barış
yanlılarına hitaben bir mektup kaleme aldı. Point dergisinde çıkan yazıda,
eylemlere katılanların yanlış tarafta olduklarını söyleyen BHL, Amerika yanlısı
tutumunu şu şekilde dile döküyordu.
“Siz, Amerika’nın
bataklığa saplandığını, Amerikan ordusunun Afganistan düzlüklerinde ve dağlarında
sürdürdüğü savaşta tıpkı Vietnam’da olduğu gibi yenileceğini söylüyordunuz. Ama
işte Kabil düştü, Taliban felâketle yüzleşti, zaferin ışığı herkesin gözünü kör
etti.”
Lévy,
bir çırpıda mağlup edilen Taliban’ı alaya almayı da ihmal etmiyordu. Ama yirmi
yıl sonra ABD ordusu, o tarihindeki en uzun silahlı çatışmanın, binlerce ölünün,
travma yaşayan onca askerin ardından, Biden yönetiminin emriyle ülkeden çekildi.
BHL,
hakkında çokça film çekilen, sayısız gazete yazısına konu olan bir isim. Onu allayıp
pullayan çok insan var. Fransa’da medya, onu cilalamayı seviyor. Onu yücelten
ve reklam eden çalışmalara sıklıkla rastlanıyor. Karşısına oturan gazeteciler,
kendisine hep “bu riski almaya sizi iten neydi?” veya “bu cesareti nereden
buluyorsunuz?” gibi zarf sorular sordular.
Gilles
Deleuze ve Jacques Rancière’nin onun fikriyatının boş olduğuna dair nefret
yüklü açıklamalarına, Cornelius Castoriadis’in onu “kafası karışık biri” olarak
tarif edişine, Nicolas Beau ve Olivier Toscer gibi isimlerin 15 yıl önce ideolojisine
ve maddi gücüne dair değerlendirmelerine kimse bakmıyor. Beau ve Toscer’e göre BHL,
zaten şüpheli olan aile servetini artırmak için uğraşan, her türlü vergiden
kaçan, ama halk sınıflarına antikomünizm dersleri vermeyi seven, Afrika’daki
ormanları katleden bir şirketi yönetmekte olan ahlaksız bir iş adamı.
Beau
ve Toscer, ona yapıştırılan “iyi insan” ve “hümanist” yaftalarının ardında sahip
olduğu araçlar ve ilişkiler sayesinde halkın düşüncesini etkileme becerisine
sahip bir ağ durduğunu söylüyorlar. BHL, herkese gözdağı veren, şantajlarla
baskı uygulayan, düşman kişileri ekranlardan ve gazetelerden uzak tutan, her
türden eleştirel sesi kesen bir güce sırtını yaslıyor.
Wall
Street Journal’da çalışan gazeteci Daniel Pearl’e verdiği
mülâkatları içeren 2003 tarihli Who Killed Daniel Pearl [Daniel Pearl’ü
Kim Öldürdü?”] isimli kitapta Lévy, savunduğu katillerin peşinden Pakistan’a gidişini
anlatıyordu. Kitabı satır satır inceleyen İskoç yazar William Dalrymple, “soruşturma
yapıyorum” edasıyla kibrini sergilemekten başka bir şey yapmadığını söylüyordu:
“BHL, yeni bir edebi biçim
yaratma gayretinde, John Berendt veya Truman Capote gibi isimlerin roman
tarzıyla röportajı harmanlamaya çalışıyor. Ama daha ilk sayfasından Lévy’nin
Pakistan’la bir alakasının olmadığı görülüyor. Kitaptaki ana mesele,
araştırmanın amatörce yürütülmüş olması. Yazar, bir süre sonra Güney Afrika
politikası konusunda da cahil olduğunu ortaya koyuyor. […] Lévy, kitapta
anlaşılması güç, ispatlanması imkânsız komplo teorilerine yer veriyor.
Kitap boyunca Lévy, ara
ara İslam’a yönelik nefretini kusuyor. Pakistan’dan da aynı şekilde nefret
ediyor. Lévy, Pakistan ve Pakistanlıları ağır bir dille eleştiriyor ama bu
eleştiriler hiçbir ayrıntıyı görmüyor. Her şeyi düzlüyor. En saçma olanı da BHL’nin
kendisini, kendi yazdığı casus hikâyesinin James Bond’u ilan etmiş olması.”
Oysa
BHL’nin yöntemi tam da bu. Krizlerin yaşandığı yerde o hemen kahraman edasıyla
çıkıyor sahneye. 7 Ekim 2023’te de hiç fırsat kaybetmeden, uçağa atlayıp İsrail’e
gitti. Bunu “refleks” olarak yaptığını söyledi. Sderot’ta gazetecilere poz
veren BHL, saldırıya uğrayan kibbutzları Binyamin Netanyahu’nun memurlarıyla
birlikte ziyaret etti. Sonra Gazze ile Kiev’in aynı madalyonun iki yüzü
olduklarını, her iki saldırının da ardında aynı ismin, Putin’in olduğunu
söyledi.
BHL,
tarihsel analoji kurarken mütevazı olmayı bilen biri değil. Okurları için inşa
ettiği teorik şatoyu ayakta tutmak için sürekli etkili sözler sarf etme
ihtiyacı duyuyor. Misal, Yahudi devletinin 2006’da Hizbullah’la savaştığı
günlerde tuhaf ifadeler içeren bir röportaj verdi. Lévy, orada İsrail Savunma
Güçleri ile İspanya İç Savaşı’nda savaşan Cumhuriyetçi tugayları kıyaslamıştı. Elinde
F-16’ları ve uydu aracılığıyla istihbarat çalışması yürütme imkânı bulunan bir
orduyla Hemingway’in de parçası olduğu, Franco’ya karşı mücadele eden, beş parasız
gönüllü birliklerinin kıyaslanabilir olduklarını düşünüyordu.
Vaktiyle
Oriana Fallaci’nin La rabbia e l'orgoglio [“Öfke ve Gurur” -2001]
kitabını eleştirmiş, arkadaşının kaleme aldığı bu kitabın Müslümanlara yönelik ayrım
gözetmeyen nefreti körüklediğini söylemişti. Ama artık bu iki isim aynı
konumda. Sadece BHL, Fallaci’ye kıyasla üzerine daha şık bir ceket geçirmiş.
Floransalı
gazeteci Fallaci, yirmi yıl önce “medeniyetler çatışması” görüşünün hiçbir
alternatifi olmadığını söylüyordu. Aynı görüşe ikna olmuş liberal çevrenin
bugün BHL’nin görüşlerine destek çıkması, asla tesadüf değil. Fallaci gibi BHL de
yeni muhafazakârlarla ve sol İslam’dan nefret eden, kendi yurtlarında sürgünde
olduklarını düşünen “ikinci dalga” feministleriyle ittifak kuruyor.
Aslında
BHL, İslam düşmanlığından çok Yahudi düşmanlığına hassasiyet geliştirmiş
ortamın ekmeğini yedi. Uluslararası Ceza Mahkemesi, Netanyahu için tutuklama
emri çıkartınca küplere binen BHL, kararın utanç verici olduğunu söyledi. Aynı kararın
Hamas liderleri için de alınmasını istedi. “Gazze’deki ‘soykırım’ı kınamak yanlış
ve ahlaksızca bir tutum” dedi. Bu sebeple, BM’nin İşgal Altındaki Topraklar
için görevlendirdiği elçisi Francesca Albanese’i hedef alan BHL, onun “tehlikeli”
varlığıyla, “antisemitizmin yeni yüzü” ve “Hamas’ın megafonu” olduğunu söyledi.
Aynı BHL, İsrail yanlısı lobi kuruluşu BM Gözlemevi’nin bildirilerini temel
alan değerlendirmesinde Filistin meselesinin tüm üniversitelerde sansür
edilmesini istedi. Hatta bununla de yetinmedi, The Solitude of Israel [“İsrail’in
Yalnızlığı” -2024] isimli kitabında Batı’yı müttefikine yeterince yardım
etmemekle suçladı.
Gazze’ye
yönelik savaşın ilk aşamalarında Repubblica gazetesinde kendisine yer bulan
BHL, Gazze’den yana saf tutan öğrencilere saldırdı. Onlara “aptal antisemitler”
dedi. Twitter hesabında, “İsrail’e karşı sesimizi yükseltmemizin sebebi ahlaki
pusulamızı yitirmiş olmamızdır” diye yazdı. Ardından şu cümlelere yer verdi: “İsrail’in
geleceği, Eylon Levy gibi parlak zihinler sayesinde ışıl ışıl. Levy,
kelimelerinin öneminin farkında. İnternet, bu savaşın bir başka cephesi.”
Bahsini ettiği kişi, Netanyahu adına internette propaganda faaliyeti yürüten isim.
Kendisi, Londra’da ateşkes çağrısı yapan gösterilere katılanları “tecavüz
savunucuları” demişti. İngilizlerin başındaki Muhafazakâr Parti hükümetini bile
kızdırmayı başardığı için işinden olmuştu. Neticede BHL’nin dediği gibi “zafere
asıl katkı sunacak şey, saldırı stratejisi”ydi.
Repubblica için
yazılar yazan, aslında suya sabuna dokunmayı sevmeyen Michele Serra bile Hamakta
isimli köşesinde “İsrail, yapıp ettiklerine sabit, itiraz edilemeyecek
gerekçeler sıralıyor. Meseleye hep ‘ya biz ya onlar’ anlayışı üzerinden
bakıyor. Oysa bu, hiçbir işe yaramaz. Sadece iki tarafı imha eder, iki tarafın
insanlıktan çıktığı koşulların ürünü olan bu yaklaşım yegâne yolmuş gibi görülür”
demek zorunda kaldı.
Aslında
sosyal medya, BHL ve İsrail için hiç de hayırlı sonuçlar üretmedi. Avrupa’nın
hiç vazgeçmeyeceği müttefiki olan bir ulusun işlediği savaş suçlarını herkes,
önyargılardan ve klişelerden arınmış bir zeminde görme imkânı buldu.
BHL
ile aynı davaya bağlı olan birçok aydın, halkın öfkesiyle yüzleşti, sanal ortamdaki
sakarlıklarıyla gerçek yüzlerini ortaya koydu. Hatta bu isimler, “İsrail’in
Ortadoğu’daki yegâne demokrasi” olduğuna dair algının zayıflamasını sağladı.
Ama gene de BHL gibi bu isimler de sahnedeki varlıklarını sürdürdüler. Kendilerini
dokunulmaz kılan, politika ve basın alanındaki müttefiklerden oluşan ağın
desteğiyle ahkam kesmeye devam ettiler.
Görünen
o ki son yıllarda BHL, kafayı Ukrayna’ya takmış. Siperlerde fotoğraf çektiriyor,
BM’de konuşmalar yapıyor, bir kahraman edasıyla belgesellerde boy gösteriyor.
Üzerine geçirdiği kurşungeçirmez yelek ve beyaz gömlek kafaları karıştırmasın. Bunlar,
BHL’nin alamet-i farikaları. Modayı takip eden, estetikten anlayan muhabir, savaş
suçlarını haber yapıyor. “Neden bunları giydiniz?” sorusuna “bu benim üniformam”
cevabını veriyor. Aslında BHL, sahaya birçok barış yanlısının sahip olmadığı
otoritesini güçlendirmek, daha fazla askeri yardım yapılmasını sağlamak,
yayılmacılığı savunmak, şüpheleri ortadan kaldırmak için iniyor. BHL, o yurtdışı
gezilerini zihnindeki mesajı yaymak için düzenliyor.
Ondaki
evrenselcilik herkesi kucaklamıyor. Gayet seçici. Müttefikleri rahatsız
etmiyorsa, karmaşık fikirler geliştirmek zorunda bırakmıyorsa, evrenselcilik, o
güçleri ve kişileri sahipleniyor.
O
çocuksu dünyasının ürünü olan bir oyun kaleme alıyor ve bizzat kendisi sahneliyor.
2018’de kaleme aldığı Brexit’ten Önce Son Çıkış isimli oyunda BHL, bir
koltuğa oturuyor, kıtanın başına geçip Avrupa projesini kurtaracak hükümetin
üyelerini sıralıyor: İnsan Hakları Bakanlığı’nı John Locke ve Rosa Parks’a,
Kadın Hakları Bakanlığı’nı Kızların İsyanı’na, Ekonomi Bakanlığı’nı ise George
Soros ile Rahibe Teresa’ya veriyor. Kimlik krizini fikirleri daha fazla susturarak
ortadan kaldırmayı, Avrupa’daki çöküşü çizgi filmlerden aldığı formüllerle
çözüme kavuşturmayı düşünüyor.
1979’da,
BHL’nin “Tanrı’nın Ahdi” ismini taşıyan makalesine öfkelenen Fransız tarihçi Pierre
Vidal Naquet, yazdığı mektupta Nouvel Observateur dergisi okurlarına şu
soruyu soruyordu: “Böylesi bir ürünü o yayıncılar, gazeteciler ve televizyon
kanalları hiç kontrol etmeden nasıl yayınlar? Bir kalıp sabun bile daha fazla
kontrolden geçiyor.”
Bu
mektubun üzerinden elli yıl geçti ve hâlâ aynı sorunun soruluyor oluşu
birilerini rahatsız ediyor olmalı. Lévy, tartışmalı bir aydın olmanın yanında mevcut
çelişkilere ait bir semptom. Ve bu semptom, tek bir kişiyi değil, tahkim
edilmek yerine daha da zenginleştirilip karmaşıklaşmak isteyen bir medeniyeti
ilgilendiren bir mesele. Yaşanan bu çatışmada dünya bir sahne. Bu sahnede BHL,
önü hiç iliklenmeyen gömleğiyle hep ortada duruyor.
Paolo Mossetti
5
Haziran 2025
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder