08 Ağustos 2025

,

Batı’nın İdeologu: Bernard-Henri Lévy


Fransa’nın büyük aydını olma idealiyle Voltaire, Zola ve Sartre’ın mirasını sahiplenmekti tek hayali. Yaklaşık kırk yıl boyunca Bernard-Henri Lévy, bir felsefeci olarak, o sahne performansıyla epey başarılı oldu. Düşmanlarına göre o, mevcut düzeni savunmak adına hümanist kisvesine bürünmüş yetenekli bir ideolog. 150 milyon avroluk banka hesabına sahip bir seyyah olarak Lévy, sürekli Batı’nın düşmanlarına ateş ediyor.

Bir polemikçi, muhabir, estet, cumhurbaşkanı danışmanı, her şeyin ötesinde diplomatik karışıklıkların ustası olarak Lévy, mitolojik bir sima olarak, Avrupa’daki düşünce sahnesindeki hâkimiyetini muhafaza etmeyi sürdürüyor.

1948’de Cezayir’in Beni Saf şehrinde dünyaya gelen Lévy, altı yaşında iken mensubu olduğu Sefarad ailesiyle birlikte Fransa’ya geldi. Varlıklı bir ahşap imalatçısının oğlu olan Lévy, varlıklı insanların yaşadığı bir ortamda yetişti. Hep imtiyaz peşinde olmak istedi, o imtiyazlarının her daim bilincinde oldu.

Louis Althusser ve Jacques Derrida gibi aydınların rehberliğinde École Normale Supérieure’a girdi. Akademi bünyesinde kalmak yerine gazeteci olmayı seçti. Savaş muhabirliği yapan Lévy, 1971’deki Bangladeş Bağımsızlık Savaşı’na dair haberler hazırladı. Yetmişlerin başında Marksizme, SSCB’ye ve Mayıs 1968’den miras kalmış radikal sola ait dogmalara karşı çıkan, totalitarizm karşıtı bir akım olarak Yeni Felsefe Hareketi’ni inşa etti.

Bu süreçte felsefeyle ilgilenen Lévy, André Glucksmann, Alain Finkielkraut ve Pascal Bruckner ile birlikte öğrenci hareketine dâhil oldu. Ama sonra bu dönemden kalan, cinsel ahlak, insan hakları, din ve antisemitizmle ilgili görüşlerine onlarca yıl saldırdı.

Lévy, süreç içerisinde liberal düşünceye örgütlendi. Komünizmin çöküşü ile yaşadığı coşkuyu aydınlanmacı sloganlarla selamladı. Batı’ya ait cumhuriyetçiliğin merkezine ABD’yi, sonrasında da “uluslararası terörizmle mücadele”yi yerleştirdi. Ondaki radikalizm, toplumun merkezinde duran kesimleri ürkütecek bir radikalizm değildi. Ondaki radikalizm, Sadece Soğuk Savaş sonrası başı kesik tavuğa dönmüş sola emirler yağdırmakla ilgili bir pratikti.

İki kutuplu dünyanın çöktüğü koşullarda Lévy, imaj ve duygu temelli söylemin önemli hale geldiğini, televizyonun giderek hâkimiyet kurduğunu gördü. Evrensel değerlerin her yere dayatılması gerektiğini söyleyen aşırı bir modernist olarak Lévy, aynı tornadan çıkmış fikirleri TV ekranlarında yayınlanan sohbet ve kültür programlarında satmaya başladı. Lévy’nin hayat hikâyesi özünde, nefsi sınır tanımayan bir kahramanın başrolde olduğu macera dizilerini andırıyordu.

1993’te kuşatma altındaki Bosna’yı ziyaret eden Lévy, Sırp ateşiyle karşılandı. Sonrasında Fransız sinema yıldızı Arielle Dombasle ile evlendi. Sarayın gözüne girince kendisine özel jet tahsis edildi. Bir ara “Fransız hükümeti için çok şey yaptım, bu yaptığım devede kulak kalır” yorumunda bulundu.

Yirmi yıl sonra Kaddafi rejiminin çöktüğü günlerde Libya’ya gitti. O dönemin cumhurbaşkanı Sarkozy’yi Libya’ya askeri müdahale yapmaya ikna etti. İsyancılarla müzakere yürüttü. Paris ile Ulusal Geçiş Konseyi arasında aracılık etti. Libyalılarla Sarkozy’yi bir araya getiren, bizzat kendisinin örgütlediği toplantıda, “Ben mucizelere inanmam ama bugün bir mucize gerçekleşti” dedi. Fransız sarayı, önerisini kabul etti. Nefsi hep hayatı aşan davalara ihtiyaç duyuyordu. BHL, askeri müdahalenin Libya’yı harap etmiş olması, ülkeyi kaosa sürüklemesiyle hiç ilgilenmiyordu. BHL, hemen bir sonraki görevine odaklanan bir isimdi.

Kendisini tarif ederken “dünyayı büyük bir şevk, coşku ve kararlılıkla tamir ediyorum” diyen BHL, kendi reklamını yapmasını iyi biliyor, gazete ve televizyonda her daim olmayı başarabiliyordu. Sartre, sömürgecilikle mücadele edip devrimci hareketlerle diyalog kurarken, Lévy tam tersini yapıyor, medya ve finans alanıda sesinin daha gür çıkmasını sağlayacak bağlantılar kuruyor, IMF başkanı Dominique Strauss Kahn’la dost olabiliyordu.

Bu imajının ardında dünyaya sadece iyi-kötü hikâyesi üzerinden bakan biri duruyordu. Geçen yıl Milano’daki Parenti Tiyatrosu’nda yaptığı konuşmada, ağzından İsrail yanlısı laflardan başka bir şey dökülmedi. Ona göre, bir tarafta Putin, Hamas, İran ve Çin, diğer tarafta “biz” yani saldırı altındaki Batı demokrasileri duruyordu. Her şey, onun için gayet duru ve yalındı. Kendisine karşı çıkan solcuları “melankolik” bulan Lévy, onların “nihilist” olduklarını, yani hayattan nefret ettiklerini söylüyordu. Ona göre küreselleşme, zekâ ve iyimserlikle yönetildiği takdirde, her milletten ve inançtan sıradan insanın faydasına olabilecek bir süreçti.

Lévy’ye göre, her türden direniş ortadan kaldırılmalıydı. 2018’de, 1935’te “Persya” isminin yerini İran’ın almasıyla İranlıların Hitler’in gözüne girmeye çalıştıklarını söylüyordu. Oysa gerçekte Nazilerle Pers Şahı’nın ilişkileri asgari düzeyde seyrediyordu. Lévy, aslında bugün Tahran’daki rejimi Nazilere bağlamaya çalışıyordu. Bugünkü rejimi kötülemek için eski rejimi aşağılıyordu.

Aynı anlayış üzerinden Lévy, 2001’de iç savaş yaşayan Kolombiya ile ilgili değerlendirmesinde, Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri isimli örgütü “mafya karteli” olmakla suçluyor, hükümet ve Batı yanlısı paramiliter güçlerin şiddet olayları neticesinde yaşanan ölümlerin yüzde sekseninden sorumlu olduğu gerçeğine hiç bakmıyordu. Bu ihmali kastiydi. Lévy, gerçekliği ahlak üzerine inşa ettiği hikâyesini güçlendirmek adına maniple etme ustasıydı.

Aynı yılın Kasım ayında BHL, Bush’un Terörle Mücadele’sine karşı çıkan barış yanlılarına hitaben bir mektup kaleme aldı. Point dergisinde çıkan yazıda, eylemlere katılanların yanlış tarafta olduklarını söyleyen BHL, Amerika yanlısı tutumunu şu şekilde dile döküyordu.

“Siz, Amerika’nın bataklığa saplandığını, Amerikan ordusunun Afganistan düzlüklerinde ve dağlarında sürdürdüğü savaşta tıpkı Vietnam’da olduğu gibi yenileceğini söylüyordunuz. Ama işte Kabil düştü, Taliban felâketle yüzleşti, zaferin ışığı herkesin gözünü kör etti.”

Lévy, bir çırpıda mağlup edilen Taliban’ı alaya almayı da ihmal etmiyordu. Ama yirmi yıl sonra ABD ordusu, o tarihindeki en uzun silahlı çatışmanın, binlerce ölünün, travma yaşayan onca askerin ardından, Biden yönetiminin emriyle ülkeden çekildi.

BHL, hakkında çokça film çekilen, sayısız gazete yazısına konu olan bir isim. Onu allayıp pullayan çok insan var. Fransa’da medya, onu cilalamayı seviyor. Onu yücelten ve reklam eden çalışmalara sıklıkla rastlanıyor. Karşısına oturan gazeteciler, kendisine hep “bu riski almaya sizi iten neydi?” veya “bu cesareti nereden buluyorsunuz?” gibi zarf sorular sordular.

Gilles Deleuze ve Jacques Rancière’nin onun fikriyatının boş olduğuna dair nefret yüklü açıklamalarına, Cornelius Castoriadis’in onu “kafası karışık biri” olarak tarif edişine, Nicolas Beau ve Olivier Toscer gibi isimlerin 15 yıl önce ideolojisine ve maddi gücüne dair değerlendirmelerine kimse bakmıyor. Beau ve Toscer’e göre BHL, zaten şüpheli olan aile servetini artırmak için uğraşan, her türlü vergiden kaçan, ama halk sınıflarına antikomünizm dersleri vermeyi seven, Afrika’daki ormanları katleden bir şirketi yönetmekte olan ahlaksız bir iş adamı.

Beau ve Toscer, ona yapıştırılan “iyi insan” ve “hümanist” yaftalarının ardında sahip olduğu araçlar ve ilişkiler sayesinde halkın düşüncesini etkileme becerisine sahip bir ağ durduğunu söylüyorlar. BHL, herkese gözdağı veren, şantajlarla baskı uygulayan, düşman kişileri ekranlardan ve gazetelerden uzak tutan, her türden eleştirel sesi kesen bir güce sırtını yaslıyor.

Wall Street Journal’da çalışan gazeteci Daniel Pearl’e verdiği mülâkatları içeren 2003 tarihli Who Killed Daniel Pearl [Daniel Pearl’ü Kim Öldürdü?”] isimli kitapta Lévy, savunduğu katillerin peşinden Pakistan’a gidişini anlatıyordu. Kitabı satır satır inceleyen İskoç yazar William Dalrymple, “soruşturma yapıyorum” edasıyla kibrini sergilemekten başka bir şey yapmadığını söylüyordu:

“BHL, yeni bir edebi biçim yaratma gayretinde, John Berendt veya Truman Capote gibi isimlerin roman tarzıyla röportajı harmanlamaya çalışıyor. Ama daha ilk sayfasından Lévy’nin Pakistan’la bir alakasının olmadığı görülüyor. Kitaptaki ana mesele, araştırmanın amatörce yürütülmüş olması. Yazar, bir süre sonra Güney Afrika politikası konusunda da cahil olduğunu ortaya koyuyor. […] Lévy, kitapta anlaşılması güç, ispatlanması imkânsız komplo teorilerine yer veriyor.

Kitap boyunca Lévy, ara ara İslam’a yönelik nefretini kusuyor. Pakistan’dan da aynı şekilde nefret ediyor. Lévy, Pakistan ve Pakistanlıları ağır bir dille eleştiriyor ama bu eleştiriler hiçbir ayrıntıyı görmüyor. Her şeyi düzlüyor. En saçma olanı da BHL’nin kendisini, kendi yazdığı casus hikâyesinin James Bond’u ilan etmiş olması.”

Oysa BHL’nin yöntemi tam da bu. Krizlerin yaşandığı yerde o hemen kahraman edasıyla çıkıyor sahneye. 7 Ekim 2023’te de hiç fırsat kaybetmeden, uçağa atlayıp İsrail’e gitti. Bunu “refleks” olarak yaptığını söyledi. Sderot’ta gazetecilere poz veren BHL, saldırıya uğrayan kibbutzları Binyamin Netanyahu’nun memurlarıyla birlikte ziyaret etti. Sonra Gazze ile Kiev’in aynı madalyonun iki yüzü olduklarını, her iki saldırının da ardında aynı ismin, Putin’in olduğunu söyledi.

BHL, tarihsel analoji kurarken mütevazı olmayı bilen biri değil. Okurları için inşa ettiği teorik şatoyu ayakta tutmak için sürekli etkili sözler sarf etme ihtiyacı duyuyor. Misal, Yahudi devletinin 2006’da Hizbullah’la savaştığı günlerde tuhaf ifadeler içeren bir röportaj verdi. Lévy, orada İsrail Savunma Güçleri ile İspanya İç Savaşı’nda savaşan Cumhuriyetçi tugayları kıyaslamıştı. Elinde F-16’ları ve uydu aracılığıyla istihbarat çalışması yürütme imkânı bulunan bir orduyla Hemingway’in de parçası olduğu, Franco’ya karşı mücadele eden, beş parasız gönüllü birliklerinin kıyaslanabilir olduklarını düşünüyordu.

Vaktiyle Oriana Fallaci’nin La rabbia e l'orgoglio [“Öfke ve Gurur” -2001] kitabını eleştirmiş, arkadaşının kaleme aldığı bu kitabın Müslümanlara yönelik ayrım gözetmeyen nefreti körüklediğini söylemişti. Ama artık bu iki isim aynı konumda. Sadece BHL, Fallaci’ye kıyasla üzerine daha şık bir ceket geçirmiş.

Floransalı gazeteci Fallaci, yirmi yıl önce “medeniyetler çatışması” görüşünün hiçbir alternatifi olmadığını söylüyordu. Aynı görüşe ikna olmuş liberal çevrenin bugün BHL’nin görüşlerine destek çıkması, asla tesadüf değil. Fallaci gibi BHL de yeni muhafazakârlarla ve sol İslam’dan nefret eden, kendi yurtlarında sürgünde olduklarını düşünen “ikinci dalga” feministleriyle ittifak kuruyor.

Aslında BHL, İslam düşmanlığından çok Yahudi düşmanlığına hassasiyet geliştirmiş ortamın ekmeğini yedi. Uluslararası Ceza Mahkemesi, Netanyahu için tutuklama emri çıkartınca küplere binen BHL, kararın utanç verici olduğunu söyledi. Aynı kararın Hamas liderleri için de alınmasını istedi. “Gazze’deki ‘soykırım’ı kınamak yanlış ve ahlaksızca bir tutum” dedi. Bu sebeple, BM’nin İşgal Altındaki Topraklar için görevlendirdiği elçisi Francesca Albanese’i hedef alan BHL, onun “tehlikeli” varlığıyla, “antisemitizmin yeni yüzü” ve “Hamas’ın megafonu” olduğunu söyledi. Aynı BHL, İsrail yanlısı lobi kuruluşu BM Gözlemevi’nin bildirilerini temel alan değerlendirmesinde Filistin meselesinin tüm üniversitelerde sansür edilmesini istedi. Hatta bununla de yetinmedi, The Solitude of Israel [“İsrail’in Yalnızlığı” -2024] isimli kitabında Batı’yı müttefikine yeterince yardım etmemekle suçladı.

Gazze’ye yönelik savaşın ilk aşamalarında Repubblica gazetesinde kendisine yer bulan BHL, Gazze’den yana saf tutan öğrencilere saldırdı. Onlara “aptal antisemitler” dedi. Twitter hesabında, “İsrail’e karşı sesimizi yükseltmemizin sebebi ahlaki pusulamızı yitirmiş olmamızdır” diye yazdı. Ardından şu cümlelere yer verdi: “İsrail’in geleceği, Eylon Levy gibi parlak zihinler sayesinde ışıl ışıl. Levy, kelimelerinin öneminin farkında. İnternet, bu savaşın bir başka cephesi.” Bahsini ettiği kişi, Netanyahu adına internette propaganda faaliyeti yürüten isim. Kendisi, Londra’da ateşkes çağrısı yapan gösterilere katılanları “tecavüz savunucuları” demişti. İngilizlerin başındaki Muhafazakâr Parti hükümetini bile kızdırmayı başardığı için işinden olmuştu. Neticede BHL’nin dediği gibi “zafere asıl katkı sunacak şey, saldırı stratejisi”ydi.

Repubblica için yazılar yazan, aslında suya sabuna dokunmayı sevmeyen Michele Serra bile Hamakta isimli köşesinde “İsrail, yapıp ettiklerine sabit, itiraz edilemeyecek gerekçeler sıralıyor. Meseleye hep ‘ya biz ya onlar’ anlayışı üzerinden bakıyor. Oysa bu, hiçbir işe yaramaz. Sadece iki tarafı imha eder, iki tarafın insanlıktan çıktığı koşulların ürünü olan bu yaklaşım yegâne yolmuş gibi görülür” demek zorunda kaldı.

Aslında sosyal medya, BHL ve İsrail için hiç de hayırlı sonuçlar üretmedi. Avrupa’nın hiç vazgeçmeyeceği müttefiki olan bir ulusun işlediği savaş suçlarını herkes, önyargılardan ve klişelerden arınmış bir zeminde görme imkânı buldu.

BHL ile aynı davaya bağlı olan birçok aydın, halkın öfkesiyle yüzleşti, sanal ortamdaki sakarlıklarıyla gerçek yüzlerini ortaya koydu. Hatta bu isimler, “İsrail’in Ortadoğu’daki yegâne demokrasi” olduğuna dair algının zayıflamasını sağladı. Ama gene de BHL gibi bu isimler de sahnedeki varlıklarını sürdürdüler. Kendilerini dokunulmaz kılan, politika ve basın alanındaki müttefiklerden oluşan ağın desteğiyle ahkam kesmeye devam ettiler.

Görünen o ki son yıllarda BHL, kafayı Ukrayna’ya takmış. Siperlerde fotoğraf çektiriyor, BM’de konuşmalar yapıyor, bir kahraman edasıyla belgesellerde boy gösteriyor. Üzerine geçirdiği kurşungeçirmez yelek ve beyaz gömlek kafaları karıştırmasın. Bunlar, BHL’nin alamet-i farikaları. Modayı takip eden, estetikten anlayan muhabir, savaş suçlarını haber yapıyor. “Neden bunları giydiniz?” sorusuna “bu benim üniformam” cevabını veriyor. Aslında BHL, sahaya birçok barış yanlısının sahip olmadığı otoritesini güçlendirmek, daha fazla askeri yardım yapılmasını sağlamak, yayılmacılığı savunmak, şüpheleri ortadan kaldırmak için iniyor. BHL, o yurtdışı gezilerini zihnindeki mesajı yaymak için düzenliyor.

Ondaki evrenselcilik herkesi kucaklamıyor. Gayet seçici. Müttefikleri rahatsız etmiyorsa, karmaşık fikirler geliştirmek zorunda bırakmıyorsa, evrenselcilik, o güçleri ve kişileri sahipleniyor.

O çocuksu dünyasının ürünü olan bir oyun kaleme alıyor ve bizzat kendisi sahneliyor. 2018’de kaleme aldığı Brexit’ten Önce Son Çıkış isimli oyunda BHL, bir koltuğa oturuyor, kıtanın başına geçip Avrupa projesini kurtaracak hükümetin üyelerini sıralıyor: İnsan Hakları Bakanlığı’nı John Locke ve Rosa Parks’a, Kadın Hakları Bakanlığı’nı Kızların İsyanı’na, Ekonomi Bakanlığı’nı ise George Soros ile Rahibe Teresa’ya veriyor. Kimlik krizini fikirleri daha fazla susturarak ortadan kaldırmayı, Avrupa’daki çöküşü çizgi filmlerden aldığı formüllerle çözüme kavuşturmayı düşünüyor.

1979’da, BHL’nin “Tanrı’nın Ahdi” ismini taşıyan makalesine öfkelenen Fransız tarihçi Pierre Vidal Naquet, yazdığı mektupta Nouvel Observateur dergisi okurlarına şu soruyu soruyordu: “Böylesi bir ürünü o yayıncılar, gazeteciler ve televizyon kanalları hiç kontrol etmeden nasıl yayınlar? Bir kalıp sabun bile daha fazla kontrolden geçiyor.”

Bu mektubun üzerinden elli yıl geçti ve hâlâ aynı sorunun soruluyor oluşu birilerini rahatsız ediyor olmalı. Lévy, tartışmalı bir aydın olmanın yanında mevcut çelişkilere ait bir semptom. Ve bu semptom, tek bir kişiyi değil, tahkim edilmek yerine daha da zenginleştirilip karmaşıklaşmak isteyen bir medeniyeti ilgilendiren bir mesele. Yaşanan bu çatışmada dünya bir sahne. Bu sahnede BHL, önü hiç iliklenmeyen gömleğiyle hep ortada duruyor.

Paolo Mossetti
5 Haziran 2025
Kaynak

0 Yorum: