03 Kasım 2017

,

Balfour’dan Sonra

2 Kasım 1917’de Arthur James Balfour, “Filistin’de Yahudi halkı için ulusal vatan” tesis edilmesi talebiyle, İngiliz kabinesi adına bir bildiri yayınladı. Bu bildiri, Britanya İmparatorluğu’nun Siyonist projeye desteğine dair bir işaret olarak bölgede yüzyıl boyunca hüküm sürecek çatışma sürecinin biçimlenmesine de katkı sundu.

Kurucusu Theodor Herzl’in 1896 tarihli o ünlü Der Judenstaat [Yahudi Devleti] ve diğer yazılarında dile getirdiği biçimiyle, politik Siyonizmin nihai hedefi şuydu: “Yahudi devletinin kurulması, yani Filistin’e yönelik göç sürecinin Yahudilerin kontrolüne girmesi ve Yahudi egemenliği idi.”

Siyonist hareket, büyük devlet desteği arayışı dâhilinde, sömürgeci bir girişim olarak yola koyuldu. Osmanlı ve Almanya’nın desteğini kazanamayan hareketin liderleri, Britanya’daki savaş kabinesinde gerekli desteği buldular. Sonrasında bu liderler, o dönemin en büyük gücünün desteğini almayı bildiler ve bu güç I. Dünya Savaşı’ndan muzaffer devlet olarak çıktı.

Siyonistler, yirmi yıl boyunca İngilizlerin ardından da Filistin’de elde edecekleri nihai zafere kapı açan Balfour bildirisi üzerinden, Milletler Cemiyeti’nin desteğini arkasına aldılar. Öte yandan Siyonistler de yoğun bir çaba içerisine girdiler. Bu çabanın en açık özeti, Herzl’in şu önlü sözünde dile getirilmekteydi: “İsterseniz bu, bir masal olmaktan çıkar.”

Balfour Deklarasyonu’nun başka bir yönü daha var. O, Filistin halkının geleceğine dair kararı veren belge. Filistinliler için bu bildiri, başlarına dayanmış bir silâh. O dönemki İngiliz devlet adamlarının niyetinden bağımsız olarak, bildiri, esasen bir savaş ilânı. Filistinliler hilafına o topraklarda “ulusal vatan” kurma fikrini destekleyenlerin ve bu “vatan”ı zorla üretenlerin yerli halka yönelik bir saldırısı.

Filistinliler, on dokuzuncu yüzyılın sonundan beri Siyonist hareketi endişeyle izliyorlardı. Balfour Deklarasyonu, onların artık büyük bir tehditle karşı karşıya olduklarını ortaya koydu. Londra’da ilân edildiği dönemde İngiliz askerleri de Filistin içlerine doğru ilerliyorlardı.

Deklarasyon, bu tehlikenin niteliğini açıktan ortaya koymaktaydı. Britanya’daki Siyonist hareketin lideri Lord Rothschild’e hitap eden belgede şöylesi bir paragraf yer almaktaydı:

“Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için ulusal vatan kurulması fikrinden yana ve bu hedefe ulaşılması için her türlü kolaylığı sağlamak amacıyla elinden gelen her adımı atacaktır. Net biçimde anlaşıldığı üzere, başka herhangi bir ülkede Yahudilerin kazanacakları haklar ve politik statüye halel getirecek, Filistin’de Yahudi olmayan toplulukların insani ve dini haklarına zarar verecek hiçbir şey yapılmayacaktır.”


O dönemde nüfusun yaklaşık yüzde 94’ünü teşkil eden Arap çoğunluk, “Yahudi olmayan topluluklar” tabiriyle, bu metinde üstü kapalı bir ifade ile kendisine yer bulabiliyor. Bildiri, onu bir halk olarak tanımıyor. Metinde ne “Filistinli” ne de “Arap” sözcüğüne yer veriliyor. İngiliz hükümeti, bu çoğunluğa “insani ve dini haklar” bahşediyor, ama onu politik veya ulusal haklardan mahrum ediyor.

Öte yandan Balfour, “Yahudi halkı” dediği kesime ulusal haklar veriyor, oysa bu halk, o dönemde Filistin nüfusunun sadece yüzde 6’sını teşkil ediliyor. Tuhaf olan şu ki o günlerde Filistin’de yaşayan Yahudilerin çoğu da Ortodoks veya doğulu Yahudi (Mizrahim) ki bunların büyük bölümü Siyonist harekete mensup değil ya da ona karşı. Bu bağlamda, Birleşik Krallık’ın Herzl’in Yahudi devleti, egemenliği ve kontrolü ile ilgili talebine destek sunması kötü sonuçlar doğuracak bir adım. Bu noktada Britanya’ya has, aldatıcı dil devreye giriyor ve “Yahudi halkı için ulusal vatan” tabirine yer vererek, Herzl’in bu talebi örtbas edilmeye ve dildeki sertlik yumuşatılmaya çalışılıyor. Dünyanın en güçlü ulusu, yerli halkın hilafına, Filistin’e yabancı bir halkın çoğunluk hâle gelme fikrine destek sunmuş oluyor.

Balfour Deklarasyonu’nda dile getirildiği biçimiyle, atılacak adımlar sayesinde Filistinliler, ülkeleri üzerindeki kontrolü yitirecek, Siyonistler, nüfus ve kültür açısından tümüyle Araplara ait olan bir ülkeye egemen olacaklar. O gün bu ihtimalin gerçekleşmesi imkânsızmış gibi görünse de sadece otuz yıl içinde gerçekleşme imkânı buluyor.

Savaş Sürecinde Filistin

1914 öncesinde Filistin’deki birçok Arap, Siyonist hareketteki hızlı büyümeyi kaygıyla izledi. Bu süreçte Yahudi göçü iyice hızlandı. Arap dilinde yayımlanan gazeteler bu kaygıyı dile getirmekteydiler. I. Dünya Savaşı’ndan önce Hayfa’da çıkan Karmil ve Yafa’da çıkan Filastin gazetesinde iki yüzden fazla makale yayımlanmıştı.

Sahil şeridindeki tarım toplulukları ve kuzeydeki verimli vadiler gibi yerlerde yoğunlaşan yerleşim siyaseti karşısında köylüler, Siyonizmin ilerleyişine somutta tanıklık ettiler. Sahipleri başka ülkelerde olan kişilerden toprak satın alan Siyonist hareketin başvurduğu avoda ivrit (İbrani emeği), daha çok toprağı işleyen Filistinlileri yerlerinden söküp atmayı ifade ediyordu. Bu satışların sonucunda birçok köylü, nesillerdir kendilerinin kabul ettikleri çiftliklerden zorla çıkartıldı. Bazıları, yerleşimcilerin kurdukları ilk paramiliter birliklerin silâhlı saldırılarına maruz kaldılar.

Bugün olduğu gibi o gün de Yahudi nüfusunun yoğun olduğu Hayfa, Yafa ve Kudüs’te oturanlar da bu korkuyu yaşıyorlardı. Onlar da Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’dan yığınla Yahudi’nin gerçekleştirdiği göçe tanıklık ettiler.

Balfour Deklarasyonu’na dair haberler, dünyanın birçok diğer kısmına hızla yayıldı. Ancak Filistin’de kimse bu haberlere vakıf olamadı. Savaş döneminde yaşanan gelişmeler dikkate alındığında bu, gayet şaşırtıcı bir durum. Savaş yüzünden yerelde çıkan gazetelerin kapılarına kilit vurulmuştu. Çünkü tüm Osmanlı limanları, müttefiklerin donanması tarafından abluka altında olduğundan, gazete kâğıdı bulmak imkânsızdı. Sonuçta Filistin’deki birçok insan, uluslararası haberlere kısa sürede ulaşamamaktaydı. Sonrasında, Aralık 1917’de İngiliz askerleri Kudüs’ü ele geçirdi ve askeri rejim, deklarasyona dair haber yapılmasını yasakladı.

İngiliz yetkililer, yaklaşık iki yıl boyunca Filistin’e gazete girmesine izin vermedi. Bu nedenle Filistinliler, deklarasyonu çok sonra, Kahire’den gelen gezginlerin yanlarında getirdikleri Mısır gazetelerinden öğrendiler.


Başka sebepler de deklarasyona dair haberlerin ülkeye gelmesine mani oldu, bu nedenle Filistinliler bildiriye gerekli tepkiyi gösteremediler. 1917 yılının Bahar aylarından Sonbahar aylarına dek uzanan kesitte, Güney Filistin’de İngiliz güçleri ve Osmanlı güçleri arasında, siper savaşı ve yoğun topçu atışları ile geçen bir dizi muhabere yaşandı. General Allenby’nin komutasında harekete eden İngilizler, inadı kırılamayan Osmanlı güçlerini geri püskürtecek bir dizi saldırı gerçekleştirdiler. Çatışmalar, Kış 1917’de ülkenin ve orta ve kuzey kesimlerine yayıldı ve 1918 Bahar’ına dek devam etti.

Müttefiklerin Filistin sahiline yönelik ilerleyişleri esnasında karadan ve denizden gerçekleştirilen ağır topçu atışları, Gazze’yi dümdüz etti. Bu saldırı esnasında, Mart, Nisan ve Kasım 1917’de, kente yönelik üç taarruz gerçekleştirildi.

Zaten bitkin olan Filistinliler, savaş yüzünden kesintilerin, yoksulluğun, yerinden yurdundan olmanın ve kıtlığın çilesini çektiler. Osmanlı ordusu, hayvanların orduya teslim edilmesini istedi. Çekirge istilası hasadı mahvetti, askere alıma yönelik ağır tedbirler yüzünden çalışacak yaştan olan birçok insan, cepheye gönderildi.

Osmanlı, savaş içerisindeki güçler içerisinde en fazla zaiyatı veren ülkeydi. Ölü sayısı üç milyonu aşmıştı ki bu, toplam nüfusun yüzde 15’iydi ve bu insanların ekseriyeti sivildi. Bazı tahminlere göre, bu rakam daha yüksek, Birinci Dünya Savaşı sürecinde ölenler nüfusun dörtte birini buluyor. Sadece Filistin’i de içeren Büyük Suriye coğrafyasında 1915-1918 arası dönemde yaşanan kıtlıktan ötürü yarım milyon insan ölmüştü.

Bu sivil ölümleri, savaşın yol açtığı korkunç zaiyatla katlandı. Savaş süresince 2,8 milyon Osmanlı askerinin 750.00’i öldü. Filistinli ve diğer Arap birliklerindeki zaiyat daha yüksekti, zira en yoğun çatışmaların yaşandığı savaş alanlarında bu birlikler savaşıyordu. Bu türden faktörlerin Filistin üzerinde yoğun bir tesiri oldu. Nüfus bilimci Justin McCarthy’nin tahminine göre, savaş öncesi yıllarda yaşanan yüzde birlik büyümenin ardından, Filistin nüfusu savaş süresince yüzde altı azaldı.

Çile ve mahrumiyetle yüklü bu ağır arka plan karşısında Filistinliler, Balfour Deklarasyonu’na dair bilgileri gıdım gıdım elde ettiler. Tüm yurttaşların savaşın şiddetinin düşmesi ile birlikte ağır sıkıntılarla yüzleşmesine karşın, hayatta kalanlar gelen haberleri korku ve endişe ile karşıladılar.

Kurtuluş Arzusu

Osmanlı idaresi altında geçen dört yüzyıllık döneme son veren İngiliz işgali, Balfour Deklarasyonu’nun yarattığı şoku iyice yoğunlaştırdı. Filistin’de varolan politik kimlikler, on dokuzuncu yüzyılın sonunda dünyadaki eğilimlerle ilişki içerisinde, belirli bir yöne evrilip, Osmanlı devletindeki evrime paralel bir seyir içerisine girdiler. İmparatorluk, I. Dünya Savaşı öncesi Balkanlar ve Libya’da yaşadığı toprak kayıpları ile gücünü yitirmeye başladı ama 1918’deki yenilgi sonrası yaşayacağı dağılma yirmi kuşak boyunca, yani Amerikan cumhuriyetinin toplam ömrünün iki katını bulan bir süre dâhilinde, bölgeyi kontrol eden hükümeti yıktı. Bu dönüşüm, Filistin halkının yolunu yitirmesine neden oldu, buna bir de savaşın yol açtığı yıkım ve ilk tanık oldukları yabancı işgal altında yaşamanın şoku eklendi.

