17 Kasım 2017

Hristiyanlar Komünist Olmalı mı?

1983’te Maryland Üniversitesi’ndeki bir dersinde, Yunan Ortodoksluğu tarihçisi Aristeides Papadakis, “ilk Hristiyanların komünist olduklarını” söylemişti. O günlerde kültürel ortam, Soğuk Savaş’ın her yanı buza kestiren ağır gölgesi altındaydı, bu nedenle Papadakis’in sözü, salonda büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Dolayısıyla profesör, sözlerine açıklama getirmek zorunda kalmış, burada teknik anlamda “komünizm”den bahsettiğini, ilk Hristiyanların ortak hayat tecrübe ettiklerini, mülklerini gönüllü olarak cemaatin hizmetine sunduklarını söylemişti. Homurtular böylece dinmiş, ama salona gene de sessizlik hâkim olmamıştı.

Aslında bu, herkesi şaşırtacak cinsten bir söz değil. Havarilerin kurduğu kilisedeki komünizm sır olsa bile, aslında herkesin görebildiği bir gerçeklik. “Komünalist” veya “komüniteryan” gibi sözcükler kulağa hoş gelse de ilgili gerçeği değiştirmiyorlar. Yeni Ahit’teki Resullerin İşleri, bize Kudüs’te Mesih’e örgütlenen ilk insanların birlikte yaşadıklarını, mallarını satıp servetlerini “ihtiyacı olanlara” dağıttıklarını ve her şeyi ortaklaşa mülk edindiklerini söylüyor. Bu, zaten İsa’nın bizzat çizdiği bir yol: “Sahip olduklarından vazgeçmeyenler benim müridim olamazlar” (Luka 14:33).

Sonraki dönemlerde birçok Hristiyan için bu sözler, rahatsız edici, hatta bir tür rezillik. Bugün Amerika’da serbest girişim ve özel mülkiyet üzerine kurulu o tuhaf dindarlık karşısında böylesi bir tavrın kışkırtıcı bir nitelik arz etmesi, büyük bir olasılık. Yüzlerce yıl boyunca Hristiyan kültürü, manastırlar ve rahibe manastırları gibi küçük özel cemaatler içerisinde yaşayan geçmişini silip attı veya ilk kilisenin tahrik edici yönlerini görmezden gelip durdu. Bu yönler kabul gördüğünde bile, onların Kitap’ın mesajı içerisinde arızî bir yere sahip oldukları iddia edildi. Bu iddiaya göre, düşmana karşı eldeki kaynaklar ihtiyatlı bir üslupla kısa süre yan yana dizilmişti ama bu dinin esasını teşkil etmeyen bir adımdı ve politik felsefesiyle hiçbir alakası yoktu.

İlk kilisenin günümüzde geçerli anlamıyla, politik bir hareket olmadığını söylemek gerek. Bu tür bir iddianın hiçbir anlamı olmadığı açık. Antik dünyada politik ideolojiler yoktu, toplumun yeniden inşası için geliştirilmiş tek bir soyut programa rastlanmıyordu. Politik bir hareket olmasa bile kilisenin kendisi de bir tür siyasetti, bir yaşam biçimiydi. O, sadece hayatta kalmaya dair pratik bir strateji sunmakla kalmıyor, ayrıca en yüce manevi ideallerin bedenlenişi olarak arz-ı endam ediyordu. “Komünizm”in din içerisinde arızî bir yer tutması pek mümkün değildi.

Beni son birkaç yıldır asıl etkileyen de kilisedeki “radikalizm” meselesi. Yale Üniversitesi Yayınları için Yeni Ahit’i çevirirken, ondaki radikalizmden epey etkilendiğimi söylemeliyim. Uzun zamandır editörlük yapan biri olarak, bu proje bana önerildiğinde, ilk başta aptalca bir fikirle işin gayet kolay olacağını düşündüm. Kolaydı, çünkü birçok yanlış tefsir edilen pasajı hem öğrenciler hem de kendim için uzun zamandır düzeltmeye çalışıyordum zaten. Kitaba zaten aşina oluşum sayesinde Yunancadan İngilizceye geçişin gayet kolay olacağını düşündüm.

Ama kısa süre sonra kitapla ilgili çok şey bilmeme karşın, onu her zaman doğru biçimde kavramadığımı gördüm. Geleneksel kitap çevirisi dilinin karmaşık, zor kelimeleri ve kavramları basit veya aldatıcı anakronik terimlere indirgediğini biliyordum (örneğin “ebedi”, cehennem”, meşrulaştırma”). Ama daha önce bu kuralların kitabın kavramsal dünyasına ait önemli boyutları nasıl kararttığını veya metnin kendisini nasıl fakirleştirdiğini hiç fark etmemiştim. Yeni Ahit içerisindeki kitapların tarihsel bir bilmeceyi teşkil ettiklerini zaman içerisinde gördüm. Bunun nedeni, aynı kitapların antik çağın geç dönemine ait bize uzak bir diyardan geliyor olması değil, kitapların çoğunlukla antik çağın genel bağlamı içinde bile belirli bir anlam ifade etmiyormuş gibi görünmesiydi.

Sonra “koinon” veya “müşterek” kelimeleri, ayrıca bilhassa metinlerde özel olarak üzerinde durulan “koinonia” kelimesi konusunda kendimce şüpheye düştüm. Bu kelime genelde “arkadaşlık” veya “paylaşma” ya da (biraz daha doğru biçimde) “iştirak” olarak tercüme edilmişti. Peki aslında bunu mu ifade ediyordu?

Her şeyin ötesinde Yeni Ahit’teki kişisel servete yönelik eleştiriler, kesintisiz biçimde dile getiriliyor ve gayet sert bir dille aktarılıyor: Örneğin Matta 6:19-20’de (“Dünyada kendinize hazineler biriktirmeyiniz.”), Luka 6:24-25’te (“Yazıklar olsun siz zenginlere, rahatına düşkün olanlara.”), James 5:1-6’da (“Ey zenginler şimdi gelin, sizden kaynaklanan sefaletin karşında ağlayıp inleyin.”). Tabii bu arada belirtmek gerek. Bazı din adamları ve teologlar, Yeni Ahit’in zenginliği değil, onun kötüye kullanımını mahkûm ettiğini söyleseler de (ki bu, ancak saçma sapan ve zoraki bir okuma sonucu ulaşılacak bir çıkarım), bu iddiayı doğrulayacak tek bir ayet dile getiremiyorlar.

Sonuçta Koinonia kelimesinin aslında ilk Hristiyan cemaatleri içerisinde görülen belirli bir pratikler bütününü ifade ettiğini anladım. Burada Resullerin İşleri’nde tarif edildiği biçimiyle, özel bir toplumsal düzenlemeden bahsediliyor ve bu düzenleme, İsa’nın tesis ettiği yeni hayatın ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor. Örneğin İbranilere Mektuplar, müminlere koinonia’yı ihmal etmemeleri talimatı veriliyor, aynı şekilde Timothy’ye İlk Mektup, koinonikoi olunması tavsiyesinde bulunuyor. Bu, özünde kişisel düzlemde cömert olmaya dair bir tavsiye değil, komünal hayata dair özel bir forma işaret ediliyor.

En iyi hâliyle şunu söylemek mümkün: Roma dünyasında havariler döneminde kurulan kiliseler esasen küçük birer komündü, kendi kendine hayatta kalmayı bilen bu yapılar, aynı zamanda emredildiği vakit eldeki kaynakları bir başkasıyla paylaşabilmekteydi. Bu ince ince örülmüş komünler ağı, imparatorluk içinde, zor yerine hayırseverlik üzerine kurulu bir karşı-imparatorluk meydana getiriyordu. Daha doğru bir ifadeyle, bu yapı bu dünyada, bu dünyaya ait olan ama bu dünyada bulunmayan, toplum ve mülkiyet konusunda oldukça farklı bir anlayışa sahip bir krallıktı.

Şüphe yok ki ilk kuşak Hristiyanların özel mülkiyete bu şekilde kayıtsız kalması daha kolaydı. Onlar, kendilerini hızla yok olmakta olan bir dünyanın fani birer kiracısı, kendilerine ait olmayan bir tarihi üzerinden geçip giden birer mülteci olarak görüyorlardı. Ama Kitap’ın ilk yarattığı coşku ve beklentiler uçup gidince ve insanın içini karartacak denli dayanıklı çıkan dünyada hayata dair yeni yerleşik alışkanlıklar ortaya çıkınca, ilk Hristiyanların kendilerine has uygulamaları da yerini müesses nizamın müşterek pratiklerine bıraktı.

Ancak bu geçiş süreci de öyle göz kapayıp açıncaya dek gerçekleşmedi. İkinci yüzyılda yaşamış pagan hiciv ustası Samosatalı Lucian’ın aktardığına göre, Hristiyanlar malı mülkü hakir gören, tüm mülkiyete müştereken sahip olan insanlardı. Lucian’ın döneminde yaşamış Hristiyan yazarlar da bu tespiti doğruluyorlardı: Şehid Justin, Tertullian ve Didache olarak bilinen anonim risalenin iddiasına göre, Hristiyanlar, her şeye ortaklaşa sahip olmalı, özel mülkiyetten feragat etmeli ve tüm servetlerini yoksullara dağıtmalıydı. “Manevi yoksulluğu” ortadan kaldırmadığı sürece servetin biriktirilemeyeceğini söyleyen ilk önemli teolog İskenderiyeli Clement bile tüm mallara herkesin ortaklaşa sahip olması gerektiğini ısrarla dile getiren bir isimdi.

Dördüncü ve beşinci yüzyıllarda Büyük Basil, Nisalı Gregory, Milanolu Ambrose, Augustine ve İskenderiyeli Cyril gibi piskoposlar ve teologlar özel mülkiyeti bir tür hırsızlık, istiflenmiş zenginlikleri yoksulların elinden alınmış bir tür yağma pratiği olarak görüp mahkûm ettiler. John Chrysostom, zenginlik ve yoksulluk üzerine birçok kitap yayınladı ki onun yanında Karl Marx ve Mikhail Bakunin bile ürkek birer muhafazakâr kalırdı. Ona göre, tek bir mülk vardı ve o da tüm insanlara aitti. O mülke ihtiyacını aşacak bir miktarda el koyan kişi, haydut ve kâfirdi. O bu sözleri sarfetmesine karşın Konstantinopol Başpiskoposu olarak atanmıştı.

Bu türden bir dile imparatorluğun kontrolündeki Hristiyanlıkta bile rastlamak mümkündü. Gücünün önemli bir kısmını kaybetmiş olan bu Hristiyanlık, belli bir yere kadar tolere ediliyordu ve destekleyici bir unsur olarak görülüyordu. Bir buyruktan çok basit bir deyişi ifade ediyordu. Hristiyanlık, eşsiz bir şeyi duyuran, geleceğe dair bir şeyler söyleyen özelliğini zamanla yitirdi ve kültüründeki ibadete dayalı, yerleşik sistemden ibaret bir yapıya kavuştu. Dinî kurumlardan talep edilen tesellilerin ve güvencelerin merkezi hâline geldi. Zaman geçtikçe, ilk kilisedeki kışkırtıcılık, ara sıra da olsa, kısa ömürlü, “öze dönüşçü” hareketler nezdinde açığa çıktı: Manevi Fransiskanlar, Rus paylaşımcılar, Katolik işçi evi… Ama genelde Hristiyanlardaki bağlılık, salt bir din hâline geldi ve bu dünyadaki hayatın desteklenmesine bakan, alabildiğine farklı bir yaşam tarzına işaret etmeyen bir içeriğe büründü.

Bir bütün olarak hiçbir toplum, kendisini toplumun ana mekanizması olan mülkü reddetme üzerine kurmayı bir türlü başaramadı. Tüm büyük dinler, en uç taleplerini zaman içerisinde yumuşatarak, tarihsel düzlemde başarı kazandılar. Dolayısıyla ilk kilisedeki radikalizme bakıp, bugünde kendimizi morallendirmek pek mümkün değil.

Ama gene de Yeni Ahit’in geçmişe ait bir kayıt değil, bugüne yönelik bir itiraz olduğunu düşünen bizler için “havariler çağı Hristiyanlığını sonraki yüzyılların nispeten rahat Hristiyanlıklarından ayıran çizgi, sadece zaman ve koşullarla ilgili bir mesele miydi?” sorusunu ara sıra da olsa hâlen daha kıymetli bir iş.

David Bentley Hart
4 Kasım 2017
Kaynak

0 Yorum: