29 Aralık 2015

Bir Çocuk Öldüğünde


Son dakika haberi: Clevelandlı yetkililer polis tarafından öldürülen 12 yaşındaki Tamir Rice’ın davasında hiç kimseye ceza verilmediğini duyurdu.

Bir çocuğun ölümünde, öldürülmesinde yürekleri burkan bir yan var. Bir çocuk öldüğünde doğanın düzeni bozulur, yıldızlar gözyaşına boğulur, yer sarsılır. İnsanın dayattığı bir şey değil, doğal kabul ettiğimiz bu sisteme iyice alıştık. Güya polis sendikaları olan yapıları parmağında oynatan siyasetçiler gümüş para çantaları önünde eğiliyorlar ve özellikle ölen siyah bir çocuk ise gözlerini kaçırıyorlar.

İnsan icadı bir kurum bir çocuktan nasıl daha kıymetli olabilir? Hangi meslek? Hangi iş? Hangi görev? Hangi devlet? Bir çocuk öldüğünde yetişkinlerin kendilerinden çalınmış o havayı solumaya bile hakları yok. Bir çocuk öldüğünde hayat hasara yol açmış zehri içinden söküp atana dek dinlenmek nedir bilmemeli. Bir çocuk öldüğünde zaman geriye doğru akar ve böylesi bir yanlışı düzeltmeye çalışır.

Tüm dünya genelinde bu ölüm bugüne dek görülmeyen bir biçimde mücadeleye ilham vermeli. Zira gözlerimizin önünde aşağılık bir şeydir yaşanan. Amerika’da bir çocuk, siyah bir çocuk katledildi, bu ölüm de hiçbir şey ifade etmiyor.

Tutsak bir milletin evladını, Mumya Ebu Cemal’i dinlediniz.

Mumya Ebu Cemal
29 Aralık 2015
Kaynak

Eşitlik Hakkında Kısa Bir Yazı

“Tüm insanlar tarağın dişleri gibi eşittir.”

Ekonomik eşitsizliğin liberal eleştirileri şunu söyleme niyetinde: ABD’de en zengin yüzde birin ülkenin finansal servetinin yüzde kırk ikisine sahip olması ya da tüm yıllık gelirin yüzde yirmisini cebe indirmesi yanlış. Oysa ekonomik eşitsizliğe dönük mutedil eleştiriye bile sıklıkla şu itiraz eşlik ediyor: “İyi ama ben herkesin aynı şeye sahip olması gerektiğini söylemiyorum.” Eşitlikten bu tarz sözel geri çekilme, radikalizm veya nahif eşitlikçilik suçlamalarından uzak durmaya yarıyor.

Amerikan liberalizmi gerçek manada eşitlik arzulamıyor. Yoksulluğu azaltma, en düşük ücretleri artırma, daha fazla iş imkânı yaratma, sosyal güvenlik ağını tamir etme, ayrımcılığı artırma gibi hedeflerin hepsi insanların ekonomi pastasından bir dilim almasını öngörüyor. Robert Reich, Bernie Sanders ve diğer sosyal demokratlar da bu türden hedefleri savunuyorlar.

Ama eşitlik kendinde bir ahlâkî iyi ise ve diğer ahlâkî iyiliklerle ilişkili olup birçok pratik fayda üretiyorsa, bizim uzun vadeli bir hedef olarak onu savunmaktan geri durmamamız gerekiyor. Bizim bunun yerine eşitliğin değerini inceleyip yeniden ortaya koymamız lazım. Ekonomik eşitliğe sadece eşitsizliğin azaltılması noktasında eğilmemeliyiz. Bize gereken, eşitsizliğin azaltılmasına engel olan politik ve ekonomik düzenlemeleri ortadan kaldırmaktır.

Liberal argümanlar genelde adalete sahip çıkıp eşitliği reddediyorlar. Servet ve gelirdeki eşitsizlikler beceri, gayret ve katkı noktasında mevcut olan farklılıklarla orantılı olduğu sürece, bu eşitsizlikleri hayırlı bir şey olarak kabul ediyorlar. Bu görüş servetin adil biçimde edinildiğini söylüyor ve bu türden servetlerin kimsenin sırtına yük bindirmediğini, iyi ve adil bir topluma engel çıkartmadığını iddia ediyor.

Oysa sınıflı bir toplumda adaletin savunulması eşitsizliklerin derinleşmesine yarıyor. O beceriler ve motivasyon büyük ölçüde insanların kontrol edemedikleri koşulların birer sonucu olarak gerçekleşiyor. Burada sınıf çocukluktan yetişkinliğe kadar becerinin gelişimini destekleyen beslenme, kaynaklar ve fırsatları ifade ediyor. Bunlar başından beri eşitsiz biçimde dağıtılıyorlar. Dolayısıyla adaletten bahsetmek eşitsizliği meşrulaştıran ideolojik bir hileden ibaret. Kapitalist toplum bağlamında eşitsizliği meşrulaştırmak için becerilerdeki farklılıklardan dem vurmak eşitsizliğin ebedileştirilmesini meşrulaştırma noktasında eşitsizliğin sonuçlarından istifade etmek demek.

Ekonomik eşitsizliğin insanların topluma yaptıkları katkıların farklılaşmış değerine dayanarak meşrulaştırılması, ideolojik bir iddiaya dayanıyor. Mesele, Eflatuncu bir teraziyle nesnel bir ağırlık tespitinde bulunmak değil. Bu anlayış bizi bir doktorun bir tamirciden ya da bir koruma fonu yöneticisinin bir öğretmenden daha çok kazanması gerektiğine dair fikre götürüyor. Eğer bu türden eşitsizlikleri kabul ediyorsak, bunun sebebi kıymetli bir katkıyı neyin teşkil ettiğine dair fikriyatımızın meslek gruplarının izlenim yönetimince ve para kazanma maharetiyle toplumsal değeri eşitleyen kapitalist kültür eliyle biçimlenmesi. Parayı değerle birleştirmek başka bir ideolojik numara: burada hâkim olan, servetin onun değerliliğinin en iyi göstergesi olduğu üzerinde duran bir yaklaşım.

Bağımsızlık Deklarasyonu’nun yazarları “tüm insanlar eşit yaratılmıştır” dediklerinde esasen akıllarında kendileri vardı. Burada baskın olan, birbirleriyle kurdukları ilişkiler değil, Avrupalı aristokratlarla ilişkilerdi. “Eşittir” dedikleri insanlar kadınlar veya Afrika kökenliler değildi. Gene de olduğu gibi ele alsak, bu vaatteki büyüklüğe hayran kalmak mümkün. Kimseye doğal veya tanrısal açıdan daha fazla şeref, ruhanî bir değer, saygı görme ehliyeti ve başkalarına kıyasla daha fazla zenginleşme hakkı bahşedilmemiştir.

Eşitliği yüceltmek, köleliğe karşı direnilmiyorsa, emeğin sömürüsüne karşı çıkılmıyorsa, servetteki eşitsizliğe itiraz edilmiyorsa ya da doğuştan gelen imtiyazlar reddedilmiyorsa basit bir pozdan ibarettir. Bu çelişki kurucu babaların temel çelişkisidir. Söz konusu çelişki kendimize baktığımızda, bugün kabul ettiğimiz eşitsiz düzenlemelerde kendisini ele vermektedir. Bu çelişkiyi sakinleştirici bir söylemle cilâlamak yerine bizim onu somutta eşitlik lehine çözüme kavuşturmamız gerekir. Evet, herkes aynı şeye sahip olmalıdır.

Eşitsizliğe teslim olma isteğimizin bir sebebi de eşitliğin değerini nadiren dikkate alıyor olmamızdır. Eşitlik haklı ve iyidir, ama bu fikir eşitliğin neden arzulanması gereken bir şey olduğuna dair fikriyatımıza pek katkı sunmaz. Ayrıca bizi “tüm insanlar eşit değildir” anlayışına karşı çıkma konusunda zayıf bir konuma düşürür. Bu anlayış kaynakların eşit dağıtılmasına izin vermez. Peki eşitsizliğin eşitliğe nazaran daha az arzulanır bir şey olmasının sebebi nedir?

Bir sebebi şu: eşitsizlik demokrasiye uymaz. Eğer herkesin hayatı ve koşullarla ilgili bir şey söylemesi gerekiyorsa o vakit her daim politik iktidarda belirli bir dengesizlik yaratan ekonomik eşitsizliğin kötü bir şey olduğu net bir gerçekliktir. Dolaylı olarak demokrasi ancak insanların müşterek karar alma sürecine girmesine imkân verecek maddî kaynakların eşit biçimde ortaklaştırılması suretiyle tam manasıyla gerçekleştirilebilir. Eğer demokrasiye inanıyorsak, bizim eşitsizliği değil, eşitliği tercih etmemiz gerekir.

İkinci sebepse şu: ekonomik eşitsizlik insanî potansiyelin gelişimini çarpıtır. Belli ölçüde ekonomik eşitsizlik bazı insanların kapasitelerini eksiksiz biçimde geliştirme imkânı verir, aynı zamanda başkalarını bu imkândan mahrum bırakır, bu, bireylere karşı yapılmış bir adaletsizliktir. Eşitsizlik geliştirildiği takdirde herkese katkı sunacak olan potansiyeli heba eder. Bu toplumun bütün olarak çile çekmesine neden olur. Eğer insanın potansiyelini eksiksiz biçimde geliştirme hakkına, böylesi bir hakkın güvence altına alınmasının bir bütün olarak insanlığa hizmet edeceğine inanıyorsak, o vakit bizim eşitsizliği değil, eşitliği tercih etmemiz gerekir.

Üçüncü sebep ekonomik eşitsizliğin empatiyi harap etmesidir. Servet, kaçınılmaz olarak kendi emeğini satarak geçinen insanların insanlığına dönük saygıyı azaltır. Eşitsizlik empatinin sınırlanmasını gerekli kılar. İnsanların birer araç veya kaynak olarak görülmesine neden olur. Onların çile ve arzularının görülmemesine yol açar. Eşitsizliğin çilesini çeken başkasının derdini dert edinmek duygusal bir bağlanmayı gerekli kılar. Bu empati yoksa, adil bir toplumsal nizam da yoktur. Eğer empatinin insan olmak için gerekli olduğuna inanıyorsak, bizim eşitsizliği değil, eşitliği tercih etmemiz gerekir.

Dördüncü sebepse ekonomik eşitsizliğin insan haysiyetini ortadan kaldırmasıdır. Eşitsizlik bazı insanların sıkıntılı, rezil, tehlikeli işlerden kurtulma imkânını geçersiz kılar. Bu işleri başkalarının sırtına yükler. Bu insanlar düşük statülü işler yaptıklarından küçümsenirler. Irk ayrımcılığı burada devreye girer. Irk ayrımcılığı doğası gereği adil olmayan bir şeyse ve bazı insanların aşağılık varlıklar olduğunu söylüyorsa, bizim kaynakların, fırsatların, saygının ve kendi kaderini tayin hakkının eşitsiz dağılımının aynı mesajı içerdiğini ve benzer zararlar ürettiğini görmemiz gerekir. Herkesin haysiyetli ve saygın görülme hakkına inanıyorsak, ırk ayrımcılığı ortadan kaldırmak zorundayız. Tam da bu sebeple sınıfları ilga etmeliyiz.

Eşitsizliği değil eşitliği tercih etmemizin beşinci sebebi, ekonomik eşitsizliğin sömürüden kök alıyor olmasıdır. Üretim araçlarını kontrol eden ve onlara sahip olanlar için zorunlu çalışmanın söz konusu olduğu her türden ekonomi için bu geçerlidir. Bu tür toplumlarda başkalarının vaktinden, emeğinden ve zekâsından değer üretilir. Böylesi bir bağlam dâhilinde ekonomik eşitsizliği kabullenmek onu üreten ekonomik ilişkilerin meşru olduğunu söylemektir. Eğer sömürünün yanlış olduğuna inanıyorsak, bizim bu inancın teyidine dair bir yol olarak eşitlik için mücadele etmemiz gerekir.

Kapitalizm kültürü konusunda kafa yoran birçok insana dünya kaynaklarının eşit bir biçimde paylaşılmasının sıkıcı bir aynılık hissi yaratacağı öğretiliyor. Herkese sıkıntılı, karalar bağlamış insanlar olunacağı söyleniyor. Oysa tam tersi geçerli: eşitlik, gelişip serpilen bir yaratıcılık ve kurucu bir çeşitlik üretir. Bugün yeteneğin geliştirilmesi ancak imtiyazlı bir azınlık için geçerlidir. Dahası kaynakların eşit biçimde bölüşülmesi ustalığa dönük takdiri asla engellemez. Artık daha çok ustalık ve daha çok başarı söz konusudur.

Bu ilkelerden kaçmak hâlâ mümkün değil. Eşitlikle ilgili sunduğum bu özet bilgi demokrasi, kendini gerçekleme, empati, haysiyet ve karşılıklılık gibi değerlerin savunusuna dayanır. Bazı insanlar muhtemelen bu değerlere karşı çıkacaklardır. Bunlara şunu söyleyebilirim: Sadece eşitliğe uygun değerler üzerine kurulu bir toplum herkesin tüm tarih boyunca insanların ekseriyetinin hayat içerisinde arayıp durdukları şeylerin tadına varmasına imkân sağlar. Çoğunluğun hilâfına bir avuç yönetici kişinin zenginleştirilmesi için örgütlenmiş hiçbir toplum asla böylesi bir sonuç üretemez.

Eşitsizliğin liberal eleştirisi ekonomik kaynakların eşit bölümünü savunmuyor. Adalete dair boş laf sıralıyor. Çünkü bu eleştiri kapitalizme bağlı. Kapitalizme bağlılıksa eşitsizliğe bağlılık demek. Eğer eşitliğin kendinde ahlâkî bir iyilik olduğuna gerçek manada inanıyorsak, o vakit politik açıdan tek tutarlı duruş, eşitliğe bugünden ulaşmak ne kadar zaman alacak olursa olsun, uzun vadede bu hedefe ulaşma konusunda ısrarcı olmaktır.

Michael Schwalbe
29 Aralık 2015
Kaynak

, ,

Küçük Ödipus ve Troyka


Syriza’nın başına ne geldi? Bu parti kötü bir sonuca ulaşan iyi bir parti miydi yoksa kötü bir sonuca ulaşan kötü bir parti miydi? Buradaki fark trajedi ile komedi arasındaki farktır.

Avro grubu 86 milyar avro ile satın aldı Yunanistan’ı. Geçen Ağustos’ta Troyka (Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Ekonomi Konseyi ve Uluslararası Para Fonu) bankalara yeniden sermaye akışını sağlamak için 10 milyar avro verdi. Aralık ayının ilk haftasında Yunan parlamentosu 2016 yılı “İstikrar Planı”nı onayladı (plana 153 evet, 145 hayır oyu çıktı), burada amaç, 2015 sonu itibarıyla verilen 50 milyara paralel Yunan varlıklarının başarılı bir biçimde “özelleştirilmesi” için ilk 26 milyarlık dilimin 16 milyarını güvence altına almaktı.

Parlamentoda onaylanan plan kamu harcamalarını 5,7 milyar avro düşürdü (emekli aylıklarından 1,8 milyar, savunmadan 500 milyon kesildi) ve vergileri 2 milyar artırdı. Önümüzdeki üç yıl içinde eski borcu kapatmak (%53) ve bankalara yeniden sermaye akışı sağlamak (%30) için 86 milyar avroluk “kurtarma” planının %80’i dağıtılacak. Hükümete devleti yönetmek için 10 milyar avro kalacak. Ekonominin yeniden rayına sokulması için yapılacak yatırımlar özelleştirmelerin başarısı karşılığında ipotek altına alınacak.

Dolayısıyla Yunanistan’ın egemenliği bıçağın altına yatırılmış kurbanlık koyun gibi. Ayrıca savunma politikaları da NATO’ya tabi, zira ülke ABD’nin askerî üssü. Troyka’nın elindeki ilmikten kurtulma vaadiyle seçilmiş bir partinin dayattığı bu durum bir psikologun incelemesini hak ediyor doğrusu, çünkü parti belli ki aklını yitirmiş.

Madem ki Yunanistan’dan konuşuyoruz, söze Ödipus kompleksinden başlayalım. Syriza lideri Çipras Brüksel, Frankfurt ve Berlin’deki finansal Olimpus’un otokratik babalarının gönlünü hoş tutmak için adalet fikrini terk mi etti? Ergenlik eşiğini aşıp yetişkin olamaması neoliberalizme hizmet eden bir ayakçı mı yaptı onu?

Eğer öyle ise Çipras adaleti değil oportünizmi seçmiş. Sofokles’in Ödipus’undan farklı olarak Çipras rahip-kâhin Tiresias’ın tavsiyesini tutmuş görünüyor: “Hakikati, bilgiyi, adaleti arama, bu arayış kişisel olarak seni ve aileni mahveder.” Aksine Ödipus Tiresias’ı ihanetle suçluyor, çünkü bir yöneticiye kendi çıkarını halkın çıkarının üzerinde tutmasını söylemenin hainlik olduğunu düşünüyor. Ödipus’un büyüklüğü de daha büyük bir hasenat için amel etmeyi seçmesiyle ilgili. Çipras’ın küçüklüğü bunun tersini tercih etmesinden kaynaklanıyor.

Aleksi Çipras Delfili Kâhin’in öğüdünden ders almalı: “Kendini bil” adaletin temel ilkesi. Kendini bilmek empati demek. Kendini bilmek insandaki kusuru görmek demek. Çipras’ın eylemleri ise onun bu yüce gönüllü edebiyatı deli saçması gördüğünü ortaya koyuyor ki bu da neoliberal çağımızın ahlâksız siyasetine, “bencillik en büyük hasenattır” tespitine mükemmelen uyuyor. Çipras Sofokles’ten pragmatizm dersi alıyor. Bu ders hırslı başbakanların Brüksel’de Troyka ile buluşmasını, onu öldürmemesini emrediyor. Onlar karılarını öldürmenin hasredini çekiyor, karılarının örgü şişleriyle gözlerini oymak istiyor, başbakanlığı kaybedip sürgünde her yanı elleriyle yoklayıp körlüğüyle dolaşmayı tercih ediyor. Troyka denen vebanın halkı ve koyunlarını kıyımdan geçirmesinin bedeli bu.

Politik olayların psikolojik yorumları eğlenceli bir yana sahip. Bu yorumlar elma sandığını kurtarmak için kötü elmayı seçmede kullanılan bir yönteme dayanıyor. Syriza’nın elma sandığında kaynayıp duransa Keynesçi elma püresi. Kokusunu Avrupa Birliği’ne topluma karşı sorumlu bir demokrasiyle geri dönmeye dair temelsiz bir ümit veriyor. Parti Çipras’ın kusurlu politik hükümlerini paylaşıyor. Keynesçi ekonomiye dönüş için vakit hiç uygun değil.

Finans kapitalin yönettiği çıplak otokrasi ve bir hırsızlar düzeninde yaşıyoruz. Bu hegemonya küresel emperyalist saldırganlık için bir itkiye ihtiyaç duyuyor. Söz konusu kıyımın “ilerletilmesi” mümkün değil. Bindiğimiz trenin uçuruma yuvarlanmasına birkaç milim kalmış. Yolunu terse çevirmek, bunun için daha kibar ve daha nazik bir kapitalizmin pas tutmuş frenlerine asılmak tam bir yanılsama. Barışçıl bir kapitalizm çağında da yaşadığımız yok. Savaş dönemine has şovenizm gemi azıya almış, kuduz gibi sağa sola saldırıyor. Zihni hissizleştiren yalanların velvelesi tüm o meleyerek dilenilen reform taleplerini boğuyor. Devlet ve medyada akla küfreden propaganda tüm hızıyla işliyor.

Avrupa Birliği’nin başında finansal monopolistlerin teşkil ettiği bir tröst bulunuyor. Troyka’nın hedefi hâkimiyet kurmak, eşitlik ve kendi kaderini tayin hakkı değil. O demokrasi ve özgürlüğün inkârı. O çevrenin merkeze tabiyeti, eşitsiz gelişmenin kendisi. Hâsılı, tekelci finansal kapitalizm emperyalisttir. Syriza’nın bugün yola gelmeyen otoriteryanizmin yapısını kavrayamaması, onun Troyka’daki gasıplarla politik düzeylerde baş edebileceğini zannetmesine yol açtı. Bu ölümcül bir hataydı. Troyka Syriza’nın politik boğazını tavuğun boğazını döndüre döndüre kopartması gibi koparttı. Bu, politik iktidarı etkisizleştirdi, sonuçta Yunan ekonomisi ilhak edildi. Bu noktada I. Dünya Savaşı’nda Rosa Luxemburg’un dile getirdiği cümleyi anımsamakta fayda var: “Yunan sosyal demokrasisi çürümüş, leş gibi kokan bir cesettir.”

Bugün herkesin gözü 20 Aralık seçimleri sonrası İspanya’daki Podemos’a çevrildi. Yoksa yeni bir komediye daha mı tanık olacağız?

Luciana Bohne
28 Aralık 2015
Kaynak

28 Aralık 2015

Ku Klux Klan


Bu hafta Amerika’nın en amansız terörist örgütü Ku Klux Klan’ın [KKK] kuruluşunun 150. yıldönümü.

11 Eylül’den beri aralarında KKK ve Yahudi aşırıcıların bulunduğu muhtelif aşırı sağcı ideolojilerle bağlantılı unsurlar ABD’de radikal İslam’ın motive ettiği kesimlerden daha fazla insan öldürdü.

ABD hükümetinin yüz yıldır konu terörizm olduğunda tatbik ettiği çifte standardın en eski örneği Ku Klux Klan. Klan İslamcı teröristlerden daha fazla insanı terörize edip öldürdü. Oysa Amerika’nın en eski terörist örgütü olmasına karşın hükümet KKK’yi terörist örgüt değil, “nefret grubu” kabul ediyor.

KKK’nin eylemlerini “terör” yerine “nefret eylemleri” olarak sınıflandırmak suretiyle ABD hükümeti IŞİD’in aksine Klan’ın Amerika’da serbestçe yürüyüşler düzenlemesine, para toplamasına, hatta ideolojilerini tanıtmak için TV ekranlarına çıkmasına izin veriyor. Kısa süre önce Klan’ın lideri Franc Ancona ekrana çıkıp siyah göstericileri “öldürmekle” tehdit etti.

KKK Amerika’da köleliğin kaldırılmasından birkaç gün sonra kuruldu. O günden beri örgüt beyaz üstüncülüğüne dayalı terörizm faaliyetlerine, bombalamalara, linç saldırılarına, katranlı tüy cezalandırmalarına devam ediyor. Yirmilerde zirvede olan hareketin üye sayısı tüm ülkede sekiz milyonu aşmıştı.

Hükümetin örgütü terörist kabul etmemesi ırksal eşitlik ve terörizmle mücadele konusunda bize epey fikir veriyor.

11 Eylül öncesinde ABD’de yaşanmış en büyük terörist saldırı Oklahoma’da gerçekleştirilen bombalı eylemdir. Fikir babası aşırı sağcı Nazi çevreleriyle derin bağları bulunan Timothy McVeigh’di. 2011’de ise savaş gazisi Kevin Harpham, Martin Luther King yürüyüşünün yapıldığı güzergâha bomba koydu. 2012’de Wade Michael Page Wisconsin’deki Sih tapınağına ateş açıp altı masum kişiyi katletti. Page beyaz üstünlükçü bir müzik grubunun üyesiydi. Grup neonazi grubu Hammerskins’le bağlantılıydı. Birkaç ay önce ise Kansas’taki KKK’ye bağlı Emperyal Büyük Usta grubunun bir üyesi “Heil Hitler” diye bağırıp ateş açtı ve aralarında on dört yaşında bir çocuğun bulunduğu birçok insanı katletti.

Kitlelerin üzerine ateş etme ve terörist saldırılardaki artışa rağmen medya radikal İslam’a odaklandı. Medya uzmanları ılımlı Müslümanların Müslümanlarca gerçekleştirilmiş şiddet eylemlerini kınamalarını istedi. Beyaz üstünlükçüler suç işlediğinde beyaz rahiplerin televizyona çıkıp “tüm Hristiyanlar böyle değil” demeye zorlandığına kimse şahit olmadı oysa. Güvenlik güçleri KKK kadar hiçbir Müslüman gruba müsamaha göstermedi. Petrol kadar ırkçılık da teröre karşı savaşın ateşini harlandırıyor.

Ülke içinde gelişmekte olan İslamî terörizm tehdidi imal edilmiş bir söylem. Bu sayede teröre karşı savaş ülke dışında kârlı militarizmi teşvik ediyor ve ülke içinde de özgürlüklerin kaldırılması için gerekli bahane elde ediliyor.

11 Eylül’ü takip eden on dört yıl içerisinde El-Kaide ABD içerisinde başarıyla sonuçlanan başka bir saldırı gerçekleştirmedi. Kısa süre önce Harvard Üniversitesi’nin yayımladığı Yurtiçinde Gelişen Terör Tehdidinin Abartılması isimli rapora göre “2001’den beri, devlet yetkililerinin ve terörizm uzmanlarının uyarılarına karşın ABD içinde Amerikalı Müslümanların terörist saldırılar düzenleme riskinin ciddi düzeylerde olduğuna ya da arttığına dair elde yeterli kanıt bulunmamaktadır.”

O hâlde ABD teröre karşı savaşa neden altı trilyon dolar harcıyor?

1980-2005 arası döneme ilişkin FBI verilerinin de gösterdiği üzere ABD içerisinde gerçekleşen terör eylemlerinin yüzde yedisinin altında Yahudi teröristlerin imzası var. İslamcıların eylemlerinden oranı yüzde altı. FBI’ın kurumsal ırkçılık konusundaki çifte standartçı yaklaşımından dolayı Yahudi aşırıcıların eylemlerini eksik sayması gerçeği göz önünde bulundurulacak olursa bu istatistik daha da çarpıcı bir hâl alıyor. Müslümanlara kıyasla daha fazla terör eylemi gerçekleştirmiş Yahudi Savunma Birliği veya Yahudi Silâhlı Direnişi’nin adını kaç Amerikalı biliyor?

Oysa Yahudi Savunma Birliği ABD’de elli yıldan fazla bir süredir faal. Nükleer tesislere yönelik terör tehditleriyle ilgili bir Enerji Bakanlığı raporuna göre “on yıldan fazla süredir Yahudi Savunma Birliği ABD’deki en aktif terörist gruplardan biridir.” Birçok Amerikalının bilmediği bu Yahudi aşırıcılar polise bombalı mektuplar gönderdi, ABD elçilerini hedef aldı, senfoni orkestrasını dinleyen insanların üzerine yangın bombası attı.

Eğer ABD hükümeti ülke içindeki terörle ve insanlara yönelik toplu silâhlı saldırılara karşı mücadele etme konusunda ciddi ise, FBI’ın istatistiğinin de gösterdiği üzere, öncelikle beyaz erkekleri gözetim altına almalı. ABD polisinin aşırı sağcıların faaliyetlerine mani olmak için muhafazakâr Hristiyan veya Yahudi toplulukların içine sızıp casusluk faaliyeti yürüttüğüne kimse tanık olmuyor. Oysa bu Amerika’daki Müslümanların iliklerine kadar yaşadıkları bir gerçek. Allah’a ibadet etmek bu ülkede şüphe edilecek bir husus.

Müslüman Amerikalılar totaliter bir polis devletinde yaşadıklarını düşünüyorlar. Tacizler, fişlemeler, gözetim giderek artıyor. Araştırmacı Arun Kundnani ABD’de her 94 Müslümana bir terörle mücadele ajanı düştüğünü söylüyor. Bu oran her 66 yurttaşa bir ajanın düştüğü Doğu Alman Stasi teşkilâtındaki orandan daha yüksek.

Beyaz Hristiyanların ve Yahudilerin kiliselerine, öğrenci gruplarına veya sosyal kulüplerine bir ajanın veya muhbirin sızması konusunda endişe duymasına gerek yok.

Amerika’da beyaz teröristlere yüzlerce yıldır ideolojilerini yayma, saldırılarını planlayıp düzenleme imkânı veriliyor. Bu da beyaz üstünlükçü terörizmin nasıl bu denli cani olduğunu, suçları işleyenlerin nasıl daha az ceza aldığını veya suçlandığını izah ediyor.

Amerika’da melez ve siyah insanlar terörist, çete, serseri kabul ediliyorlar. Bu nedenle toplum tarafından alay edilmeyi hak eden kişiler olarak görülüyorlar. Beyaz teröristlerse toplumun yardımına muhtaç, “aklen dengesiz” kişiler olarak değerlendiriliyorlar.

Toplumun bir şiddet eylemine “terörizm” demesi, bu eylemin olağan suçla mücadelenin ötesine geçilmesini gerektiren bir alana ait olduğunu ifade ediyor. Beyaz üstünlükçülerin kitleye ateş açmalarına “nefret” veya “cinayet” demek suçu işleyenin ırkçı dürtülerini görmezden geliyor ve Amerikan toplumunda ırkçılığın yaygınlaşmasına dair sorular sormaktan kaçınıyor.

Kısa süre önce James Holmes bir sinema salonunda seksenden fazla insanın üzerine ateş açtı ama sağsalim mahkemenin huzuruna çıkartıldı. Medya onun bu eylemine terör demeyi reddetti ve Holmes’u “tuhaf” ve “yalnızlığı seven” bir kişilik olarak takdim etti. Aynı şekilde beyaz üstünlükçü Dylan Roof, Charlestown’da kiliseye giden dokuz siyahı katletti. Roof da sağsalim mahkemeye getirildi. Polis tutukladığında Roof’un “gayet sakin, sessiz” olduğunu “hiç de sorunlu” olmadığını söyledi. Polis daha da ileri giderek Roof’a hamburger ısmarladı. Masum siyahlara yönelik sayısız linç faaliyetlerine karşın ABD’de hukuk düzeni kurumsal açıdan iliğine kadar ırkçı olan beyaz terörizme gayet hoşgörülü davranıyor.

ABD toplumunda ve hukuk düzeninde Amerikalı Müslümanların gerçekleştirdikleri şiddet eylemlerine mani olma konusunda pahalıya malolacak, sağlıksız bir takıntı söz konusu. Oysa bu ülkede beyaz terörizmi denilen gerçek tehdit ve polisin Amerikalı siyahlara karşı uygulamaya devam ettiği terörizm her daim görmezden geliniyor.

Garikai Chengu
28 Aralık 2015
Kaynak

26 Aralık 2015

,

Rüzgârın Savurduğu Ölüler


Var olmanın yüküyle bedenlerini uyandırdılar bu sabah, aynaya bakma zamanları bile olmadan yola koyulmaları gerekiyordu. Beklemezdi ölüm... Nebahat, Nuriye, Bircan, Özlem, Güldane, Altun, Naciye ve Fikriye bedenlerinin yüz yıllardır taşıdığı ağırlığıyla o sabah tabutlarına bindiler. Oysa ki, varla yok arasında değer biçilen emekleri onlar tarafından yaşam kadar kutsanmıştı, öyle ki bugünden yarınlarını yakıyorlardı.

O sabah 8 kadın İstanbul'un göbeğinde işverenleri ve buna göz yumarak destekleyen çarkın kendilerine değer biçtiği yük taşıma aracında, ölmenin de öldürmenin de kolay olduğu ülkede can verdiler. Onların rüzgârı Bursa'da yatak fabrikasında Gülden, Necla, Sadife, Ayşe, Sevgi'nin yanan çığlıklarına ses oldu.

Ayşe daha 15'inde, Sadife ise 18 ve Sevgi içinde yeni yeşerecek hayatı taşıyordu. Kadın ve çocuk işçilerin hiçbir sosyal güvenceleri olmadan geceli gündüzlü köle politikasıyla hizmete zorlanan ve yüzyıllardır emeklerinin yaşamın her alanında yok sayılan kadınların ne son ne de ilk olan çığlıklarıydı.

Onların rüzgârı 1857’de New York'ta yanan dokumacı kadınlarının öfkesi ile 1910 yılında Türkiye'nin ilk kadın eylemi ile Bursa İpek kadınlarının greviyle can buldu. Farklı coğrafyalarda yaşayan sorunlarıyla bir bütün olan kadınlar için aynı tarihler yaşanır, Sosyalist Enternasyonal 1857 yılında ölen direnen kadınların yaşamı örgütlemeleri için 8 Mart’ı 1910 yılında eylem günü olarak talep eder.

Bursa'nın yanan ipek kadınlarının ölümleri bile sistemde karşılık bulmadı öyle ki, açılan davalarda kusurlu bulundular. Yangına karşı sigortalı olan sermayesi, hakkı olan sosyal güvencesi olmadan çalıştırılmaya zorunlu bırakılmış, bugün aramızda olmayan kadınlarımız. Bursa'nın İpek kadınları omuz veriyor, güneş doğmadan tarlalara akın eden kamyon kasalarında taşınan yükü ağır ücreti düşük kadınlara. Göç yollarında taciz, tecavüze ya da varış yerlerinde açlığa ölüme maruz bırakılan kadınlarımıza.

Remziye, Songül, Zahide, Zeynep her gün ucuz işgücü olarak görüldükleri, hiçbir sosyal haklarının bulunmadığı amansızca her yerde sömürülmeye mahkûm kılınmaya çalışılmış biz kadınlar.

Tarlaları bereketli elleriyle yoğuran kadınların dudaklarındaki ezgileri esen yel fısıldıyor, Güldünya'nın kulağına.

Geleneksel aile içinde yaşadığı tecavüzü kendi ayıbı gören kadın, aynalara bile küskündür artık. Gerici düzenin kuşandığı geleneksel bakış açısıyla bezenen kadın dünden bugüne yaşayan ölülerden farksızdır. Öyle ki ölümü farzdır, gerici kültürün tetikçisi ise aynı rahimden hayata merhaba dediği canıdır.

Din ritüellerinde şirin gösterilmeye çalışan “Allah’ın verdiği canı Allah alır” diye ezberletilen gelişigüzel şiarlarını iş öldürmeye gelince kendi Allah’larının iktidarını dahi yok sayan kokuşmuş egemen erk zihniyetleridir.

Onlarca kadın Güldünya'dan Özgecan'a kadar isimlerini saymakla bitiremeyeceğiz kadınların ataerkil, gerici kültürün kendisine dayanak yaptığı devletin yargısıyla cinayetlerine, tecavüzlerine, tacizlerine her geçen gün yenilerini eklemektedir. Suçu önlemek yerine suçluyu aklayan “iyi hal”, “haksız tahrik”, “rıza”, “evlendirilmek”, “kürtaj yasası” ile çürüyen sistem gerçekliğini meşrulaştırmakta.

Halihazırda devlet temsilcileri içlerinde taşıdıkları ayrımcılığın telaffuzunda en amansız cümleleri sarf etmekten hiçbir zaman çekinmediler. Ne hikmetse devlet-politika-sermaye ekseninde olan toplamında erkek egemen güç kadını istediği gibi şekillendirip kendi istek ve talepleri ölçüsünde de metalaştırırdı, aynı zamanda kadın bedeni üzerindeki sömürüsünü de halk üzerinde sıradanlaştırdı. Devlet kadına yönelik şiddetin doğrudan sorumlusudur.

Güldünya’ların, Özgecan’ların, Sevda’ların, Hatice’lerin, Nebahat’ların yaşamlarını gasp eden, bütün coğrafyalarda çürümüşlüğüyle yenilenen sistemin kendi eliyle beslediği insanlık suçlarının resmini bugün Ekin Van’da gördük!

Bugün onun resmine baktığımızda görmemiz gereken devletin toplumun kadına biçtiği, payına düşürmeye çalıştırdığı yaşamın reddetme hali ve her şeyden arınmışlığıdır.

Bizim onda görmemiz gereken cesareti direngenliği, aitliğin elbisesini yırtmış olan kadınlığıdır. Bu kadının çıplaklığı erkekliklerinin galibiyet şovunun parçasıydı. “Erkekliğimiz kazandı” diye galip geldiklerini zannettiler, fakat yanıldılar her zaman olduğu gibi ispatladıkları tek şey tecavüzcü, gaspçı zihniyetleriydi. Ve bunu geri kalan, sözde savundukları vatan parçasındaki kadın çocukları için yapmışlardı. İkiyüzlülükleri kadına gördükleri yakıştırma sadece bundan ibaret, düzenlerinde kadını itibarsızlaştırmak, hiçleştirmek için kadın bedenini en iyi araç olarak kullandılar yüzyıllardır.

Biz kadınlar hangi coğrafyada olursak olalım bize temsili gösterilen her kadın şiddetinde karşı “layığın bu işte kadın” derleri gördük. IŞİD’in Ezidî kadınlara biçtiği rolde tam da budur.

Ekin ve şahsındaki bütün kadınlar havuz medyasının çığırtkanlığı ile ne “terörist” ne “düşman” ne de “yenilginin temsiliyeti”dir.

Onun algısı erkeğin bedenlerimizi sadece “şey” olarak değersizleştirme çabasının resmidir. Ölümleri ile diğer coğrafyalarda, her alanda direnen kadınların estirdiği rüzgârlara karışmış, kavga ateşlerini harlıyorlar şimdi.

Fadime Gündüz
26 Aralık 2015

23 Aralık 2015

,

İslamofobinin Kökenleri


Deepa Kumar Söyleşisi

Jacobin

21 Aralık 2015


İslamofobi aşırı sağ şahsında zirveye ulaştıkça dilinin de daha bir zehirli hâl aldığı görülüyor, ama bu dil, aynı zamanda ortanın soluna da sirayet ediyor. Örneğin Donald Trump’ın “tüm Müslüman göçünü durduralım” önerisinde bulunduğu aynı hafta içerisinde liberal yazar Michael Tomasky, Müslümanlara seslenerek, “iyi bir Amerikalı olduğunuzu ispatlayın” dedi. Mevcut havayı nasıl değerlendiriyorsunuz? İslam düşmanlığı (İslamofobi) denilen dilin bu mevcut yaygınlaşma düzeyini endişe verici buluyor musunuz?

Bu artış, bizi iki sebepten ötürü endişelendirmeli. İlk sebep şu: San Bernardino ve Paris sonrası İslamofobi ve ona eşlik eden nefret suçları arttı. Glenn Greenwald, bir hafta içerisinde Müslümanlara yönelik tehditler ve saldırılarla ilgili bir liste hazırlamış, ortaya çıkan sonuç gerçekten ürkütücü. 11 Eylül sonrası ilk kez bazı dostlarım, başörtülerini kapşonlarıyla örtmek zorunda kaldılar. Bu insanlar, kendilerine tanımadıkları kişilerin saldırmalarından korkuyorlar.

Irkçı ve yabancı düşmanı saldırılar yeni değil ve giderek yoğunlaştı. 11 Eylül’den beri bu türden tepkilere tanık olmuştuk. Örneğin İkiz Kuleler’in bulunduğu yere yapılması düşünülen Sıfır Noktası Camii ile ilgili tartışma ve Boston Maratonu’nun bombalanması ile bu söylem, iyice güçlendi. Yaşanan, esasında “terörle mücadele” konseptinin ürettiği yeni bir gerçeklik. İslamofobi, ABD toplumunun dokusuna işlemiş durumda. Çünkü o, hem imparatorluğu hem de devletin aşırı şişmiş ulusal güvenliğini meşrulaştırıyor.

İkinci sebepse, zamanlama. Saldırılar, Paris saldırılarının hemen ardından gerçekleşti. Zaten kutuplaşmış olan uluslararası havaydı bu gelişmenin sebebi. Ayrıca ülke, seçim atmosferine girmişti. Cumhuriyetçiler, daha çok oy almak için İslamofobi korosuna katıldılar. Bu, önceki seçimlerde de başvurdukları bir yöntemdi.

Aşırı sağ ve para kaynakları ile iyice semirmiş İslamofobi ağı, ırkçı fikirleri destekliyor. Söylemleri siyasetçilerin ağzından akıyor ve baskın bir hâl alıyor. Paris saldırılarından beri küresel İslamofobi ağı ya da kendisini adlandırdığı biçimiyle, “cihad karşıtı hareket” aşırı sağcı fikirler üretiyor. Bu fikirler, muhtelif Cumhuriyetçi Parti adaylarınca yankılanıyor ve besleniyor. Trump, sadece en sivri dilli olanı.

İngiltere’de bir grup, cihad karşıtı hareketlerle ilgili bir rapor hazırladı. Rapor, bu hareketin küresel ölçeğini ve fikirlerinin nasıl hâkim hâle geldiğini ortaya koyuyor. Trump gibi insanlar, bu sürecin hızlanmasında araçsal bir rol oynuyorlar.

Bugünlerde aralarında başka Cumhuriyetçi adayların da bulunduğu birçok kişi, Müslüman göçünün durdurulması ile ilgili yorumu konusunda Trump’ı kınadı. Politik müesses nizamdaki ve uzmanları arasındaki genel uzlaşma dâhilinde Trump’ın çok ileri gittiği ve başkan adayı olmaması gerektiği söylendi.

Trump ise bu eleştirilere aklındaki planın Pearl Harbor sonrası Başkan Roosevelt’in 1942’de uyguladığı plandan farksız olduğunu söyleyerek cevap verdi. Roosevelt, 110.000 Japon kökenlinin (ki bunların yüzde altmışından fazlası Amerika doğumlu idi) enterne edilmesi konusunda yetki veren bir kararnamenin altına imza atmıştı. Esasında Trump, Soğuk Savaş döneminden teröre karşı savaşa kadar ABD emperyalizminin desteklenmesi ve ulusal güvenlik devletinin pekiştirilmesine katkı sunulması noktasında Cumhuriyetçilerin ve Demokratların ırkçı politikalara başvurduğunu söylerken haklı. Aslında emperyalizmle güvenlik devleti arasındaki bağın kökleri, ülkenin kuruluşuna dek uzanıyor.

Ama Trump’ın tarihsel bir emsal bulmak için 1942’ye bakmasına gerek yok. Onun enterne kampı önerisi 11 Eylül’den beri farklı biçimler altında zaten uygulanıyor. On binlerce Müslüman göçmen ve yurttaş, illaki hapishane-sanayi kompleksinin içinden geçiyor.

11 Eylül’den hemen sonra 1.200 civarında Müslüman ve ABD yurttaşı FBI ve yereldeki emniyet teşkilatları tarafından gözaltına alınıp sorgulandı. Bu kişilerin 11 Eylül’le veya terörizmle herhangi bir bağlantısı bulunamamasına rağmen gözaltı ve sınır dışı etme faaliyetleri o günden beri artarak devam etti. Camiler, cemaat merkezleri hatta çocuk spor ligleri hem Bush hem de Obama döneminde gözetim altına alındı.

Trump, tüm Müslümanların kayıt altına alınacağı bir veri tabanı oluşturulmasını istediğinde Hillary Clinton yazdığı tweet’inde bunun “şoke edici bir söylem” olduğunu söyledi. Oysa Clinton, on yıldan fazla bir süredir bu tip işlerin yapıldığını görmezden geliyor. Kocasının çıkarttığı 1996 tarihli terörizm kanununa dayanan, 2002 tarihli Ulusal Güvenlik Giriş-Çıkış Kayıt Sistemi buna bir örnek. Sistem, yirmi beş farklı ülkeden gelen on altısından büyük erkek göçmenlerin fotoğraflarının çekilmesini, parmak izlerinin alınmasını, onlarla mülâkat yapılmasını ve finansal bilgilerini beyan etmelerinin sağlanmasını öngörüyor. 2003 sonbaharından beri bu sisteme 83.000 göçmen kaydedilmiş.

Demek ki mevcut durum, Demokratların ve Cumhuriyetçilerin bir eseri. Donald Trump, bugün geçmişte İngiltere’de o berbat “Kan Nehirleri” konuşmasını yapan Enoch Powell’ın oynadığı türden bir rolü oynuyor. Konuşma, ırkçı ve göçmen karşıtı bir söylemi içeriyordu, bu söylem, Powell’ı politik açıdan toplumu kutuplaştırıcı bir isim hâline getirmişti.

A. Sivanandan, Powell’ın yol açtığı etkiyi şu şekilde tarif ediyor: “Enoch Powell’ın bugün söylediğini Muhafazakâr Parti ertesi gün yineliyor, İşçi Partisi de bu konuyla ilgili kanun çıkartıyor.” Yetmişlerin sonundan beri ABD’de benzer bir dinamiğin işlediğini görüyoruz. Politik tartışmanın çapının bu ülkede bu kadar dar olmasının nedeni bu. Dolayısıyla Trump’ın sistem üzerinde çok az etkisi olabilecek çatlak bir adam ya da tek tabanca takılan bir isim olarak görülmesi mümkün değil.

Michael Tomasky, Müslüman Amerikalıların sadakatlerini ispatlamasını istediğinde, Obama’nın 6 Aralık’taki konuşmasındaki sözlerine destek çıkmış oluyor. Obama, o konuşmasında, “kimi Müslüman cemaatler içerisinde aşırıcı ideoloji yayıldığından bu sorunla yüzleşmek Müslümanların sorumluluğudur” demişti.

Muhtemelen Obama’nın kitabında Planlı Ebeveyn avcısı Robert Dear’ın eylemlerinden ötürü Hristiyanlığın suçlanması gibi bir şey yazmıyor ama o, Müslümanların San Bernardino’dan sorumlu tutulabiliyor. Oysa biz biliyoruz ki Robert Dear evanjelik Hristiyan’dı ve bir dizi bombalama ve cinayetten sorumlu Tanrı’nın Ordusu’na tapıyordu. Sağcı teröristlerin 11 Eylül’deki cihadcılardan daha fazla insan öldürdüğü açık.

O vakit neden beyaz Hristiyanlara “aşırı sağın sorumluluğunu üstlenin” denmiyor? Dear’ın işlediği suçlara bakılmıyor da San Bernardino’ya neden bakılıyor? Obama, “radikalleşmeye yol açan yanlış fikirlerin kökünün kazınması tüm dünya Müslümanlarının sorumluluğudur” derken esasen İslamofobinin liberal versiyonunu dillendirmiş oluyor. Bu yaklaşıma göre, birçok Müslüman “barış yanlısı” olsa bile, İslam Müslümanların uyguladığı şiddetten ötürü suçlu.

Dolayısıyla her tartışma sonrası süreç, İslamofobinin sağcı ve liberal türevleri üzerinden işliyor. Bu süreç, devamında iyice sağa evriliyor. Bu sebeple Cumhuriyetçilerin Trump’ı kınaması boş. Zira onlar, Trump’ın başvurduğu mantığın sıkı bir destekçisi. Aynı durum, Demokratların Cumhuriyetçilere yönelik eleştirileri için de geçerli.

Sağ, Batı ülkelerindeki tüm Müslümanları bir sorun ve casus olarak görürken, liberallerse teröristlerle Müslümanların çoğunluğu arasında ayrım yapmakla daha makulmüş gibi görünüyorlar. Ama liberaller, gene de tüm bir halkı sorumlu tutuyorlar. Liberallerin “ılımlı Müslümanlar teröristleri kınamalı” demelerinin, solcuların ve ırkçılık karşıtlarının politik doğruculuktan kurtulmaları gerektiğini söylemelerinin, herkesin teröre karşı savaşı ve savaş pratiklerini, gözetimi, gözaltının ve insansız hava aracı saldırılarını desteklemesini telkin etmelerinin nedeni bu.

Oysa buradaki tartışmanın bağlamında imparatorluğun kendisi yok. Emperyalist müdahalelerin ülke dışında nelere yol açtığına, bu müdahalelerin Amerika’da nasıl tepkiler ürettiğine, ırk ayrımcılığının ne demek olduğuna, ülke içinde ve dışında şiddetin kışkırtılması ve emperyalist müdahalenin artırılmasında Amerika’daki tüm müesses nizamın ne tür bir rol oynadığına bakılmıyor.

Bu bağnazlık ve panik ateşine medya nasıl odun taşıyor?

Trump’ın delice söyleminin nasıl oluştuğuna dair çokça tartışma var. Şirket medyası, buna epey dikkat kesildi. Söylenenlerde haklılık payı da var elbette.

Şirket medyası, ihtilaflı ve sansasyonel malzemeyi köpürtüyor. Böylece seyircisi artıyor ve elde edilecek sonucu kendince yumuşatıyor. Trump’ın milyonlarca Latin Amerikalının/göçmenin sınır dışı edilmesini ya da tutukluların basınçlı suyla işkenceye tabi tutulmasını içeren o korkunç söylemi bu sebeple kıymetli bulunuyor. Ana televizyon şirketleri, bu nedenle Trump fenomeniyle ilgili tezahürat yapmalarında finansal bir çıkar güdüyorlar.

Ama İslamofobideki artışı, basit manada Trump’ın veya şirket medyasının bir ürünü olarak görmek yanlış. İslamofobi ile ilgili İslamofobi ve İmparatorluğun Siyaseti isimli kitabımda “İslamofobi matriksi” adını verdiğim bir olgudan bahsediyorum. Bu olgu, Müslüman karşıtı ideoloji ve pratiğin biçimlendirilmesinden sorumlu yapıların ve kurumların ana hattını veriyor. Bunlar, Demokratları ve Cumhuriyetçileri içerecek biçimde tüm politik müesses nizamı, ulusal güvenlik aygıtını, üniversiteleri ve düşünce kuruluşlarını kapsıyor. Tüm bunlar, liberal ve muhafazakâr İslamofobinin üretilmesine katkı sunuyorlar.

Bu fikirlerin propaganda edildiği en önemli alan, anaakım medya. Bunlar, söz konusu kurumlarda üretilen söylemi köpürtüyorlar ama aynı zamanda liberal-muhafazakâr kutupları arasındaki tartışmanın çapını da daraltıyorlar. Bu alana bir solcunun girmesi çok zor. Bu da ancak medyayı tartışmanın çapını genişletmeye zorlamak için yeterli olacak gösterilerin ve toplumsal hareketlerin bir ürünü olarak gerçekleşebiliyor. (Bu konu, 1997 tarihli UPS Grevi ile ilgili Outside the Box [“Kutunun Dışında”] isimli kitabımda inceleniyor.)

Medya, Müslüman olmayanların işledikleri şiddet eylemlerine kıyasla San Bernardino ve diğer şiddet eylemlerini nasıl ele aldı?

Önce şunu söylemem gerek: silâhlı saldırı denilen şey, elmalı pasta kadar Amerikalı bir olgu. Hastalıkların Kontrolü Merkezi raporuna göre, 2001’den beri ABD’de ateşli silâhlar yüzünden 406.496 Amerikalı ölmüş. Terörizmse dünya genelinde 3.380 kişinin ölümüne sebep olmuş. ABD’de cihadcılar, 11 Eylül’den beri 44 kişi öldürmüşler. Başka bir deyişle terörizm yüzünden bir kişi ölmüşse, silâha dayalı şiddet eylemlerinden ötürü on bin kişi ölmüş.

Okullara ve kitlelere silâhla saldırı vakalarında suçlular, çoğunlukla beyaz erkekler ve gençler. Oysa San Bernardino vakasında görüldüğü üzere, bir Müslüman Amerikalı bu Amerikan geleneğine bir biçimde bulaştığında, ilgili vaka bir anda savaşı, imparatorluğu ve ulusal güvenlik devletini meşrulaştırmak için gerekli bir fırsata dönüştürülüyor.

ABD’de medya, şiddet eylemlerini iki şekilde ele alıyor. Bu noktada beyazlarla Müslümanlar arasında bir ayrım yapılıyor. Beyazlar suç işlediğinde, şiddetin sebebi bireysel düzlemde ele alınıyor (örneğin akıl hastalıklarına işaret ediliyor), bu erkek ya da kadın (ki genelde erkek) suçluların tevkif edilip mahkeme önüne çıkartılması konusunda çözümler dile dökülüyor.

Müslümanlarsa mesele, şiddet “medeniyetler çatışması”nın bir sonucu olarak izah ediliyor. Bu aşamada tüm bir halka savaş açmak, en uygun cevap olarak görülüyor. Fransız felsefeci Albert Memmi’nin “çoğul olanın damgalanması” dediği şey de buna işaret ediyor. Buna göre, ırk ayrımcılığına maruz kalan ötekilerin eylemleri tüm gruba teşmil ediliyor. Oysa beyazların eylemleri bireysel bir eylem olarak ele alınıyor.

Bu esasen, hem muhafazakârlarda hem de liberallerde geçerli bir mantık. Liberalizm savunucuları bireysel hakların ve özgürlüklerin savunuculuğunu yapıyorlar ama ülke içerisinde ve sömürgelerde ırk ayrımcılığına maruz kalan “ötekiler”in bireyselliklerini ve haklarını inkâr ediyorlar.

San Bernardino ve Donald Trump’ın yorumları ülke siyaseti üzerinde ne türden bir etkiye yol açtı?

Daha önce ifade ettiğim üzere, Trump tıpkı Enoch Powell türünden bir etkiye yol açtı. Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasında karşılıklı bağımlılık ilişkisi söz konusu.

Bir yandan Demokratların teröre karşı savaş, ulusal güvenlik devletinin inşası ve Müslümanlara karşı sistematik ayrımcılık konusunda suç ortaklığı yapması, sadece Cumhuriyetçilerin bu gelişmelerdeki rolünü meşrulaştırmakla kalmıyor, ayrıca Cumhuriyetçilere daha uç konumlar alma serbestiyeti veriyor.

Diğer yandan ise Cumhuriyetçiler giderek daha sağa kaydıkça, Demokratlar da Cumhuriyetçilerin aşırıcılığına işaret ederek, kendi kusurlarını örtme imkânı buluyorlar, ayrıca daha az kışkırtıcı bir dil tutturmalarına, sadece “kötü” Müslümanların peşinde olduklarına dair güvence vermelerine karşın daha aşırı tedbirler alabiliyorlar.

Bu bağlamda Donald Trump, Demokrat Parti için politik açıdan bulunmaz bir nimet. O, 2016 genel seçiminde “Trump olmasın da kim olursa olsun” diyenleri örgütlemek için bir tür öcü olarak kullanılıyor.

Bunun en açık örneği, New York Times’ın yayın yönetmeninin kaleme aldığı yazı. Orada Trump’ın ırkçılığının ortaya koyduğu faşizm tehlikesinden bahsediliyor. Bunun karşısında yazar, ona karşı çıkacak makul bir insana işaret etmiyor. Gazete, İslamofobinin baskın olduğu havanın suçlusunun Cumhuriyetçiler olduğunu söylüyor. “Faşizm hayaleti”nden söz eden makale, böylelikle Demokratların kusurlarını görmüyor. Oysa Demokratlar da bu havaya ciddi bir katkı sunuyorlar.

Gazete, ayrıca Demokratların eline koz veriyor. Faşizme karşı birleşik cephe anlayışı, onlara kendi emperyalist ajandalarını uygulama ve solun her türlü eleştirisinden kaçıp kurtulma imkânı veriyor.

Trump’ın ABD siyasetinde korkutucu bir sapmayı temsil ettiği açık. Ama bu noktada bizim Trump’ı mümkün kılan, daha az korkutucu olmayan politik dinamiği anlamamız gerekli. O, tüm politik sistemin bir ürünü olan dinamiğin parçası. Bu olguyu sistem bağlamında anlamalıyız. Trump, tek bir bireyin ya da tek bir politik partinin ürünü değil.

Trump, göçmen karşıtlığında kullanılan bir sopa aynı zamanda. Bu sopa, Müslümanlar kadar Meksikalılara da sallanıyor. O, günah keçisi aramaya mecbur olan düzenin bir silâhı. Trump’ın mensup olduğu sınıfın tüm üyeleri gibi o da göçmenlerin ucuz işgücü kaynağı olduğunu, bu işgücünün ABD ekonomisinde önemli bir unsur olarak kullanıldığını biliyor. Bu, özellikle bugünün baskın bir gerçeği. Trump, ayrıca göçmenler ne kadar zayıfsa o denli ucuz olacağını da biliyor. Onlar, ne kadar günah keçisi hâline getirilirlerse Amerikan işçi sınıfını bir bütün olarak etkileyen sıkıntılı koşulların dikkatlerden kaçması da o ölçüde mümkün hâle geliyor.

ABD yönetimi, uzun zamandan beri insanları yerinden yurdundan ediyor, göçe zorluyor (örneğin: NAFTA, Ortadoğu’da savaşlar, Meksika ve Orta Amerika’da uyuşturucu savaşları), göçmenleri cezalara çarptırıyor (örneğin Obama’nın kitlesel sınır dışı politikaları). Tüm bunlar, bize ırkçılığın, kapitalist ilerleme tarihinin mütemmim cüzü olan sınıf sömürüsü ile emperyalist tahakkümün bir ürünü olduğunu anımsatıyor.

Aşırı sağcı Ulusal Cephe, Fransız seçimlerinin ilk turunda oyların yüzde 28’ini aldı, sonraki turda hiçbir bölgede kontrolü ele geçiremedi. Avrupa’daki diğer yabancı düşmanı partiler de yükselişte. ABD’de de aşırı sağ, Avrupalı muadiline kıyasla farklı olsa da uzun bir tarihsel geçmişe sahip. Avrupa’daki aşırı sağ yapılara kıyasla ABD’deki İslamofobi hakkında neler söyleyebiliriz?

Esasında aşırı sağın İslamofobiyle ilişkisi, Avrupa’da farklı. Ana farklılık şu: Avrupa’nın Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ve Güney Asya’da uzun bir sömürgecilik geçmişi söz konusu. Dolayısıyla Müslümanlarla ilgili ırkçı söylemler, burada ideolojik ve pratik açıdan daha köklü.

Fransa örneğine bakalım: Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgal etmesi, Fransa’nın Cezayir’i fethetmesi, ırkçı ve oryantalist söylemin üretilmesinde birer araç olarak kullanıldı. Bu ülke, aynı zamanda önce Cezayir sonra diğer sömürgelerde bir dizi kanunu [Code de l’indigénat] yürürlüğe soktu. Bu kanuna göre, yereldeki halklar alt statüde değerlendirildiler. Sömürgeciliğin sona ermesinden sonra bile ırkçı fikirler ve uygulamalar varlığını korudu. Ulusal Cephe, bu uzun tarihsel sürecin bir yansıması.

Oysa ABD’de İslamofobi, daha yakın bir döneme ait. II. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Fransa ve Britanya’nın geride bıraktığı enkazı devralması ardından gündeme geldi. ABD’deki oryantalizmi ve İslamofobiyi biçimlendirense İsrail ile kurulan sıkı ilişkiler. Yetmişlerde “terörist tehdidi” söylemi oluşturuldu. 1979 İran Devrimi, bu süreçte önemli bir rol oynadı. Seksenlerdeki “İslam tehdidi” söyleminin gelişimini tayin edense neokonların Likud ile yaptığı ittifaktı.

ABD’nin İslamofobi ile tanışması, aşırı sağın doksanlarda bu alana yönelmesi ile gerçekleşti. 11 Eylül ise ciddi bir ivme kattı. Bunun kısmî sebebi, ülkede göçmen karşıtı söylemin Müslüman göçmenlerle ilişkilendirilmesi idi. Öncesinde esas günah keçisi, Latinlerdi. ABD’de aşırı sağ, Avrupa’daki aşırı sağcılarla işbirliği kurdu ve onlardan öğrendi. Küresel cihad karşıtı hareket konusunda iki taraf birbirini besledi.

Avrupa’da aşırı sağ, ABD’deki muadiline kıyasla Müslüman karşıtı söylemi seçim başarıları konusunda daha fazla kullandı. Dönüm noktası, 2010 yılıydı. Bu tarihte aşırı sağ partiler, tüm Avrupa’da göçmen ve Müslüman karşıtı söyleme başvurdular. Hem kendi ülkelerindeki hem de Avrupa Parlamentosu’ndaki seçimlerde eşi benzeri görülmemiş bir başarı elde ettiler.

Kökleri geçmişteki faşist partilere dayanan Britanya Ulusal Partisi, bir milyon oy topladı, Avrupa Parlamentosu’nda iki koltuk kazandı. Hollanda’daki Geert Wilders’in Hürriyet Partisi ciddi kazanımlar elde etti. Hollanda ve İsveç gibi nispeten liberal kabul edilen ülkelerde bile aşırı sağcı partiler önemli başarılar kazandılar. İsveç’te İsveçli Demokratlar, Müslüman karşıtı kampanyaları ile mecliste güç kazandılar. Lideri Jimmie Akesson, göçün sınırlandırılmasını talep etti ve İslam’ın İsveç milletinin yüzleştiği en büyük tehdit olduğunu söyledi.

Avrupa aşırı sağı, uzun zamandır süren ekonomik kriz dâhilinde ciddi kazanımlar elde etti. Bu gelişme de ırkçı söylemlerin işçi sınıfının giderek kötüleşen hayat koşulları ile ilişkisini resmeden bir olgu. Avrupa’daki hükümetler bu sürece tasarruf tedbirleri ile cevap verdiler ve en zayıf kesimlere saldırdılar. Maalesef geleneksel sol partiler alternatif sunmayı beceremediler. Bu politik boşlukta sağ da Müslüman göçmenleri günah keçisi ilân ederek, seçmenlerin kaygılarından istifade etmeyi bildi.

2010’da Fransız senatosu, burkanın yasaklanmasını büyük bir çoğunlukla kabul etti. Yasama organında yapılan görüşmede sol (sosyalistler, yeşiller ve komünistler) çekimser kaldılar. Müslümanları ilkeli bir tutumla savunup, atılan adımı geri attırmak yerine seçime katılmamayı tercih ettiler. Sosyalist Parti, daha da ileri giderek peçeye karşı çıktığını söyledi ve anayasal tedbirlere karşı çıkmadı. Bu acınası tepki, sadece aşırı sağın güçlenmesine katkı sundu.

Avrupa, eğer aşırı sağcılar geri püskürtülmez ise ABD’de hâkim siyasetin mevcut düzeyinde neler olup biteceğini gösteren bir ayna. Avrupa, ABD solu için önemli derslerle yüklü.

Irkçılığa ve İslamofobiye karşı örgütlenme yöntemlerimizi bu benzerlik ve farklılıklar nasıl etkiliyor? ABD’de ve diğer yerlerde sol İslamofobi’deki artışla mücadele etme konusunda neler yapmalı?

Avrupa’dan çıkartacağımız ilk ders şu: sağa karşı mücadeleyi ortada durarak veremeyiz. Müslümanları sürekli şeytanlaştıran söylem karşısında korkakça bir tutum almak, ılımlı bir tavır sergilemek, sadece aşırı sağı güçlendirecektir.

İkinci ders ise sağın sıradan insanlar nezdinde önemli bir direnç görüyor oluşudur. Bu insanlar, ırkçılık karşıtı mücadele ile tasarruf tedbirlerine karşı mücadeleyi birbirine bağlayan küçük aşırı sol gruplar içinde örgütleniyor. Avrupa ülkelerindeki çizgi dışında duran sol, sağ ile mücadelenin neleri gerektirdiğine dair önemli bir tarihsel hafızaya sahip.

Örneğin Britanya’daki Nazi Karşıtı Birlik, faşist Ulusal Cephe’yi başarıyla püskürtmeyi bilmişti. Bu cephe, Britanya Ulusal Partisi’nin öncüsü idi. Nazi Karşıtı Birlik, iki cephede örgütlenmişti. İlkinde ırkçılık karşıtı ilkeli bir savunma gerçekleştirildi. İkincisinde ise ırkçılığı kapsamlı bir politik ekonomi içine yerleştiren geniş bir politik zemin kurgulandı ve sistematik eleştiri geliştirilerek, ilerici bir alternatif sunuldu.

İslamofobinin imparatorluğun beslemesi olduğunu akılda tutmak gerek. Kendi başına defolup gitmeyeceği açık. Dinlerarası diyalog ve İslam eğitimi yetersiz. Bizim müşterek seslerimizin işitilmesini sağlayacak gösterilerin, yürüyüşlerin ve başka eylemlerin gerçekleştirilmesi gerek.

Ama bize aynı zamanda dünyanın tüm Trump’larının teşvik ettiği aşırı sağ tehdidiyle başa çıkmamızı sağlayacak ve bu (ve benzeri) tehditleri açığa çıkartan ana sebepleri ele alacak bir strateji gerek. Başka bir deyişle, bizim hem yürüyüp hem sakız çiğneyebilmemiz, uzun erimli değişim ihtimallerini ortadan kaldırmaksızın bugünde yangını söndürecek kısa erimli taktikleri devreye sokabilmemiz, ayrıca uzun erimde daha büyük ve daha sık yaşanan ateşlerle mücadele edebilmemiz lazım.

Solun uzun süredir ana zafiyeti bu. Korku anında kısa erimli taktikler tercih ediliyor. Bizim bugüne nasıl geldiğimizi bilmemiz gerekiyor. Nereye gitmek istediğimizi ve bunu nasıl yapacağımızı anlamak zorundayız.

İslamofobi ve genel manada ırkçılık ile mücadele etmek için (ister tek tek birey olarak isterse tek bir politik parti hâlinde) bunların en berbat tezahürlerine karşı bir araya gelmek gerekli. Daha da önemlisi, İslamofobinin dayandığı kurumsal ve yapısal kurumların sökülüp atılması, onun yaşamasını sağlayan liberal ve muhafazakâr yapıların dağıtılması.

Başka bir deyişle, bize radikal bir yaklaşım gerek. Her sorunun kökenini anlamak, teröre karşı savaşa son vermek, ulusal güvenlik devletini söküp atmak ve bu aygıta payanda olan sınıf iktidarını yıkmak zorundayız. Bu da kitlesel hareketlerin güçlendirilmesinin ve politik sistemimizin demokratikleştirilmesinin olağanüstü önem arz ettiği bir politikayı gerekli kılıyor.

Söylediklerim zormuş gibi görünebilir ama eğer meseleye böylesi bir yaklaşımdan mahrum bir hâlde odaklanır isek, bu dönemde bizim ve dünyanın geri kalanının yüzleştiği gerçek tehdidi ve onunla en iyi nasıl baş edeceğimizi gereğince bilemeyiz.

Kaynak

, ,

Özcülük


Tarih güçlü bir silâh. Bu silâhın namlusuna barutu ıslak, tek atımlık bir mermi sürmek hiçbir işe yaramıyor. Islaklık, gündelik olanla münasebetten; tek atımlık, biriciklik ve özgünlükten kaynaklanıyor.

Bundan on bin yıl öncesine ait ilişkileri bugündeki kadın hâliyle okuyorlar ve feminizmlerine buradan tarihsel dayanaklar buluyorlar. Özcülük, bugünü koruma-kollama görevinden sûdur ediyor. Bugün nasıl yaşıyorsa, ne ise, ona göre bir öz belirleniyor, tarihsel veriler, o özün etrafında tavaf ettiriliyor. On bin yıl öncesinde bugünün kadını görülüyor. İlkokul bilgisiyle “parayı Lidyalılar buldu” denilip bugünkü para ona göre anlamlandırılıyor. Aradaki iktisadi dönüşüm iptal ediliyor. Aslında en iyi hâliyle bugünkü para on altıncı yüzyılın Hollandalı bankerlerinin icadı.

Aynı özcülük, İslamî kesimde de baskın. “Hz. Muhammed de ticaret yapmış, ben yapmışım çok mu?” deniliyor ama o ticaretle bugünkü ticaretin alakasının olmadığı görülmüyor. Zaten teori ve tarih, bugünü zırhlandırma, kılıflandırma, koruma amacıyla ele alınıyor. Bu korumayı sağladığı için Müslüman ya da solcu olunuyor.

Antropoloji kitaplarında “kadın” geçen yerleri kendisine indirgeyerek okuyorlar. Sonra o hülyalı dünyanın baskın kadın karakterini bugünde gerçeğe dökebileceklerini zannediyorlar. O kadınla bu kadının bir alakası yok.

Amerika kıtasının keşfiyle birlikte Avrupa’da uzun süre yerlilerin hayatlarını anlatan kitaplar epey bir süre ilgi görmüşler. Komünizm fikriyatında böylesi bir çocuksu temel var. Marksizm, biraz da bu nahifliği kırmak demek. Öze yerleştirilen komünün bugüne el sürmemesine dair bir itiraz. Bugünde onu değil, onun üzerinden bugünde yarını bulmak.

Aynı özcülüğü, TV’de Diriliş dizisini izlerken “aslında Osmanoğulları Kürd aşiretiydi” diyenler de yapıyor. Demek ki özcülük, bugünün ilişkileriyle yakından alakalı. Neo-Osmanlıcılık ve AKP dolayımı ile bugüne dair bir hamle yapılmış oluyor. Aynı hamle, bundan üç yüz yıl öncesinin Kürd’ünü bugüne bağlamakla da yapılıyor. Bu, aradaki dönüşümleri, sıçramaları, kırılmaları düzlemek ve kendi benliğini huzura kavuşturmak için tercih edilen bir yol. Düzleme işlemi aşka, aşkına, bilinmeze dair her şeye karşı bir savunma yöntemi.

Kürdler, “bu zulme karşı yanımızda olun, olmazsanız ayrılırız” diyorlar “Batı”ya. Batı ise KP sekreteri Kemal Okuyan’ın ağzından çıktığı biçimiyle, “bu savaşı biz başlatmadık ki” diyor ve özünde “ne hâliniz varsa görün” demiş oluyor. O başlatmadığı, kendi özünü kesmeyen, bugünkü hâlini aşan her şeye düşman. Öyle oldu, öyle yetişti.

Batı, her daim işlettiği özcülüğünde öze bu devleti, onun milletini, sınırlarını, ideolojisini koyuyor. Çünkü özcülük, aşka ve aşkına bağlanmamanın en güvenli yolu. Bugün onda mutlaklaşıyor, hiçbir şeyin değişmeyeceğini o fısıldıyor. Özü sürekli anımsatma, en fazla egemenlerle bir pazarlık biçiminde seyrediyor. Egemenler, özü aşan ne varsa yok etmeyi özcüler eliyle mümkün kılıyorlar. Kadıncılık, bu noktada kadının intiharı oluyor örneğin.

İslamcı kesim de benzer bir özcülükten muzdarip. Orada da artık aşka ve aşkına yer yok. İsrail ve Türkiye’de aynı günlerde Noel karşıtı çağrılara tanık olunması tesadüf değil. Aşırı sağcı Siyonist ile Sünni aynı dile örgütleniyor. Bugünü muhafaza etmek için geçmişte bu topraklardan sürdüğü Hristiyan’ın gölgesine saldırıyor. Yılbaşı endüstrisi tam da bunu emrediyor. Devlet, toplum, millet, ümmet ile ilgili tüm derdi, özcülük üzerinden bireysel alana kapatılıyor. “Allah insanları iddialarından vuruyor.” [İsmet Özel]

İsrail ile anlaşmanın yarattığı rahatsızlıkta bazı Müslümanlar, hemen devleti savunan bir konum alıyorlar ve “İsrail ile anlaşmak Gazze’yi rahatlatacaktır” diyorlar. Ne Gazze umurlarında ne de ümmet oysa! O mutlak özün yatay düzlemde rahat hareket etmesi yeterli. Dikey boyutta olmaksa artık hükümsüz. Geleceğe dair kolektif bir talepte bulunmak, İslamcının kitabından silinmiş durumda. O, ancak mevcut hâli koruyacak bir bekçi olabilir.

Bugün bu özcülük, sosyal medyayı çok sevdi. Her olgu ve olayı o özün önünde eğdirme imkânına kavuştu. Tarihteki sıçramalar, değişimler, kırılmalar özcülükte ilga edildi. Özcü yaklaşım, teoriyi ve tarihi düzledi. Bunu bugünde rahatlamak için yaptı. Mesele, kimlikçi siyasete karşı sınıfçı siyaseti çıkartmak değil. Her ikisini de kesen özcülük yanılsamasını bertaraf etmek.

Geçmişte “devrim TV’de yayınlanmayacak” denilirdi. TV, etrafına dizilmiş bir grup, bir aile demekti. Bugün o aile fertlerinin elinde bir medya var ve sosyalleşme, o öze üvey kardeşler arayarak cereyan ediyor. Devrimse kolektife, çoğalmaya, aşka ve aşkına mecbur. Onun sosyal medyada anlık girdi olarak yer bulmak dışında bir imkânı bulunmuyor.

Eren Balkır
23 Aralık 2015

22 Aralık 2015

, , ,

Devrimci Sol Hareketi Tarihi

Movimiento de Izquierda Revolucionaria [“Devrimci Sol Hareketi” -MIR] elli yıl önce kuruldu. Örgüt, Şili ve Latin Amerika solu tarihine damgasını vuran politik bir güç hâline geldi. Franck Gaudichaud, bu hikâyeye kısa bir giriş sunuyor ve Santiago Üniversitesi’nde (USACH) tarihçi olan Igor Goicovic Donoso ile bir tartışma içine giriyor. Donos, seksenlerde MIR içinde faaliyet yürütmüş eski bir militan ve politik şiddet üzerine çalışmalar yürütmüş bir isim.

Giriş

MIR Genel Sekreteri Miguel Enríquez, 5 Ekim 1974’te Santiago şehrindeki Santa Fe caddesinde General Pinochet diktatörlüğüne bağlı gizli servis elemanlarıyla girdiği çatışmada öldürüldü. 2014’te, kırk yıl sonra, Şili’nin başkentinde ve ülkenin diğer kısımlarında farklı politik kolektifler, örgütler ve (iki aylık Punto Final gibi) dergiler, anma törenleri, kitap etkinlikleri ve toplantılar tertiplediler. Burada amaç, sadece bu politik lideri değil, onun şahsında cuntaya karşı mücadele etmiş ve Şili’yi sosyalist bir ülke kılmak için çalışırken ölmüş tüm direnişçileri anımsamaktı. Bugünse, bu devrimci politik örgütün kuruluşundan elli yıl sonra, Santiago’da özellikle Concepción gibi diğer bir dizi bölgede muhtelif politik faaliyetler düzenleniyor.[1] Elbette bu faaliyetler, muhafazakâr medyada ve sağın çeşitli temsilcileri (bilhassa Pinochet diktatörlüğünün eski destekçileri) arasında öfkeli tepkileri tetikliyor. Bu kesim, söz konusu faaliyetleri “Şili tarihinde silâhlı, yıkıcı mücadele vermiş bir grubun” müdafaası amacıyla gerçekleştirildiğini düşünüyor. Onlara göre, bu örgütle ilgili forumlara, tartışmalara ve seminerlere üstelik başkentin orta yerinde asla izin verilmemeli.[2]

MIR, 15 Ağustos 1965’te kuruldu. Örgütün rahmini teşkil eden, eleştirel sola mensup (Troçkist, Gevarist, radikal Hristiyan, eski Sosyalist veya Komünist Parti mensubu) küçük bir dizi akımın kesiştiği kavşak. Bu gruplar, o dönemde parlamentarizme ve solun ekseriyetinde (özellikle Şili Komünist Partisi’nde) görülen legalizme karşı. Bunların tek arzusu, seçim stratejilerinden ve devletten kopup Marksist bir devrimci örgüt kurmak. Soğuk Savaş, Üçüncü Dünya’daki, bilhassa Latin Amerika’daki anti-emperyalist mücadeleler döneme damgasını vurmuş. Küba Devrimi, kıta üzerinde etkili. Kurumsal mücadeleye karşı silâhlı mücadele yürütülmesine dair tartışmalar tüm sıcaklığı ile sürüyor. Kuruluş belgelerinde MIR, Şili’deki geleneksel Marksist soldan ayrışıyor. Örgüt, ülkenin eşitsiz ve bileşik, bağımlı kapitalist gelişme niteliğine vurgu yapıyor, Komünist Parti’de görülen “milli” burjuvazi ile ittifak kurulması önerisi ile aşamalı devrim dâhilinde barışçıl, legalist taktiği reddediyor. Mircilerin kanaatine göre, devrimci süreç kesintisiz olmalı, işçi sınıfının “kent ve kır yoksulları” ile müttefik olmasını sağlamalı. Örgüt, burjuva devlet aygıtını şiddet yoluyla yok etmeyi ama buna paralel olarak emperyalizmin saldırısına karşı onu korumayı gerekli görüyor.

MIR, kendisini Leninist ölçütlere göre inşa ediyor. Demokratik merkezciliği esas alıyor ve kendisini hem Şili halkının hem de Latin Amerika devriminin hizmetinde olan “devrimci bir öncü” kabul ediyor. Bu noktada net bir enternasyonalist ve Latin Amerikacı vizyon geliştiriyor. İlk kongrede kabul edilen Başkaldırı Yoluyla İktidarın Fethine Doğru isimli belgede silâhlı mücadelenin ve uzun soluklu halk savaşının devrimci hareketin meşru aracı olduğu iddia ediliyor. “Politik askerî tezler” ise sonrasında ülke genelinde yürütülen tartışmalarda belirleniyor.

Üçüncü Kongre (1967) ile birlikte Concepción kentindeki öğrenciler arasından gelen yeni kuşak, liderliği ele geçiriyor. Bu kuşağın başını parlak bir tıp öğrencisi (ve eski bir Sosyalist Parti militanı) olan Miguel Enríquez çekiyor. Ona kardeşi Edgar ve Bautista van Schouwen, Sergio Pérez, Ricardo Ruz eşlik ediyor. Bu militan gençler, (1969’da ihraç edilen) eski sendika liderleri ve (aralarında tarihçi Luis Vitale, sonrasında Sosyalist Parti’ye geri dönen sendika lideri Humberto Valenzuela ve Oscar Weiss’ın bulunduğu) Troçkist muhalefetin içinden çıkıyor. Bu kesim, partinin geliştirilmesi sorumluluğunu üstleniyorlar. MIR, kendisini Kastrocu-Gevarist strateji çizgisine çekiyor: çarpıcı eylemler yapılıyor, bankalardaki paralar “kamulaştırılıyor”, militanlar yeraltına çekiliyor. 1970’te Allende’nin seçilmesi ve (cumhurbaşkanının affı sayesinde) legaliteye dönülmesi ile birlikte MIR, birkaç bin militana sahip olsa da meclis dışı devrimci solun en önemli örgütlerinden biri hâline geliyor. Ama halk üzerinde, en azından en politik kesimlerinde önemli bir etkiye sahip olamıyor.

Halkın Birliği hükümeti döneminde Komünist Parti ve Sosyalist Parti etrafında bir sol koalisyon kuruluyor. MIR, bu dönemi “devrim öncesi” dönem olarak değerlendiriyor. Ama Allendeciler “Şili’ye Özgü Sosyalizm Yolu”na bağlı kalıyorlar. Kurumsal siyaset yürütüyorlar, silâha başvurmuyorlar, anayasaya ve orduya saygı gösteriyorlar. Bu nedenle MIR, Allendecileri hayal görmekle eleştiriyor. Hükümet, demokratik, halkçı ve anti-emperyalist bir yapı olarak görülüyor ama onun “işçi ve küçük burjuva reformizmi”nin hâkimiyeti altında olduğu söyleniyor. Gene de MIR, hükümetin bugün bile radikal kaçan en ileri adımlarına maddi ve eleştirel destek sunuyor: ABD’nin elinde olan bakır madenlerinin, bankacılık sisteminin yüzde doksanının ve bir dizi “tekelci” şirketin millileştirilmesi, tarım reformunun kökleştirilmesi, ücret tabanında ciddi artışlar, anti-emperyalist dış politika yürütülmesi vb.

Örgüt Halkın Birliği’ndeki “kopuşçu” grupları (özellikle Sosyalist Parti’nin sol kanadını ve Hristiyan Solu’nu) radikalleştirmeye çalışıyor. Sonrasında silâhlı faaliyetlerini askıya alıyor, hatta bir kısmını (kişisel güvenlik hizmeti olan “cumhurbaşkanının dostları grubu” GAP’nin kurulması ile birlikte) Allende’nin güvenlik hizmetlerine veriyor. Şili halkının ve dünya solunun kolektif hafızasına damgasına vuran o bin gün boyunca[3] MIR, hiyerarşisini epey güçlendiriyor, politik askerî gruplar etrafında toplanıp kompartımanlara ayrılıyor, sınıf mücadelesinin gerçek dinamiği ile daha fazla gerilim içerisine giriyor. Süreçte (1972’de uç veren) “cordones industriales” [“volan kayışları”] türünden halk iktidarına ait nispeten daha yatay formlar ortaya çıkıyor. Katı parti organı ile halk hareketi içerisindeki gündelik militanlık faaliyeti arasındaki çatışmayı yaşayan birçok militan ve sempatizan, söz konusu olguyu partinin gelişimi ve 1972’den MIR’in tartıştığı işçi-köylü-öğrencilerden oluşan “komünal komuta merkezleri”nin oluşumu önünde önemli bir engel olarak görüyor.[4] Gene de 1972 yılı itibarıyla on ilâ on beş bin militanı bulunan hareket, “ara cepheler” ve “kitlesel çalışmalar” üzerinden halk hareketinin on binlerce aktif üyesini etkilemeyi başarıyor. Üstelik bu başarı, Sosyalist Parti’nin, Komünist Parti’nin ve Hristiyan Demokratların örgütledikleri işçi hareketine ait nispeten daha fazla yapılandırılıp merkezîleştirilmiş sektörlerine girmenin oldukça güç olduğu koşullarda elde ediliyor. Örgüt, kent yoksulları (pobladores), öğrenciler hatta (Cautín gibi yerlerdeki) köylüler arasında örgütleniyor. “Aşağıdan örgütlenme”, “devrimci bir anahtar” sunma ve kurumsal siyaset alanındaki tavizlere itiraz etme gibi imkânlar örgütün yolunu açıyor.

11 Eylül 1973 darbesinden sonra MIR, büyük bir cesaret, yüreklilik ve ahlakî güçle direnişe geçtiğini ilân ediyor. MIR üyeleri “asla iltica talebinde bulunmuyor.” Sivil-askerî diktatörlüğün acımasızlığı ve zorbalığı ile yüzleşen bu militanlar, o hayli zor koşullarda “uzun soluklu halk savaşı” stratejilerini uygulamaya sokmaya çalışıyorlar ve zalime karşı meşru silâhlı ayaklanma hakkını çıkartıyorlar.[5] Ekim 1974’te Miguel Enríquez’in, Ekim 1975’te Malloco’da yeraltı liderlerinin katledilmesi sonrası örgüt ciddi bir baskı görüyor, militanlar dağılıyor, sürgün ve yeniden örgütlenme süreci oldukça acılı geçiyor, süreç içerisinde hareket zayıflıyor. 1977-78’de başlayan “Geri Dönüş Operasyonu”nun ilk fitilini yakan, muhtemelen yeni genel sekreter Andrés Pascal Allende. Bu hamlenin amacı, önemli bir kısmı Küba’da eğitim gören genç devrimciler olan yurtdışındaki militanları ülkeye getirmek, güneydeki Netume (1981) gibi yerlerde politik askerî direnişi, hatta gerilla çalışmalarını örgütlemek. Ama yurtdışındaki liderler güçler dengesinin mevcut hâlini ölçemiyorlar, cuntanın iktidarını küçümseyip kendi güçlerini abartıyorlar. Sahada çalışan kadrolara danışmıyorlar ve halk sınıfları içerisinde süren yeniden örgütlenme sürecinin dinamiklerini anlamaya çalışmıyorlar. O karanlık yılların insanî maliyeti korkunç oluyor. Söz konusu yönelimin politik sonuçları, hayatta kalan eski militanlarla bugün örgütle ilgili çalışma kaleme alan tarihçiler arasında süren tartışmanın konusu olmaya hâlâ devam ediyor.

1985-87 yıllarında örgüt parçalanıp dağılıyor. Örgüt, kendisini dönemsel değişimlere uyarlamada güçlükler yaşıyor (bu dönemde ülkede elitler arasında demokrasiye geçiş tartışmaları sürüyor, uluslararası düzeyde ise “sosyalizmler”in yenilgisine, Sandinist deneyiminin sonuna ve neoliberalizmin küresel hegemonyasına tanık olunuyor.). Örgüt içi bir dizi çelişki, insanî kayıplar meselesi, örgütsel demokrasi eksikliği, karar alma süreçlerine katılımda yaşanan sıkıntılar ve (sokakta katledilen, işkencehanelerde kaybedilen 600’den fazla militanıyla) örgütün tanık olduğu devlet terörizminin travmatik boyutu üst üste biniyor ve söz konusu yarık büyüyüp organik bir krize dönüşüyor. Mevcut durumda hareket, muhtelif eğilimler üzerinden bölünüyor (A. Pascal Allende’nin “Tarihî MIR”i, N. Gutiérrez’in “Politik MIR”i ve “Nacho” Aguilo’nun “Askerî MIR”i). Dağılma 1987’de yukarıdan aşağı doğru, ulusal kongre toplamadan gerçekleşiyor.

Bugünlerde ülkede dağınık ve biraz alacalı bulacalı da olsa geniş bir “Mirci kültürü” var. Bu kültür, bir dizi küçük kolektifi ve kendisini MIR’in devrimci mirası ile tanımlayan antikapitalist örgütü ve onun (Gevarist solunkine benzer) kızıl-siyah bayrağını içeriyor. Kimileri örgütün devamcısı olduğunu iddia ediyorlar. Özellikle Demetrio Hernández ve Mónica Quilodrán’ın bulunduğu MIR[6] bunun bir örneği. Ama genel manada hareketin gerçek halk hareketi içerisinde nüfuzu çok az. Diğer yandan, günümüze ait “yeni” sola mensup kimi yapılar, bu devrimci mirasa eleştirel ve uzak olmasına karşın, örgütle akrabalık ilişkisi kuruyorlar (Otonomcu Sol veya Liberter Sol buna örnek). Ortanın soluna mensup eski (belki de gelecekteki) cumhurbaşkanı adayı Marco Enríquez-Ominami’nin babasının ismine atfen medyada öne çıkmasına değinmeye bile gerek yok.

Kontrol, denetim bilmeyen kırk yıllık neoliberal kapitalizm ve sosyal liberallerin (1990-2010 arası dönemde kurulan Concertación hükümetlerinin) yarattığı coşkunun yönettiği yirmi yıllık kısmî demokratikleşmenin ardından toplumsal mücadeleler “gelişmiş”, modern ve “istikrarlı” Şili mitinin altını oydu. 2011’deki büyük öğrenci hareketlerinin Pinochet’nin eğitim alanındaki kalıntılarını temizlemeye çalışması, 1980’nin otoriter anayasanın yürürlükten kaldırılması için Kurucu Meclis lehine dillendirilen talepler, işçi mücadelelerinin hayaletinin geri dönüşü, (limanlarda, madenlerde, çağrı merkezlerinde, ormancılık sektöründe vb.) işçi hareketinin ve güvencesizler hareketinin yükselişi, bakır madenlerinin yeniden millileştirilmesi fikrinin tekrar dillendirilmesi yeni bir dönemin kapı araladığını gösteriyor. Sosyalist Michelle Bachelet’nin ikinci kez kurduğu hükümetin mevcut meşruiyet krizi ile Komünist Parti’nin sonuçta neoliberal sistemin işleyişini devam ettiren bir reform programı temelinde kurulan “Nueva Mayoria” [“Yeni Çoğunluk”] koalisyonunun yeni yönetimine katılması Şili’de antikapitalist perspektifin yeniden oluşturulması ve solun bağımsız bir biçimde yeniden örgütlenmesi için gerekli alanı açıyor.

Miguel Enríquez’in Santa Fe Caddesi’ndeki o son kavgasında yanında olan yoldaşı Carmen Castillo’nun 2014 yılında söylediği de bu.[7] Şilili sinema yönetmenine göre, devrimci dava adına diktatörlüğün darbelerine maruz kalanların mücadeleleri hâlâ yaşıyor ve geleceğimiz hakkında düşünürken tutunmamız gereken kızıl ipi örüyor. “Miguel Enríquez’e sadakat politik hayatlarımızda hâlihazırda varlığını koruyor. Miguel ve MIR’den çıkartılan dersleri aklımızda tutarak tüm zihin açıklıkları ve mizahî yaklaşımları ile devrimcilerin şüpheyle yüklü oldukları, kesinliklerden veya inançtan mahrum kaldıkları, yüzyıla ait belirsizlikler üzerine bahse tutuştukları koşullarda, müzakere dahi edilemez bir değer olarak cesareti yükseltip göreceli kesinliklerin hizmetine mutlak bir enerji akıtarak yeni antikapitalist mücadele biçimleri icat edelim.”[8]


Igor Goicovic Donoso ile Söyleşi


Franck Gaudichaud

24 Eylül 2015

 

Yirminci yüzyıl solunun tartışmaları ve mücadelelerini önemli oranda etkilediği yirmi birinci yüzyıldaki kurtuluş hareketleri hakkında fikir yürütmek ve bu militan tarihe geri dönüp bakmak amacıyla Santiago Üniversitesi’nden, 1980-90 arası dönemde MIR içinde faal olmuş, politik şiddet konusunda uzman tarihçi Igor Goicovic Donoso ile konuşacağız.[9]

*  *  *

MIR içerisindeki kişisel deneyiminizden ve diktatörlük dönemi boyunca bu örgüt içerisinde yürüttüğünüz militan faaliyetlerinizden kısaca bahsedebilir misiniz?

Politik olmaktan çok kültürel bir nitelik arz eden ilk formasyonumu Sosyalist Parti’de (Almeyda) edindim. Ailem bu partidendi. Sosyalist Parti’nin tarihsel açıdan önemli bir politik güç hâline geldiği Choapa şehrinde yaşıyorduk. Bu formasyonla birlikte 1980’de Valparaíso’daki Katolik Üniversitesi’ne girdim. Ama 1982’den itibaren parti ile ilişkilerim zayıflamaya başladı. Başka şeyler yanında partinin kitlesel ayaklanmanın geliştirilmesi için örgütün hazırlanmasına dair sözleri ve eylemleri arasındaki tutarsızlığı sorgulamaya başladım. O andan itibaren MIR’deki yoldaşların Halk Direniş Milisleri üzerinden geliştirdikleri eylemleri destekledim. Bu faaliyetler ağırlıklı olarak propaganda ve ajitasyon üzerine kuruluydu. Ama 1984’te Ulusal İstihbarat Müdürlüğü (CNI) beni tutukladı, iki yılımı Valparaíso Hapishanesi’nde geçirdim. Mirci tutsakların kolektifine girdim. Bir süre Politik Tutsaklar Örgütü’nün temsilciliğini yaptım. Hapishaneden çıktıktan sonra üniversiteye döndüm ve MIR’i temsilen kimi görevler aldım. 1988’e dek örgütün öğrenci liderliğini yaptım.

Bu dönemde parti içerisindeki ayrışmaya tanıklık ettim. Olan biteni eleştirmeme rağmen (ki ben yaşananın bir liderlik krizi olduğunu düşünüyordum) parti örgütüne sadık kaldım ve başını Andrés Pascal’ın çektiği parti çizgisini destekledim. Bu süreçte bir de örgütteki parçalanmaya tanıklık ettim. 1992’ye dek örgüt içi gruplardan birinde militanlık faaliyetlerinde bulundum. Bu dönemde Şili’nin güneyinde baskılar arttı ve içinde olduğum grup dağıldı.

Bir tarihçi olarak partinin seyrinde hangi aşamaları ve olayları öne çıkartırsınız?

Tespitime göre, MIR tarihinde dört temel dönem mevcut. Bu dönemler dört ayrı partinin varlığını ortaya koyuyorlar. İlk aşama 1965-67 arasını kapsıyor. Bu dönemde parti ağırlıklı olarak Troçkist etki altında.

İkinci aşama Üçüncü Kongre (1969) ile başlıyor ve Malloco’daki çatışmaya (Ekim 1975) dek uzanıyor. Bu dönemde Castrocu-Guevarist eğilim baskın hâle geliyor. Burada başını Miguel’in çektiği kolektif liderliğin çizgisi öne çıkıyor. MIR bu noktada devrimci bir sürece (1970-1973) giriyor, sonrasında da diktatörlüğe karşı direnişe geçiyor (1973-1975). Ama kanaatimce parti (1974) Miguel’in çatışmada ölmesi ve sonrasında liderlerin ülkeyi terk etmesi (1975) ile birlikte gözden kaybolmaya başlıyor. Bunun sonucunda militanlar yurtdışına gidiyorlar. Birçok kadro örgüte bir daha geri dönmüyor.

Üçüncü aşama 1975’in sonunda başlıyor. Geri Dönüş Operasyonu’nun (1978) güçlendirdiği yeniden inşa süreci ile farklı bir parti çekirdeği oluşuyor. Partiye yeni kadrolar katılıyor. Bunlar bilhassa gençler, kent yoksulları, geçici işçiler ve işsizler arasından geliyor. Bence bu yeni bir parti. Esas olarak Vergara Toledo Kardeşler’in Mauricio Margret ve Aracely Romo’nun partisi. Bu parti 1984’e dek diktatörlüğe karşı mücadelenin ağırlığı altında kalmamak için direniyor.

Son aşama 1986’deki iç krizle başlıyor. MIR bu dönemde oldukça zayıf. Baskılar partinin yapısını aşındırıyor, kitlelerle ilişkisini kesiyor. Örgüt parçalansa da aynı koşullarda bugün “Mirci kültürü” denilen üsleri kurmayı biliyor ve kitlesel politik ve toplumsal hareketler içerisine nüfuz ediyor.

Birbirinden farklı devrimci akımların (liberterlerin, Hristiyanların, Troçkistlerin, Sosyalist Partililerin) iştirak ettiği kuruluşundan sonra MIR görünüşe göre Küba deneyiminden etkilenen bir politik-askerî stratejiyi merkeze alıyor. Bu örgütün teorik-ideolojik ekseni ve merkezî fikirleri nelerdir?

Şurası açık: Miguel’in başını çektiği eğilim net bir biçimde ideolojik, politik ve ahlakî açıdan Küba Devrimi’nden etkilenmiş. Dahası bu devrimci geleneğe göre Küba Devrimi katılımı ve bağlılığı talep eden bir çağrı. Ama Miguel ve bu devrimciler Şili’deki devrimci sürecin tarihsel koşullarının, bilhassa solun inşasına ait koşulların özel nitelikler barındırdığını her daim biliyorlar. Dolayısıyla Regis Debray’nin foko teorisini reddediyorlar.

1973’e dek MIR’in politik-askerî tezi kitlelere dayalı isyancı savaşın devreye sokulabilmesi için toplumsal, politik ve askerî güçlerin birikmesi üzerinde duruyor. Yani stratejik planın temel bileşeni işçiler ve halktır. Bu nedenle MIR’in sınıf mücadelesinin en önemli kesitinde (1970-1973) üzerinde durduğu politika doğrudan eylemi reddetmeksizin, kitlesel mücadeleye yön vermek amacıyla kendisini devrimci bir öncü olarak inşa etmek üzerine kuruludur. Bu noktada açık sınıf çatışması bağlamı dâhilinde legal, yarı legal ve illegal mücadele biçimleri devreye sokuluyor. Toprakların ele geçirilmesi, yerlilere toprak verilmesi, imalat merkezlerinin işgal edilmesi, sağcıların ve Hristiyan Demokratların şok birlikleriyle çatışma ve devlet şiddetine karşı özsavunma bu süreçte yaşanan ilerlemelerin birer dışavurumudur. Ancak bu ileri adımlar yetersizdir. MIR, devrimci bir öncü hâline gelememiş, sonuçta tüm halk hareketinin yönünü tayin edememiş, sadece en radikal kesimine seslenebilmiştir.

MIR ne tür bir devrimci partiyi temsil ediyor? Sıklıkla onun bir kadro partisi ya da “profesyonel devrimciler” partisi olduğu söyleniyor, aynı zamanda iç demokrasinin düzeyinin düşük olduğundan ve hiyerarşinin tayin ediciliğinden bahsediliyor. Bu konularda siz ne dersiniz? Bugünden baktığınızda Halkın Birliği ve diktatörlük dönemlerinde partinin temel güçlükleri veya organik zayıflıkları nelerdi?

Daha önce belirttiğim üzere, tek bir MIR yok. En az üç MIR var. Bir de kültürel süreklilikten söz etmek gerek. Bu üçün ikisi Mirci çizgiye ve mirasa dâhil edilebilir. İlki Miguel’in 1967’den ölümüne kadar geçen birkaç yıl boyunca başını çektiği MIR. Bu partinin “kadro partisi” olduğunu söylemek mümkün. Burada genelde kabul gören kolektif bir yönelime sahip liderlerin aşağıdan kurduğu, geçerliliği olan, “ara cepheler” adını verdiği oluşumlar üzerinden önemli bir kitle çalışması yürüten bir yapı söz konusu. Özellikle 1978-94 arası dönemde diktatörlük karşıtı mücadelelere yön verense başka bir MIR. İkinci MIR de kendisine “kadro partisi” diyor. Yeraltını inşa etme ve devletin saldırılarına karşı koyma sorumluluğunu üstleniyor. Bu noktada profesyonel kadroların eğitim süreci daha karmaşık bir hâl alıyor. Önceki kuşaklarla kıyaslandığında eğitim konusunda belirli eksiklikler göze çarpıyor. Ama belirtmek gerekir ki bağlılık ve devrimci irade bu dönemde daha yoğun. 1970-73 arası döneme kıyasla ilgili dönem daha zor geçiyor.

Her iki dönemde de içteki demokrasinin azaldığı aşırı derecede merkezîleşmiş bir partinin inşasına “demokratik merkezcilik”in ideolojik mirası ve döneme göre şekil alan politika katkı sunuyor. Bugün, söz konusu örgüt modeli ve politik liderlik, politik ve toplumsal mücadelenin mevcut durumu düşünüldüğünde, muhtemelen uygun görülmeyecektir. Oysa altmışların, yetmişlerin ve seksenlerin devrimcilerinin elinde bir tek Leninist parti modeli var. Girmeyi tercih ettiğimiz işte bu parti modeliydi. Bu konuda kimse bizi zorlamadı. Şimdiki mevcut bağlamın parametreleri ile bu politik pratikleri değerlendirmek (hatta suçlamak) bana bir tür sadakatsizlikmiş gibi geliyor.


Miguel Enríquez’in çatışmada öldürülmesinin üzerinden kırk yıl geçti. Bugün birçok genç bu devrimci ismi anıyor. Bugünün Şili’sinde Mirci olmak ne demek, yetmişlerin anti-kapitalist militanlar kuşağı bize ne tür dersler veriyor?

Elimizdeki miras çok zengin. Bunu çok çeşitli boyutlarda, politik, toplumsal, kültürel, estetik ve ahlakî düzlemde gözlemlemek mümkün. Burada sadece politik boyuttan bahsedeceğim. Bu alamda birkaç yöne işaret edebiliriz. İlki MIR’in önerdiği programatik içeriktir: bu örgüt Şili’de sosyalizmi inşa etmeyi amaçlayan bir programa göre mücadele etmiştir. Kapitalizme yönelik alternatiflerin dağınık bir dizilim içerisinde olduğu bugünkü koşullarda birçok genç ve devrimci örgüt yeniden sosyalizmin inşasının gerekliliğinden bahsediyor. Peki ama ne tür bir sosyalizm? Bilmiyoruz. Ama gene de şu açık: içinde bulunduğumuz dönemin ana talebi, sosyalizmin muhtevası ve yönelimleri ile ilgili bir tartışma yürütülmesi yönünde. Bu bağlamda Mircilerin ve MIR’in programının söyleyeceği çok şey var.

İlk kuşak Mirciler ve sonrasında diktatörlük karşıtı mücadele içerisinde kurulan yapı, politik bir örnek ve ahlakî bir itirazı somutluyor. Hareket, karşılığında bir şey istemeksizin ülküleri uğruna hayatlarını veren, fedakâr ve bağlılığı güçlü bir devrimciler kuşağı üzerinde yükseliyor. Oysa bugün siyaseti zenginleşme ve güç elde etme olarak gören, kendi kariyeri peşinde koşan (genç ya da yaşlı) bir siyaset sınıfı mevcut. Şüphesiz ki bu devrimcilerin ahlakı bugünün antikapitalist militanların politik tavırlarını önemli ölçüde etkileyecek bir olgudur.

Son olarak örgütün gerekliliğine vurgu yapmak lazım. Steril bir hareket dâhilinde faaliyet yürüttükten sonra artık birçok insan her devrimci sürecin yeri doldurulamayacak unsurunun politik bir örgüt, politik bir öncü olduğunu kabul etmeye başladı. Rusya, Çin, Vietnam, Küba, Nikaragua gibi başarılı tarihsel deneyimlerin de gösterdiği üzere, devrimci bir stratejiyi takip eden, Latin Amerika’nın ve Şili’nin özgüllüklerini dikkate alan devrimci bir örgüt kendisini işçiler ve halk içerisinde inşa etmek zorunda. Bu örgüt kendisini yeni duruma ve tarihsel bağlama uyarlamalı. Tarihin diyalektiğine ait bu ders MIR’in kendisini bağlılık, cesaret ve feda ruhu ile inşa ettiğini ortaya koyuyor.

Kaynak

Dipnotlar:
[1] Santiago’da Miguel Enríquez Vakfı’nın örgütlediği seminer ve Gevarist Sol’un örgütlediği forum. Ayrıca ülkenin güneyindeki Concepción Üniversitesi’nde gerçekleştirilen, Resumen gazetesinin şekillendirdiği, öğrenci federasyonu ile Bautista Van Schouwen Mutualist Derneği’nin örgütlediği halka açık etkinlik.

[2] “UDI Asks the Controller’s Office to Review the Dibam’s Permission for a MIR Seminar in the Fine Arts Museum,” El Mercurio, 12 Ağustos 2015.

[3] Franck Gaudichaud, Chile: 1970-1973. A Thousand Days that Shook the World (Rennes: Presses Universitaires de Rennes, 2013; Peter Winn, The Chilean Revolution. (Santiago: LOM Ediciones, 2013).

[4] Franck Gaudichaud, Popular Power and Cordones Industriales: Testimonies from the Chilean Urban Popular Movement (1970-1973) (Santigo: LOM Ediciones, 2013); Ayrıca bkz.: Jan Malewski’nin Gaudichaud ile mülâkatı, “1970-1973: Dialectic of Chilean Popular Power.”

[5] Julio Pinto, “And History Makes Them Right? The MIR in the Dictatorship, 1973-1981,” Their Revolution Against Our Revolution: Lefts and Rights in the Chile of Pinochet (1973-1981) içinde, Yayına Hz.: Verónica Valdivia O. de Z., Rolando Álvarez ve Julio Pinto (Santiago: LOM Ediciones, 2006).

[6] www.mir-chile.cl.

[7] Şu filme bakınız: Calle Santa Fé, Chile-France; Les Films d’Ici / Les Films de la Passerelle / INA / Parox et Love Stream productions, 2007 (Şili’de dağıtan: Le Monde Diplomatique / “Aun creemos en los sueños” Publishing House).

[8] Carmen Castillo, “The Past Encounters the Present.” Le Monde Diplomatique –Şili, Ekim 2014.

[9] MIR’in kısa tarihi için bkz.: Igor Goicovic Donoso, Movement of the Revolutionary Left (Concepción: Ediciones Escaparate, 2012).