Savaştan hemen sonra Filistinlilerin sahip olduğu ulusal kimlik önemli bir değişim içerisine girdi ve hızla başka bir şeye dönüştü. Esasında o büyük savaşın ardından sınır mınır tanımayan, önemli ölçüde on dokuzuncu yüzyıla ait bir olgu olan milliyetçilik fikri, yeniden önemli hâle geldi. Dünyanın başka yerleri kadar bu, Filistin ve Ortadoğu’nun diğer kısımları için de geçerli olan bir gelişmeydi.

Woodrow Wilson ve Vladimir Lenin’in kendi kaderini tayin hakkı konusunda dile getirdikleri farklı çağrılar da meseleyi daha da önemli hâle getirdi. İki liderin asıl niyeti ne olursa olsun, sömürge halkın ulusal arzuların onay vermeleri süreçte muazzam bir etkiye yol açtı.

Elbette Wilson’ın niyeti, ilham verdiği, kurtuluş umudunu dillendiren halkların önemli bir kısmına söz konusu ilkeleri tatbik etmek değildi. Kendisinin de itiraf ettiği biçimiyle, adını kendisinin bile duymadığı grupların sayıca bol oluşu karşısında şaşkına dönen Wilson, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çağrısına bu kadar halkın cevap vereceğini hiç ummuyordu.

Gene de Wilson’ın On Dört Madde’si, Bolşevik Devrim ve Versay Barış Konferansı karşısında canlanan, ama sonrasında boşa düşen umutların bir sonucu olarak, Mısır, Hindistan, Kore ve daha birçok ülke, 1919’da ve hemen sonrasında sömürgecilik karşıtı isyanlara tanıklık etti. Milliyetçilikteki artışın ve onun süreçte ivme kazanmasının, savaş esnasında ve sonrasında, ulusların genel hislerini uzun süredir bastırmış olan ulusötesi niteliğe sahip hanedanlık devletleri olarak Romanof, Hapsburg ve Osmanlı imparatorluklarının dağılması ile ilişkilendirmek mümkün.

Birinci Dünya Savaşı’nın bir sonucu olarak, post-travmatik stres bozukluğu yaşayan Filistinliler, milliyetçi coşkuyla yanıp tutuşan savaş sonrası dünyaya girildiği dönemde yeni gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldılar. Osmanlı’nın yerinde yeller esiyor, onun boşluğunu Britanya ve Fransa dolduruyordu. 1915-16’da bu iki Avrupa devleti, Sykes-Picot anlaşması dâhilinde, bölgeyi gizlice parçadı. Bu anlaşmayı 1917’de ifşa etmekse Bolşeviklere düştü.

Arapların bağımsız olma ve kendi kaderlerini tayin etme imkânı, sömürgeci taksim adına bu anlaşma karşısında gerekli tedbirlerin alınmasını şart koşuyordu. İngilizler, 1916’da Mekke’de Şerif Hüseyin’e bu hakkı vereceklerini taahhüt ettiler ve Hüseyin, sonrasında bu vaadi sürekli işitti. En iyi hâliyle İngilizler, diğer Arap halklarına yönelik vaatlerini kısmen ve gecikmeli olarak tuttular, ama imparatorluk, bu hakkı Filistin halkına hiçbir zaman bahşetmedi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Mısırlılar, İranlılar, Iraklılar, Suriyeliler ve Türkler, sınırlı ve dar bir çerçeve dâhilinde de olsa, bağımsızlık elde etmelerine karşın, Filistinliler, bu türden bir fırsattan hep mahrum kaldılar.

Bunun yerine İngilizler, Filistin’i ilkin Balfour Deklarasyonu’nda, ardından Milletler Cemiyeti’nde genel hatlarıyla belirlenmiş olan kurallar bütünüyle yönetti. Deklarasyon, Siyonizmin ihtiyaçlarına göre kaleme alınmıştı ve Siyonizm ordularıyla Filistin’i fethetmiş olan bir imparatorlukla ittifak hâlindeydi. Britanya’nın askerleri otuz yılı aşkın bir süre ülkeyi terk etmediler. Bu dönemde Siyonist nifak kökleşti ve birçok Filistinlinin en kötü korkularının gerçekleşmesini sağladı.

Üç Düğüm

Ortadoğu’nun ve Avrupa’nın önemli bir kısmında görüldüğü üzere, millet fikri, on dokuzuncu yüzyılın son döneminde Filistin’de de kök salmaya başladı. Gelgelelim, birçok insana göre, Filistin milliyetçiliği, Yahudilerin kendi kaderlerini tayin hakkına yönelik, akla mantığa sığmayan bir tepkiden başka bir şey değil. Oysa pratikte Filistinli kimliği, tıpkı Siyonizm gibi, birçok uyarıcıya tepki olarak ortaya çıktı. Tuhaf olan şu ki modern milliyetçilikler antik çağlara ait bağlara sahip olduklarını iddia etseler de, her iki hareket de aynı dönemde gelişme kaydetti.

Siyonizmin yerleşimcilik projesi, Filistin milliyetçiliğinin ivmelenmesini sağladı. Onun güçlenmesini sağlayan önemli bir unsur da antisemitizmdi. I. Dünya Savaşı’ndan önce Filistin kimliği, vatansever modernizm, Müslüman ve Hristiyanların Filistin’i kutsal topraklar olarak görüp ona bağlanması ve Avrupa kaynaklı saldırılara yönelik korkular gibi unsurları içeren bir kimlikti. Sonrasında bu kimlik, Filistinlilerin ve diğer Arapların özgürlük arzularına mani olan, sömürgeci güçlere yönelik, giderek yaygınlaşmış hayal kırıklığından beslenip güçlendi. Bu milli duygu, Osmanlı’nın enkazı altından çıkıp kurulan, büyük ölçüde Sykes-Picot anlaşması temelinde Avrupalı güçler eliyle tesis edilen, Irak, Lübnan ve Suriye gibi yeni devletlerle aşağı yukarı aynı dönemde açığa çıkan milli devlet kimliklerine benzemekte.

Şüphesiz Siyonizm, Filistin davası dâhilinde önemli bir rol oynadı, ama Filistin kimliğini Siyonizme dönük itiraza indirgemek, komşu devletlerin benzer, paralel tarihlerini gözardı etmeyi beraberinde getiriyor. Ürdünlüler, Lübnanlılar, Suriyeliler gibi komşu Arap halklar, yirminci yüzyılda Siyonist yerleşimcilikten istifade etmeksizin, milli kimliklerini geliştirmeyi bildiler.

Bu kimliğin oluştuğu noktada Filistinliler, Britanya hükümetine ve sömürgeciliğin imtiyazlı muhatabı olarak Siyonist hareketin bölgeye gelişine karşı koymaya başladılar. Bu adım, 1920’ye dek süren, ardından bir dizi İngiliz yüksek komiseri idaresinde devam eden otoriter askerî işgalin gölgesinde atıldı. İlk yüksek komiser Sör Herbert Samuel, Siyonizm davasına bağlı bir isimdi ve bakan olarak, sonraki sürecin önemli bir kısmı için gerekli temelleri atmıştı.

Filistinlilerin bu rejime yönelik muhalefet etme girişimlerini anlamak için bizim iki önemli faktörü akılda tutmamız gerekiyor. İlk faktör, diğer birçok sömürge halktan farklı olarak Filistinlilerin sadece ana sömürgeci güçle değil, ayrıca Balfour Deklarasyonu’ndaki şartlarla da mücadele etmek zorunda kalmasıdır. Bu nedenle Filistinliler, Birleşik Krallık’a borçlu olan, ama aynı zamanda ABD’ye yayılıp uluslararası zemin bulmuş, Britanya’dan bağımsız hareket edebilen bir yerleşimci-sömürgeci hareketle mücadele etmiştir.

İkinci faktör, Birleşik Krallık’ın Filistin’i doğrudan yönetmiyor oluşudur: burada yeni Milletler Cemiyeti eliyle yürütülen bir manda idaresi söz konusudur. Britanyalı yetkililer, Filistin’deki protestolara itiraz geliştirdiklerinde, 1922’de Milletler Cemiyeti’nin Filistin için belirlediği manda statüsü sayesinde uluslararası meşruiyet elde etmişlerdir. Bu manda statüsü, Balfour Deklarasyonu’nu harfiyen tatbik etmiş, sonraki süreçte taahhütler bu statüye göre biçimlenmiştir.

Bu nedenle Filistinlilerin elleri ayakları üç ayrı düğümle düğümlenmiştir. Bu, Avrupa kaynaklı yerleşimci-sömürgeci hareketlere yönelik yereldeki hakların geliştirdiği direncin tarihinde ilk kez tanık olunan bir gelişmedir. Filistinliler, süreç içerisinde milli bir görevle yüklenmiş, yerleşme siyasetini başa yazan, bağımsız finans ve güç kaynaklarına sahip olan bir hareketle yüzleşmiştir. Ayrıca Filistinliler, karşılarında Britanya İmparatorluğu’nun kudretini bulmuştur. O dönemde tek bir sömürge bile Avrupalı güçlerden bağımsızlaşma şansına kavuşamamıştır. Bu noktada sadece İrlanda’dan bahsedilebilir ki onun kazandığı bağımsızlık oldukça kısmîdir. Filistinlilerin yüzleştiği bir diğer husus da Milletler Cemiyeti’nin onayladığı İngiliz idaresinin edindiği beynelmilel meşruiyettir. Milletler Cemiyeti, pratikte Balfour Deklarasyonu’nu, o dönemin en önde gelen uluslararası kurumunun onayı ile tasdik görmesi sayesinde, takdis etmiştir.

Balfour Deklarasyonu, süreç içerisinde İngiliz kabinesi kaynaklı bir bildiri olmaktan çıkıp, uluslararası düzlemde onaylanmış bir hukukî belgeye dönüşmüştür. Bu, deklarasyonun ve manda sürecinin sonraki dönemi nasıl yapılandırdığını anlamamızı sağlayacak, çok önemli bir görüştür. İlgili görüş, Filistinlilerin yüzleştikleri zor koşulları neden aşamadıklarını ve atalarından kalan vatanlarının mülkiyetini neden ellerinde tutamadıklarını da kısmen izah etmektedir.

Balfour Deklarasyonu öncesi Siyonist hareket, sırtını dayayacağı, sabit bir güç merkezinden yoksundur ve bir açıdan koruyucu ebeveyn arayışında olan bir yetim gibidir. Hareket, ancak o koruyucu ebeveyn Birleşik Krallık olduğunda, tüm imkânlarını seferber ederek Filistin’e yerleşmeye başlayabilmiştir. Kısa süre sonra ise İngiliz süngülerinden örülü, zaruri “demir duvar”ın gücünü arkasına almış, Milletler Cemiyeti’nin uluslararası itibarından istifade etmiştir.

Mağdurları açısından bakıldığında, deklarasyon savaş ilânı anlamına gelecek, dikkatle ve incelikle seçilmiş kelimelerle örülü bir yazıdır. Siyonist hareket, bu savaşı parayla, hukukî araçlarla, propagandayla, silâhlarla ve bombalı araçlarla yürütmüş, öte yandan İngilizler de baskı, sürgün, savaş uçakları, toplar ve yargısız infazlarla sürece destek sunmuştur. Dolayısıyla Balfour Deklarasyonu, bugüne dek devam eden, yüzyıllık bir çatışma sürecinin başlangıcını teşkil etmektedir.

Raşid Halidi
2 Kasım 2017
Kaynak

0 Yorum: