Devrim öncesi Havana
Sovyetler’le ilgili değerlendirmeler, daha çok
Batı’nın iktisat, siyaset ve sosyolojisi ekseninde yapılıyor. Örneğin geçmişte
dinlediğim, Sovyetler’e eğitim için giden iki eski TKP’linin anlattığı
hikâyeler bunun delili.
Biri, başka bir dine ve millete mensubiyeti üzerinden,
orada tanık olduğu, esasen din ve millet meselelerinin çözüme kavuşmadığına
ilişkin olayları anlatıyor. Diğeri de yüksek mühendis olduğu için, oradaki bir
çiftlikte yaşadıklarından bahsediyor. Bu mühendis, biçerdöverde yapılacak küçük
bir ayarlama ile daha fazla ürün kaldırılabileceğini çiftçiye söylüyor, çiftçi
de “o kadar ürüne kimin ihtiyacı var ki?” cevabını veriyor.
Bugünse Ekim yıldönümünde Batı kaynaklı iktisat
verilerine bakanlar, “Sovyetler iktisadî açıdan başarısızdı” yalanına katkı
sunuyorlar, üstelik bunlar kendilerine “Marksist” diyorlar. Bunların
Marksistlikleri, Marx döneminde Kapital’i Rusçaya çevirip, onu
“kapitalizmin kaçınılmaz olarak gelişeceğine dair bir ispat” olarak kullanmak
isteyen liberallerin Marksistliklerine benziyor. Bir de utanmadan, “asıl mesele
liberalizmle mücadele” diyorlar. Bunu diyorlarsa korkun ve bilin ki
Marksistleri geniş meşrepleri uyarınca daha fazla liberalleştirecekler.
Oysa Batı’da az da olsa, Sovyetler’in iktisadî açıdan
başarısız olmadığına dair çalışmalar ortaya koyanlar da var, ama bizim solcu
yayınevlerimiz, Arkadaş örneğinde olduğu gibi, köşeyi dönmekle, çalıştırdıkları
işçileri, çevirmenleri sömürmekle meşgul olduklarından, bu tür çalışmaları
Türkçeye kazandırmayı hiç akıllarına getirmiyorlar. Batı’da Sovyetler’e
küfreden ne kadar çalışma varsa çevirip yayınlıyorlar. Küfretmeyene “solcu”
bile demiyorlar.
Çoğunun 12 Eylül mahkemelerinde “devrimci değil
gazeteciyiz” diyenler arasından çıkması tabii ki tesadüf değil. Birçok farklı
örgüt geleneği de palazlanmak için onlara benzedi süreç içerisinde. “Ne Sovyet
ne Çin” formülü liberal bir Aydınlıkçı hat üretti kaçınılmaz olarak. Bir
devletin, diğeri sermayenin reorganizasyonuna eklemlendi.
Arada belirtmekte fayda var: o mahkemelerde
“gazeteciyiz” diyenlere kızılmasının bugün için bir anlamı yok, çünkü bugün
içeri alınan, baskı gören her kişi, önce meslekî formasyonu üzerinden
savunuluyor. “Avukatlara saldırı”, “gazetecilik yargılanamaz” gibi laflar
sosyal medyayı süslüyor.
Özünde Sovyet değerlendirmeleri, bugünde belirli
pozisyonlarda olan küçük burjuvaların elindeki avantajlar ve imkânlar ölçüsünde
yapılıyor. Oraya ne vakit bakılsa, kapitalizmin ilerleme düzeyinden başka bir
şey görülmüyor. Özünde kendi ülkesindeki imkânlar konuşuyor. Kimsenin bu hâli
sorguladığına da tesadüf edilmiyor. Asıl sıkıntılı olan bu.
* * *
12 Eylül sonrası bir devrimci, İsviçre’ye kaçıyor.
Yoldaşına yazdığı mektupta, “bu İsviçreliler komünizmi kurmuşlar, buraya gel”
diyor. Temelde Sovyet analizleri, Avrupa’ya gitmiş kişilerce yapılıyor ve
Avrupa’ya daha adım attığınızda, özellikle 1968 sonrası, Sovyetler’e
küfretmeniz gerekiyor.
O yüzden Ekim Devrimi sempozyumu, seçkinlerin
dünyasına ait bir otelde düzenleniyor. Elite World’lerinden Ekim’e ve
Sovyetler’e bakıyorlar. Sosyal medyalarından “açsanız, zenginleri yiyin” diyen
varoş gençlerinin yazılamalarını paylaşıyorlar, vicdanlarını temizliyorlar, ama
öte yandan o zenginlerin dünyasına örgütlenmiş bir ideoloji ve siyaseti
öneriyorlar. O gençlerdeki öfkenin ne kadar aptalca olduğunu yine o gençlere
öğretiyorlar, işleri bu.
O yüzden, eski asker ve Avrupalı Mehmet Yılmazer,
“Devlet mülkiyeti ve merkezî planlama hiçbir şey yapmadı mı, devasa işler yaptı,
ama 1960’lara kadar” diyor. Çelişkileri yönetecek elite akıllara ihtiyaç
olduğundan bahsediyor. Bu akıl, “sisteminin yarısı toplumsal artı değer üretti,
yarısı onu yedi, biz yedirmeyeceğiz”den başka bir şey söyleyemiyor.
Restorasyona uğrayan örgütü adına varoşların kurucu olmadığına işaret ediyor. O
varoşları ve oradaki hayatları kuran iradeye küfrediyor, o hayata karışmayı
kendisine asla yediremiyor.
Yıllar önce o örgütü, bir emekçi mahallesindeki köy
derneği ile piknik düzenliyor. Örgüt, “Bizim borumuz ötecek, buranın sahibi
biziz” deyince, o derneğin gençlerinden ağır bir dayak yiyorlar. “Yıkıcılar ama
kurucular” demesinin, “nitelikli işgücü”ne bakmasının sebebi burada. O
varoşlardan nefret ediyorlar, tiksiniyorlar. Özünde, “kentsel dönüşüm,
soylulaşma” önce solun zihninde başladı, bu görülmüyor.
Kapitalizmin ilerlemesine dair bir serap, bir baş
dönmesi hâkim bu solcularda. Sovyetler’i buradan inceliyorlar ve o, söz konusu
solcuların sinirini hoplatıyor, midelerini bulandırıyor. Dolayısıyla, yirmi beş
yıldır tek teorileri ve siyasetleri “o tarihi nasıl sileriz” üzerine kurulu.
Sempozyumlar, ağalara-paşalara “biz bildiğiniz gibi değiliz” demek için. Sözler
verilir, imajlar çizilir, faça düzeltilir, sahaya çıkılır. Solun yaptığı bu.
Bu süreçte belirleyici olanlarsa, Troçkistlerdir.
Onlarsa, Sovyetler dağıldığında açığa kaç adet “tek ülke” çıktığını saymaya
kalksalar yorulurlar. “Ölen troçkist” sayısını “bir milyon” olarak bulan Sungur
Savran ise aslında intikam peşindedir. Küçük burjuvanın “sınıfsal” kinini
örgütlemek derdindedir. Tek siyaseti budur.
Çünkü küçük burjuva, ancak rekabeti ve mülkiyeti
görebilir. Ancak “Sovyetler kapitalizmle yarışamadığı için yenilmiştir”
diyebilir. Oysa aynı zamanda “Sovyetler’i Batı, özellikle uzay ve silâh
sahasında, rekabete sürüklemek suretiyle gardını düşürdü” diyen çalışmalar da
mevcuttur. Bunlar görülmez, bilinmez.
Kenan Kalyon gibilerin “toplumsal devrim” dediği de bu
rekabete ve mülkiyete dairdir. Kapitalizmin ilericiliği ezberinin ürünü olan
laflar sıralayanlar, Sovyetler’i o mihenk taşına vurmakta asla beis görmezler.
Onlar, kapitalizmin solcularıdır. Avrupa’ya verilen sözler tabii ki yerine
getirilmelidir. Çünkü bunlar, doksanlı yılları Avrupa’dan, oranın ilerlemeyi ve
devrimi getireceği hülyası ile geçirmişlerdir. Bunun sonucunda örgüt şefleri
“çelişkileri yönetmek”ten bahseder olmuşlardır.
Çelişkileri yönetmekse, esasen yoksulun yıkıcı gücünü
patronun kurucu iradesine peşkeş çekmektir. Bu örgüt şefleri bunun için vardır.
Yukarıdaki resim, Küba Devrimi öncesi Havana’da
çekilmiştir. Kübalı devrimcilerin dediği gibi, “Llano, yani şehir burjuvadır”.
Son on beş yılını içki, kıyafet meseleleriyle geçirenlerin tek derdi, “biz o
sefahat âlemlerine karşı değiliz” diye bağırıp durmaktan ibarettir. Burjuvaziye
lâyık solculuk, tek gaye budur.
Bu yaklaşımın devrim gibi bir iradesi olamaz.
Sempozyum, dillendirilmiş bir vaat, verilmiş bir söz, muratsızlığın,
dertsizliğin tezahürüdür.
Eren Balkır
11 Kasım 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder