13 Kasım 2017

Yaşasın Büyük Ekim Devrimi


Dünya harap hâlde. Her yanı alevler içinde, derme çatma evler, mülteci kampları her yeri salmış. Dünyanın büyük bölümü, Milton Friedman, Friedrich von Hayek, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan gibi isimlerin hayal edip tasarladığı biçimiyle, “piyasaların kontrolünde”. Kissinger ve Brzezinski gibi führerler, on milyonlarca insanın canını feda etti, sırf milletlerin sosyalist hatta komünist hayal ve arzularını gerçekleştirmeye çalışmalarına mani olmak için. Bazı zalimler daha dürüstler: Henry Kissinger’ın bir keresinde, oradaki insanlar sorumsuz diye bir ülkenin Marksist olmasına izin veremeyeceklerini söylemişti. Aklında Şili vardı. Sonuçta binlerce insan öldürüldü.

Kendi yollarında ilerlemelerine mani olmak için tüm ülkeler harap edildi. Bu sürece Londra, New York, Washington, Paris ve “özgür dünya” denilen yerlerdeki diğer merkezlerde yaşayan siyasetçiler, askerî stratejistler, istihbaratçılar ve ekonomistler onay verdiler. Asya, Ortadoğu, Latin Amerika, Afrika, Okyanusya’da yaşayan insanlar kontrol altına alındılar.

Batı’nın zulme dayalı sistemi çoğunlukla “kusursuz”muş gibi görünür. Bir yere kadar bu sistem, kurşungeçirmez bir zırha sahip gibidir.

Ama Batı emperyalizminin tekerine birileri her zaman çomak sokar. Böylece onun gezegeni bütünüyle kontrol altına alıp mahvetmesine izin verilmez. Bu çomağın bir adı da Büyük Ekim Devrimi ve onun bıraktığı mirastır.

1917’den beri, yani tam yüz yıldır bu “hayalet” musallat oluyor Avrupalı ve Kuzey Amerikalı imparatorluklara: bu hayalet, enternasyonalizmi, eşitlikçiliği, insanlığın büyük düşlerini sürekli fısıldayıp duruyor. İnsanların aynı hak ve fırsatlara sahip olması gerektiğinden bahsediyor. Tek bir ırk ve tek bir ekonomik dogma eliyle sömürülemeyeceğini söylüyor.

İşleri yokuşa sürmek için bu kızıl ve iyimser hayalet, fısıldamaktan daha fazlasını yapıyor. Aynı zamanda şarkı söylüyor, dans ediyor, devrimci şiirler okuyor, bazen silâh alıyor eline, mazlumlar hatta deri rengine bakmaksızın tümüyle ümitsiz hâlde olan insanlar için dövüşüyor.

Herkes, bu hayaletin gerçekten de bir hayalet mi yoksa canlı bir varlık mı olduğunu merak ediyor. Ki bu belirsizlik onu daha da korkunç kılıyor, en azından zalimler ve emperyalistler için.

* * *

Batı’nın ödü kopuyor! Her şeyi kontrol altına almaya çalışıyor. En gelişkin propaganda sistemini devreye sokuyor, dogmalarını her yana kusuyor. O dogmaları sanata, eğlenceye, haber bültenlerine, okul müfredatlarına, psikolojiye hatta reklâmlara enjekte ediyor. Yalan söylüyor, gerçekleri çarpıtıyor, tarihi kendince anlatıyor, uydurma gerçekler imal ediyor. Elindeki tüm araçları kullanıyor. Böylece ideolojik savaş, eksiksiz yoluna devam ediyor.

Batı İmparatorluğu ne yaparsa yapsın, o kızıl hayalet her yerde. Tüm dünyada eğitimli, özel milyonlarca insana ilham vermeye devam ediyor. Dirençli. Asla teslim olmuyor, dövüşmekten asla vazgeçmiyor, hatta bu kavga, umutların ve düşlerin tümüyle yok edilmiş gibi göründüğü ülkelerde bile devam ediyor. Külden başka bir şeyin kalmadığı yerlerde, en azından düşmana musallat olmayı biliyor. Hem seçkinleri hem de oralara monte edilmiş emperyalist rejimleri korkutuyor.

Batı’daki başkentlerde yaşayan birçok insan için bu kızıl hayalet en kötü düşmanken, aşağılanmış, işgale uğramış, ezilmiş birçok ülke için sömürgeciliğe ve zulme karşı kesintisiz mücadeleyi temsil ediyor. O direnişin, eğilmemenin, gururun ve başka bir dünyaya olan inancın sembolü.

* * *

Emperyalistler, bu hayalet ve temsil ettiği umut tümüyle yok edilmeden, yeryüzünden silinmeden, yerin dibine gömülmeden nihai zafer ulaşamayacaklarını, tek bir kutlama bile yapamayacaklarını iyi biliyorlar.

Güçlerini kullanıp hayaleti ve dile getirdiği idealleri itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Soğuk renklerle takdim ediyorlar onu, insanların kafasını onu faşizmle, nazizmle ilişkilendirmek suretiyle karıştırmak istiyorlar (oysa asıl faşist, asıl nazi, yıllardır hatta yüzlerce yıldır bizatihi Batılı emperyalistlerin kendileri.)

Komünist, sosyalist veya sadece “bağımsız” olmaya cüret eden ülkelerde masum insanlara zulmediyorlar, terörize ediyorlar, katlediyorlar. Bu sinsilikleriyle güç durumdaki ulusların hükümetlerini savunma hâline mahkûm ediyorlar, onların yurttaşlarını korumak için “olağanüstü tedbirler” almalarına neden oluyorlar. Bu savunmacı tedbirler de Batı’daki propaganda mekanizması tarafından zalimlik, dogmatizm ve “anti-demokratiklik” olarak takdim ediliyor.

İmparatorluğun taktik ve stratejisi gayet net ve etkili: hayatını yaşamaya çalışan masum bir insanı yumrukluyorlar, taciz ediyorlar, bezdiriyorlar. O “yeter” deyince, yumrukla cevap vermek isteyince, hatta silâhlanınca, kilidi değiştirince, onu saldırgan, paranoyak, toplum için tehlikeli biri olarak tarif ediyorlar. Onların iddiasına göre bu dayak yiyen kişinin tavrı, kendilerine evin kapısını kırma hakkı, onu dövme hakkı, yere yatırıp ona tecavüz etme hakkı ardından da düşüncelerini ve hayat tarzını tümden değiştirmeye zorlama hakkı veriyor kendilerine.

Devrimden hemen sonra, bundan yüz yıl önce, Sovyetler Rus imparatorluğunun tüm parçalarına ayrılma hakkı verdi. Her yerde demokratik reformlar gerçekleştirildi. Çar yönetimine ait tüm feodal ve baskıcı yapıları bir gecede çöktü. Ama genç ülke kısa sürede, aralarında İngiltere’nin, ABD’nin, Fransa’nın, Polonya’nın, Çekoslovakya’nın, Romanya’nın ve Japonya’nın bulunduğu bir grup ülkenin saldırısına uğradı. Bu acımasız saldırılar ve sabotaj amaçlı harekâtlar, sovyet devletini radikalleştirdi, tıpkı sonrasında Küba’yı, Kuzey Kore’yi, Nikaragua’yı, Vietnam’ı, Çin’i, Venezuela’yı ve daha birçok devrimci ülkeyi radikalleştirdiği gibi.

Bu, dünyayı yönetmenin gayet berbat, mide bulandırıcı ama hayli etkili bir yolu. Doğrusu “işe yarıyor.” Uzun süre bu yol takip edildi, artık kimse şaşırmıyor. Batı, yüzlerce yıldır dünyayı bu şekilde kontrol ve maniple ediyor, onu bu yolla viraneye çeviriyor, buna karşın hiç ceza ile karşılaşmıyor, hatta “özgür” ve “demokratik” olduğu için tebrik ediliyor, hatta o, bir de utanmadan, “insan hakları” türünden klişelere bile başvuruyor.

Ama en azından artık bir mücadele var.

Dünya, eskiden beri Avrupa ve Kuzey Amerika’nın merhametine kalmış bir hâldeydi.

Ta ki Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’ne kadar!

* * *

Kısa süre önce Büyük Ekim Sosyalist Devrimi isminde bir kitap kaleme aldım. Çalışmada bu devrimin dünya ve enternasyonalizmin doğuşu üzerindeki etkilerine değindim. Onu yazmaya mecburdum. Tüm o Sovyetler ve komünizm karşıtı propaganda malzemelerini, köktenci zırvaları okuyup izlemekten gına gelmişti. Onlarca yıl beyin yıkama amaçlı zırvalarla bombardımana maruz kalmaktan artık bıkmıştım.

160’tan fazla ülkede, dünyanın her bir köşesinde çalışıp Batı’nın demokrasi ve halkların iradeleri hilâfına, canilere has bir dürtüyle çalışmasına tanık olduktan sonra doğduğum ülke ve şehirde, yüz yıl önce meydana gelen olaya dair konumumu açıklamamın bir yükümlülük olduğunu düşündüm.

Bu kitapla tam da bunu yaptım.

Bu, kimilerinin “tarafsız” olarak niteleyebileceği bir kitap değil. Yığınla dipnot, işe yaramaz alıntılarla dolu, insanı yoran akademik makalelere de hiç benzemiyor. “Tarafsızlığa” inanmıyorum. Daha net bir ifadeyle, insanların tarafsız olabileceklerini veya böyle olmayı amaçlamak zorunda olduklarını düşünmüyorum. Öte yandan onların net ve dürüst olmaları gerektiğini, durdukları yeri okurları aldatmadan tariflemelerinin şart olduğuna inanıyorum.

Bu son kitabımda yaptığım tam da bu. Bir taraf tuttuğum açık. Devrimin benim için ne ifade ettiğini net bir dille aktardım. Onun dünya genelinde işkence ve zulüm gören yüz milyonlarca insan için ne tür bir anlama sahip olduğundan bahsettim. Ona dair görüşlerin bazılarını alıntıladım.

Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, tabii ki kusursuz değildi. Bu dünyada hiçbir şey kusursuz değil, öyle olmak gibi bir zorunluluk da yok. Kusursuzluk, insanı ürküten, soğuk hatta hayal ettiğinizde bile alabildiğine sıkıcı bir şey.

Aksine devrim, eski inançlardan, feodalizmden, körü körüne teslimiyetten, fiziksel, entelektüel ve duygusal kölelikten insanları kurtarmak için kahramanca bir çaba ortaya koydu. O, aynı zamanda tüm insanları ırklarına ve cinsiyetlerine bakmaksızın, eşit birer varlık olarak tanımladı. Bunu zehirli elmayı bala daldıran, o zehre hiç dokunmayan, ikiyüzlü “politik doğruculuk” adına yapmadı. Meselenin özüne indi. Yepyeni bir dağarcık oluşturdu, dünyayı anladı ve tümüyle yeni bir gerçeklik meydana getirdi.

Devrim, daha iyi bir hayata dair inançlarını neredeyse yitirmiş olan yüz milyonlarca insana yeniden umut aşıladı. Kölelerin yüreklerini cesaret ve gururla doldurdu. Dünyayı tekrar tüm renklerine ve tonlarına kavuşturdu. Siyah beyaz, sahip olanlar olmayanlar, ırk ve kültür açıdan muktedir olmaya yazgılı olanlar ve hizmet etmeye yazgılı olanlar arasındaki ayrımı sildi.

Batı ta başından itibaren nefret etti, bu kızıl devrimci hayaletten. Bu nefret bugüne dek varlığını sürdürdü. Komünist Sovyetler Birliği kazanmış olsaydı, sömürgecilik ve emperyalizm silinip gidecekti, bunu biliyorlar, bu sebeple nefret ediyorlardı. Kazansaydı, artık ne yağma ne yıkım olacaktı. Irak, Libya, Afganistan, Suriye harabeye dönmeyecekti. Kuzey Kore, İran, Venezuela ölüm tehditleri almayacaktı. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ve daha birçok yerde görüldüğü üzere, milyonlarca kadın, erkek ve çocuk, küresel kapitalizmin sunağında kurban edilmeyecekti.

Hristiyanlık sonrası dünyada tesis edilen ırkçı diktatörlükten geriye bir şey kalmayacaktı. Tüm ülkelerin boğazına Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşayan bir avuç eşkıya devlet eliyle eğilip bükülmüş “değerler” ve ikiyüzlü” kültür boca edilmeyecekti.

Batı Ekim Devrimi’yle ilk günden beri mücadele etti. Sovyetler tüm cephelerde dövüştü. Batı onun kanını döktü, insanlarının beynini yıkadı, müttefiklerini katletti. Nihayetinde Afganistan’da ölümcül darbeyi indirdi. İlkin Sovyetler Birliği’nin ardından da Afganistan’ın kemiklerini kırdı.

Kısa bir süre sonra beyin yıkama amaçlı, yenilenmiş olan o harekât başladı. Amacı, Ekim Devrimi’nin o muhteşem mirasını tümüyle yok etmekti. Batı, bu iş için milyarca doları gözünü kırpmadan harcadı, her türlü araca başvurdu.

500 yılı aşkın bir zamandır tüm dünyaya zulmeden ve onu yağmayanlardan, ona ait “kültür”den ne tür bir “tarafsızlık” beklenebilir? Onların olaylar karşısında, hareket ve ülke karşısında merhametli olmaları nasıl mümkün olabilir? O hareketin ve ülkenin varlık amacıysa, dünyayı emperyalizmden ve sömürgecilikten kurtarmak için mücadele etmek.

* * *

Bugün yeni sömürgeci barbarlığa karşı mücadele devam ediyor ama artık başka bayraklar altında. Kızıl komünist bayraklar Çin, Küba, Venezuela, Angola ve başka ülkelerde hâlâ dalgalanıyor. Direniş başka renklere de sahip. Koalisyon geniş.

1917 devriminin milyarlarca insana bilinç ve bilinçaltı düzeyinde ilham verdiği net bir biçimde görülmeli, asıl önemli olan bu.

Net olarak görülmesi gereken bir diğer husus da Batı’nın hiçbir vakit kazanamamış olması. Kazanmış olsaydı, korkudan tir tir titremezdi. Özgür düşünceyi ezmez, demokratik yoldan, seçimle işbaşına gelmiş hükümetleri devirmez, o artık canavara dönüşmüş küresel rejime karşı mücadele eden liderleri katletmezdi.

* * *

Dürüst olmak gerekirse, “kızıl devrimci hayalet” aslında bir hayalet değil. O, hâlâ alabildiğine kudretli bir varlık. Şimdilik gizleniyor, yeniden örgütleniyor, bayraklarını tekrar göğe yükseltmek, tüm emperyalist zalimleri savaş sahasına çekmek için hazırlık yapıyor.

Batı bayılır barıştan bahsedip durmaya. O sever, dünyaya “barış” vaazları vermeye. Oysa “barış” dedikleri, gerçekte zayıf, sefil, itaatkâr, köle insanların bir yanda, dünyaya hükmeden bir avuç zengin ve kudretli ülkenin diğer yanda durduğu o berbat statükodan başka bir şeyi ifade etmiyor.

Yerin dibine batsın böylesi “barış”! Bu barış uzun ömürlü olamaz, olmamalı, zira alabildiğine tuhaf, alabildiğine ahlâksız. Böylesi bir “barış”, kölelerin çalıştığı çiftliklerdeki “barış”tan daha iyi değil.

Bu statükoya sadece Ekim Devrimi son verdi. Gene verecek.

Kızıl hayalet, o zalimlerin başına gene musallat oluyor. Onlar da o hayaleti insanların umutlarından ve düşlerinden söküp atmak için uğraşıyorlar. Zalimler ne kadar korkuyorsa, eylemlerinde o kadar gaddar oluyorlar. Boyun eğdirilmiş ülkelerdeki halklar da o kadar çok kararlı hâle geliyorlar.

Petrograd’da Aurora isimli savaş gemisinden Kışlık Saray’a yapılan ilk top atışının üzerinden yüz yıl geçti.

Yüz yıl oldu dünyanın gözlerini açıp yeni bir dünyanın mümkün olduğunu anlayalı.

Yüz yıl geçmiş ve Ekim, Latin Amerika, Asya, Afrika ve başka yerlerde insanların hâlâ dudaklarında.

Emperyalistler acımasız ama toy. Bir insanı, bin insanı hatta milyonları öldürebilirsiniz. Ama hayalleri öldüremezsiniz. Tüm insanlığı öldürmedikçe, insandaki cesareti de öldüremezsiniz. İnsanları öldürseniz de onları sürekli birer köleye dönüştüremezsiniz.

Ekim Devrimi esnasında insanlar ayağa kalktılar. Doğruldular. Zincirlerini kırdılar.

Gene ayağa kalkacaklar. Kalkıyorlar, dikkatle etrafınıza baksanız kâfi.

Son yüz yıl içinde birçok şey değişti ama aynı zamanda hiçbir şey değişmedi. Umutlar ve hayaller hâlâ aynı. O gün olduğu gibi bugün de adalet yoksa barış da yok. Dünyamızın mevcut düzenlenmiş hâli dâhilinde adaletin tesis edilebilmesi de zor bir ihtimal.

Yaşasın Büyük Ekim Devrimi!

İleri! Hugo Chavez’in balkondan bağırdığı gibi: “Burada bulunan kimse teslim olmaz!”

Ekim Devrimi’nin o kızıl hayaleti burada. O alabildiğine kudretli. Tüm mazlumların müttefiki. Bir gün insanları zafere götürecek. Buna şüphe yok.

Andre Vltchek
7 Kasım 2017
Kaynak

0 Yorum: