13 Haziran 2019

,

Farah Diba’ya Açık Mektup

Mektup, Konkret dergisinin Haziran 1967 tarihli sayısında yayınlandı. Fakat yazının büyük bir kısmına dergide yer verilmedi. Almanya’yı ziyaret eden İran şahını protesto eden Berlin Yüksekokulu öğrencileri, 2 Haziran 1967 günü mektubu broşür hâlinde yayınlayıp tüm ülke genelinde dağıttılar.

* * *

İyi günler Bayan Pehlevi,

Size yazma fikri bir imparatoriçe olarak yaşamınızı anlattığınız Neue Revue dergisinin[1] 7 ve 14 Mayıs tarihli sayılarını okurken aklımıza geldi. Yazıyı okurken sizin İran konusunda yeterince bilgiye sahip olmadığınız izlenimini edindik. Bu sebeple siz, esasen Alman kamuoyunu da yanlış bilgilendiriyorsunuz.

“İran yazları çok sıcaktır, ben de birçok İranlı gibi ailemle birlikte Hazar Denizi kıyısındaki sayfiye yöresine tatile gittim” diyorsunuz.

“Birçok İranlı gibi” ifadesi sizce biraz abartılı değil mi? Örneğin Belucistan ve Mehran’da “birçok İranlı”, nüfusun yüzde sekseni, kalıtsal frengiden mustarip. Ayrıca İranlıların ekseriyeti, yıllık geliri yüz doların altında olan köylülerden oluşuyor. İranlı kadınların büyük bir kısmının iki çocuğundan biri, yüz çocuğun ellisi, açlık, yoksulluk ve hastalıktan ölüyor. Sizce günde 14 saat halı dokuyan çocukların ekseriyeti, yazları Hazar Denizi kıyısındaki sayfiye yöresine tatile gidiyor mudur?

O 1959 yazında Paris’ten memleketinize dönüşünüzde Hazar Denizi kıyısına gittiniz, çünkü “İran pilavına ve özellikle de meyvelerinize, tatlılarınıza ve gerçek bir İran sofrasını oluşturan, yalnızca İran’da bulunabilecek her şeye hasret kalmıştınız”.

Oysa siz de biliyorsunuz, birçok İranlının bırakalım tatlıyı, bir dilim ekmeğe hasret kaldığını. Örneğin Mehdiabadlı köylüler için “İran sofrası”, suda yumuşatılmış samandan oluşuyor. Tahran’dan yalnızca 150 kilometre uzaklıkta yaşayan bu köylüler, çekirgelerin kökünün kurutulmasına karşı çıktılar, çünkü temel gıdaları çekirgeydi. İnsan, bitki kökleri ve hurma çekirdeği yiyerek de yaşayabilir; uzun süre değil, iyi de değil ama açlık çeken İran köylüleri tam da bunu deniyorlar. Gelgelelim otuz yaşında ölüyorlar. Bir İranlının ortalama yaşam süresi bu. Lâkin siz gençsiniz, daha 28 yaşındasınız; önünüzde “yalnızca İran’da bulunabilecek” iki güzel yıl daha var.

Paris’ten döndüğünüzde Tahran’ı değişmiş bulmuşsunuz: “Binalar, mantar gibi yerden bitmişti, caddeler daha geniş ve ferahtı. Arkadaşlarım da değişmiş, güzelleşmiş, gerçek birer genç kadına dönüşmüşlerdi.”

Bu sözleri sarf ederken bir yandan da New York Times’da çıkan bir yazıda ifade edildiği üzere, “alt sınıflara mensup milyonları, Tahran’ın güneyinde yeraltı mağaralarında ve insanlarla dolup taşan, tavşan kümesine benzer kerpiç kulübelerde yaşayan 200.000 insanın evlerini” görmezlikten geldiniz. Bu tür şeylerin karşınıza çıkmasını engelleme görevini Şah’ın polisi üstlenmişti çünkü. 1963 yılında bir polis birliği, zengin mahallelerin yakınında bir inşaat temeli çukuruna sığınan bine yakın insanı, yazları Hazar Denizi kıyısına tatile gidenlerin göz zevki bozulmasın diye, döverek dışarı atmıştı. Şah, tebaasının bu tür konutlarda yaşamasından kesinlikle rahatsız olmuyor. Onun asıl katlanılmaz bulduğu, yalnızca kendisinin, sizin ve benzerlerinizin bu manzaraya şahit olmanız. Bununla birlikte, Şah, kentlilerin durumunu nispeten daha iyi buluyor. Güney İran’ı anlatan bir seyahatnamede yazar, “yıllarca solucan gibi çamurda yuvarlanan, yabani otlarla ve kokmuş balıkla beslenen çocuklar tanıyorum” diye yazmış. Bu çocuklar sizin değil, şükür ki öyle, buna şükretmek tabii ki hakkınız, ama gelgelelim bunlar gene de çocuk.

Yazınızda “Almanya, tıpkı Fransa, İngiltere, İtalya ve diğer yüksek kültürlü halklar gibi, sanatta ve bilimde öncü konumda ve bu, gelecekte de böyle olmaya devam edecek” demişsiniz.

Şahımız’a şükürler olsun. Federal Almanya konusuna gelecek olursak eğer, bence böylesi öngörülerde bulunmayı Alman kültür politikası uzmanlarına bırakın. Onlar, bu konulardan daha fazla anlarlar. Ama İran nüfusunun yüzde 85’inin, hatta kırsal nüfusun yüzde 96’sının okuma-yazma bilmediğini açıkça neden açıktan dile getirmiyorsunuz? 15 milyon İran köylüsünün yalnızca 518.480’i okuyabiliyor. Ancak 1953’te Musaddık’a[2] karşı yapılan darbeden bu yana İran’ın aldığı 2 milyar dolarlık kalkınma yardımı, Amerikan soruşturma komisyonlarının tespit ettiğine göre, “buhar olup uçmuş”, bu paradan yapılması gereken okullar ve hastanelerin yerinde ise yeller esiyor. Şah, yoksullara ders vermeleri için askerleri köylere gönderiyor, kendilerine verilen ve mayalarını ortaya koyan bir adla: “Bilgi Ordusu”. Bu işin sonunda insanlar mesut olacak, askerler onların açlığı ve susuzluğu, hastalığı ve ölümü unutmalarını sağlayacak. Şah’ın, Hubert Humphrey[3] tarafından patavatsızca duyurulan cümlesini siz de biliyorsunuz: “Ordu, ABD yardımı sayesinde iyi durumda, sivil halkın hakkından gelecek gücü var. Ordu, Ruslara karşı değil, İran halkına karşı savaşmaya hazırlanıyor.”

Şah’ın “alçakgönüllü, seçkin ve vicdanlı bir şahsiyet, ama aynı zamanda “sıradan bir vatandaş kadar mütevazı” olduğunu söylüyorsunuz.

Şah’ın, yalnızca afyon ekimi üzerinde sahip olduğu tekelden her yıl milyonlar kazandığı, ABD’ye kaçak yollardan sokulan uyuşturucunun ana tedarikçisi olduğu, 1953 yılında İran’da eroin daha bilinmezken, bugün Şah’ın önayak olması ardından İranlıların yüzde yirmisinin eroin bağımlısı hâline geldiğini göz önünde bulundurduğumuzda, sözleriniz hiç de gerçekleri yansıtmıyor. Bu tür işlerle uğraşan insanlar, doğrusu bizde vicdanlı değil, suçlu olarak adlandırılırlar ve “sıradan vatandaş”ların aksine hapse atılırlar.

Yazınızda bir de “Tek fark, kocamın herhangi bir kimse olmaması, diğer adamlarda daha büyük ve ağır sorumluluklara sahip olmak zorunda kalması” diye yazmışsınız.

“Zorunda kalması” ne demek? İran’ı yönetmesini rica eden; İran halkı değil, Amerikan gizli servisiydi. Siz de biliyorsunuz: Kocanızı başa CIA geçirdi ve bu iş hiç de ucuza malolmadı. CIA’in Musaddık’ın devrilmesine ayırdığı bütçe 19 milyon dolar tutarındaydı. Kalkınma yardımının nereye gittiği hakkında sadece tahmin yürütebiliriz, çünkü size hediye ettiği birkaç parça mücevher, 1,2 milyon Mark’a bir alınlık, 1,1 milyon Mark’a bir broş, 210.000 Mark’a elmas küpeler, bir pırlanta bilezik, bir altın el çantası toplasan 2 milyar dolar etmez. Ama siz içinizi ferah tutun; batılı ülkeler, birkaç milyarlık yolsuzluk, afyon ticareti, işadamları, akrabaları ve gizli servis elemanlarına yedirdiği rüşvetler ve size hediye ettiği birkaç parçacık mücevher için Şah’ı suçlayacak kadar dar kafalı değiller. Sonuçta o, kaynaklar tükenene, imzaladığı sözleşmelerin süresi dolana kadar, İran petrollerinin, Musaddık yönetiminde olduğu gibi, bir daha asla kamulaştırılmayacağının güvencesi. O, İran halkına kaderini kendi ellerine almayı, petrolünü endüstrileşme için kullanmayı, toprağı sulamak, açlığın hakkından gelmek için dövizi tarım makinelerine harcamayı öğretebilecek okullara bir dolar bile akıtılmayacağının güvencesi. O, ayaklanan öğrencilerin her zaman vurulup öldürüleceğinin ve ülkenin iyiliğini düşünen parlamenterlerin tutuklanacağının, işkence göreceğinin ve öldürüleceğinin güvencesi. O, ABD’nin verdiği paralarla beslenen ve silâhlandırılan, 12.000 Amerikalı askerî danışman tarafından yönetilen 200.000 kişilik bir ordunun, 60.000 kişilik bir gizli servisin, 33.000 kişilik bir polisin ülkeye hâkim olacağının güvencesi. Ki ülkenin kurtuluşu olacak yegâne şey bir daha gerçekleşemesin, yani 1 Mayıs 1951’de Musaddık eliyle kamulaştırılan petrol bir daha asla kamunun malı olmasın. Bal tutan parmağını yalarmış. Şah’ın St. Moritz’de yediği, İsviçre bankalarına havale ettiği milyonlar, petrolünün British Petroleum Oil Company’ye (BP), Standard Oil’e, Caltex’e, Royall Dutch Shell’e ve diğer İngiliz, Amerikan ve Fransız şirketlerine kazandırdığı milyarların yanında nedir ki? Tanrı biliyor ya, Şah’ın Batı’nın kârları için sahip olduğu sorumluluk, diğer adamlarınkinden “daha büyük ve daha ağır.

Fakat belki de sizin aklınızda can sıkıcı bir mesele olarak para değil toprak reformu var. Şah, dünyaya bir hayırsever olarak tanıtılmak için halkla ilişkiler bürolarına yılda 6 milyon dolar ödüyor. Gerçekten de toprak reformundan önce ekilebilir toprağın yüzde 85’i toprak ağalarına aitti, bugünse bu oran yüzde 75. Toprağın dörtte biri artık köylüye ait ama aynı köylü, o toprağın bedelini yüzde 10’luk bir faiz oranıyla 15 yıl içinde ödemek zorunda. Artık İran köylüsü “özgür”, artık mahsulünün beşte biri değil, beşte ikisi ona kalıyor (beşte biri işgücü için, beşte biri artık ona ait olan toprak için); arta kalan beşte üçü, toprağı satmış olsa da, sulama tesisatını, tohumları, tarlaları sürecek hayvanları hâlâ elinde tutan büyük toprak ağalarının olmaya gelecekte de devam edecek. Böylece, eskiden olduğu gibi bugün de, köylüleri daha yoksul, borç batağına daha derinden batmış, daha bağımlı, daha aciz ve itaatkâr hâle getirmek mümkün oluyor. Şüphesiz sizin de isabetli bir biçimde vurguladığınız gibi, Şah “zeki ve akıllı” bir adam.

Şah’ın veliahdı ile ilgili endişelerinden bahsetmişsiniz: “Bu konuda İran anayasası çok katı. İran Şahı’nın bir gün tahta çıkacak, ileride İran’ın kaderini ellerine bırakabileceği bir oğlu olmak zorunda... Bu konuda anayasa son derece katı ve sert.”[4]

Şah’ın öteki konularda anayasaya aldırmaması, örneğin anayasaya aykırı olarak, meclisin bileşimini belirlemesi ve bütün milletvekillerinin tarih hanesi boş bırakılmış bir istifa dilekçesi imzalamak zorunda olmaları tuhaf değil mi? İran’da sansürlenmemiş tek bir satırın bile yayımlanma izni olmaması, Tahran Üniversitesi kampüsünde üçten fazla öğrencinin yan yana durmasının yasak olması, Musaddık’ın Adalet Bakanı’nın gözlerinin oyulmuş olması, duruşmaların kamuya kapalı olarak yapılması, işkencenin İran adalet sisteminin olağan işleyişinin bir parçası olması tuhaf değil mi? Anayasa, bu konularda acaba o kadar “katı ve sert” değil mi? Bu noktada, somutlaştırmak adına, İran’da işkenceye bir örnek verelim:

“19 Aralık 1963’ün gece yarısı sorgu yargıcı ifade almaya başladı. Önce beni sorgulayıp, cevaplarımı yazdı. Daha sonra ya benimle hiç ilgisi olmayan ya da haklarında hiçbir şey bilmediğim şeyler sormaya başladı. Sadece ‘hiçbir şey bilmiyorum’ cevabını verebiliyordum. Sorgu yargıcı, önce yüzüme yumruk attı, ardından elindeki copla önce sağ, sonra sol elime vurdu. İki elimi de yaraladı. Her soruda yeniden vuruyordu. Sonra beni çıplak olarak sıcak elektrik ocağının üstüne oturmaya zorladı. Sonunda elektrik ocağını eline alıp, kendimden geçene kadar bedenime bastırdı. Yeniden kendime geldiğimde, sorularını yineledi. Başka bir odadan içi asit dolu bir şişe aldı, içindekini bir bardağa boşalttı ve copu içine batırdı. […]”

Federal Almanya Devlet Başkanı’nın sizi ve kocanızı, tüm bu dehşet verici şeylerden haberdar olarak buraya davet etmesine şaşırmıyor musunuz? Biz şaşırmıyoruz. Kendisine toplama kampı tesislerinin planlarını ve inşaatlarını neden sormuyorsunuz? Başkan bu alanda bir uzmandır.

İran hakkında daha fazla şey mi bilmek istiyorsunuz? Geçenlerde Hamburg’da, sizin gibi Alman bilimi ve kültürüyle ilgilenen, sizin gibi Kant, Hegel, Grimm Kardeşler ve Mann Kardeşler’i okumuş bir hemşerinizin kitabı yayımlandı: Behman Nirumend’in Hans Magnus Enzensberger’in önsözüyle çıkan İran: Gelişmekte Olan Bir Ülke Modeli mi Yoksa Özgür Dünya’nın Diktatörlüğü mü? isimli kitabı. Burada sizi bilgilendirmek için başvurduğumuz alıntıların ve olguların asıl kaynağı işte bu kitap. Bu kitabı okuyup da geceleri uyku uyuyabilen ve onu okuduktan sonra yüzü kızarmayan insan var mıdır, bilmiyorum.

Niyetimiz size hakaret etmek değil. Fakat gelgelelim Alman kamuoyunun da sizin Neue Revue’de yayımlanan yazınız türünden yazılarla hakarete maruz kalmasını istemiyoruz.

Saygılarımla,

Ulrike Marie Meinhof
Konkret
, Sayı 6, 1967

[Kaynak: Siegward Lönnendonker, Tilman Fichter (Hg), Free University Berlin 1948-1973; University in Transition, Berlin 1983, Cilt 5, Sayfa 174.]

Dipnotlar:
[1] Neue Revue: 1946’dan beri yayınlanan haftalık cemiyet gazetesi. İsmi Revue olarak değiştirildi.

[2] Başbakan Musaddık’ın başa geçmesiyle Şah 1953’te ülkeyi terk etti. Fakat yapılan darbe ile Şah ülkeye geri döndü. Musaddık tutuklandı ve yargılandı.

[3] Hubert Humphrey: (Demokrat Partili) Johnson döneminde ABD başkan yardımcısı. 1962’de Nixon’la girdiği seçim yarışını az bir oy farkıyla kaybetti.

[4] Şah’ın Süreyya ile yaptığı evlilik, erkek çocuk doğurmadığı için sona erdi.

0 Yorum: