21 Ağustos 2025

,

Barışçı Hitler

Hitler barış istiyor. Barış konusunda yaptığı konuşmalar ve verdiği röportajlar, eski bir formül üzerine kurulu: savaş, tek bir sorunu bile çözemez, savaş, üstün ırkları yok etmekle tehdit eder, savaş, başladığı andan itibaren medeniyetin yıkımını beraberinde getirir. Yüzlerce yıldır barışçılar, bu türden, artık klasikleşmiş görüşler dile getiriyorlar! İçimize biraz su serpen bir gelişme varsa o da Alman şansölyesinin o samimiyetiyle bir dizi yabancı gazeteciyi ikna edebilmiş olmasıydı.

Bu koşullarda barış konusundaki samimiyetinden hiçbir şekilde şüphe duyamayacağımız bir isim olarak Karl Ossietzki olsaydı, “madem mevcut hükümetin lideri kendi hükmünü büyük bir ustalıkla olmasa bile gayretle uyguluyor, o vakit ben neden toplama kampındayım?” sorusunu sorardı. Oysa Ossietzki, tam da bu türden muarrızlarının yüzlerini kızartacak sorular soramasın diye hapiste.

Hitler’in Argümanları

Hitler’in argümanları, gür bir sesle dile döküldüğü ölçüde, ikna edici. Tüm bakanlar, hatipler ve gazeteciler, Nazi iktidarının insanlar arasında kardeşliği tesis etmek için kurulduğuna yemin ediyorlar. Nasyonal Sosyalist Almanya, silâh kullanmayı sırf kendisine yönelik nefret karşısında daha iyi durabilmek için öğreniyor. Ta 13 Mayıs’ta gerçek Almanya’nın damarları sertleşti diye değil de muharebe sahasında ölmesi gerektiğini söyleyen von Papen bile torunların ve torunlarının torunlarını barışçıl bir biçimde kuşatmış olan hayaletten vazgeçmek kadar kıymetli bir şey olmadığını söyleyip duruyor.

Avrupa halkları, barışın korunmasını büyük bir tutkuyla istiyorlar. Berlin’in ağzından dökülen iri iri laflara büyük bir umutla kulak kesildiklerine hiç şüphe yok. Ama şüphelerinden kurtulmaları da o kadar kolay olmuyor. Birçok insan, Fransa ile Almanya’nın çıkarlarının uzlaşmasının mümkün olmadığı tespiti üzerine kurulu otobiyografisiyle Hitler denilen şahıs hakkında ne düşünmeleri gerektiğini soruyor. Sakinleştirici bir açıklamaya ulaşan insanlar, Hitler’in otobiyografisinin (Kavgam) hapisteyken yazıldığını, yazarın asabının bozuk olduğunu, bu rahatsız edici kitabın bugüne dek ulusal eğitimin temeli olarak kullanılmasının ancak propaganda bakanının ihmali sebebiyle mümkün olabildiğini söylüyorlar.

“Mücadele” Yerine “Barış”

Nazi iktidarının “haklarda eşitlik” meselesini kendi lehine çözüme kavuşturduğu koşullarda Hitler, Kavgam’ın yeni baskısını güven tazeleyici bir içerikle hazırlayacaktır. Bugün kitaba Kavgam adı verilmiş. Kitabın asıl konusu, Versay Anlaşması. Gelecekte muhtemelen kitap Barışım adını alacak. Kitaba Nasyonal Sosyalist hekimlerin, yazarın asabının daha iyi olduğuna dair raporları iliştirilecek.

Leipzig’de kurulan mahkeme bize, Nazilerin tıbbi-hukuki uzmanların tanıklıklarının sınırsız bir güven sunduklarının kanıtı. Bu dünyada sadece samimiyet ve barış sevgisi olsaydı, hayat muhtemelen ebedi bir hazza dönüşürdü. Ama maalesef bu türden erdemlerle aptallık ve kabalık yan yana yaşıyorlar. Peki ama bu aptallığın ve kabalığın bedelini kim ödeyecek?

Daha önce bu satırların yazarı, okurun dikkatini Hitler’in Alman Şansölyesi von Papen’e yazdığı açık mektuba çekmeye çalışmıştı. Ama maalesef zayıf sesimizin hedefine ulaşmadığı görülüyor. Beklentimizin aksine Açık Mektup, tüm editörlerin ve şansölyelik makamının layihası haline gelemedi. Oysa bunu hak eden bir metindi. Yeni yayımlanmış olan, Alman propagandasına ait politik metin, kimsenin itiraz edemeyeceği ölçüde, gayet eğitici. Ama çekmecelerde kalmak gibi bir kusurları var bu metinlerin. Bu tür durumlarda insan, metinlerde tahrifat yapıldığından şüphe ediyor.

Hitler’in Açık Mektubu

Açık Mektup, sırda kalmış bir belge değil. Bu broşür, Hitler’in iktidarı almasından üç ay önce, 16 Ekim 1932’de Nazi partisi tarafından yayımlandı. Hitler’in sinir sistemi, 1923’teki sınavlardan tümüyle sağ çıkmış olmalı. Hitler, metinde zaten iktidarda olan biriymiş gibi konuşuyor. Geriye sadece son engellerin üzerinden atlamak kalıyor. Egemen sınıflar, ona korkuyla değil, umutla bakıyorlar. Sadece “romantik” bir şovenizm üzerinden bir maceraya girilmesinden endişe ediyorlar.

Açık Mektup’un amacı, mülk sahibi sınıflara, bürokrasiye, generallere ve Hitler’in tüm düşüncesizliğiyle intikam peşine düşmüş von Papen’e karşı cumhurbaşkanı Hindenburg’un yakın maiyetindekilere amaçlarına ulaşmak için yürüteceği çalışmalarda en büyük dikkati göstereceğine dair güvence veriyor.

Açık Mektup, ancak bugün tam anlamıyla önem kazanan tüm dış politika sistemini ifşa ediyor. Almanya’nın Milletler Cemiyeti’nden çekilişini tüm dünya, beklenmedik ve mantık dışı, doğaçlama bir hareket olarak değerlendirdi. Oysa Açık Mektup, Almanya’nın Cenevre’deki masayı neden terk ettiğini, bu kopuşu nasıl düzene sokmak gerektiğini net bir dille aktarıyor.

Nazilerin Dış Politikası

Bu mektup, istisnai bir değere sahip. Mektupta görüldüğü üzere, polemik yürütmek ve savaşmak zorunda bırakılan Hitler, gelecekte uygulayacağı dış politikanın sırda saklı kaynaklarını hesapsızca açığa vuruyor. Mektup, bu yüzden değerli.

Açık Mektup’un çıkış noktası ile Kavgam’ın çıkış noktası aynı: Fransa’nın çıkarları ile Almanya’nın çıkarları asla uzlaşamaz. Fransa, mevcut eğilimi dâhilinde, güçler arası ilişkiyi Almanya lehine değiştirecek bir anlaşmaya olur diyemez. Almanya, uluslararası konferanslarda yapılacak tartışmayla “haklarda eşitliği” sağlamayı umamaz. Uluslararası diplomasinin Almanya’nın yeniden silahlanma hakkını tanıması için Almanların önceden silahlanması gerekir. Ama Almanya, von Papen gibi silahlanma talebini yüksek sesle dillendiremez. Bu “halk hareketi”ne ait bir slogan, diplomaside yeri yok. Von Papen hükümetinin aksine, sorumluluklarının bilincinde olan Hitler hükümeti, sadece Fransa’nın silahsızlanmasını talep etmelidir. Fransa hiçbir şekilde bu silahsızlanma önerisini kabul etmeyeceğinden Almanya, elini rahatlatmak için Milletler Cemiyeti’nden ayrılmalıdır. Peki burada amaç, savaş çıkartmak mıdır? Hayır, Almanya, yakın gelecekte barışçılığın dilinden gayrı bir dilde konuşamayacak kadar zayıf bir hükümete sahip.

Alman Militarizminin Yeniden Yaratılması

Kendisini Doğu’da tehdit eden “tehlike”yi anımsatan, Batılı devletler arasındaki çelişkilerden istifade eden Almanya, genelde ve özelde, kendisine has olan bir tarzda, sahip olduğu militarizmin zeminini yeniden oluşturmalıdır. Bu işi başarıyla neticelendirebilmesi için ülkenin bu süreci sessizlikle karşılaması gerekmektedir. Dolayısıyla, Ossietzki gibi isimler hapiste tutulmalıdır! Sorumluluklarının bilincinde olan bir hükümet, barışçılığın araçlarını kendi ellerine almalıdır. Güç ilişkilerini köklü bir biçimde değiştirmeye hazırlanan hükümetin birkaç yıl boyunca bu yolu yürümesi gerekiyor ki başarıya ulaşabilsin. Hükümet, ancak bu sürecin ardından Barışım kitabından Kavgam’a, hatta Savaşım kitabına geçiş yapabilir.

Hitler’in planı bu. Plan, iç dış tüm durumu hesaba katıyor. Hitler, gelecekte uluslararası düzlemde yürürlüğe koyacağı politikanın sırlarına vakıf olsun diye insanlığa bir anahtar, daha doğru bir ifadeyle, ana anahtar veriyor. Olan bitenden rahatsız iki gazetecinin tanıklığına saygıdan dolayı biz, Hitler’in doğrudan ve dolaylı kanıtlarla desteklenmiş açıklamalarını esas almayı tercih ediyoruz.

Verili gerçeklik üzerinden, hatta sağlam temellere sahip bir gerçeklik ışığında, pratiğe yönelik farklı sonuçlara ulaşabiliriz. Hitler’in politikasına dair sorulara farklı cevaplar verebiliriz. Zaten burada niyetimiz, Avrupa’nın kaderine karar verenlere tavsiyeler sunmak değil. Onlar, ne yapmaları gerektiğini biliyorlar. Amaçları ve yöntemleri ne olursa olsun, gerçekçi bir politika, mevcut duruma ve o durumda faal olan güçlere dair bir anlayışı temel almalıdır.

Hitler’in Belirli Bir Hesaba Dayanan Planı

Olanı olduğu gibi görmeliyiz. Hitler, Milletler Cemiyeti’ni sinir krizi geçirdiği için terk etmedi. Bu ayrılma adımı, soğukkanlılıkla hesaplanmış bir planla uyum içerisinde atıldı. Hitler, “milletin sessizliği”ni güvence altına aldı. Çalışmalarını askeri güçlerle ilişkide köklü bir değişiklik yapacak şekilde yürüttü. Bugün bu çalışmalar önemli sonuçlara yol açacak düzeyde değil. Bu açıdan, Hitler, Avrupa sahasında oldukça dikkatli adımlar atmak zorunda. Kimseyi ürkütmemeli, kimseyi rahatsız etmemeli. Aksine, herkesi kucaklamalı. Hitler, savaş fabrikalarının duvarlarını barışçı konuşmalarla ve saldırmazlık anlaşmalarıyla örtbas etmeye hazır. Paris vaut bien une messe! (“Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez!”). Eğer barışçı saldırının yalın, basit ve diplomatik olmayan bir formülü varsa o da şudur: Önümüzdeki iki üç yıl boyunca Hitler, muarrızlarının önleyici savaşından kaçınmak için kılı kırk yarmak zorunda. Bu sınırlar dâhilinde ondaki barışçılığın kesinlikle samimi olduğunu söylemek gerek. Ama sadece bu sınırlar dâhilinde.

Lev Trotskiy
23 Kasım 1933
Kaynak

16 Ağustos 2025

,

Mum


Kadıköy sokaklarında Grup Yorum afişlerinin etrafına yapıştırılmış sticker’lar, yakın tarihin ideolojik-politik karmaşasına dair tartışmalarının yeniden açılmasına neden oluyor. Afişte, sansürü delmek için şarkıların dinlenmesine aracılık eden QR kod bulunuyor. Buraya kadar politik çözüm üretimi gündemde. Sticker’da ise “Kadıköy Halk Meclisi” imzası ve yıldız, yumruk, çark bulunuyor. Logoda dikkat çeken bu ögelerden çark, TKP’yi ve TİP’i, yumruğun çiziliş biçimi SEP’i andırıyor. Halk meclislerini taktik olarak belirleyen Yorum’a yakın çevrenin bu iki ögeyle de uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi aynı şekilde semt/mahalle olarak Kadıköy vb. ile de ilgisi yoktu. Solun Kadıköy’de alan aramasına yeni bir çevre daha eklendi, hem de gecekonduları inşa edip kamulaştırmadan gelerek “Milyonları örgütleyeceğiz” diyen bir çevre.

Birkaç ay önce Grup Yorum emekçisinin hayatını anlatan yaklaşık dokuz dakikalık bir kısa film Youtube’a yüklendi. Filmdeki kız çocuğu yoksul bir aileden geliyor, bir gün çöplükte Lenin’le ilgili görsellere rastlıyor. Sovyetler’de tüm çocukların Lenin’le mutlu olduğunu görüyor. Sonrasında kurtuluş mücadelesine giden yolun böyle başladığı belirtiliyor.

Film, büyük ihtimalle Yorum’un Almanya ekibi tarafından çekilmiş olmalı ki kız çocuğu evden her çıktığında evin bulunduğu semt göze çarpıyor. Semtteki evlerin mimari biçimi tek tip ve gecekonduyla alakası olmayan düzenli-planlı yapılar içeren bir sokak. Yabancılaşma ve Avrupalılaşma, tam olarak burada dikkat çekiyor. Bu durumun yansıması birkaç ay sonra Kadıköy sokaklarında kendini gösteriyor.

Solun beyazlaşma sürecinin bu çevreye kadar sirayet etmesi, anarşizm ve yabancılaşma tartışmasını beraberinde getiriyor. Kadıköy, ona özel üretilen eklektik ögeler içeren logo, gecekondu yaşamının planlı mimarinin yansıdığı Alman sokaklarında anlatılması...

Öncelikle Kadıköy tartışmasını bir kenara bırakıyoruz çünkü sınıfsal, politik, kültürel açıdan Kadıköy’ün konumu ve sol açısından “önemi” defalarca tartışıldı. Burada üzerinde durulması gereken noktalar; anarşist bireyin inşası, kitle mücadelesinin geriye çekilmesi, küçük burjuvaya siyaset ören yolun açılması.

İlk olarak Yorum’un durumu ele alınacak olursa 93’e kadar üretilen albümlerde kurtuluş ideolojisini geliştirerek mücadele veren tüm odakları kapsayacak şekilde düzenlenmesiydi. Grubun halk ve tüm sol çevreler tarafından sahiplenmesini sağlayan gerçek, bunun üzerine kuruludur. Şiirleri bestelenen şairlerin farklı kesimlerden gelmesi, şarkıların sözlerinde herhangi bir çevrenin değil, sosyalizm mücadelesinin değerinin öne çıkarılması, bireyin değil, (Metin Kemal örneğinde görüldüğü üzere) kolektivizmin hayata geçirilmesi Yorum’un tarihe sağlam kökler salmasını sağladı. Öyle ki çok sonraki tarihlerde bile insanlar, bu bağ üzerinden bir araya gelip mücadeleyi büyüttüler.

96 SAG süreci sonrası çıkarılan albümde dikkat çekmese de bireyin öne çıkarılması ve onun müziğinin yapılması gündeme geldi. Burada bir sorun var: Hareket adım atar, müzik grubu onu takip eder. Bu gerçek, zamanla “müzik grubu adım atar, hareket buradan kendine alan açar” noktasına evrildi. Özellikle İnönü ve meydan konserleri, bu yanılsamanın perçinlendiği eşiklerdi. Milyonların bir konsere gelmesi müzik grubunun başarısı olarak tarihe geçer fakat tarihe geçmek, önü açılan yolun nereye evrileceğinin tartışmasını da açar.

Tekrar bireye siyaset ve müzik örmeye gelince 2000 ölüm oruçları, önce politikada sonra müzikte bireye ve dar gruba doğru daralmaya yol açtı. Ölüm orucu eylemcisinin mücadelesinin tekil semboller üzerinden yürütülüp buradan kitle siyaseti örmeye çalışmak, yakalanan kitlenin gelip geçici olduğu gerçeğinin üzerine örtmez.

Bir politik çevre, sürekli olarak “mağdur birey” denkleminden kitlelerle temas kurmaya çalışmayı taktik olarak belirlerse OHAL gibi baskı dönemlerini kitlelerle ve sınıfla değil, bireyle aşmaya çalışır ve bunun sonucu yenilgidir. Buradaki daha büyük tehlike ise ideolojik açıdan anarşizm ne kadar reddedilse de anarşizmi yeniden üretmektir. İşinden aşından edilen bir kişinin “tekil” mücadelesi üzerinden başlatılan açlık grevleri ve tüm siyaset gündeminin buraya kilitlenmesi politik açıdan sıkıntılı bir durum yaratır. Tekilin etrafında milyonlar birleşmediği/birleşmeyeceği gibi tüm dinamizmi buraya kanalize etmek halktan kopuşa neden olur ki gelinen nokta Kadıköy’dür.

Her adaletsizlikte ve mağduriyette bireyin etrafında kolektivizm kurmaya çalışmak, açlık grevi gibi son noktayı ifade eden adımları atmak, müziğin “biz” öznesini dar gruba indirgemek gibi yönelimler, her yönüyle anarşizmi geliştirmeyle özdeştir. Süreçler bu şekilde gelişince müzik grubuna da tekilin şarkısını yazmak kalır, hem de tekil yaşıyorken. Bu tekil, yarın yoldan döndüğünde şarkının ne anlam ifade edeceği de belirsizleşir. Bu, sadece günü kurtarır ve kurtarılan günün geleceğe şekil vereceği gibi yanlış bir denklemi kurdurur. Asıl risk, halkın gündemine çözüm siyaseti geliştirileceği yerde dar grup gündeminin halka dayatılmasıdır.

Tekillerin adalet arayışına dair eylemliliklerinin gösteriye uygun biçimde medyatikleştirilmesinin ardından “ülkede mücadele eden tek çevre biziz” denilmesi, yine anarşizmin ve sol çocukluk hastalığının belirtileridir. Bu, yanlış bir yoldur.

Bugün Ekrem özelinde başlayan eylemler Yorum özelinde başlamıyorsa grup odağında ilgili çevrenin düşünmesi gereken noktaları ortaya çıkarıyor. Tüm süreç dışsal-nesnel şartlara indirgenemez, öznel gerçeğin hataları henüz tartışılmamış olmalı ki on yıllardır halka özeleştiri verilmiş değil. Artık, bir yapı-çevre düşünün ki kitle mücadelelerinin değil, on yıllara yayılmış sembol tekil isimlerin tarihini yazmış olsun. Bunun varacağı yer isimler toplamıdır. Benzer şekilde Yorum’un eski bir emekçisinin ifade ettiği gibi “Yorum yok, Yorumlar var.”

12 Eylül geldiğinde mülteciliği reddeden bir çevrenin bugün Avrupa’da(n) kendini var etmeye çalışması, gecekondu inşasıyla kamulaştırma geliştirip bugün Kadıköy’e girmek için uğraşması ve Almanya kentlerinde gecekondu ve yoksulluk temalı kısa film çekmesi, bir dönem söz ve müziğin altına grup adını yazarken bugün Youtube’a yüklenen şarkılarda söz ve müzik sahibinin grup emekçilerinin adlarıyla doldurulması (oysaki ilk albümden sonra kartonetlerde kişi isimleri söz ve müzikte değil, sadece hangi enstrümanı kimin çaldığı bilgisinde geçmesine ve bu yüzden Metin Kemal vakasının yaşanmasına rağmen) küçük burjuvalaşmanın ve anarşizmin ideolojik olarak politik saflara yerleşmeye başladığını gösterir.

71 kopuşunun hiçbir önder ismi mülteciliği kabul etmediği gibi bu yoldan gittiğini ifade eden şeflerin otuz yıldır bitmeyen mülteciliği tüm solda görülen çarpık bir durumdur. Gonzalo, kendi ülkesinde ömrünü hapishanenin en zor koşullarında geçirdi. Bugün taban, ülke hapishanelerindeyken şeflerin Avrupa’da olmasının sol açısından açıklanabilir bir yanı bulunmuyor çünkü her mücadele kendi toprağında filizlenir.

Bir yerden sonra Avrupalılaşma halkından yabancılaşmaya ve kopuşa yol açar, açıyor da. Bu durumun yansımaları “emperyalizmin suçlarının” avukat eşliğinde savcılığa şikâyet edilmesi ve CHP’ye “direnmeyi öğreneceksiniz” diye akıl vermeyle görünür hâle gelir. Öncelikle mevcut hukuk sistemini tanımadığını iddia edenlerin bu hukuk sisteminden medet ummasıyla, Mansur Yavaş özelinde CHP’li belediye başkanlarının önceki dönem başkanlarına ait suç teşkil edebilecek dosyaları savcılığa verip “ilerisi için kayıt oluşturma” çabası arasında hiçbir fark bulunmuyor. İkincisi, CHP'nin direnmeyi hiçbir zaman öğrenemeyeceği ve varlık nedeninin bu tarihsel gerçeği kesme üzerine olduğunun tam olarak kavranmamasıdır.

“Direnmeyi öğreneceksiniz” türü üstten cümleler, bir noktada CHP’yi direnme geliştirebilecek konuma çekme çabası ve bir yerde dostane fırça atma pratiğidir. CHP’nin özüne ve varlık nedenine dair tartışmayı yürütmek, 71 kopuşunun hiçbir şekilde anlaşılmadığını açığa çıkarır.

Aynı süreç, OHAL döneminde işletildiğinden Ankara’da sürdürülen açlık grevlerinin anarşizme vardırıldığı anlaşılamadı. Tüm sendika şubeleri ve iş yeri gezileriyle bu mücadele, ülke genelinde birebir yüz yüze temaslarla anlatılsaydı, sınıf, yanlış odakların peşinden gitmezdi.

Bugün bu mücadeleyi yürütmüş insanlara sahip çıkılmıyorsa bunun nedeni popülizm, gösteri kültürü ve anarşizmin politik taktik olarak üretilmesidir. Aynı alan açma pratiği bugün de sürdürüldüğünden, halkın gerçek gündemi ıskalanıyor.

Bugün turizm ve tarım gelirleri hesaplandığında, veriler diğer bölgelerle kıyaslandığında görece refah seviyesini yakalamış Kıyı Ege’nin bir beldesinde bir esnafla sohbet ettiğinizde gençlerin ve ailelerinin en büyük sorununun uyuşturucu olduğunu söyleyebiliyor ve halk, kendi çaresizliği içinde çare arıyor. Büyükşehirlere geldiğinizde bu soruna bir de kira sorunu ekleniyor. Güneye indiğinizde sizi işsizlik karşılıyor. Doğu’ya gittiğinizde çaresizliği ve zihinlerin egemen ideolojilerle çarpıtıldığını görürsünüz. Yönünüz Kadıköy ve Avrupa olduğu sürece bu gerçekleri göremezsiniz. Sözün epiği ve sloganın iddiası hayatın gerçeğine çarpıyorsa sorun içte aranmalıdır çünkü söz eylemin önüne geçerse sözün sahibinin ayağı yerden kesilir.

Toparlayacak olursak, milyonları örgütleyeceğini iddia eden bir çevrenin yıllardır müzik grubu üzerinden halkla temas kurmaya çalışması, tekilin yaşadığı adaletsizlik üzerinden bir mumun geceyi devirebileceği eğretilemesinin süreğen bir taktiğe evrilmesi, Avrupa-Kadıköy hattının politik rota olarak belirlenmesi, kolektivizmin geriye bireyin ileriye çekilmesi ve bu bireyi dinamik kılmak için ona özel şarkılar bestelenip belgesel-filmler çekilmesi, halkın gündeminden kopup dar grup gündeminin halka dayatılması, mülteciliğin artık reddedilmemesi ve politik mültecinin ölüm orucuna girmeyip ülkedeki insanının ölüm orucuna girmesini desteklemesi, Kadıköy’e özel reformist parti logolarından esinlenip semte özel logo üretilmesi, Anadolu kentlerinden soyut mücadele yürütülmeye çalışılması söz konusu çevre özelinde tüm solun ortak sorunudur.

Mum, dibini aydınlatmıyorsa mumdan çare aramak da boşunadır ki kayıp geçen yenilgilerle dolu çeyrek asrın nedeni, tek başına yüceltilen mumdur. Üstte yanan ışık, alttaki karanlığa çare üretmediği gibi tepedeki ışık gövde eridikçe alttaki karanlığa çöküp söner gider.

S. Adalı
14 Ağustos 2025

15 Ağustos 2025

, ,

Oscar Romero: Yoksulların Çobanı


Başpiskopos Oscar Romero, 24 Mart 1980 günü San Salvador’daki bir şapelde vaaz verdiği sırada, bir suikastçının tabancasından çıkan kurşunla öldürüldü. Ülkede ve yurtdışında birçok insan, bu cinayeti kınadı. El Salvador’da ve başka ülkelerde Hristiyanlar, Romero’yu Hristiyan inancına mensup bir şehit olarak değerlendirdiler.

Bugün San Salvador’daki katedralde bulunan mezarını çok sayıda insan ziyaret ediyor. Latin Amerika genelinde Hristiyanlar, onun hatırasını halen daha yaşatıyorlar.

Ölürken de yaşarken de Romero, sevgiyi ve düşmanlığı birlikte kucakladı. San Salvador’un ana meydanında düzenlenen cenaze merasimine on binlerce insan katıldı. Ama bir yandan da törende patlamalar ve silah sesleri de duyuldu. El Salvador’da resmini taşıyan köylülerin başı derde girdi. Bu durum, hem onun yıkıcı görülen yaklaşımlarının bir sonucuydu hem de yargısız infaza gitmesinin sebebiydi.

Ölümünün hemen ardından Salvador hükümeti yetkilileri onun adını ağızlarına almadılar. Salvador basını dilsizleşti. Ölümünü kimse soruşturmadı. Ülkede öldürülen on binlerce insanı öldürenler gibi onun katilleri de ceza almadı.

Oscar Romero, birilerinin Katolik Kilisesi’nin Şubat 1977’de Romero’nun başpiskopos olmasından önce başlattığı çalışmalarına düşmanlık ettikleri gerçeklikte katledildi. Bu dönemde Katolik rahipler, rahibeler, hocalar, kilise dışında çalışan işçiler tutuklandılar, işkencelerden geçirildiler, dövüldüler, katledildiler. Birçok rahibin kendi cemaatleriyle görüşmesine mani olundu. Birçok cemaat, özellikle taşrada, birlikte ibadet edemez, birlikte Kutsal Kitap okuyamaz hale geldi. Katolik kiliselerine, okullarına, manastırlarına, radyo istasyonlarına ve üniversitelerine askerler makineli tüfeklerle, bombalarla ve dinamitlerle saldırdı.

Bu yazının yazıldığı dönemde San Salvador başpiskoposu ve piskopos yardımcısı, ölüm mangalarının ve devlet güçlerinin işledikleri cinayetleri kınadıkları için ölüm tehditleri alıyorlar.

Her ne kadar hayatı ve çalışmaları politik yankılara sahip olmuşsa da Oscar Romero, politik bir lider değildi. Bu anlamda Oscar Romero, Gandi, Martin Luther King ve Benigno Aquino gibi din adamı olmasına rağmen belirli politik güçlere liderlik eden isimlerden değildi. Romero, basit bir papazdı. Papaz, Hristiyan ve Yahudi kutsal metinlerinde geçtiği biçimiyle “çoban” anlamına geliyor.

Antik çağda İsrail halkı, krallarına “çoban” diyordu. Onlar için gerçek ve kusursuz tek bir çoban vardı o da Tanrı’ydı. Hristiyanlarsa kendisini “iyi çoban” olarak tarif eden, gerçek çobanın kendisini sürüsüne adayan, hayatını onu korumak için adayacak olan kişi olduğunu söyleyen İsa’yı en yüce çoban kabul ediyorlardı. Hristiyanlara göre her kilisenin lideri, sürü çobanlığı görevini İsa Mesih’ten almıştı.

Romero da piskopos olarak görevinin kendisine güvenen insanlarla ilgilenmek, koyunlarını suya ve otlağa götüren bir çoban gibi onları Tanrı’ya götürmek, o insanları kurtlara karşı korumak, sürüden ayrılan varsa onu doğru yola getirmek olduğunu düşünüyordu.

Bu sorumluluğunu ne kadar ciddiye aldığını ölümünden kısa bir süre önce bir gazeteciye verdiği mülâkatta dile getiriyordu. Orada, canının tehlikede olduğunu bildiğini söyleyen Romero, “Tanrı’nın bir çoban olarak bana yüklediği görev, sevdiklerime, hatta beni öldürecek olanlara bile hayatımı vermektir” diyordu.[1]

Bir papazın görevi, insanlara Tanrı’yla birleşme yolunda rehberlik yapmaktır. Bu görev, diğer insanlar üzerinde kişiye belirli bir otorite bahşetmenin yanında, ona aynı zamanda başkalarının sorumluluğunu üstlenmeyi emreder. Kilisenin her üyesi, başkalarına karşı belirli sorumluluklara sahipse de kilisenin seçtiği bir papaz, kendisini tümüyle bu sorumluluğu yerine getirmeye adar. Belirli bir bölgenin piskoposu, kendi “sürü”süne çobanlık yapmakla yükümlüdür.

Romero, aynı zamanda San Salvador’un piskoposuydu. Bu anlamda, diğer piskoposlar kendi bölgelerinde otoriteye sahiplerse de o, tüm milletin sorumluluğunu üstlenmişti.

Papazların politik lider olmak gibi bir yükümlülükleri yok elbette. Çünkü esasında kilise, politik bir örgüt değil. Ama kilise ve liderleri, politik düzleme etki eden eylemler ifa ediyorlar.

Romero, kilisenin ve dinin seküler dünyaya her daim etki ettiğini düşünüyordu. Bu etkiyi kilise, bazen eyleme geçerek bazen de geçmeyerek gösteriyordu.

Çünkü Romero’nun da dediği gibi, “Hristiyanlık dini bizi dünyadan kopartmaz, bilâkis, onun içine sokar. Kilise, kentten ayrı bir kale değildir. İsa’nın müritleri kentin ortasında çalışmış, yaşamış, mücadele etmiş ve ölmüşlerdir.”[2]

Hristiyan inancı, insanların eylemlerini derinlemesine etkiliyor. Doğru yaşamak, bilhassa başkalarına adaletle ve sevgiyle yaklaşmak, Hristiyan olmanın asli özellikleri. Hristiyan, İsa’nın bizi gelip günahlarımızdan kurtaracağına, günahın insanın yanlış eylemlerini ifade ettiğine inanıyor. Dolayısıyla, papazın görevlerinden biri de sürüsünü günahlardan uzak tutmak.

San Salvador’un çobanı olarak Romero, tanık olduğu günahların Hristiyan hayatıyla hatta ahlakla uyuşmadığını görüyordu. Zayıfları ve biçareleri öldürenler cezasız kalıyor, hatta devlet adaleti ve hukuku tesis etmek adına bu eylemleri teşvik ediyordu. Adalet mekanizmasının parçası olan insanlar, işkenceye başvuruyorlardı. İnsanlar, keyfi yere gözaltına alınıyor, gözaltına alınanlar, bir süre sonra katlediliyorlardı. Çileli aileleri, yakınlarının başına ne geldiğini bilmiyorlardı. Devlet görevlileri ve yargıçlar, rüşvetin ve yolsuzlukların batağına saplanmıştı. Salvadorluların önemli bir kısmı bilhassa köylüler, cehaletin, kötü sağlık koşullarının, erken ölümlerin ve politik iktidardan ve politik hayattan dışlanmanın çilesini çekiyorlardı.

Hristiyanlık, kendisini insanların yaşam tarzlarını her daim dert edinmiş bir dindi. Bu düzlemde Katolik Kilisesi, İkinci Vatikan Konsili (1962-1965) döneminde kendisini yeniledi ve insanı ilgilendiren meselelere tekrar odaklandı. Konsil’in vurgusuyla kilise, dünyaya hizmet etmek için vardı. Tanrı’nın bahşettiği biçimiyle, Kilise’nin görevi, burada ve şimdide başlamak üzere, dünyayı kurtarmak, bunun için Tanrı’nın dünya için hazırladığı plan uyarınca onun gelişimine katkıda bulunmaktı. O plan ki Tanrı’nın her yerde adaleti, sevgiyi ve barışı hükümran kılması için hazırlanmıştı.

Tanrı’nın hükümranlığı, zamanın sonuna dek kusursuz bir biçimde tesis edilemese de Hristiyanlar, gene de o kusursuzluğa ulaşmak için çalışmayı görev biliyorlardı. Bu çabanın parçası olarak kilise, halkın yoksulluktan ve zulümden kurtulması gerektiğini söylemeliydi. Kilisenin görevi, “milyonlarca insanı, önemli bir bölümü kendi evladı olan onca insanı kurtarmak, o kurtuluş gününün şafağının sökmesini sağlamak, ona tanıklık etmek, o kurtuluşun eksiksiz olmasını güvence altına almak”tı.[3]

El Salvador gibi ülkelerde, genelde Latin Amerika ve Üçüncü Dünya’da kilise, esas olarak yoksulların dünyasına hizmet etmek zorunda. Ülke halkının önemli bir kısmı yoksul. II. Vatikan Konsili sonrası Latin Amerika’da Katolik Kilisesi, yoksulların safında olması gerektiğini gördü. Oscar Romero, 1980’de şunu söylüyordu: “Bu dünya insani bir suretten yoksun. […] Benim bölgemde kilise, yeniden insani bir surete kavuşmak için gayret etti.”[4]

Üç yıllık başpiskoposluğu süresince Romero, katedralde her Pazar verdiği vaazlarında milletin yüreğine ve vicdanına seslendi. Bazen muhalif bir grup kiliseyi ele geçirmişse gidip başka bir katedralde vaaz veriyordu.

Bölgesine ait radyo istasyonu, onun sözlerini El Salvador geneline taşıyordu. Bu ses, sadece bombalarla ya da devletin frekans bozmaya yönelik adımlarıyla kesintiye uğruyordu. Hristiyan ayininde vaaz, öncesinde yapılan Kitab-ı Mukaddes okumalarının izahını ifade ediyor. Romero, o vaazlarına bir önceki haftada yaşanan olaylara dair düşüncelerini de ekliyor, kilise dışı medya organlarında haber yapılmayan ya da yalan yanlış bilgilerle aktarılan cinayetlere, insan kaçırma olaylarına, keyfi tutuklamalara ve diğer insan hakları ihlallerine değiniyordu.

Romero’ya göre “vaazlar, halkın sesiydi. […] Sesi olmayanların sesiydi.”[5] Tutuklanan kişilerin ve polis ile güvenlik güçlerinin “tutuklamadık” dedikleri kişilerin aileleri, çözüm yolu bulamadıklarında başpiskoposun kapısını çalıyorlardı. Başpiskoposluk makamı, bu süreçte yardım isteyenlere hukuki yardım sunuyor, bu çalışma, nadiren de olsa başarılı sonuçlar üretiyordu.

San Salvador’da görevde kaldığı süre boyunca ve köylere yaptığı ziyaretlerde yoksul insanların yediği dayakları, gördüğü işkenceleri, cinayetleri, sevdiklerinin alınıp götürülmesine, evlerin yakılmasına, mahsulün yok edilmesine dair hikâyeleri defalarca dinledi. Kendisine şükranlarını ve derin sadakatlerini sunan yoksulların sevgisine mazhar olan Romero’nun katedralinde Pazar günü düzenlenen ayinlere genelde o yoksullar katıldılar. O köylüler, Romero’nun kendi sesleri ve savunucuları olduğunu söyleyen yüzlerce mektup kaleme aldılar.

Romero, başpiskopos olmadan önce de bazı köylerde papazlar Hristiyan cemaatlerini geliştirecek adımlar atmışlardı. Her hafta köylüler, bir araya gelip Kitab-ı Mukaddes okuyor, tartışıyor, cemaat bağları inşa eden bu insanlar, bölgede Kitap ve Hristiyan öğretisi konusunda eğitim verecek liderleri seçiyorlardı.

Cemaatlerin bazı üyeleri, hoca veya kelam temsilcisi oluyorlardı. “Halk toplulukları” adı verilen bu cemaatler, bugün Latin Amerika’nın büyük bir kısmında mevcut. Brezilya gibi yerlerde de faal olan bu gruplar, Katolik Kilisesi’nin hayatında önemli bir yere sahipler.

Ne var ki süreç içerisinde toprak sahipleri, köylüleri bir araya getiren, aralarında ortak bağlar kurulmasını sağlayan her şeyi tehdit olarak görüyorlardı. Binlerce köylünün ayaklandığı ve kıyımdan geçirildiği 1932 yılından beri toprak sahipleri, köylülerin örgütlenme ihtimalinden korkarak yaşadılar. Bu süreçte Hristiyan cemaatleri de oluştu. Köylü birlikleri kuruldu. Bazıları, yüz yıl öncenin Katolik düşünürlerinin ve papalarının geliştirdiği Katolik toplumsal düşüncesinin eseriydi. Politik baskı uygulamaları durumunda bu köylü birliklerinin umut olabileceğini gören bazı rahipler, bu birliklerin gelişmesini teşvik ettiler. Vaazlarında iyi bir dünyaya dair umutlarından ve sosyal adaletten dem vurdular.

Kitap incelemeleri ve tartışmaları üzerinden oluşan Hristiyan cemaatleri, köylüleri yaşadıkları sefalet ve İsa Mesih’in mesajı üzerinden düzgün bir hayat yaşama umudu konusunda daha da bilinçlendirdi. Doğalında köylü birlikleri, ortak eylem dâhilinde birleştiler. Hristiyan cemaatlerinin liderleri, köylü birliklerinin de liderleriydi. Büyük toprak sahiplerine göre küçük Hristiyan cemaatleriyle köylü birlikleri arasında hiçbir fark yoktu. Her ikisinde aynı köylüler faaliyet yürütmekteydi. Kilise, bu noktada köylüleri bilinçlendirme rolünü üstlenmişti. Bu sebeple kilise, Romero’nun başpiskopos olmasından çok önce baskıyla yüzleşmişti.

Oscar Romero, 22 Şubat 1977 günü başpiskopos olduğunda yoksulların savunucusu olacakmış gibi görünmüyordu. 1917’de El Salvador’un doğusundaki küçük ve dağlık bir kasabada dünyaya gelen Romero, 13 yaşında papaz okuluna gitti. Dışarıya kapalı, manastırvari eğitim süreci II. Vatikan Konsili öncesi Katolik din adamlarının oluşumuna damga vuran ana unsurdu.

Romero’nun düşünsel açıdan önemli bir seviyede olduğunu gören San Miguel piskoposu, onu ilahiyat eğitimi için Roma’ya gönderdi. 1942’de Roma’da kendisine rahip unvanı verildi. Altı yıl Roma’da kalan Romero, burada edindiği tecrübe üzerinden Katolikliğe, papanın makamına ve şahsiyetine iyice bağlandı. 1943’te ülkesine döndü. San Miguel şehrinde rahip olarak çalışmalara başladı.

Şehrin merkezi mahallesinde papaz olarak çalışan Romero, bir yandan da cemaatin çıkarttığı gazetede yazılar yazdı. Bölge radyosunda vaazlar verdi, konuşmalar yaptı. Bunlar, o dönem bir rahip için gayet sıra dışı faaliyetlerdi. Kilise dışı insanlar için teşkil edilmiş birçok Katolik örgütü, yüzünü bu mahalleye çevirdi. Dostlarının ve destekçilerinin sayısı binleri buldu.

1967’de Salvadorlu piskoposlar, Romero’yu piskopos konferansının genel sekreteri olarak atadı. Bu karar üzerine Romero, San Salvador’a taşındı. Enerjisiyle ve verimliliğiyle başpiskopos Luis Chaivez’i etkiledi. Chaivez, Romero’nun yardımcısı olmasını istedi. 1970’te piskopos unvanına kavuşan Romero, bir yandan piskopos konferansı ile ilgili çalışmalarını sürdürürken bir yandan da başpiskoposa yardım etti. Rahiplik öğrencilerinin eğitim gördüğü okulda rektörlük yaptı. Ayrıca başpiskoposluğun sorumluluk sahasında çıkan gazetenin yayın yönetmenliğini üstlendi. 1974’te Roma, kendisini San Miguel kentinin yakınlarındaki Santiago de Maria isimli küçük bir bölgenin piskoposu olarak atadı. Romero, başpiskopos olana dek burada kaldı.

Rahip ve piskopos olarak çalıştığı tüm dönem boyunca Romero, kilise için muazzam bir enerji harcadı, dindarlara has bir bağlılıkla bağlı olduğu kiliseye sadakatini hiç yitirmedi. II. Vatikan Konsili sonrası kilisede öne çıkan yeni fikirlere de dikkat kesilen Romero, San Salvador’un başpiskopos yardımcısı olarak, din adamlarının katıldığı, dünyevi meselelerin, köylülere yönelik politikaların ve uygulamaların tartışıldığı toplantılardan da rahipler senatosundan da uzak durdu. II. Vatikan Konsili kararlarını kabul etse de başkalarının konsil üzerinden ulaştıkları tüm sonuçları ve başpiskoposluk sahasındaki tüm uygulamaları kabule henüz hazır değildi. Konsil, Tanrı’nın dünyayı O’nun hükümranlığını yeryüzünde tesis ederek kurtarmak suretiyle hizmet edecek insanlarından bahsediyordu. Bu hükümranlıksa ancak ebediyete dek kusursuzlaştırılarak tesis edilebilirdi.

Romero, ömrünün büyük bir kısmını, papadan piskoposlara ve rahiplere, oradan da iyi hayat yaşayıp ölüm sonrası ebedi mutluluğa erişmek suretiyle kendilerini kurtaracak olan sıradan kilise mensuplarına uzanan otoriteye vurgu yapan bir kilise bünyesinde geçirdi. Ortada iki farklı kilise anlayışı vardı ve bunlar birbirleriyle çatışmadan bir arada varoluyordu. İlki toplumun dertleriyle ilgileniyor, diğeri ilgilenmiyordu.

Romero’nun zihniyetini değiştirmesi için zamana ve deneyime ihtiyacı vardı. Kiliseyi ve tüm insan hayatını aşkın olan Tanrı’ya tabi şeyler olarak gördüğü için değişmeyi bildi.

“Bizi seven, bizi kurtarmak isteyen Tanrı’yı teyit eden biri haline gelmek istiyorum”[6] diyen Romero şu tespiti yapıyordu:

“Aşkınlığı anlamayanlar, bizi anlayamazlar. Burada adaletsizliklerden bahsedip onları mahkûm ettiğimizde, bizim siyaset yaptığımızı zannediyorlar. Oysa biz, yeryüzündeki adaletsizlikleri Tanrı’nın adil hükümranlığı adına mahkûm ediyoruz.”[7]

James R. Brockman

[Kaynak: Third World Quarterly, Cilt. 6, Sayı. 2 (Nisan 1984), s. 446-457.]

Dipnotlar:
[1] Jos
é Calderón Salazar’la telefon üzerinden yapılan söyleşi, Orientación, 13 Nisan 1980.

[2] Louvain Üniversitesi’nde 2 Şubat 1980 günü yapılan, “Dinin Yoksullara Seçenek Sunan Boyutu” başlıklı konuşması, La Voz de los Sin Voz: La palabra viva de Mons. Oscar Arnulfo Romero içinde, San Salvador: UCA Editores, 1980, s 184. Bu makalede Romero’ya ait sözlerin tüm çevirileri bana ait. Louvain konuşmasının İngilizce hali şurada yayınlandı: Commonweal 109(6), 26 Mart 1982.

[3] Pope Paul VI, “On Evangelisation in the Modern World”, Washington DC, American Catholic Conference, 1979, s. 22 (Sayı. 30).

[4] Louvain konuşması, a.g.e., s. 186.

[5] 29 Temmuz 1979 tarihli vaazı, San Salvador, Publicaciones Pastorales Catedral, 1979, s. 8.

[6] 25 Şubat 1979 tarihli vaazı, Mons. Oscar A Romero: Su Pensamiento içinde, Cilt. 6, San Salvador: Publicaciones Pastorales del Arzobispado, 1981, s. 168.

[7] 2 Eylül 1979 tarihli vaazı, San Salvador: Publicaciones Pastorales Catedral, 1979, s. 26.

10 Ağustos 2025

,

Ara Dönem ve Halkın Melankolisi

Musibet, insanları en çok ümide sarıldıkları zamanlarda zedelemekten haz alır.
[Halit Ziya Uşaklıgil-Mai ve Siyah]

 

 

2012 Black Lives Matter’dan, İşgal Et eylemlerine; Arap Baharı’ndan,Haziran Ayaklanması’na…

İçinden geçtiğimiz “ara dönem”de bu hatırla(t)maların kolay bir çözüm sunmadığı, ilham etkisi yaratsa da gerekli asli formülü bize basitçe vermediği ortada.

Ne var ki çok da uzakta olmayan bu “yakın geçmiş” jenerik-pratikler, en azından tahakküme karşı durmak ve bizleri serfleştirmek isteyen mevcut yakıcı süreçlere meydan okuyacak söz konusu formülü bulmak için ihtiyaç duyduğumuz en temel siyasi tavrı-ideoloyi ve taraf olmamız gereken kesimi hatırlatıyor: hep birlikte, herkesten biri olarak; ”halk arasında, halkla beraber ve halklaşarak” siyaset yapmayı; yani mütemadiyen halk oluşun bir parçası olarak kalmayı merkezine almış, toplumsal cinsiyet, ırk, sınıf, mezhep ve canlıları sömürüden kaynaklı tüm tahakküm yapılarından özgürleşmeyi hedefleyen devrimci bir halk siyaseti.

Bu tür bir halk siyasetini; toplumun tamamına temas eden dayanışma çemberleri, temsili demokrasinin defolarını ıslah eden halk meclislerini hayata geçirerek; sosyal, siyasal, hukuki, ekonomik anlamda baskılamayı minumuma indirgeyen özgürlükçü bir cumhuriyeti sağlam temeller üzerinde adım adım inşa etmemiz mümkün.

Enzo Traverso’nun Solun Melankolisi’nde hatırlattığı gibi,unutmamalıyız ki:

“Bundan böyle izleyici değiliz, gemideyiz ve etrafımızı saran felaketlerden ne kaçabiliriz ne de uzak, güvenli bir noktadan bunlar üzerine düşünebiliriz, bizler bu felaketlere ait ve ortağız. Felaketten kaçıp onları uzaktan izleyenlerin rahatı bizim bilmediğimiz bir ayrıcalık; biz batan geminin ta kendisiyiz, kaza bizim başımıza geldi; boğulmamak için elimizden geleni yapmamız, batık gemimizi yeniden inşa etmemiz lazım. Diğer bir deyişle, yenilgiden kaçamaz, onu dışarıdan betimleyemez ve çözümleyemeyiz.”

Yaklaşan fırtınaya ve hesaptan düşülenlerle her siyasal karşılaşmalarında, şeytan görmüşe dönerek, VADE RETRO VULGUS yani “geri çekil ayak takımı!” diyen egemenlere karşı; günümüzün “sosyalizm ya da barbarlık” eşiğinde beynelmilel cumhuriyetin ekmek, eşitlik, adalet ve özgürlük bayrağını göndere çekmek ve de bu “canavarlar çağı”nı sonlandırmak için yenilgilerin derslerini kuşanmış bir umutla, bir kez daha…

Halkın saflarına!

Yusuf K.
7 Ağustos 2025

08 Ağustos 2025

,

Batı’nın İdeologu: Bernard-Henri Lévy


Fransa’nın büyük aydını olma idealiyle Voltaire, Zola ve Sartre’ın mirasını sahiplenmekti tek hayali. Yaklaşık kırk yıl boyunca Bernard-Henri Lévy, bir felsefeci olarak, o sahne performansıyla epey başarılı oldu. Düşmanlarına göre o, mevcut düzeni savunmak adına hümanist kisvesine bürünmüş yetenekli bir ideolog. 150 milyon avroluk banka hesabına sahip bir seyyah olarak Lévy, sürekli Batı’nın düşmanlarına ateş ediyor.

Bir polemikçi, muhabir, estet, cumhurbaşkanı danışmanı, her şeyin ötesinde diplomatik karışıklıkların ustası olarak Lévy, mitolojik bir sima olarak, Avrupa’daki düşünce sahnesindeki hâkimiyetini muhafaza etmeyi sürdürüyor.

1948’de Cezayir’in Beni Saf şehrinde dünyaya gelen Lévy, altı yaşında iken mensubu olduğu Sefarad ailesiyle birlikte Fransa’ya geldi. Varlıklı bir ahşap imalatçısının oğlu olan Lévy, varlıklı insanların yaşadığı bir ortamda yetişti. Hep imtiyaz peşinde olmak istedi, o imtiyazlarının her daim bilincinde oldu.

Louis Althusser ve Jacques Derrida gibi aydınların rehberliğinde École Normale Supérieure’a girdi. Akademi bünyesinde kalmak yerine gazeteci olmayı seçti. Savaş muhabirliği yapan Lévy, 1971’deki Bangladeş Bağımsızlık Savaşı’na dair haberler hazırladı. Yetmişlerin başında Marksizme, SSCB’ye ve Mayıs 1968’den miras kalmış radikal sola ait dogmalara karşı çıkan, totalitarizm karşıtı bir akım olarak Yeni Felsefe Hareketi’ni inşa etti.

Bu süreçte felsefeyle ilgilenen Lévy, André Glucksmann, Alain Finkielkraut ve Pascal Bruckner ile birlikte öğrenci hareketine dâhil oldu. Ama sonra bu dönemden kalan, cinsel ahlak, insan hakları, din ve antisemitizmle ilgili görüşlerine onlarca yıl saldırdı.

Lévy, süreç içerisinde liberal düşünceye örgütlendi. Komünizmin çöküşü ile yaşadığı coşkuyu aydınlanmacı sloganlarla selamladı. Batı’ya ait cumhuriyetçiliğin merkezine ABD’yi, sonrasında da “uluslararası terörizmle mücadele”yi yerleştirdi. Ondaki radikalizm, toplumun merkezinde duran kesimleri ürkütecek bir radikalizm değildi. Ondaki radikalizm, Sadece Soğuk Savaş sonrası başı kesik tavuğa dönmüş sola emirler yağdırmakla ilgili bir pratikti.

İki kutuplu dünyanın çöktüğü koşullarda Lévy, imaj ve duygu temelli söylemin önemli hale geldiğini, televizyonun giderek hâkimiyet kurduğunu gördü. Evrensel değerlerin her yere dayatılması gerektiğini söyleyen aşırı bir modernist olarak Lévy, aynı tornadan çıkmış fikirleri TV ekranlarında yayınlanan sohbet ve kültür programlarında satmaya başladı. Lévy’nin hayat hikâyesi özünde, nefsi sınır tanımayan bir kahramanın başrolde olduğu macera dizilerini andırıyordu.

1993’te kuşatma altındaki Bosna’yı ziyaret eden Lévy, Sırp ateşiyle karşılandı. Sonrasında Fransız sinema yıldızı Arielle Dombasle ile evlendi. Sarayın gözüne girince kendisine özel jet tahsis edildi. Bir ara “Fransız hükümeti için çok şey yaptım, bu yaptığım devede kulak kalır” yorumunda bulundu.

Yirmi yıl sonra Kaddafi rejiminin çöktüğü günlerde Libya’ya gitti. O dönemin cumhurbaşkanı Sarkozy’yi Libya’ya askeri müdahale yapmaya ikna etti. İsyancılarla müzakere yürüttü. Paris ile Ulusal Geçiş Konseyi arasında aracılık etti. Libyalılarla Sarkozy’yi bir araya getiren, bizzat kendisinin örgütlediği toplantıda, “Ben mucizelere inanmam ama bugün bir mucize gerçekleşti” dedi. Fransız sarayı, önerisini kabul etti. Nefsi hep hayatı aşan davalara ihtiyaç duyuyordu. BHL, askeri müdahalenin Libya’yı harap etmiş olması, ülkeyi kaosa sürüklemesiyle hiç ilgilenmiyordu. BHL, hemen bir sonraki görevine odaklanan bir isimdi.

Kendisini tarif ederken “dünyayı büyük bir şevk, coşku ve kararlılıkla tamir ediyorum” diyen BHL, kendi reklamını yapmasını iyi biliyor, gazete ve televizyonda her daim olmayı başarabiliyordu. Sartre, sömürgecilikle mücadele edip devrimci hareketlerle diyalog kurarken, Lévy tam tersini yapıyor, medya ve finans alanıda sesinin daha gür çıkmasını sağlayacak bağlantılar kuruyor, IMF başkanı Dominique Strauss Kahn’la dost olabiliyordu.

Bu imajının ardında dünyaya sadece iyi-kötü hikâyesi üzerinden bakan biri duruyordu. Geçen yıl Milano’daki Parenti Tiyatrosu’nda yaptığı konuşmada, ağzından İsrail yanlısı laflardan başka bir şey dökülmedi. Ona göre, bir tarafta Putin, Hamas, İran ve Çin, diğer tarafta “biz” yani saldırı altındaki Batı demokrasileri duruyordu. Her şey, onun için gayet duru ve yalındı. Kendisine karşı çıkan solcuları “melankolik” bulan Lévy, onların “nihilist” olduklarını, yani hayattan nefret ettiklerini söylüyordu. Ona göre küreselleşme, zekâ ve iyimserlikle yönetildiği takdirde, her milletten ve inançtan sıradan insanın faydasına olabilecek bir süreçti.

Lévy’ye göre, her türden direniş ortadan kaldırılmalıydı. 2018’de, 1935’te “Persya” isminin yerini İran’ın almasıyla İranlıların Hitler’in gözüne girmeye çalıştıklarını söylüyordu. Oysa gerçekte Nazilerle Pers Şahı’nın ilişkileri asgari düzeyde seyrediyordu. Lévy, aslında bugün Tahran’daki rejimi Nazilere bağlamaya çalışıyordu. Bugünkü rejimi kötülemek için eski rejimi aşağılıyordu.

Aynı anlayış üzerinden Lévy, 2001’de iç savaş yaşayan Kolombiya ile ilgili değerlendirmesinde, Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri isimli örgütü “mafya karteli” olmakla suçluyor, hükümet ve Batı yanlısı paramiliter güçlerin şiddet olayları neticesinde yaşanan ölümlerin yüzde sekseninden sorumlu olduğu gerçeğine hiç bakmıyordu. Bu ihmali kastiydi. Lévy, gerçekliği ahlak üzerine inşa ettiği hikâyesini güçlendirmek adına maniple etme ustasıydı.

Aynı yılın Kasım ayında BHL, Bush’un Terörle Mücadele’sine karşı çıkan barış yanlılarına hitaben bir mektup kaleme aldı. Point dergisinde çıkan yazıda, eylemlere katılanların yanlış tarafta olduklarını söyleyen BHL, Amerika yanlısı tutumunu şu şekilde dile döküyordu.

“Siz, Amerika’nın bataklığa saplandığını, Amerikan ordusunun Afganistan düzlüklerinde ve dağlarında sürdürdüğü savaşta tıpkı Vietnam’da olduğu gibi yenileceğini söylüyordunuz. Ama işte Kabil düştü, Taliban felâketle yüzleşti, zaferin ışığı herkesin gözünü kör etti.”

Lévy, bir çırpıda mağlup edilen Taliban’ı alaya almayı da ihmal etmiyordu. Ama yirmi yıl sonra ABD ordusu, o tarihindeki en uzun silahlı çatışmanın, binlerce ölünün, travma yaşayan onca askerin ardından, Biden yönetiminin emriyle ülkeden çekildi.

BHL, hakkında çokça film çekilen, sayısız gazete yazısına konu olan bir isim. Onu allayıp pullayan çok insan var. Fransa’da medya, onu cilalamayı seviyor. Onu yücelten ve reklam eden çalışmalara sıklıkla rastlanıyor. Karşısına oturan gazeteciler, kendisine hep “bu riski almaya sizi iten neydi?” veya “bu cesareti nereden buluyorsunuz?” gibi zarf sorular sordular.

Gilles Deleuze ve Jacques Rancière’nin onun fikriyatının boş olduğuna dair nefret yüklü açıklamalarına, Cornelius Castoriadis’in onu “kafası karışık biri” olarak tarif edişine, Nicolas Beau ve Olivier Toscer gibi isimlerin 15 yıl önce ideolojisine ve maddi gücüne dair değerlendirmelerine kimse bakmıyor. Beau ve Toscer’e göre BHL, zaten şüpheli olan aile servetini artırmak için uğraşan, her türlü vergiden kaçan, ama halk sınıflarına antikomünizm dersleri vermeyi seven, Afrika’daki ormanları katleden bir şirketi yönetmekte olan ahlaksız bir iş adamı.

Beau ve Toscer, ona yapıştırılan “iyi insan” ve “hümanist” yaftalarının ardında sahip olduğu araçlar ve ilişkiler sayesinde halkın düşüncesini etkileme becerisine sahip bir ağ durduğunu söylüyorlar. BHL, herkese gözdağı veren, şantajlarla baskı uygulayan, düşman kişileri ekranlardan ve gazetelerden uzak tutan, her türden eleştirel sesi kesen bir güce sırtını yaslıyor.

Wall Street Journal’da çalışan gazeteci Daniel Pearl’e verdiği mülâkatları içeren 2003 tarihli Who Killed Daniel Pearl [Daniel Pearl’ü Kim Öldürdü?”] isimli kitapta Lévy, savunduğu katillerin peşinden Pakistan’a gidişini anlatıyordu. Kitabı satır satır inceleyen İskoç yazar William Dalrymple, “soruşturma yapıyorum” edasıyla kibrini sergilemekten başka bir şey yapmadığını söylüyordu:

“BHL, yeni bir edebi biçim yaratma gayretinde, John Berendt veya Truman Capote gibi isimlerin roman tarzıyla röportajı harmanlamaya çalışıyor. Ama daha ilk sayfasından Lévy’nin Pakistan’la bir alakasının olmadığı görülüyor. Kitaptaki ana mesele, araştırmanın amatörce yürütülmüş olması. Yazar, bir süre sonra Güney Afrika politikası konusunda da cahil olduğunu ortaya koyuyor. […] Lévy, kitapta anlaşılması güç, ispatlanması imkânsız komplo teorilerine yer veriyor.

Kitap boyunca Lévy, ara ara İslam’a yönelik nefretini kusuyor. Pakistan’dan da aynı şekilde nefret ediyor. Lévy, Pakistan ve Pakistanlıları ağır bir dille eleştiriyor ama bu eleştiriler hiçbir ayrıntıyı görmüyor. Her şeyi düzlüyor. En saçma olanı da BHL’nin kendisini, kendi yazdığı casus hikâyesinin James Bond’u ilan etmiş olması.”

Oysa BHL’nin yöntemi tam da bu. Krizlerin yaşandığı yerde o hemen kahraman edasıyla çıkıyor sahneye. 7 Ekim 2023’te de hiç fırsat kaybetmeden, uçağa atlayıp İsrail’e gitti. Bunu “refleks” olarak yaptığını söyledi. Sderot’ta gazetecilere poz veren BHL, saldırıya uğrayan kibbutzları Binyamin Netanyahu’nun memurlarıyla birlikte ziyaret etti. Sonra Gazze ile Kiev’in aynı madalyonun iki yüzü olduklarını, her iki saldırının da ardında aynı ismin, Putin’in olduğunu söyledi.

BHL, tarihsel analoji kurarken mütevazı olmayı bilen biri değil. Okurları için inşa ettiği teorik şatoyu ayakta tutmak için sürekli etkili sözler sarf etme ihtiyacı duyuyor. Misal, Yahudi devletinin 2006’da Hizbullah’la savaştığı günlerde tuhaf ifadeler içeren bir röportaj verdi. Lévy, orada İsrail Savunma Güçleri ile İspanya İç Savaşı’nda savaşan Cumhuriyetçi tugayları kıyaslamıştı. Elinde F-16’ları ve uydu aracılığıyla istihbarat çalışması yürütme imkânı bulunan bir orduyla Hemingway’in de parçası olduğu, Franco’ya karşı mücadele eden, beş parasız gönüllü birliklerinin kıyaslanabilir olduklarını düşünüyordu.

Vaktiyle Oriana Fallaci’nin La rabbia e l'orgoglio [“Öfke ve Gurur” -2001] kitabını eleştirmiş, arkadaşının kaleme aldığı bu kitabın Müslümanlara yönelik ayrım gözetmeyen nefreti körüklediğini söylemişti. Ama artık bu iki isim aynı konumda. Sadece BHL, Fallaci’ye kıyasla üzerine daha şık bir ceket geçirmiş.

Floransalı gazeteci Fallaci, yirmi yıl önce “medeniyetler çatışması” görüşünün hiçbir alternatifi olmadığını söylüyordu. Aynı görüşe ikna olmuş liberal çevrenin bugün BHL’nin görüşlerine destek çıkması, asla tesadüf değil. Fallaci gibi BHL de yeni muhafazakârlarla ve sol İslam’dan nefret eden, kendi yurtlarında sürgünde olduklarını düşünen “ikinci dalga” feministleriyle ittifak kuruyor.

Aslında BHL, İslam düşmanlığından çok Yahudi düşmanlığına hassasiyet geliştirmiş ortamın ekmeğini yedi. Uluslararası Ceza Mahkemesi, Netanyahu için tutuklama emri çıkartınca küplere binen BHL, kararın utanç verici olduğunu söyledi. Aynı kararın Hamas liderleri için de alınmasını istedi. “Gazze’deki ‘soykırım’ı kınamak yanlış ve ahlaksızca bir tutum” dedi. Bu sebeple, BM’nin İşgal Altındaki Topraklar için görevlendirdiği elçisi Francesca Albanese’i hedef alan BHL, onun “tehlikeli” varlığıyla, “antisemitizmin yeni yüzü” ve “Hamas’ın megafonu” olduğunu söyledi. Aynı BHL, İsrail yanlısı lobi kuruluşu BM Gözlemevi’nin bildirilerini temel alan değerlendirmesinde Filistin meselesinin tüm üniversitelerde sansür edilmesini istedi. Hatta bununla de yetinmedi, The Solitude of Israel [“İsrail’in Yalnızlığı” -2024] isimli kitabında Batı’yı müttefikine yeterince yardım etmemekle suçladı.

Gazze’ye yönelik savaşın ilk aşamalarında Repubblica gazetesinde kendisine yer bulan BHL, Gazze’den yana saf tutan öğrencilere saldırdı. Onlara “aptal antisemitler” dedi. Twitter hesabında, “İsrail’e karşı sesimizi yükseltmemizin sebebi ahlaki pusulamızı yitirmiş olmamızdır” diye yazdı. Ardından şu cümlelere yer verdi: “İsrail’in geleceği, Eylon Levy gibi parlak zihinler sayesinde ışıl ışıl. Levy, kelimelerinin öneminin farkında. İnternet, bu savaşın bir başka cephesi.” Bahsini ettiği kişi, Netanyahu adına internette propaganda faaliyeti yürüten isim. Kendisi, Londra’da ateşkes çağrısı yapan gösterilere katılanları “tecavüz savunucuları” demişti. İngilizlerin başındaki Muhafazakâr Parti hükümetini bile kızdırmayı başardığı için işinden olmuştu. Neticede BHL’nin dediği gibi “zafere asıl katkı sunacak şey, saldırı stratejisi”ydi.

Repubblica için yazılar yazan, aslında suya sabuna dokunmayı sevmeyen Michele Serra bile Hamakta isimli köşesinde “İsrail, yapıp ettiklerine sabit, itiraz edilemeyecek gerekçeler sıralıyor. Meseleye hep ‘ya biz ya onlar’ anlayışı üzerinden bakıyor. Oysa bu, hiçbir işe yaramaz. Sadece iki tarafı imha eder, iki tarafın insanlıktan çıktığı koşulların ürünü olan bu yaklaşım yegâne yolmuş gibi görülür” demek zorunda kaldı.

Aslında sosyal medya, BHL ve İsrail için hiç de hayırlı sonuçlar üretmedi. Avrupa’nın hiç vazgeçmeyeceği müttefiki olan bir ulusun işlediği savaş suçlarını herkes, önyargılardan ve klişelerden arınmış bir zeminde görme imkânı buldu.

BHL ile aynı davaya bağlı olan birçok aydın, halkın öfkesiyle yüzleşti, sanal ortamdaki sakarlıklarıyla gerçek yüzlerini ortaya koydu. Hatta bu isimler, “İsrail’in Ortadoğu’daki yegâne demokrasi” olduğuna dair algının zayıflamasını sağladı. Ama gene de BHL gibi bu isimler de sahnedeki varlıklarını sürdürdüler. Kendilerini dokunulmaz kılan, politika ve basın alanındaki müttefiklerden oluşan ağın desteğiyle ahkam kesmeye devam ettiler.

Görünen o ki son yıllarda BHL, kafayı Ukrayna’ya takmış. Siperlerde fotoğraf çektiriyor, BM’de konuşmalar yapıyor, bir kahraman edasıyla belgesellerde boy gösteriyor. Üzerine geçirdiği kurşungeçirmez yelek ve beyaz gömlek kafaları karıştırmasın. Bunlar, BHL’nin alamet-i farikaları. Modayı takip eden, estetikten anlayan muhabir, savaş suçlarını haber yapıyor. “Neden bunları giydiniz?” sorusuna “bu benim üniformam” cevabını veriyor. Aslında BHL, sahaya birçok barış yanlısının sahip olmadığı otoritesini güçlendirmek, daha fazla askeri yardım yapılmasını sağlamak, yayılmacılığı savunmak, şüpheleri ortadan kaldırmak için iniyor. BHL, o yurtdışı gezilerini zihnindeki mesajı yaymak için düzenliyor.

Ondaki evrenselcilik herkesi kucaklamıyor. Gayet seçici. Müttefikleri rahatsız etmiyorsa, karmaşık fikirler geliştirmek zorunda bırakmıyorsa, evrenselcilik, o güçleri ve kişileri sahipleniyor.

O çocuksu dünyasının ürünü olan bir oyun kaleme alıyor ve bizzat kendisi sahneliyor. 2018’de kaleme aldığı Brexit’ten Önce Son Çıkış isimli oyunda BHL, bir koltuğa oturuyor, kıtanın başına geçip Avrupa projesini kurtaracak hükümetin üyelerini sıralıyor: İnsan Hakları Bakanlığı’nı John Locke ve Rosa Parks’a, Kadın Hakları Bakanlığı’nı Kızların İsyanı’na, Ekonomi Bakanlığı’nı ise George Soros ile Rahibe Teresa’ya veriyor. Kimlik krizini fikirleri daha fazla susturarak ortadan kaldırmayı, Avrupa’daki çöküşü çizgi filmlerden aldığı formüllerle çözüme kavuşturmayı düşünüyor.

1979’da, BHL’nin “Tanrı’nın Ahdi” ismini taşıyan makalesine öfkelenen Fransız tarihçi Pierre Vidal Naquet, yazdığı mektupta Nouvel Observateur dergisi okurlarına şu soruyu soruyordu: “Böylesi bir ürünü o yayıncılar, gazeteciler ve televizyon kanalları hiç kontrol etmeden nasıl yayınlar? Bir kalıp sabun bile daha fazla kontrolden geçiyor.”

Bu mektubun üzerinden elli yıl geçti ve hâlâ aynı sorunun soruluyor oluşu birilerini rahatsız ediyor olmalı. Lévy, tartışmalı bir aydın olmanın yanında mevcut çelişkilere ait bir semptom. Ve bu semptom, tek bir kişiyi değil, tahkim edilmek yerine daha da zenginleştirilip karmaşıklaşmak isteyen bir medeniyeti ilgilendiren bir mesele. Yaşanan bu çatışmada dünya bir sahne. Bu sahnede BHL, önü hiç iliklenmeyen gömleğiyle hep ortada duruyor.

Paolo Mossetti
5 Haziran 2025
Kaynak

06 Ağustos 2025

ABD’de Zulüm ve Soylulaştırma

Sermayenin ABD şehir merkezlerinden kaçışını ancak beyaz üstünlükçülüğü ve milliyetçi baskılar bağlamında anlayabiliriz.

Irkçı Jim Crow yasalarının dayattığı koşullardan kurtulmak adına Siyahlar, güneyden kuzeyin kentlerine göç ettiler. Burada düzgün işlere ve ırk ayrımcılığından kurtulmuş bir hayata kavuşmak yerine “bu göçmenler, kapitalist ekonomiye en alt basamaktan dâhil oldular. Yeterli ehliyete sahip olmamanın ve işten çıkartmaların çilesini ilkin Siyahlar çektiler.”[11]. Siyahlar, komünistleri kovmuş olan, beyazların hâkimiyetinde bulunan sendikalara alınmadılar.

Siyahlar, ayrıca İkinci Dünya Savaşı’ndan dönen askerlere ev kredileri sağlayan programlarından da Konut İdaresi’nin hazırladığı programların da dışında tutuldular. Örneğin New York’ta inşa edilen 17.400 evin tamamına beyazlar yerleştirildi.

Bu gerçeklik bize Watts’den Harlem’e dek altmışlarda ve yetmişlerde ABD genelinde yaşanan yüzlerce Siyahların Kurtuluşu isyanının neden kent temelli cereyan ettiği sorusuna cevap sunmaktadır.

Teknolojik devrimin çok sayıda işçiyi işsiz bıraktığı koşullarda sermaye, Siyah mahallelerini ağır işsizlik sorunuyla tanıştırdı. Ekonomik krizler, yetmişlerde resesyona yol açtı. Başka yerlerden getirilen işçiler yüzünden özellikle Siyahi işçiler işten atıldılar.

Siyahlardaki ve diğer ezilen halklardaki huzursuzlukla mücadele etmek adına egemen sınıf, politik ayaklanmaları bastırmak için asayişi esas alan bir yaklaşımı benimsedi. Geliştirdikleri dil, “politik muhalifle suçu eşleştirdi, böylece devletin baskı aygıtlarının oluşturulması için gerekli zemini meydana getirdi.”[12] Bu süreçte Siyahlara ait devrimci örgütler ve Siyahi işçiler hedef alındı, hep birlikte bu işçiler, giderek büyüyen hapishane mekanizmasının çarkları arasına fırlatılıp atıldı.

Yirminci yüzyılın sonlarında başlayan, sıfır toleranslı polislik faaliyetleriyle bugün de devam eden kent merkezlerindeki soylulaştırma süreçleri, esasen kiraların düşmesi ve ırkçı baskılarla ilişkilidir. Bu strateji, 1982’de liberal bir dergide yayınlanan “Kırık Camlar” tezini temel alır. Teoriye göre, “suç oranları, polisin vandalların camları kırması türünden suçlara odaklanmasıyla düşecektir.”[13] Buradaki anlayış, duvar yazısı yazmak veya aylak aylak dolaşmak gibi ufak suçlar kontrol altına alınmazsa, bunların ileride büyük suçlara yol açacağı fikri üzerine kuruludur.

Sıfır toleranslı polislik faaliyetleri, ilkin New York belediye başkanı Giuliani ile emniyet müdürü William Bratton tarafından yürürlüğe kondu. Bratton, “şehri yollarda yürüyen düzgün insanları tehdit eden pisliklerden temizlemekle övünen” biriydi. Suç politikası maskesini yüzüne geçirmiş olan bu polislik pratiği, gerçekte “toplumsal temizlik stratejisi”ne denk düşüyordu.[14] Bu stratejiyi uygulayanların bahsini ettikleri “değerler”, tümüyle ırkçı ve işçi düşmanıydı. Süreç içerisinde ufak ihlaller yüzünden siyahlar ve işçiler gözaltına alındılar. Bugün bu türden politikalar, Yeni Zelanda, Almanya, İrlanda, İspanya ve Brezilya gibi ülkelerde hâlâ yürürlükte.

On yılı aşkın bir zamandır Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi protestolar düzenliyor, isyanlar gerçekleştiriyor, ama buna rağmen “durdurup üst arama” gibi sıfır toleranslı polislik faaliyeti halen daha muhafazakârların ve liberallerin en gözde politikası. Demokrat Partili New York Belediye Başkanı Eric Adams, eski bir polis memuru. Ayrıca şehrin ikinci Siyahi belediye başkanı. Bu adam, kampanyası süresince durdurup üst arama işlemi gibi işlemleri yapacak gizli bir polis biriminin kurulacağı vaadinde bulunmuştu. 11 Kasım 2021’de Adams, vaadini yerine getirmek için çalıştığını söyledi.[15] New York Daily Post gazetesinde yayınlanan makalesinde Adams, “durdur, sorgula ve üstünü ara uygulamasının akıllıca kullanıldığında alabildiğine yasal, yerinde ve anayasaya uygun bir araç olduğunu, gerekli bir araç olarak görülmesi gerektiğini” söylüyordu.[16]

Soylulaştırma, barınma sahasında yaşanan istikrarsızlık ve bunlara eşlik eden, giderek artan devlet baskısı, ezilen toplumsal cinsiyetlerin, milletlerin ve engellilerin yüzleştiği zulmü derinleştirdi. Yasmina Mrabet’in ifadesiyle, “Kadınlar, kiracılar içerisinde daha fazla orana sahipler. Evlerden ilkin onlar atılıyorlar. Aileleri olan kadınlar, ailelerin kalacağı evlerin kalmaması sebebiyle güvenli, oturulabilir, ucuz ev bulmakta güçlük yaşıyorlar.”[17] Ulusal Transgender Eşitliği Merkezi’nin tespitine göre, ev ararken transların yüzde yirmisi ayrımcılıkla karşılaşıyor. Yüzde ondan fazlası cinsel kimliği sebebiyle evden atılıyor.[18] 2016-2020 arası dönemde evsiz kalan trans genç sayısı yüzde 88 oranında arttı.[19]

Soylulaştırmayı baskılarla, baskıları da kapitalizmle birlikte ele almalıyız. Bu anlamda soylulaştırma, sadece ırkçı yapıların ve yaklaşımların bir sonucu değil. ABD’de beyaz üstünlükçülüğü ve diğer baskı biçimleri soylulaştırma faaliyetlerini üreten kapitalizme katkı sunuyor.

Soylulaştırmayla Mücadele: Teori, Taktik ve Strateji

Marksist soylulaştırma teorisinin stratejik ve taktiksel sonuçları olduğu görülmeli. Teori, farklı sebeplerle soylulaştırılmış mahallelere taşınma imkânı bulan zengin işçilerin bu sürecin ana itici gücü olmadığını, örgütleme faaliyetlerinin bu kişileri içermeyeceğini söylüyor. Emlakçılar, bankalar, arazi geliştiriciler polisler mücadelemizin hedefini teşkil etmeli. Bizim amacımız, bireyleri değil bir bütün olarak toplumu dönüştürmek, bu anlamda, yeni bir toplumsal varlık türünü meydana getirmek.

Bu analiz, bize etkili bir mücadele için gerekli çıkış noktasını sunuyor. Soylulaştırma gibi sistemli yürütülen işlemle ancak sermayeyi ve uşaklarını karşıya atan işçi örgütleriyle mücadele edilebilir. Bu mücadele, lüks bina geliştirme planlarını bozmayı, sermayenin haklarını sınırlayan kira kontrolü türünden reformlar için mücadeleyi, geliştirilmeden önce terk edilmiş binaların ve boş mekânların işgalini ve mahallelerde aileleri koruyacak tahliyelere karşı savunma eylemlerini içerir.

Şehirde yaşama hakkı işçilerden çalınıyor. Bu amaçla devlet, evsizlerin kaldırımlarda konaklamasını yasaklıyor. Eylemciler, ülke genelinde bu türden yasak kararlarına karşı önemli adımlar attılar. Yiyecek ürünlerinin şehrin belirli kesimlerindeki işçilere dağıtılmasını suç ilan eden kararlara karşı eylemler düzenlediler.

Ülke genelinde tahliyelere karşı halkı savunma ekipleri, evsizlerin kamplara girme hakkından mahrum kalmasın diye uğraşıyorlar. New Hampshire eyaletinin Manchester şehrinde yedi ay içerisinde 11 tahliye işlemine mani olundu. Georgia eyaletinin Atlanta şehrinde eylemciler, emlak zenginlerinin yasa dışı tahliye işlemlerini durdurdular. Rhode Island eyaletinin Providence şehrinde herkese ev verilmesini talep eden eylemciler, hükümet binası önünde kamp kurdular.[20]

İşçiler, bu türden kolektif mücadelelerle belirli bir koruyucu zırha kavuşabilirler, bu mücadelelerde kurulan ilişkiler üzerinden, soylulaştırılmış mahallelerde giderek yaygınlaşan yabancılaşmayla mücadele edebilirler, kolektif eylemin gücünü işçi sınıfına ispatlayabilirler.

En nihayetinde bu mücadeleler, sermayeye karşı mücadelede sınıfı birleştirir. Sermayenin çelişki yüklü, sömürücü niteliği ifşa olur, sosyalist bilinç gelişecek yuvalar bulur. Sınıfın birliği ve sosyalist bilinç, kapitalizm koşullarında barınma imkânını bir meta olmaktan çıkartıp insani bir hakka dönüştürmek suretiyle barınma alanındaki genel soruna ve soylulaştırmaya son verecek olan sosyalist devrimin ana dayanak noktalarıdır.

Engels’in 1872’de ifade ettiği gibi kapitalizm, barınma sorununu asla çözüme kavuşturamaz. Kapitalizm, ancak sorunun etrafından dolanıp durur ve soruna ancak soylulaştırmayla ve insanları yerinden yurdundan edecek adımlarla cevap sunabilir. Çünkü “soylulaştırma ve insanları yerinden yurdundan edecek adımlara sebep olan aynı ekonomik zorunluluk, bir sonraki aşamada da bunlara ihtiyaç duyacaktır.”[21]

Soylulaştırmanın da kapitalizmin de beyaz üstünlükçülüğün de temelinde özel mülkiyet meselesi durur. Bu üçlünün her bir unsuru, tek başına reforma tabi tutulamaz. Dolayısıyla, her bir başlık yeni bir mülkiyet biçimine, kolektif ve müşterek mülkiyete ihtiyaç duyar.

Michal Murawski’nin tespitiyle, “Şehir, sosyalizmin kurulduğu ve yıkıldığı asli alandır. Sosyalist şehir, ancak şehirdeki mülk üzerine kurulu yapı özel ellerden kurtarıldığı vakit kurulur.”[22] Kapitalizmle ve ırkçılıkla mücadelede en önemli mesele, kullanma ve bazı insanları dışarıda bırakma hakkını elinde bulunduran mülkiyet meselesidir.

Dolayısıyla, biz, bugün kira alınmasına son verilmesi, evleri tahliye eden veya onlara el koyan işlemlerin sonlandırılması, ırkçı polis terörüne ve insanların toplu halde hapse tıkılmasına yönelik politikanın yürürlükten kaldırılması için mücadele ediyoruz, bunların kapitalizmde elde edilebilecek sonuçlar olduğunu düşünüyoruz ama bu tedbirlerin yeterli olmadığına inanıyoruz.

Barınma sorununu gerçek manada çözüme kavuşturmak ve soylulaştırma işlemine son vermek için bizim değişim değerleriyle patronlara hizmet eden değil, kullanım değeriyle kitlelere hizmet eden kentleri, kasabaları, evleri, parkları, ulaşım ağlarını ve diğer toplumsal imkânları üretecek bir sosyalist devrime ihtiyacımız var. Soylulaştırma, durağan bir gerçeklik değil, devam eden bir süreç ve onu ancak biz durdurabiliriz.

Joe Tache
6 Ocak 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[11] Puryear, Eugene, Shackled and Chained: Mass Incarceration in Capitalist America (San Fransisko: Liberation Media), 2013, s. 46.

[12] A.g.e., s. 66.

[13] A.g.e., s. 108.

[14] Smith, Neil, “Global Social Cleansing: Postliberal Revanchism and the Export of Zero Tolerance.” Social Justice, 2001, Yıl. 28, Sayı. 3: s. 69.

[15] Evans, Dave, “Mayor-elect Dismisses Black Lives Matter Threats of Riots if NYPD Unit Resurrected”, 11 Kasım 2021, ABC7.

[16] Adams, Eric, “How We Make New York City Safe: Mayor-elect Eric Adams Explains Why We Need Stop and Frisk and Proactive Policing.” New York Daily News, 28 Kasım 2021, NYDN.

[17] Mrabet, Yasmina, “Not Just Rich People and Cafes: Toward a Socialist Understanding of Gentrification.” Breaking the Chains, 27 Aralık 2018, BC.

[18] The National Center for Transgender Equality, “Housing & Homelessness”, 2021, NCTE.

[19] National Alliance to End Homelessness, “Transgender Homeless Adults & Unsheltered Homelessness: What the Data Tell Us.” National Alliance to End Homelessness, 24 Temmuz 2020, EH.

[20] Örnekler için bkz.: Liberation Staff, “Manchester, NH: Homeless Community at The Bucket Resists 11th Eviction in Seven Months”, Liberation News, 13 Haziran 2021, LN; ve Ford, Derek, “Indianapolis Movement Defeats Ruling-Class Attack on the Poor”, Liberation News, 19 Kasım 2020, LN; ve Binder, Max, “Protesters Sleep in Tents Outside Rhode Island State House, Demand Housing”, Liberation News, 05 Aralık 2021, LN.

[21] Ford, Derek ve Curry Malott, “Engels on the Housing Question: Wishful Thinking vs. Real Solutions”, Liberation School, 28 Kasım 2020, LS.

[22] Murawski, Michal, “Marxist Morphologies: A Materialist Critique of Brute Materialities, Flat Infrastructures, Fuzzy Property and Complexified Cities”, Focaal: Journal of Global and Historical Anthropology, 2018, Yıl. 82, Sayı. 1: s. 19.