12 Kasım 2017

,

Serap


Devrim öncesi Havana


Sovyetler’le ilgili değerlendirmeler, daha çok Batı’nın iktisat, siyaset ve sosyolojisi ekseninde yapılıyor. Örneğin geçmişte dinlediğim, Sovyetler’e eğitim için giden iki eski TKP’linin anlattığı hikâyeler bunun delili.

Biri, başka bir dine ve millete mensubiyeti üzerinden, orada tanık olduğu, esasen din ve millet meselelerinin çözüme kavuşmadığına ilişkin olayları anlatıyor. Diğeri de yüksek mühendis olduğu için, oradaki bir çiftlikte yaşadıklarından bahsediyor. Bu mühendis, biçerdöverde yapılacak küçük bir ayarlama ile daha fazla ürün kaldırılabileceğini çiftçiye söylüyor, çiftçi de “o kadar ürüne kimin ihtiyacı var ki?” cevabını veriyor.

Bugünse Ekim yıldönümünde Batı kaynaklı iktisat verilerine bakanlar, “Sovyetler iktisadî açıdan başarısızdı” yalanına katkı sunuyorlar, üstelik bunlar kendilerine “Marksist” diyorlar. Bunların Marksistlikleri, Marx döneminde Kapital’i Rusçaya çevirip, onu “kapitalizmin kaçınılmaz olarak gelişeceğine dair bir ispat” olarak kullanmak isteyen liberallerin Marksistliklerine benziyor. Bir de utanmadan, “asıl mesele liberalizmle mücadele” diyorlar. Bunu diyorlarsa korkun ve bilin ki Marksistleri geniş meşrepleri uyarınca daha fazla liberalleştirecekler.

Oysa Batı’da az da olsa, Sovyetler’in iktisadî açıdan başarısız olmadığına dair çalışmalar ortaya koyanlar da var, ama bizim solcu yayınevlerimiz, Arkadaş örneğinde olduğu gibi, köşeyi dönmekle, çalıştırdıkları işçileri, çevirmenleri sömürmekle meşgul olduklarından, bu tür çalışmaları Türkçeye kazandırmayı hiç akıllarına getirmiyorlar. Batı’da Sovyetler’e küfreden ne kadar çalışma varsa çevirip yayınlıyorlar. Küfretmeyene “solcu” bile demiyorlar.

Çoğunun 12 Eylül mahkemelerinde “devrimci değil gazeteciyiz” diyenler arasından çıkması tabii ki tesadüf değil. Birçok farklı örgüt geleneği de palazlanmak için onlara benzedi süreç içerisinde. “Ne Sovyet ne Çin” formülü liberal bir Aydınlıkçı hat üretti kaçınılmaz olarak. Bir devletin, diğeri sermayenin reorganizasyonuna eklemlendi.

Arada belirtmekte fayda var: o mahkemelerde “gazeteciyiz” diyenlere kızılmasının bugün için bir anlamı yok, çünkü bugün içeri alınan, baskı gören her kişi, önce meslekî formasyonu üzerinden savunuluyor. “Avukatlara saldırı”, “gazetecilik yargılanamaz” gibi laflar sosyal medyayı süslüyor.

Özünde Sovyet değerlendirmeleri, bugünde belirli pozisyonlarda olan küçük burjuvaların elindeki avantajlar ve imkânlar ölçüsünde yapılıyor. Oraya ne vakit bakılsa, kapitalizmin ilerleme düzeyinden başka bir şey görülmüyor. Özünde kendi ülkesindeki imkânlar konuşuyor. Kimsenin bu hâli sorguladığına da tesadüf edilmiyor. Asıl sıkıntılı olan bu.

* * *

12 Eylül sonrası bir devrimci, İsviçre’ye kaçıyor. Yoldaşına yazdığı mektupta, “bu İsviçreliler komünizmi kurmuşlar, buraya gel” diyor. Temelde Sovyet analizleri, Avrupa’ya gitmiş kişilerce yapılıyor ve Avrupa’ya daha adım attığınızda, özellikle 1968 sonrası, Sovyetler’e küfretmeniz gerekiyor.

O yüzden Ekim Devrimi sempozyumu, seçkinlerin dünyasına ait bir otelde düzenleniyor. Elite World’lerinden Ekim’e ve Sovyetler’e bakıyorlar. Sosyal medyalarından “açsanız, zenginleri yiyin” diyen varoş gençlerinin yazılamalarını paylaşıyorlar, vicdanlarını temizliyorlar, ama öte yandan o zenginlerin dünyasına örgütlenmiş bir ideoloji ve siyaseti öneriyorlar. O gençlerdeki öfkenin ne kadar aptalca olduğunu yine o gençlere öğretiyorlar, işleri bu.

O yüzden, eski asker ve Avrupalı Mehmet Yılmazer, “Devlet mülkiyeti ve merkezî planlama hiçbir şey yapmadı mı, devasa işler yaptı, ama 1960’lara kadar” diyor. Çelişkileri yönetecek elite akıllara ihtiyaç olduğundan bahsediyor. Bu akıl, “sisteminin yarısı toplumsal artı değer üretti, yarısı onu yedi, biz yedirmeyeceğiz”den başka bir şey söyleyemiyor. Restorasyona uğrayan örgütü adına varoşların kurucu olmadığına işaret ediyor. O varoşları ve oradaki hayatları kuran iradeye küfrediyor, o hayata karışmayı kendisine asla yediremiyor.

Yıllar önce o örgütü, bir emekçi mahallesindeki köy derneği ile piknik düzenliyor. Örgüt, “Bizim borumuz ötecek, buranın sahibi biziz” deyince, o derneğin gençlerinden ağır bir dayak yiyorlar. “Yıkıcılar ama kurucular” demesinin, “nitelikli işgücü”ne bakmasının sebebi burada. O varoşlardan nefret ediyorlar, tiksiniyorlar. Özünde, “kentsel dönüşüm, soylulaşma” önce solun zihninde başladı, bu görülmüyor.

Kapitalizmin ilerlemesine dair bir serap, bir baş dönmesi hâkim bu solcularda. Sovyetler’i buradan inceliyorlar ve o, söz konusu solcuların sinirini hoplatıyor, midelerini bulandırıyor. Dolayısıyla, yirmi beş yıldır tek teorileri ve siyasetleri “o tarihi nasıl sileriz” üzerine kurulu. Sempozyumlar, ağalara-paşalara “biz bildiğiniz gibi değiliz” demek için. Sözler verilir, imajlar çizilir, faça düzeltilir, sahaya çıkılır. Solun yaptığı bu.

Bu süreçte belirleyici olanlarsa, Troçkistlerdir. Onlarsa, Sovyetler dağıldığında açığa kaç adet “tek ülke” çıktığını saymaya kalksalar yorulurlar. “Ölen troçkist” sayısını “bir milyon” olarak bulan Sungur Savran ise aslında intikam peşindedir. Küçük burjuvanın “sınıfsal” kinini örgütlemek derdindedir. Tek siyaseti budur.

Çünkü küçük burjuva, ancak rekabeti ve mülkiyeti görebilir. Ancak “Sovyetler kapitalizmle yarışamadığı için yenilmiştir” diyebilir. Oysa aynı zamanda “Sovyetler’i Batı, özellikle uzay ve silâh sahasında, rekabete sürüklemek suretiyle gardını düşürdü” diyen çalışmalar da mevcuttur. Bunlar görülmez, bilinmez.

Kenan Kalyon gibilerin “toplumsal devrim” dediği de bu rekabete ve mülkiyete dairdir. Kapitalizmin ilericiliği ezberinin ürünü olan laflar sıralayanlar, Sovyetler’i o mihenk taşına vurmakta asla beis görmezler. Onlar, kapitalizmin solcularıdır. Avrupa’ya verilen sözler tabii ki yerine getirilmelidir. Çünkü bunlar, doksanlı yılları Avrupa’dan, oranın ilerlemeyi ve devrimi getireceği hülyası ile geçirmişlerdir. Bunun sonucunda örgüt şefleri “çelişkileri yönetmek”ten bahseder olmuşlardır.

Çelişkileri yönetmekse, esasen yoksulun yıkıcı gücünü patronun kurucu iradesine peşkeş çekmektir. Bu örgüt şefleri bunun için vardır.

Yukarıdaki resim, Küba Devrimi öncesi Havana’da çekilmiştir. Kübalı devrimcilerin dediği gibi, “Llano, yani şehir burjuvadır”. Son on beş yılını içki, kıyafet meseleleriyle geçirenlerin tek derdi, “biz o sefahat âlemlerine karşı değiliz” diye bağırıp durmaktan ibarettir. Burjuvaziye lâyık solculuk, tek gaye budur.

Bu yaklaşımın devrim gibi bir iradesi olamaz. Sempozyum, dillendirilmiş bir vaat, verilmiş bir söz, muratsızlığın, dertsizliğin tezahürüdür.

Eren Balkır
11 Kasım 2017

0 Yorum: