28 Mart 2020

,

Salgın Üzerine Düşünceler



Aşağıdaki düşünceler, salgının kendisi değil, ona gösterilen tepkilerden ne öğrenebileceğimizle ilgili. Yani burada, tüm toplumun kendisini rahatsızmış, bir hastalığa yakalanmış gibi hissetmeyi, kendisini evinde tecrit etmeyi, olağan yaşam koşullarını, iş, arkadaşlık ve aşk ilişkilerini, hatta dinî ve siyasi inançlarını askıya almayı nasıl kolaylıkla kabul edebildiği sorusu üzerinde duruluyor.

Ayrıca şu türden sorular soruluyor: Normalde bu türden durumlarda protestoya ve itiraza tanık olunurdu, bugün neden bunlara rastlanmıyor?

Benim öne sürmek istediğim hipotez şu: Salgın, bir biçimde ama aslında bilinçdışında, zaten mevcuttu. Şurası açık ki hayat koşulları öyle bir noktaya gelmiş ki aniden bir alamet belirmiş ve bu hayat koşullarının salgının ta kendisi gibi tahammül edilemez olduğu görülmüş. Belki de mevcut durumun anlattığı en olumlu gerçek şu: insanların ilerleyen süreçte yaşam tarzlarının doğru olup olmadığını sormaları artık mümkün hâle gelmiştir.

Ayrıca mevcut durumun gözle görülür kıldığı din ihtiyacı konusunda da kafa patlatmamız gerekiyor. Şu gelişme, bize bu konuda bir ipucu verebilir: Medyada, bilhassa Amerika’daki basında olguyu tanımlamak için takıntılı bir üslupla, sürekli eskatoloji (kıyametbilim) terimlerine başvuruluyor, “kıyamet” kelimesi kullanılıyor, buradan da sıklıkla dünyanın sonuna işaret ediliyor.

Sanki Kilise’nin karşılayamadığı din ihtiyacı, el yordamıyla, içine yerleşebileceği başka bir yer aramaya başladı ve zamanımızın dini hâline gelen şeyde o yeri buldu: bilim.

Bilim de, tıpkı tüm dinler gibi, batıl inanca ve korkuya yol açabilir, bunları her fırsatta yaymak için kullanılabilir. Esasen kriz dönemlerinde dinlerin sergilediği gösterinin bu kadar farklı ve birbiriyle çelişen kanaat ve reçetelerle yüklü olduğuna ilk kez şahit oluyoruz. Sahnenin bir köşesinde muteber bilim insanları da dâhil azınlığa has, kitaba aykırı görüşler dillendirip olgunun ciddiyetini inkâr edenler, diğer köşesinde ise olguyu teyit eden, kitabî yaklaşımın ortaya koyduğu söylemi savunan, meselenin nasıl ele alınacağı konusunda köklü bir ayrışma içinde olanlar duruyor.

Bu tür durumlarda her daim görüldüğü üzere hükümdarların lütfuna mazhar olan kimi uzmanlar ya da kendinden menkul uzmanlar çıkıyor, Hıristiyanlığı bölen dinî tartışmaların yaşandığı dönemlerde olduğu gibi, kendi menfaatleri uyarınca, şu veya bu akımın tarafını tutup ona uygun önlemleri dayatıyorlar.

Üzerine kafa yorulması gereken bir diğer husus da tüm müşterek inançların veya dinlerin bariz biçimde çökmüş olması. Görünüşe göre artık insanlar, ne pahasına olursa olsun kurtarılması gereken çıplak biyolojik varoluş haricinde hiçbir şeye inanmıyorlar. Gelgelelim insanın hayatını kaybetme korkusunun üzerine ancak istibdat inşa edilebilir, o istibdadın tahtına ise sadece kınından çıkarttığı kılıcıyla Livyatan kurulabilir.

Eğer bir gün olağanüstü hâlin, bu salgının son bulduğu söylenirse, zihin açıklığını bir nebze olsun muhafaza edebilmiş olanlar dışında kimse, eskisi gibi sürdüremeyecek hayatını. “Umut sadece artık hiç umudu kalmamış olanlara bahşedilir” denilse de muhtemelen hayatın eskisi gibi olmayacak olması, herkes için en vahim olanıdır.

Giorgio Agamben
27 Mart 2020
Kaynak

Enformasyon, Sibernetik ve Yönlendirme Mekanizması


Ta ellilerde, “aşırı hızlı hesaplama makinesi”nin hâlen daha tüm hantallığıyla iş gördüğü günlerde Norbert Wiener, sibernetiğin politik ve toplumsal uygulamalarına dair bazı öngörülerde bulunuyordu. Onun asıl yüzleştiği soru ise şuydu:

“Şu veya bu türde bilgiyi, örneğin üretim ve piyasayla alakalı bilgileri toplayacak, ardından da insanlığın sahip olduğu ortalama psikolojiye ve belirlenen verili bir durum dâhilinde ölçülebilecek niceliklere ait bir fonksiyon olarak tayin edilecek bir makineyi madem tahayyül edemiyoruz, o vakit mevcut hâlin gelişimi en iyi nasıl sağlanabilir? Tüm politik karar alma süreçleriyle alakalı sistemleri kapsayan bir devlet aygıtını tahayyül etmek nasıl mümkün olabilir? Beynin geleneksel siyaset mekanizmasıyla ilgili olduğu koşullarda, gün gelecek, herkesin tüm çıplaklığıyla gördüğü, beyindeki mevcut yetersizliği ister iyilik isterse kötülük olsun diye giderecek bir yönlendirme mekanizması (machine à gouverner –dümen tertibatı) temin edilecek, işte düşlememiz gereken, böylesi bir gelişmenin yaşanacağı gündür.”[1]

Kaleme alındığı dönemde muhtemelen bu kelimeler, bilim kurgu pratiğinin parçası olarak görülmüşlerdi. Beynelmilel çelişkilerin veya ekonomik planlamanın ahlâkî düzeyde yüzleştiği güçleri içeren meselelerin makinedeki zekâya teslim edilebileceğine çok az sayıda sibernetik uzmanı inanıyordu. Wiener bile bu ihtimali birkaç açıdan derinlemesine inceledikten sonra şu uyarıyla bitiriyordu yazısını:

Eylem hâlinin tabi olduğu kanunları önceden incelemedikçe ve bizim kabul edebileceğimiz ilkeler üzerinden tatbik edilmedikçe, sevk ve idare pratiğimizin nasıl olacağına hâlen daha karar veremiyorsak, yazıklar olsun bize!

Ne var ki Wiener’ın yüzleştiği kısıtlılık hâlini tüm meslektaşları tespit ediyor değildi. Bilhassa önce yapay zekâ, ardından da biliş bilimiyle meşgul olanlar için bu tarz bir kısıtlılık hâli mevcut değildi. 1960 gibi erken bir tarihte Herbert Simon, güvenle baktığı gelecekte bir gün, “en fazla yirmi beş yıl içerisinde”, duyguların, tavırların ve değerlerin varlığına muhtaç olanlar dâhil, tüm insanî fonksiyonların ve organizasyonların tek tek her birinin ve tamamının yerini alabilecek makineler imal edebilecek düzeye gelebileceğimizi” söylüyordu.[2]

Yapay zekâ üzerine çalışma yürüten çevrenin kendi reklâmını yapma amacıyla, fırsatçı bir üslupla dile getirdiği tüm o öngörüler gibi bu öngörü de hiçbir vakit gerçekleşme imkânı bulamadı. Kimse, söz konusu öngörünün fiiliyata döküldüğü bir gerçekliğe tanıklık etmedi. Yine de insanın içini coşturan, bu türden profesyonel vaatlerle moral bulan enformasyon teknolojisi denilen saha, karar alma ve siyasetin en üst mertebeleri dâhil, siyasi hayatımızın bir dizi alanını kapsayacak şekilde genişledi.

Bu gelişme, başlarda küçük adımlarla ilerledi ve dağınık, az sayıda mevzi elde edebildi. Bu adımları ilk atanlar, İkinci Dünya Savaşı sürecinde sistem (veya operasyon) analizleri yapan ekibin üyeleriydi. Savaş sonrasında uygulamalı sistemler teorisi, Mitre ve RAND türünden, orduya ait düşünce kuruluşları içerisinde kendisine yeni bir yuva buldu. Buralarda sosyal bilimciler, fizikçiler ve stratejistlerle birlikte, termonükleer savaşın veya sivil savunmayla alakalı planlama sürecinin etkilerini değerlendirmeye dönük, geçici araştırma projeleri üzerine çalışmalar yürüttüler. Kennedy döneminde kontrgerilla talimnamelerine dayalı savaş sanatı, sosyal bilim araştırmalarının merkezine oturdu ve siyaset bilimcilerden, antropologlardan ve psikologlardan oluşan ekiplerin çalışmalarından beslendi. O dönemde üniversitelere hâkim olan sosyal bilim anlayışı, davranışçılığı, ağırlıklı olarak istatistiği temel alan bir anlayıştı ve fizikî bilimlerin kaba bir karikatüründen ibaretti. Bilgisayarlaşma çağrısında bulunan bu tarz üzerinden üniversitelerde sosyal bilimciler, eldeki az sayıda makineyi paylaştıkları koşullarda, ikinci sınıf yurttaş muamelesi görmeye başladılar.

Altmışların sonunda atılım gerçekleşti, ardından da her iki cephede önemli gelişmeler yaşandı. 1967’de Viyana’da Uluslararası Uygulamalı Sistemler Analizi Enstitüsü kuruldu. IIASA, Doğu ve Batı blokunun desteklediği, sağlam finansal kaynaklara sahip, bilgisayarlarla donatılmış bir merkezdi. “Uzun erimli toplumsal planlama” için üretilmiş olan “dünya” veya “küre” modeli geliştirme sahasında yürütülen bir dizi çalışmaya öncülük etti.[3] Birkaç yıl sonra, 1969’da, Harvard ve MIT üniversitelerinde çalışan sosyal bilimciler, bir araya gelip kendi disiplinlerini geliştirmek adına Manhattan Projesi’ni örgütlediler. Yeni programlama tekniklerini keşfetmek için gerekli olan 7,6 milyon dolarlık bağışı savunma bakanlığından almayı bildiler. Bu bağış sayesinde en kapsamlı projelerden olması umulan, sonuçta birbirinden farklı bir dizi sosyal bilim çalışmasına katkı sunacak olan Cambridge Projesi hazırlandı. Yürütülen çalışma, “tarafsız bilgisayar araçları” araştırması olarak ilân edildi.[4] Fakat fon sağlayan Savunma Bakanlığı projeyi, verdiği paranın karşılığını almak niyetinde olan Pentagon’un ihtiyaçları doğrultusunda, belirli bir kanala soktu. Sonuçta proje, kısa bir süre sonra Soğuk Savaş sürecinin tüm gerilimlerine tabi hâle geldi ve askerî istihbaratla alakalı “bildirim ve uyarı” programlarının geliştirilmesi gibi görevleri üstlendi. Proje bünyesinde çalışan ekibin diğer bir görevi de Tayland’da ABD’ye dost ve düşman köylerin bilgisayar temelli modellerini inşa etmek, ardından da bu modeller uyarınca belirli bir siyaset önermekti. Benzer bir modelleme çalışması, savaş yıllarında Vietnam’da bombardıman hedeflerini belirleme noktasında bilgisayarları kullanmıştı. Dost olan köy modeline ait parametreleri karşılayan köylere dokunulmazken, düşman köyler yok edilecek yerler olarak işaretlendiler. Böylece bilgisayar temelli sosyal bilimler, insanların yaşamasına veya ölmesine neden olacak uygulamalar sahasına nihayet giriş yapma imkânı bulmuştu.[5]

Cambridge Projesi ile ilgili olarak 1971 yılında hazırlanmış rapor, projenin birçok meseleyle alakalı politik niyetini açık bir dille ortaya koyuyordu:

“Bu tekniklerle birlikte Küba’nın veya Kuzey Vietnam’ın işgalinde kullanılması mümkün tüm stratejiler, birkaç gün içerisinde dikkate alınabilecek. Muhtemelen ileride, öngörülebilir bir gelecekte bu türden teknikler, ülke dışında yaşanacak bir devrime veya yapılacak bir seçime müdahale edip etmeyeceğimize karar verme noktasında kullanılabilecekler.”[6]

Theodore Roszak
1986

[Kaynak: The Cult of Information: A Neo-Luddite Treatise on High Tech, Artificial Intelligence, and the True Art of Thinking, University of California Press, İkinci Baskı 1994, s. 222-225.]

Dipnotlar:
[1] Wiener, aktaran: Pere Dubarle, The Human Use of Human Beings içinde, s. 178-180.

[2] Akt.: Weizenbaum, Computer Power and Human Reason, s. 244.

[3] IIASA konusunda şu habere bakılabilir: New Scientist (Londra), 19 Temmuz 1973, s. 27.

[4] Judith Coburn, “Project Cambridge: Another Showdown for Social Sciences?” Science, 5 Aralık 1969, s. 1250-1253.

[5] Vietnam’ın bilgisayarlar kullanılarak bombalanması konusunda bkz. Weizenbaum, Computer Power and Human Reason, s. 238-240.

[6] Joseph Hanlon, “The Implications of Project Cambridge”, New Scientist (Londra), 25 Şubat 1971, s. 421-423.

27 Mart 2020

,

Liderlerimiz Virüsten Değil Bizden Korkuyorlar



Siyaset ve medya dünyası, koronavirüsün ne demek olduğunu nihayet anladı da televizyon kanallarından ve sosyal medya âleminden sızan terlerdeki korkunun kokusunu alabildik. Şunu belirtmem gerekiyor ki burada esasen sağlığımıza yönelik tehditten bahsetmiyorum.

İki kuşağın zihin dünyasını bulandıran bir dünya görüşü, çöküşün eşiğine geldi. Söz konusu görüş şu anki badireye tek bir cevap bile sunamıyor. Birçok büyük ülke, bugün ideolojik, duygusal ve manevi açıdan virüsle baş edecek donanıma sahip olmayan kişilerce yönetiliyor.

Batı’da her ülke bu belayla karşı karşıya, ama burada özel olarak, öğretici bir örnek anlamında, İngiltere üzerinde durulacak.

Ayak Sürümek

Ülkenin koronavirüse tepkisini bir süre geciktiren isim, Britanya’nın soytarı lideri, Başbakan Boris Johnson’ın ardındaki ideolojik güç kaynağı olarak iş gören başdanışman Dominic Cummings. Bu kişi, ülkeyi Güney Kore’nin değil, İtalya’nın yürüdüğü yola soktu.

Medyada yer alan haberlere göre[1] Cummings, hükümetin harekete geçmesine ilk başta mani oldu ve yaklaşan veba konusunda, “birkaç emekli ölecek diye alınan tedbirler çok kötü denilemez” dedi. Bu yaklaşım, devletin birkaç gün ayak sürümesinin sebebini açıklıyor. Bugün bu kararsızlık hâli yavaş yavaş ortadan kayboluyor.

Sonra aynı Cummings, tabii ki açıklama yapmak istemedi ve bu türden iddiaları “iftira” olarak niteledi. Ayrıntıları bu noktada kenara itelim. Cummings ve bakanlar kurulunun yarısı salgınla yüzleştiklerinde, ilk olarak herkesin iman etmesini istedikleri toplum ve ekonomi teorisini öne çıkarttı. Zira bu isimlerin tüm politik kariyeri, bu teorinin üzerine kuruluydu. Hepsi de politik güçlerini ve sınıfsal imtiyazlarını bu ekonomi teorisine borçluydu.

Bu damardan monetaristler, bugün krizin ilk birkaç haftasını atlatabilmek için sosyalistmiş gibi davranıyorlar. Bu rolü birkaç ay daha keseceklermiş gibi görünüyor.

Kemer Sıkma Politikaları Çöpe Atıldı

Son yazımda da belirttiğim gibi[2], İngiliz hükümeti geçen hafta kemer sıkma politikalarını tümüyle çöpe attı. Oysa bu politikalar, on yılı aşkın bir zamandır Muhafazakâr Parti’nin alamet-i farikası olarak iş görmüştü. Politikaların amacı ise iş yapmayan işletmeleri ve artık geçinmek için para kazanmak zorunda olmayan kişileri kurtarmak amacıyla bol keseden para harcamaktı.

2008’deki finansal krizden beri Muhafazakâr Partililer sosyal yardımları kestiler, ülkede geniş bir alt sınıf meydana getirdiler, yerel yönetimlerin cebini boşalttılar ve zararları karşılanamayacak düzeye taşıdılar. Son on yıl içerisinde Muhafazakâr Parti hükümeti, insanlara zor zamanlarda yardım edecek bir “sihirli para ağacı”nın bulunmadığına dair lafı dillerine pelesenk ederek, en ağır tedbirlere bahane bulmaya çalışıp durdu.

Bu partinin üyelerine göre serbest piyasa, mali açıdan yürünmesi gereken, her tür sorumluluğu üstlenecek olan yegâne yoldu. Oluşturduğu uçsuz bucaksız bilgi birikimi üzerinden piyasa, 2008 krizinde ekonomiyi dibe vurduran milyoner ve milyarderleri daha da zenginleştirecekti.

Bunlar olup biterken biz, ücretlerimizdeki düşüşe tanık olduk. Zenginler ise hükümetlerin ve bizim dokunmamızın bile mümkün olmadığı offshore adalarında servetlerine servet kattılar.

“Neoliberalizm”, artık sürdürülemez olan şirket kapitalizmini rasyonel ve adil bir sistemmiş gibi yutturan, bir yandan da onu gulaglara ve ekmek kuyruklarına alan tanımayan yegâne sistem olarak takdim eden bir terim hâline geldi.

Sadece İşçi Partili siyasetçiler değil tüm şirket medyası bu akıma bağlandı. Tüm biçareliğiyle bu fazla hızlı giden kapitalizmin yeterince şefkatli olmadığı için üzüntüsünü belirten ve serzenişte bulunan liberal Guardian istisnadan başka bir şey değildi.[3]

Sadece kandırılmış, tehlikeli Corbyn tarikatı üyeleri bu konuda farklı düşüncelere kapıldılar.

Kendinden Başka Hiçbir Şeye Hayrı Olmayan Bir Masal

Nasıl oluyorsa Muhafazakâr Partililer, “yok” dedikleri o sihirli para ağacını buluverdiler. Hepimizi meyveleri ile besleyecek olan bu ağaç aslında karşımıza boylu boyunca uzanıyordu.

Mevcut durumun müesses nizam açısından politik düzlemde korkunç olduğunu anlamak için başbakan danışmanı Dominic Cummings kadar dahi olmaya gerek yok. Sonuçta bu, bize kırk yıldır anlatılan bir hikâye. Ağır ekonomik gerçekler, kendisinden başka hiçbir şeye hayrı olmayan bir masal gibi aktarılıyor. Her şeyi tüm netliğiyle kısa süre içinde anlayacağımız konusunda bize yalan söyleniyor.

Tam da bu sebeple Muhafazakâr Partili siyasetçi, aynı zamanda kısa süre önce Lordlar Kamarası’na giren milyarder Zac Goldsmith, başbakanı eleştirme cüretinde bulunan herkesi “mal” olarak tarif etti.[4] Yüksek mevkilerde ağırlanıp durulan “siyaset gazetecisi”, eski Sunday Times çalışanı ve BBC Question Time’a düzenli olarak çıkan Isabel Oakeshott’ın, Twitter’da virüsle mücadele esnasında kendilerini feda ettikleri ve varlıklarını kamu hizmetine adadıkları için sağlık bakanı Mike Hancock ile Johnson’ı alkış yağmuruna tutmasının sebebini de burada aramak lazım:

“Bu sabah aklınıza şuan muazzam bir sorumluluk üstlenen ve millete yardım etmek için saatlerce deli gibi çalışan sağlık bakanı Matt Hancock’u getirin. Johnson ve Hancock çok zor kararlar alıyor.”

Şimdiden hazırlıklı olun! Birkaç hafta içerisinde daha fazla sayıda gazeteci, o alay ettikleri Kuzey Kore basını gibi konuşmaya, “sevgili liderimiz” diye bağırmaya ve belirli ihtiyaçlarla yüzleştiğimiz anlarda ne yapılması gerektiğini onun bildiğini söylemeye, lidere güvenmemizi istemeye başlayacak.

Kurtarma Paketleri Kurtulmak İçin

Şuan siyaset ve medya sınıfındaki çaresizliğin somut bir sebebi var. Bu insanları virüs kadar endişelendiren bir şey varsa o da biziz.

On iki yıl önce kapitalizm uçurumun eşiğine geldi. Yapısal kusurları görmek isteyenlere kendilerini bir bir gösterdi. 2008 krizi, küresel finans sistemini neredeyse paramparça etti. Onu halk olarak biz kurtardık. Hükümet elini ceplerimize daldırdı ve bizim paralarımızı bankalara aktardı. Daha doğrusu bankacılara.

“Niceliksel rahatlama” gibi gerçeği gizleyen bir ifadeyle karşılanan kurtarma paketleri üzerinden bankaları ve siyasetçileri ekonomi sahasında içine düştükleri aciz durumdan biz kurtardık.

Ama bu konuda bize madalya takan olmadı. Bankalardan birini, hadi bırakalım bankayı, bir bankanın hissesini bile vermediler bize. O devasa yatırımımız karşılığında denetleme imkânı da bahşetmediler. Onları biz kurtardık, kurtulur kurtulmaz da bu bankacılar, kendilerinin ve dostlarının servetlerine servet katmaya devam ettiler, üstelik bunu 2008’de ekonomiyi felce uğratan aynı yaklaşıma başvurarak yaptılar.

Kurtarma paketleri kapitalizmin aksaklıklarını gidermedi, sadece onun kaçınılmaz çöküşünü bir süre daha ertelemiş oldu.

Kapitalizm, hâlen daha yapısal açıdan kusurlu. O, tüketim alanını sürekli genişletmek zorunda, ama öte yandan bu tüketimin zorunlu kıldığı çevre krizlerine de cevap veremiyor. Suni müdahalelerle büyütülen ekonomiler kaynakların da tükenmesiyle nihayetinde olmayan, kısa süre sonra patlaya mecbur balonlar şişirip ortalığa salıyor.

Hayatta Kalma Modu

Sonuçta bu virüs, bahsini ettiğim yapısal kusurlar konusunda epey öğretici. Çevresel acil durum konusunda erken uyarı olarak görebileceğimiz virüs kapitalizmin, ekonomik açgözlülüğü çevresel açgözlülükle birleştirerek, birbiriyle bağlantılı bu iki sahanın (ekonominin ve çevrenin) çökmesini sağlayacağını öğretiyor bize.

Bu türden küresel salgınlar doğal ortamları, hamburger zincirleri için hayvan yetiştirerek, pasta ve bisküviler için palmiye ağacı ekerek ve evde tüketicinin monte ettiği mobilya ürünleri için ormanları keserek yıkıma uğratmamızın birer sonucu. Hayvanlar insanlara yakın bölgelere sürülüyor, bu da hastalıkların türler arası engelleri aşmalarını sağlıyor.[5] Uçuşların ucuzladığı bir dünyada hastalık, gezegenin her bir köşesine hızla ve kolayca ulaşma imkânı buluyor.

Gerçek şu ki bu on yıl süren çöküş sürecince kapitalizmin elinde bir tek “sihirli para ağaçları” kaldı. İlk ağacı, 2000’lerin sonunda bugün hükümetleri plütokrat sınıfı olarak yöneten zengin elitler, yani bankalar ve büyük şirketler yağmaladı.

İkinci ağaçtan ise virüsün yol açtığı ekonomik yıkım dâhilinde bizler de istifade edeceğiz gibi görünüyor. Fakat bu noktada bir yanlışa kapılmamak lazım. Ağaçtan istifade edenlerin kapsamının bugün biraz daha genişlemiş olmasının sebebi, kapitalizmin birden evsizleri ve aşevlerine bağımlı olanları umursaması değil. Kapitalizm, sermaye sahiplerinin kâr biriktirme dürtüsünün yön verdiği, ahlak dışı bir ekonomi sistemidir. O bizim gibi değildir.

Kapitalizm, bugün hayatta kalma moduna geçiş yapmıştır. Batılı hükümetlerin bir süre halklarının belirli kesimlerini “kurtarmaya” çalışacak, onlara onlarca yılın ürünü olan ortak zenginliğin bir kısmını geri verecek olmasının sebebi budur. Bu hükümetler, kapitalizmin kendisinin yarattığı krizlere çözüm sunamayacağı gerçeğini bir süre daha gizlemeye çalışacaklardır. Onların derdi, gezegenimizi ve çocuklarımızın geleceğini yok eden bir sisteme yönelik, hâlen varlığını sürdüren itaatimizi belirli bir bedel karşılığı kazanmaktır.

Başdanışman Dominic Cummings’in de çok iyi bildiği gibi, kapitalizm sonsuza kadar yaşayamaz. Johnson, Trump ve bu isimlerin Brezilya, Macaristan, İsrail, Hindistan gibi ülkelerdeki muadillerinin bugünkü acil durumla ilgili olarak, salgını önleme dışında uzun vadeli başka bir hedefe hizmet eden acımasız bir dizi kanunu çıkartmaya çalışmalarının sebebini burada aramak gerekmektedir.[6]

Batılı hükümetlerin ulaştıkları sonuca göre artık kapitalizmin bağışıklık sistemini bu hükümetlerin yönettiği halklara karşı güçlendirmenin vakti gelmiştir. Asıl risk, fırsatını bulduklarında bu hükümetlerin virüsü değil, bizi “gerçek veba” olarak görecek olmalarıdır.

Jonathan Cook
25 Mart 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Peter Walker, “Dominic Cummings”, 22 Mart 2020, Guardian.

[2] Jonathan Cook, “A Lesson Coronavirus is About to Teach the World”, 17 Mart 2020, JC.

[3] “UK and Territories”, 28 Mayıs 2019, Guardian.

[4] Zac Goldsmith, 23 Mart 2020, Twitter.

[5] John Vidal, “Tip of Iceberg”, 18 Mart 2020, Guardian.

[6] Lizzy Buchan, “Boris Johnson”, 22 Mart 2020, Independent.

, ,

Tüm Sağlık Hizmetlerini Millileştirmenin Vaktidir


Ülkeler krizlerle yüzleşince toplumsal veya ekonomik yapılarındaki çatlaklar günışığına çıkarlar. Koronavirüsle birlikte patlak veren kriz için de aynı durum geçerli. Hükümet hiçbir şeye yaramayan bir tedbirden diğerine zıplarken, İngiltere’deki kamu hizmetleri çöküşün eşiğine doğru sürükleniyor. Muhafazakârların ellerinden düşürmedikleri ekonomi kitapları yırtılıp atılıyor. “Sihirli para ağacı diye bir şey yok” diyenlere elveda. “Ekonomiye devlet müdahale etsin” diyenlere merhaba.

Bu gelişmenin en yalın biçimini sağlık sektöründe görmek mümkün. Her beş günde bir virüs teşhisi konulan hasta sayısının iki katına çıkması beklenen ülkemizde ulusal sağlık sistemi üzerindeki baskı da giderek artıyor.[1] Virüs kaptığı gerekçesiyle hastanelere kabul edilen hastalardaki ani artış yüzünden Londra’daki bir hastanede yoğun bakım yataklarının tükendiğine şahit olduk.[2] Sürece müdahale edilmezse yatak ve ekipman konusunda benzer sorunlarla yüzleşecek hastane sayısı artmaya devam edecek.

Bunun sebebini anlamak hiç de zor değil. Ulusal sağlık sistemi onlarca yıldır yeterince para alamıyor ve parça parça özelleştiriliyor, bu iki gelişme sebebiyle sistem, çöküşün eşiğine gelmiş durumda.

2010’dan beri sistem dâhilinde kullanılan toplam yatak sayısı 17.000 azaldı, dolayısıyla bugün yatakların yetmemesi hiç de şaşırtıcı değil.[3] Her kış sağlık hizmetleri büyük bir krizle yüzleştiğine göre yeterli ekipmana sahip olmayan hastanelerin bugün bizim kuşağın gördüğü en büyük sağlık kriziyle başa çıkamaması gayet doğal değil mi?

Bu bağlamda ulusal sağlık sisteminin kapasitesinin artırılması şart. Bunun için de hastanelerin özel sektörün elinden alınması gerekiyor. Birleşik Krallık’ta toplam 570 hastane var ve bunlar sekiz bin civarında yatağa sahip.[4] Son dönemde açığa çıkan yatak kapasitesi ile ilgili endişeleri gidermek ve virüsle mücadele etmek için bu hastanelerden yararlanmak gerektiği açık.

Çıkan haberlere göre hükümet, bu adımı atma noktasında, özel sağlık kuruluşlarından yatak kiralamayı planladı. Bu plan dâhilinde günlük 2,4 milyar sterlinlik harcama yapılacak.[5] Bu amaç doğrultusunda özel sektörle bir anlaşma yapıldı.

Özel sektörle yapılan bu anlaşmaya göre hükümet şirketlere hizmetlerinin karşılığında belirli bir para ödeyecek. Bu bedel, işletme maliyetlerini, varlıkların değerini ve kiraları kapsıyor.[6] Haberlerde aktarıldığı kadarıyla özel sağlık şirketleri bu anlaşma üzerinden kâr etmeyecekler.

Dışarıdan bakıldığında bu, gayet iyi bir adımmış gibi görünüyor. Oysa daha kötü sonuçlara yol açacak. Özel sağlık şirketlerinin tek derdi, ulusal sağlık sistemini ilgilendiren uzun erimli sözleşmelere imza atmak. Bu noktada halka anlaşmanın detaylarının aktarılması gerekiyor. Özel sektöre nelerin vaat edildiğini bilmek zorundayız. Kriz sonlandıktan sonra bu sözleşmelerin iptal edileceğini, bu fırsattan istifade edilerek sağlık sisteminin özelleştirilmeyeceğini kimse taahhüt etmiyor. Momentum, GMB ve War on Want gibi örgütler bu talebe destek verdiler ve We Own It isimli grubun koordine ettiği çalışma dâhilinde Sağlık ve Sosyal Hizmetler Bakanı Matt Hancock’a hitaben yazılan açık mektubu imzaladılar.[7]

Oysa bu süreçte çok daha basit adımlar atılabilirdi. Özel sektörle anlaşma yapmak yerine hükümet, İspanya’nın açtığı yoldan ilerleyebilirdi. İspanya’da hükümet, koronavirüse karşı verilen mücadelede kullanmak üzere tüm özel sağlık kuruluşlarına ve kaynaklara el koydu.[8]

Virüs kriziyle mücadele noktasında özel sektör, elindeki kaynakları devreye sokmasıyla aynı sonuç elde edilebilirdi. Bu yönde adımlar atmak yerine hükümet, halkın iyiliği için çalışmayı tercih etmedi ve özel şirketlerin kârını düşündü. Perde gerisinde gizli anlaşmalar imzalamadan da, özel şirketlerin kasasını şişirmeden de ilerleme kaydedilebilirdi.

Hükümetin ölçülü, uygun ve dengeli dediği adımlar bunlar. Özel sektörün insanların maruz kaldıkları hastalıklar üzerinden para kazanmaya dayanan modeli geride bırakmak gibi bir niyet taşıdığı konusunda herhangi bir emareye rastlanmıyor.

Kısa süre önce bir özel sağlık kliniğinin iki bin kadar test kitini zenginlere ve ünlülere sattığına[9], Muhafazakâr Parti milletvekili Owen Paterson’ın testleri özel kliniklere ve zenginlere 120 sterlin karşılığında satan bir şirketten 100.000 sterlin aldığına şahit olduk.[10]

Özel hastaneler yapbozun küçük bir parçası sadece. Onlarca yıldır hükümetlerin tek takıntısı, piyasa mantığını kamusal hizmetlere kabul ettirmek oldu. Tüm o çalışmaların bir bedeli olacaktı elbette. Sağlık hizmetleri bünyesinde çalışan yığınla insan için gerekli kaynaklar bilhassa hastane yönetimi, temizlik ve yemek gibi alanlarda özel şirketlere akıtılıyor.

Hastanelerde koronavirüsün yayılmasını kontrol altına alma noktasında en önemli unsur, temizlik hizmetleri.[11] Diğer birçok alanda olduğu gibi bu alanda da işlerin özel şirketlere yaptırılması üzerine kurulu model çöktü. Çalışmaların da ortaya koyduğu biçimiyle temizlik işlerini temizlik şirketlerine yaptıran hastaneler ki bunlar toplam hastanelerin yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyor, hem sağlık konusunda daha az sonuç ortaya koyuyor[12] hem de MRSA denilen bakteri bu hastanelerde daha fazla görülüyor.[13] Olağan zamanlarda rezalet olarak görülebilecek bu durumun ciddi tehlikelere yol açtığını biliyoruz. Tüm ülkeyi ilgilendiren böylesi bir durumun sorumsuzluk diye geçiştirilemeyecek kadar ciddi bir konu olduğunu söylemek lazım.

Dolayısıyla bugün kamu sağlığının etkin bir biçimde güvence altına alınabilmesi için temizlik hizmetlerinin dışarıya yaptırılmaması gerekiyor. Ayrıca mesele, hastaneleri de aşıyor. Koronavirüs konusunda kamu sağlığı düzleminde verilecek etkin bir cevabın önünde duran engeller, hastane kapısında başlamadığı gibi orada da bitmiyor.

Bugünkü tahminlere göre Birleşik Krallık’ta, virüse temas etmiş ve tıbbi yardım olmadan nefes alıp veremeyecek ölçüde hasta olan insanların tedavi edilebilmesi için fazladan yirmi bin suni solunum cihazına ihtiyaç var.[14] Üstelik bu, yüzeysel ve basit bir ihtiyaç da değil: Virüs sebebiyle Çin’de hastaneye yatanların yüzde kırkından fazlası, tedavi sürecinin bir parçası olarak suni solunum cihazına ihtiyaç duymuştu.[15]

Hükümetin mevcut musibete yönelik yaklaşımı, statükoyu korumak üzerine kurulu. Hükümet, özel sektörden elini taşın altına koymasını ve mevcut imalat tesislerini dönüştürmek suretiyle suni solunum cihazı üretmesini istedi.[16] Bugün hükümet, elektrikli süpürge imalatçısı Dyson’a on bin suni solunum cihazı siparişi verdi. Tabii bu siparişin toplam bedeli açıklanmadı.[17]

Hükümetin virüse yönelik tepkisi yavaş, verimsiz ve tümüyle özel şirketlerin himmetine bağlı. Hükümet, krizin ölçeğini ve aciliyetini anlayamadı. Ulusal sağlık sistemi bünyesinde varolan suni solunum cihazlarının sayısının ihtiyaç duyulan miktarın altında olduğunu haftalardır biliyorduk, ama buna rağmen hükümet tek bir adım bile atmış değil. Dyson’la yapılan anlaşmanın bedeli kimseye söylenmiyor. Ayrıca imalatçı şirketin cebine devletin kaç para aktardığını hiçbirimiz bilmiyoruz.

Önümüzdeki haftalarda hükümet, sadece suni solunum cihazları değil kişisel koruyucu ekipman türünden temel tıbbi ekipmanların üretimini kontrol altına almak zorunda kalacak. Bugün artık ulusal sağlık sistemine katkıda bulunmak adına, imalatçı firmaların kamusallaştırılması türünden geniş ölçekli ve dolaysız müdahaleleri düşünmenin vaktidir.

Kamu mülkiyetinde olduğunda imalatçı firma, koronavirüsle mücadelede dinamik bir silâh hâline gelecek, bir dizi bina ve tesisi kullanabilecek, sadece suni solunum cihazı ve kişisel koruyucu ekipman üretmekle yetinmeyecek. Böylesi bir durumda firma, New York eyaletinde görüldüğü üzere, el dezenfektanı da üretebilecek.[18] Ayrıca hâlihazırda kıt olan test kiti üretimini üstlenebilecek[19], virüsün yayılımına mani olma çalışmalarına katkı sunabilecek.[20] Bunları bugün bir avuç şirket, üstelik fahiş fiyatlara üretiyor.[21] Hükümet, özel sektöre sipariş ettiği 3,5 milyon testi başka şekilde temin etmenin yolunu bulmak zorunda.[22]

Sonuçta hükümet, bu süreçte şu üç adımı atıp sağlık hizmetlerinin karşı karşıya kaldığı krizin etkisini azaltabilirdi: özel hastanelerin kamulaştırılması, ulusal sağlık sistemi ile ilgili işlerin şirketlere değil sistem bünyesinde çalışanlara yaptırılması ve üretimi devletin üstlenmesi.

Bugün hükümet “bu kadar işi bir arada yapamam” diyebilir pekâlâ. Lâkin eldeki kanıtlar gösteriyor ki biz, koronavirüs eğrisinin, sürecin henüz başlarındayız. Ertelenen her bir adım, maliyetin daha da yükselmesine neden olacak.

Artık sağlık sistemimizin işleyiş tarzını değiştirmenin vaktidir. Koronavirüs krizi, ortak menfaatin özel şirketlerin kârları karşısında öncelikli kılınmasını şart koşmaktadır. Virüsün hızla yayılmasına mani olmak ve ölü sayılarının çoğalmasını durdurmak için gerekli araçlara sahip olmak amacıyla acilen kararlı bir dizi adım atmalıyız.

Koronavirüs krizi, ekonomide devletin rolü ile ilgili yaklaşımımızı değiştirmemizi gerekli kılıyor. Bir an önce özel işletmelerin ve piyasanın halka hizmet noktasında asli aktör olduğunu söyleyen anlayış terk edilip, devletin toplumsal güvenlik ağı hâline gelmesini savunan görüş benimsenmelidir.

Bu da bizim sağlık gibi kamusal hizmetlerin nasıl işlediği konusunda söz söylememizi ve şu sorulara cevap vermemizi gerekli kılıyor: Krizlere hiçbir şekilde direnç geliştiremeyen, özel şirketlerin eteğine tutunmuş, şirketlerin çıkarlarını öncelikli gören bir sistemi devam ettirmek istediğimizden emin miyiz? Yoksa ortak menfaati, kamunun güvenliğini ve halka hizmeti önemli gören bir sisteme mi geçmek istiyoruz?

Koronavirüs krizi, mevcut sistemdeki çatlakları açığa çıkarttı. Şimdi bu çatlakları yeni bir modele başvurarak kapatmak zorundayız.

Chris Jarvis
26 Mart 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Ian Sample ve Rajeev Syal, “Coronavirus Measures”, 16 Mart 2020, Guardian.

[2] Faye Brown, “London Hospital”, 20 Mart 2020, Metro.

[3] Denis Campbell, “NHS”, 25 Kasım 2019, Guardian.

[4] Jon Stone, “Coronavirus”, 14 Mart 2020, Independent.

[5] Nigel Nelson, “8,000 Private Hospital”, 14 Mart 2020, Mirror.

[6] “Private Sector,” FT.

[7] “Dear Matt Hancock, 25 Mart 2020, Weownit.

[8] “Government”, 15 Mart 2020, Moncloa.

[9] Ryan Merrifield, “Harley Street”, 18 Mart 2020, Mirror.

[10] Alberto Nardelli ve Alex Wickham, “Tory MP”, 25 Mart 2020, BuzzFeed.

[11] Caroline Lucas, “Trade Deal”, 4 Mart 2020, Leftfoot.

[12] Shimaa Elkomy, Graham Cookson ve Simon Jones, “Cheap and Dirty”, 25 Şubat 2019, PAR.

[13] “NHS Hospitals”, 21 Aralık 2016, OX.

[14] “Ventilators”, 17 Mart 2020, BBC.

[15] Jack Rear, “What are Ventilators”, 16 Mart 2020, Telegraph.

[16] Rob Davies, “UK Government”, 16 Mart 2020, Guardian.

[17] Simon Jack, “Dyson”, 26 Mart 2020, BBC.

[18] Allen Kim, “New York”, 9 Mart 2020, CNN.

[19] “Testing Shortage”, FT.

[20] “Aggressive Testing”, FT.

[21] Julia Hollingsworth, “Coronavirus Test”, 25 Mart 2020, CNN.

[22] Sarah Boseley, “Matt Hancock, 24 Mart 2020, Guardian.

,

Silikon Vadisi Koronavirüsü Neden Sever?



Koronavirüs, dünya ekonomisinin yüzleştiği dış kaynaklı bir şok. Finans piyasalarında paniğe[1], iş kayıplarına[2] ve sağlık hizmetlerinde beklenmedik bir krize yol açtı. Öte yandan güvenlik konusunda gerekli görülüp alınan tedbirler, çalışma pratiğinin niteliği ve insanların toplumsal varlığı ile çelişiyorlar. Sosyal mesafelenme ve izolasyon, tüm dünya genelinde uygulamaya konulan adımlar. Devletler, bazı ülkelerde bu adımları askerî müdahaleye başvurmak suretiyle attılar.

Boris Johnson, İkinci Dünya Savaşı sırasında hayaller âlemine dalan Churchill gibi büyük laflar ediyor, ama bugün ülkesinde yaşanan toplumsal felâket, ekonominin sınırlarını aşıyor. Kısa vadede birçok işkolunda, bu işkollarının ürettiği malları alanların daralmaya gitmesi veya iflas etmesi sebebiyle, işten çıkarmalara tanık olunacak. Giderek resesyon sürecine giriyoruz.[3]

Uzun vadede ise çalışma pratiğinin ve toplumsallığın niteliği değişecek. Bu iki husus, koronavirüs öncesinde yaşadığımız gerçeklikten çok, bilim kurgu romanlarının cesur yeni dünyalarını hatırlatan bir içeriğe kavuşacak.

Bugün teknoloji devleri ellerini ovuşturuyorlar, muhtemelen yaşanan süreci sevinçle karşılıyorlar. Karantina, onların ileride elde edecekleri başarı için çok önemli.

Ekonomi iyileştikçe, kendini toparladıkça farklı bir dünya çıkacak ortaya.[4] Bu yeni dünyada teknoloji, hayatlarımızın daha büyük bir kısmına, Silikon Vadisi ideolojisinin daha önceden hayal bile edemeyeceği düzeyde hükmedecek.

Krizi kâr için kullanmak, kapitalist sürecin olağan bir özelliği. Teknoloji şirketleri, bu küresel salgından istifade ediyorlar ama bu noktada söz konusu şirketlerin başvurdukları yolun kâr payı ödemek dışında daha kapsamlı toplumsal sonuçları olduğunu görmek lazım.

Kanadalı medya teorisyeni Marshall McLuhan’ın bahsini ettiği “Küresel Köy” artık gerçek.[5] Ama teknolojinin kapsamı ve ölçeği, bugün onun bile beklemediği düzeye ulaştı.

Teknoloji araştırma firması IDC’de analiz çalışmaları yürüten Wayne Kurtzman, “salgının ilgili piyasanın oluşacağı tarihi yedi yıl önceye aldığını” söylüyor. Kriz, insanları evden çalışmaya ve kendilerini toplumdan soyutlamaya itiyor. Bu da Kurtzman’a göre, “şirketlere ileride olmayı arzuladıkları gibi, dijital işletmeler hâline gelme konusunda mükemmel bir fırsat sunuyor.”[6]

Kapitalist gerçekçilik, bu korkunç senaryoyu dayatıyor. Bu meseleyi epey ciddiye almak gerekiyor: koronavirüs, yarattığı şokla teknoloji sektörünü silikon devrimini tamama erdirmek zorunda bırakıyor.

Çalışma hayatı ve toplum konusunda yeni sibernetik ekolojinin yol açacağı sonuçları anlamak için bizim, internete bağlanma düzeyinin politik ekonomisini idrak etmemiz gerekiyor. Doksanların sonunda ve iki binlerde özel ve kamu şirketleri, enformasyon ve haberleşme teknolojisi altyapısına ciddi yatırımlar yaptılar. 2007-2008’de yaşanan finans krizi sonrası finans âleminde yaşanan geniş ölçekli aksama, risk sermayesinin yeni teknolojilere akmasına, dijital dönüşüm sürecinin hızlanmasına ve hayatın tüm yönlerinin birer veriye dönüştürüldüğü, cep telefonuyla internete bağlanma oranının arttığı dünya için yolu açma noktasında enformasyon ve haberleşme teknolojisinde yapısal değişikliklerin yapılmasına neden oldu.

İnternet Dünya İstatistikleri’ne göre[7] internete bağlanan insan sayısı, Aralık 1995’te 16 milyon (toplam nüfusun yüzde 0,4’ü) iken bu sayı Ocak 2020’de 4,57 milyara (yüzde 58,7’ye) çıktı. 2018’de cep telefonuyla internete bağlanan insan sayısı 5,1 milyarı (nüfusun yüzde 66’sını) buldu.[8] Bu rakamın 2023’te 5,7 milyara (nüfusun yüzde 71’i) ulaşması bekleniyor. 2018’de 4G mobil bağlantısı kuran insanların sayısı 3,7 milyardı.

Son on yıl içerisinde “maddi olmayan ekonomi”nin[9] yükselişine tanık olundu. Bu terim, fikri mülkiyet hakları, markalama, yazılım ve veri ağları gibi geleneksel maddi yatırımlardan farklı ekonomik dinamiklere sahip varlıkları ifade ediyor. Süreç içerisinde bu türden varlıklara yönelik yatırımlar arttı.

En önemli maddi olmayan varlıklardan biri ise veri. Bugün veri, en büyük firmalarda sermaye olarak muamele görülüyor.[10] Akıllı telefonların kullanımında, dijital ürünlerin aracılık ettiği tüketimde ve üretim aşamasında “eşyanın interneti” denilen aracı üzerinden makineler arasında kurulan iletişimde yaşanan artış sayesinde verilendirme süreci, beklenmedik ölçüde hızlandı. Her şey veriye dönüştürüldü.

Bugün makine ve insan faaliyetine dair verilerin sahip olduğu hacmi tahayyül etmek güç. Verilerdeki artışı, trafiğin her 2,5 yılda bir iki katına çıktığı Cooper yasası olarak bilinen süreç takip etti.[11] 2018’de veri akışı 33 zetabayt (trilyon cigabayt) idi. Muhtemelen bu rakam 2023’te 132 zetabayta, 2028’de ise 528 zetabayta çıkacak.

Ama bir yandan da bu verilerin çeşitlilik arz etmediğini, hepsinin de kıymetli olmadığını söylemek lazım. Bunların büyük bir kısmını Netflix ve Youtube gibi platformlarda yayınlanan videolar oluşturuyor.

Asıl kıymetli olan, dijital bağlantılara sahip firmalardan gelen, işçiler ve tüketici davranışları ile ilgili, dolaysız ve düzensiz biçimde akan veriler. Bu veriler, belirli hedeflere yönelmiş pazarlama faaliyetleri için kullanılıyorlar. Ama artık bunlar, bir yandan da giderek artan miktarlarda, üretim ve tüketimi kucaklayan yapay zekâ aplikasyonlarına can veren ve sayıları giderek artan makine öğrenimi ile ilgili algoritmaların geliştirilmesi için kullanılıyorlar.

Bugün birçok şirket, henüz resmi planda herhangi bir veri değerleme politikasına sahip olmasa da[12] veriler, olağan hâliyle üç vasfı üzerinden belirli bir değere kavuşuyor: 1. Varlık olarak değeri; 2. Faaliyet olarak değeri ve 3. Gelecekteki değeri.

2018’de veri sağlayıcı şirketler, yıllık 200 milyar dolar gelir elde ettiler ve giderek büyüdüler. Avrupa Komisyonu’nun tahminine göre Avrupa’daki veri piyasası (dijital ürün ve hizmetleri içeren piyasa) 2020’de 106,8 milyar avroluk bir değere ulaşacak. En büyük üç veri sağlayıcı şirket olarak Experian, Equifax ve Transunion her yıl milyarlarca dolar kazanıyor. Verilerin değerli olmasının sebebi, şirketlerin piyasalardaki değişikliklere dair tahminlerde bulunmalarını, işçilerin ve tüketicilerin davranışlarını maniple etmelerini mümkün kılıyor. Ayrıca bu veriler, devlet ve teknoloji firmalarınca teknolojinin kitlesel gözetleme faaliyetlerinde kullanılmasını sağlıyorlar.

Tüm dünya genelinde koronavirüs sebebiyle herkes eve kapandı. Bu izolasyon sürecine bağlı olarak milyonlarca insan, bürolardan çıkıp evde çalışmaya başladı. Bu değişikliğin kalıcılaşması muhtemel.[14] Söz konusu değişim sayesinde internet trafiği ve dijital ürünlerin kullanımı da arttı.

Güvenlik şirketi Cloudflare’in aktardığı kadarıyla genel trafik, ABD’de yüzde on ilâ 20 oranında arttı, Şubat sonunda zirveye ulaşan internet trafiği düzeyi yüzde 13’e ulaştı.[15] İnternet trafiğindeki artışın önemli bir kısmı, tüketicilere açık video hizmetlerinden kaynaklandı. Bu noktada telekonferanslarda yüzde 300, oyun sitelerinde yüzde 400’lük bir artışa tanık olundu.

İngiltere’de faaliyet yürüten çokuluslu telekomünikasyon şirketi BT’nin teknoloji ve enformasyon müdürü Howard Watson’ın ifade ettiği biçimiyle, internet trafiği rekor düzeye çıktı ve saniye başına 17,5 terabayt düzeyine ulaştı.[16] Normal hafta sonu trafiği ise saniye başına 4 ilâ 5 terabayt civarında seyretti.

Öte yandan, Vodafone’un 18 milyon müşterisinin kullandığı veri miktarı yüzde otuz arttı ki bu artış, İngiltere’nin Avrupalı komşularının başvurduğu stratejiyi uygulaması durumunda muhtemelen daha da devam edecek. Bugün hiçbir şey bizim mülkiyetimizde değil, dolayısıyla Genel Veri Koruma Yönetmeliği, dijital faaliyetlerimizle ilgili verilerin toplanma sürecini kontrol etme noktasında bize çok az imkân sunuyor.

Hatta birçok devlet, kendi altyapısına bile sahip değil. İnternet altyapısı, denizaltından geçen kablolardan, ulusal enformasyon ve haberleşme teknolojisi ağından ve veri merkezleri, varlık noktaları (POP’lar) ve kenar düğümleri (örnek olarak Google’a bakılabilir[18]) gibi veri depolama imkânlarından oluşur.

İngiltere’de telekomünikasyon ağının sahibi, 2006’da kurulan ve Britanya Telekomünikasyon Kamu Şirketi’nin bir kolu olan Openreach. 2019’da uzunluk bakımından, dünya genelinde denizaltından geçen kabloların yüzde 1,4’ü Google’ın elindeydi. Mülkiyeti başka firmalarla paylaştığı hatları da dikkate aldığımızda bu oran yüzde 8,5’e çıkıyor.

Netflix kurulduğundan beri kabloların satılması üzerinden ülkelerin internet altyapıları özelleştiriliyor. Netflix gibi birçok internet sitesi, özel veri depolama imkânlarını kullanıyor ve bunların büyük bir kısmını Amazon Web Hizmetleri sunuyor.[19]

Bugün izolasyon birçok ülkede tatbik ediliyor, evden çalışma giderek normalleşiyor. Dolayısıyla belirli teknoloji şirketlerinin bu krizden istifade edecek adımlar atmasına şaşırmamak gerekiyor. Bu yıl içerisinde video konferans platformu Zoom’daki paylaşımlar, yüzde 74 oranında artarken[20] 2008’deki finans krizinden beri en büyük şirket satışlarına tanık olundu ve Standard & Poors tarafından hazırlanan, 500 büyük Amerikan şirketini kapsayan S&P 500 indeksindeki şirketlerin hisseleri yüzde 21 oranında değer kaybetti. Zoom’un kazancı, yılın dördüncü çeyreğinde 188,3 milyon dolar iken yılsonunda yüzde 78 arttı. Her ay kullanıcı sayısını 2,22 milyon artıran şirketin Şubat 2020’deki kullanıcı sayısı, 2019 yılının tamamında siteyi kullananların sayısını geride bıraktı.

Gelgelelim Access Now[21] gibi şirketlerin Silikon Vadisi’nden kamuyu aydınlatacak, verilerin güvenliğini sağlama amaçlı adımları detaylandıran raporu hazırlamasını istemesine karşın vadideki şirketler henüz böyle bir rapor hazırlamış değiller.

Evden çalışmayı mümkün kılan önemli bir başka platform da Microsoft Teams. Bu platform, şirketlerin abone oldukları Office 365 paketine dâhil edildi. Üyelerine proje yönetimi, iş akışı ve video konferans araçları temin ediyor. Kasım ayında 20 milyon olan Microsoft Teams kullanıcı sayısı, 11 Mart’ta 12 milyon artarak 32 milyona çıktı.[22] 19 Mart gününe gelindiğinde bu sayı 44 milyon oldu. Abone şirketlere iş akışı süreçleri, iletişim ve internet davranışı ile ilgili olarak temin edilen verilerin epey kıymetli olduğunu söylemeye gerek yok.

İnsanları, mekânları, süreçleri, eşyayı ve bunların arasındaki ilişkileri izlemek zorunda olan örgütler için verileme işlemi zaruri. Günümüzde şirketlerin amacı, makine, işçi ve tüketici türünden tüm kaynaklardan, kanunları ihlal etmeyi gerekli kılan her türden araçla, veri çekmek. Öte yandan veri analizi yöntemleri, çalışanlar için giderek anlaşılmaz bir hâl alıyor. Sayısal verilerin aracılık ettiği çalışma pratiği ve toplumsal faaliyetler, teknoloji şirketlerine işçilerin davranışlarını ve kökleşmiş bilgilerini anlama fırsatı sundu. Bu türden veriler, kişilerin bile farkında olmadıkları şeylerin açığa çıkmasını sağladı. İş akışlarına, iletişime ve duygusal tepkilere dair verilerin toplanıp işlenmesi sebebiyle işçilerin emek süreçleri ve tüketici gizliliği üzerindeki kontrol imkânları ortadan kalktı. Dijital ortamda toplumsal koruma artık çok sınırlı ve giderek daha az uygulanan bir konu. Bu da Genel Veri Koruma Yönetmeliği kılavuzlarına bağlı olarak çalışanların rızasını alma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor, hatta toplu sözleşme noktasında verilerin kullanımını güçleştiriyor.

Thomas Piketty’nin de kısa süre önce ifade ettiği üzere, verileme ve otomasyon süreçleri, “makineleri kimin kontrol ettiği, patentlere kimin sahip olduğu, bu mallarla bağlantılı gelir akışların kimin kontrolünde olduğu türünden soruların giderek daha da önemli hâle gelmesini sağladı.”[23]

Dijital dönüşümün AB’deki emek piyasaları üzerinde yol açtığı etki konusunda üst düzey uzmanlardan oluşan bir grubun hazırladığı rapora göre[24], işçilerle ve tüketicilerle ilgili veriler, “belli bir noktada kafa ve kol emeğinin yerini alacak maddi olmayan sermaye stoğuna ciddi oranda katkı sunuyor.”

Gündelik hayatın verilendirilmesi ve otomatikleştirilmesi sayesinde sermaye, insanlıkla ilgili bilgisini artıyor, bu noktada tüm insanlığı makineyi kontrol edenlerin mantığına teslim edecek yollara başvuruyor. Dolayısıyla bizim bu ciddiyet arz eden meseleyi artık görmemiz gerekiyor. Teknoloji şirketlerinin verilerimizi ele geçirip onları sermayeye dönüştürmelerine izin verilmemeli. Biz, ya makinelere sahip olmalıyız ya da onları yok etmeliyiz.

Matthew Cole
25 Mart 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Graeme Wearden, “Stock Markets”, 9 Mart 2020, Guardian.

[2] “COVID-19”, 18 Mart 2020, ILO.

[3] Adam Todze, “Crash”, 18 Mart 2020, FP.

[4] Gideon Lichfield, “Pandemic”, 17 Mart 2020, TR.

[5] “Global Village”, Wiki.

[6] “Remote Workers”, FT.

[7] “Internet Usage”, 3 Mart 2020, IWS.

[8] “Annual Report”, 9 Mart 2020, CISCO.

[9] Jonathan Haskel ve Stian Westlake, “Capitalism without Capital”, PUP.

[10] “Rise of Data Capital”, MIT.

[11] Emil Björnson ve Erik G. Larsson, “Wireless Communication”, PDF.

[12] James E. Short ve Steve Todd, “What’s Your Data Worth?”, 3 Mart 2017, SR.

[13] “Data Economy”, 2 Mayıs 2017, EC.

[14] Alex Hern, “Permanent Shift”, 13 Mart 2020, Guardian.

[15] Klint Finley, “Go Ahead”, 20 Mart 2020, Wired.

[16] “Broadband”, FT.

[17] Mark Sweney, “Vodafone”, 18 Mart 2020, Guardian.

[18] “Edge Network”, Google.

[19] “Bulut Altyapısı”, AWS.

[20] Jordan Novet, “Zoom”, 18 Mart 2020, CNBC.

[21] “Open Letter”, 18 Mart 2020, AccessNow.

[22] Jordan Novet, “Microsoft”, 19 Mart 2020, CNBC.

[23] Marcus Baram, “Participatory Socialism”, 14 Mart 2020, FC.

[24] “Digital Transformation”, Nisan 2019, EC.

,

Sıhhi Sosyalizm ve Küresel Kriz



Küresel salgın, dünyada mevcut olan çelişkilerin görünür hâle gelmesine ve giderek derinleşmesine neden oldu. Söz konusu çelişkiler, ancak son dönemde tanık olduğumuz derin kriz üzerinden çözüme kavuşacak. Bu krizse epidemiyolojik olduğu kadar ekonomik, politik, toplumsal ve çevresel bir kriz.

Krizi yaratan, koronavirüs değil. Virüs, sadece uzun zamandır işleyen süreci hızlandırdı. Dünya ekonomisinin çöküşle yüzleşmesi, artık büyük bir olasılık. Küresel borç, dünyanın toplam GSMH’sinin üç katından daha fazla. Kapitalist sistemdeki çelişkilerin çevrimsel krizlerle çözüme kavuşması, artık mümkün değil. Bu şişen balonun kimseye faydası olmayacak, ya salgın ya da başka bir şey yüzünden patlayacak.

Salgın da tam zamanında geldi. Kapitalist sistemin doğayı yağmalamayı öngören yaklaşımı, daha önce bilmediğimiz hastalıkların yayılmasına neden oluyor. Yabani hayvanların yaşadığı ortamlar yok olunca bu hayvanlarla insanlar arasındaki mesafe daraldı, böylece bulaşıcı hastalıklar bir türden diğerine geçti. Koronavirüs küresel salgına yol açmamış olsaydı, muhtemelen başka bir şeye sebep olacaktı.

Bu sonuç ortaya çıkmak zorundaydı, çıktı da.

Bugün salgın, ülkelerden ülkelere, kıtalardan kıtalara yayılıyor. Ölü sayısı şimdiden on binleri buldu, hastaların sayısı ise yüz binleri.

İtalya ve Fransa’da hasta sayısındaki ani yükselişle başa çıkma imkânı bulamayan doktorlara, suni solunum cihazlarını virüsün daha fazla tehlike arz ettiği yaşlılara son çare olarak bağlamaları yönünde talimatlar veriliyor.

Aslında bugün yaşlı kıyımına tanıklık ediyoruz. Tıbbi kimi sonuçlara yol açan virüsün bir dizi ekonomik, politik ve toplumsal sonucu var.

Şurası açık ki insanlar, küresel salgından farklı düzeylerde etkileniyorlar. Ama bu süreçte yaşlılar kadar gençler de ölüyor. Küresel salgın, zenginlere nazaran nüfusun en zayıf kesimlerini vuruyor. Yoksullar zenginlerden daha fazla zarar görüyorlar. Bazıları uzaklara kaçıp çalışmalarını sürdürdü, bazıları ise geçim imkânlarından mahrum kaldı. Ev bakım ve temizlik işleri yanı sıra karantina altında çocuk yetiştirmenin giderek artan yükü, esas olarak kadınların omzuna bindi. Göçmenler, yemek fabrikası ve lokanta emekçileri, çalışma izni olmadan çalışan mevsimlik işçiler, bu salgın sürecinde epey çile çekiyorlar. Milyonlarca insan ücretlerinden oldu. Çalışmaya devam edenlerse risk altında, ücretlerine ise tek kuruş zam yapılmıyor. Kargo işçileri, taksi şoförleri, market işçileri ve doktorlar ciddi sorunlarla yüzleşiyorlar. Çalışmadan evde kalan ve kiracı olanlar, evlerini yitirme riskiyle karşı karşıya. Zira kirayı ödemek için tek kuruş kazanamıyorlar.

Birçok ülkede kitlesel eylemler yasaklandı. Bu türden yasaklar, halk karşıtı tedbirlerin yürürlüğe konulması için kullanılıyor.

Uluslararası düzeyde varolan çelişkiler de giderek derinleşiyor.

Çok geniş bir coğrafya, karantina altında. Ticaret ve üretim zincirleri kesildi. Tüm sanayiler çöküşte. Ulusal sağlık sistemleri bu süreçte bir bir sınanıyor, ama bu sınavdan hiçbiri iyi bir notla geçemedi. Bu durum, neoliberal kurumların dayattığı “kemer sıkma tedbirleri”nin sağlık sistemini çökerttiği, maddi destekleri kestiği, birikimleri tükettiği ülkeler için de geçerli.

Eşitsizlik üzerine kurulu küresel sistemde bazı ülkeler gıda zinciri dâhilinde diğer ülkelerin üzerinde, bu ülkeleri hem barış dönemlerinde hem de acil durumlarda sömürüyorlar. Ciddi kriz koşullarında kapitalist ülkeler, birden dayanışmaya dair sözleri hemen çöpe atıyorlar ve “her koyun kendi bacağından asılır” diyorlar.

Avrupa’da salgından etkilenen ilk ülke, İtalya. Almanya ve Fransa, tıbbi ürünleri bu ülkeye satılmasına muhtemelen yasak getirecek. İtalya’ya temel tıbbi ürünler, araç gereçler ve doktor konusunda ilk yardımı Çin ve Küba yaptı.

Bu türden bir yasaksa ancak üsttekilerin alttakilere verdiği emirlerin bir sonucu olarak gündeme gelebiliyor. Emperyalist merkezler allem etti kallem etti, kendisine tabi olan ülkelerin elinde bulunan hayatî önemdeki tıbbi cihazları almayı bildi. Avrupa’da salgının ana merkezi hâline gelmiş olan İtalya, yüz binlerce, belki de milyonlarca koronavirüs test kitini ABD’ye askerî uçaklarla gönderdi. Ukrayna’da zaten harap durumdaki kurumlar, ellerindeki maskeleri hatta suni solunum cihazlarını, yasal veya yasadışı yollardan Avrupa Birliği’ne teslim etti.

Emperyalizmin zulmettiği ülkelerin halkları bu süreçten ders almalı. Üstelik bu dersi bilince çıkartacak vakit de var.

Bu süreçte ülkeler, devlet düzeyinde farklı tepkiler geliştirdiler. İngiltere gibi kimi ülkeler tehlikeyi tümüyle inkâr ettiler ve temel güvenlik tedbirlerini almadılar. Buna karşın Çin, İngiltere nüfusundan daha büyük bir nüfusun yaşadığı Hubei eyaletini tümüyle karantina altına aldı.

Avrupa, çuvallar dolusu parasını bu salgınla mücadele için harcadı ama çok azını sıhhi ve tıbbi tedbirlere tahsis etti. Eldeki ekonomik imkânlar, patronların kayıplarını telafi etmek için kullanıldı. Bu kesim, doğrudan finanse edildi veya vergi konusunda indirimlerle ödüllendirildi.

Kapitalist devlet için şirketlerin çıkarları avamın çıkarlarının üzerindedir. Bu yaklaşım, kritik zamanlarda felce yol açar. Kapitalist sınıfın ortak çıkarları bu tür krizlerde tehlikeye girer. Küresel salgın konusunda elini kolunu kıpırdatmayan hükümetler, aşağıda bahsi edilen tedbirlere yönelirler:

Merkezî iktidar bu tür süreçlerde güçlendirilir. Çin, hem eski usul polisiye tedbirlerin hem de yeni dijital kontrol yöntemlerinin birlikte etkin bir biçimde kullanılabileceğini ortaya koydu.

İktidarın merkezîleştirilmesine dönük adımlara, sermayenin belirli bir odakta toplamaya yönelik adımlar eşlik eder. Karantina, turizm, yemek hizmetleri ve perakende gibi sektörlere ağır darbe indirir. Aile firmaları, büyük şirketlere nazaran bu süreci daha zor geçirirler.

Hükümetler, artık özel klinikleri ve ekonomik krizin vurduğu önemli işletmeleri millileştirmeyi düşünmeye başladı. Ama bugüne dek yapılanların da öğrettiği biçimiyle bu tedbirler “zararların millileştirilmesi, kârların özelleştirilmesi” ile ilgili o eski politikanın ötesine geçemezler, sadece kamu sektörün özel sektöre göre daha verimli olduğu gerçeğini kitlelerin gözüne sokar.

Devlet, bu süreçte zarar eden işletmelere fon aktarır.

Devletlerarası sınırlar, insanlar ve emtia geçişi noktasında iyice silikleşir.

Mevcut durumun dayattığı tedbirler, nesnel planda ekonominin sosyalleşmesine sebep olur. Bu anlamda biz, Birinci Dünya Savaşı esnasında “askerî sosyalizm”den bahsettiğimiz gibi bugün de “sıhhi sosyalizm”den bahsedebiliriz.

Yalnız bu söylenenleri kimse yanlış anlamasın: tüm bu tedbirler, öncelikle burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmek için alınmakta, ama işçi sınıfına gerçek seçenek, sosyalizmin makullüğü ve etkisi olarak takdim edilmektedir.

Küresel salgın, kapitalizmin genel krizini derinleştirmekte, yeni bir sosyo-ekonomik oluşuma geçiş için gerekli önkoşulları meydana getirmektedir. Bu önkoşulların gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise sınıf mücadelesinin yol açacağı sonuçlara tabidir.

Küresel salgın, bir yandan da bireycilikle ortak menfaat arasındaki çelişkinin belirginleşmesini sağladı. Birey, bugün yiyecek, ilâç ve koruyucu ekipmanı, mümkün olduğunca fazla olmak kaydıyla, stoklamayı mantıklı buluyor. Oysa bu türden bir strateji kıtlığa yol açıyor, toplumda paniğe sebep oluyor, sağlık emekçileri de dâhil, bu ürünleri temin edecek vakti olmayanlara virüsün bulaşma riskini artırıyor, nihayetinde de herkese zarar veriyor. Patronlardaki ve yöneticilerdeki açgözlülük ve herkesin yüzleştiği felâketi kâr elde etmek için kullanmaksa milyonların nefretini körüklüyor.

Belki çelişkili gelecek ama, insanların kendilerini tecrit etmeleri yeni bir kolektivite biçimini hayata geçirmeleri konusunda gerekli itkiyi sağlayabilir.

Dünya işçi sınıfının büyük bir kısmı, iş ve maaş ile ilgili imkânlarını yitirdi. Zaman içerisinde ev içi şiddet artacak ve insanlar şu soruyu daha fazla soracak: nefret ettikleri, düşük ücretler aldıkları işlere, sıkış tıkış yaşadıkları, giderek daha yüksek kiralar ödedikleri, almak için daha fazla para harcamak zorunda kaldıkları evlere tanıklık eden bu hayat, nasıl oldu da bu hâle geldi?

Karantinanın hayatımızda sağladığı bu sakinlik bizi aldatmamalı: São Paulo’nun favelalarında, Paris’in banliyölerinde ve Los Angeles’ın gecekondu mahallelerinde yaşayan milyonların öfkesi harlanıyor, alevler evlerin duvarlarından içeriye sızıyor. Herkes, bu yangının sokakları saracağı ve devletle zenginlere şu sorunun sorulacağı günü bekliyor: “Tüm bunların yaşanmasına nasıl izin verdiniz?”

Bu izolasyon sürecini illaki bir eylemlilik süreci takip edecek.

Ilya Znamensky
25 Mart 2020
Kaynak