Şili etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şili etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Eylül 2024

, ,

Bir Darbenin Ana Bileşenleri

Elli yıl önce 11 Eylül 1973 tarihinde Şili ordusu, General Augusto Pinochet’nin liderliğinde, demokratik seçim süreci üzerinden göreve gelmiş, Salvador Allende önderliğindeki Unidad Popular [“Halkın Birliği Koalisyonu”] hükümetini yıktı.

Burada amaç, ilerici ve demokratik yollardan seçilmiş hükümetin yerine baskıcı, zalim bir askerî diktatörlüğü geçirmekti.

Askerî darbenin arkasında CIA vardı. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, askerî darbede doğrudan rol oynadı.

Darbeden haftalar önce ABD Büyükelçisi Nathaniel Davis ve CIA mensupları, üst düzey komutanların katıldığı toplantıda, Ulusal Parti’nin ve aşırı sağcı-milliyetçi cephe Patria y Libertad’ın [“Vatan ve Özgürlük”] liderleriyle bir araya geldi.

Darbe sürecinde Nixon yönetiminin oynadığı rol konusunda elde bol miktarda belge var, ama bu süreçle ilgili olarak askerî darbenin bir yandan da Hristiyan Demokrat Parti’nin belirli bir kesiminin desteğini aldığı üzerinde kimse durmuyor.

1989’da Şili cumhurbaşkanı olan Patricio Aylwin, 11 Eylül darbesinden aylar önce bu Hristiyan Demokrat Parti’nin başına geçti. Aylwin, Unidad Popular hükümeti ile Hristiyan demokratlar arasında kurulan diyalogun sonlanmasında önemli bir rol oynadı. Parti içerisinde ılımlı kanadı temsil eden halefi Renan Fuentealba, askerî müdahaleye karşıydı. Allende’yle diyalog kurulması fikrinden yana olan Fuentealba Mayıs ayı içerisinde devrilip yerine Patricio Aylwin geçirildi.

Hristiyan Demokrat Parti, diyalogdan yana olanlarla askerî çözüme destek sunan Aylwin-Frei hizbi arasında ikiye bölündü.

23 Ağustos günü Şili meclisine “Allende hükümetinin totaliter bir rejim dayatma çabası içerisinde olduğu” konusunda kendince ikazda bulunan bir önerge sunuldu. Önergenin altında Patricio Aylwin’in de imzası vardı. Aylwin, geçici süreyle ülkenin başına geçecek askerî diktatörlüğün “ehven-i şer” olduğuna inanıyordu.

Bu önerge, Hristiyan Demokrat Parti’den, Ulusal Parti’den ve Radikal Sol Parti’den (PIR) oluşan muhalefetin oylarıyla kabul edildi.

İçlerinde eski Şili cumhurbaşkanı Eduardo Frei’ın da bulunduğu Hristiyan Demokrat Parti liderleri, orduya yeşil ışık yaktılar. Tabii parti liderliğinin fikirlerindeki bu değişimin ardında ABD istihbaratının gizli müdahaleleri vardı.

1973’te “ekonomik başarı hikâyesi” olarak takdim edilen “Şili Modeli”nin devamlılığı, 16 yıl sonra 1989’da Patricio Aylwin’in cumhurbaşkanı seçilip demokrasiye geçileceği vaadiyle güvence altına alındı.

11 Eylül darbesinin gerçekleştiği dönemde ben, Şili Katolik Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde misafir profesör olarak çalışıyordum. La Moneda Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın bombalanmasını takip eden saatler içerisinde ülkenin başına geçen ordu komutanları, 72 saatlik sokağa çıkma yasağı ilân ettiler.

Birkaç gün sonra üniversite yeniden açılınca kaleme aldığım notları bir araya getirerek darbenin tarihini kaleme almaya başladım. 11 Eylül 1973’te de aynı zamanda 29 Haziran 1973’teki başarısız darbe girişiminde de korkunç ve üzücü olaylara şahit oldum. Katolik Üniversitesi’ndeki birçok öğrencim cunta tarafından gözaltına alındı.

Darbeyi takip eden günleri, 1973 yılının başlarında Şili’ye geldiğimden beri gün gün topladığım gazete kupürlerini ve belge yığınını inceleyerek geçirdim. Gelgelelim, bu malzemenin önemli bir kısmı kayıptı ya da darbe sonrası günlerde politik intikam eylemlerinden korkan araştırma asistanım tarafından imha edilmişti.

Aşağıda görselini iliştirdiğim, hiçbir vakit yayımlanmamış olan makale elli yıl önce yazıldı. 11 Eylül 1973’ü takip eden haftalar içerisinde eski bir daktiloyla kâğıda düşüldü.

Makalenin orijinal hâline ek olarak iki karbon kopyası yakın dostlarıma ve Katolik Üniversitesi’ndeki meslektaşlarıma ulaştırıldı. Makale, hiçbir vakit yayımlanmadı. Otuz yıldır bir dosya dolabının alt gözünde, içi belgelerle dolu bir kutuda duruyor.

2003’te metni, artık sararmış karbon kopyasına bakarak bilgisayara aktardım. Ufak tashihler dışında, özgün makalede hiçbir değişiklik yapmadım.

Allende’nin öldürülmesinde ve askerî rejimin tesis edilmesinde dışişleri bakanı Henry Kissinger’ın ve Nixon yönetiminin oynadığı rol de dâhil bu dönemin tarihini anlatan yığınla çalışma kaleme alındı.

* * *

Şikago Ekonomisi: Yapısal Uyum Programı İçin Neoliberal Kıyafet Provası


Şili’de ABD’nin desteğiyle yapılan askerî darbenin ana amacı, neoliberal ekonomik ajandayı ülkeye dayatmaktı. Şili’de bu ajanda, IMF rehberliğinde hareket eden yabancı kredi sağlayıcıları eliyle dayatılmadı. Rejim değişikliğini, gizli yürütülen askerî istihbarat operasyonu gerçekleştirdi. Askerî darbenin işleyeceği ana zemini, bu istihbarat operasyonu teşkil etti. Her şeyi dümdüz eden, özelleştirme, fiyatların serbest bırakılması ve ücretlerin dondurulması gibi işlemleri içeren, makro-ekonomik reformlar, Ekim 1973 başlarında uygulandılar.

Askerî darbenin üzerinden bir iki hafta geçmişken cuntanın lideri Pinochet, ekmeğin fiyatının 11 eskudodan 40 eskudoya çıkartılmasını emretti. Bu, ekmeğin fiyatının yüzde 264 oranında arttığı anlamına geliyordu. Ekonomide uygulanan bu “şok tedavisi”nin altında “Şikagolu Çocuklar” denilen ekonomist grubunun imzası vardı.

Gıda fiyatları hızla artarken ücretler “ekonomik istikrarı güvence altına alıp enflasyonun baskısından kurtulmak” amacıyla donduruldu.

Günbegün tüm ülke, sefaletin en derin noktasına yuvarlandı. Bir yıl bile geçmeden ekmeğin fiyatı otuz altı kat (yüzde 3.700) arttı. Halkın yüzde 60’ı yoksulluk sınırının altına geriledi.

“Bir Askerî Darbenin Ana Bileşenleri” isimli, yayımlanmamış olan makalemle ilgili çalışmamı 1973 yılının Eylül ayının sonlarında tamamladım. Ekim ve Kasım ayında, gıda fiyatlarındaki aşırı artışın ardından, cuntanın ölümcül sonuçlara yol açan makro-ekonomik reformlarıyla ilgili ilk “teknik” değerlendirmemi, “La Medición del Ingreso Minimo de Subsistencia y la Politica de Ingresos para 1974” [“1974 Yılı İçin Asgari Geçim Gelirinin Ölçülmesi ve Gelir Politikası”] başlığı altında, İspanyolca olarak yayımladım.

Sansür korkusuyla analizimi cuntanın gerçekleştirdiği, gıda ve petrol fiyatlarındaki artışlarla neticelenen, yaşam standartlarının dibe vurduğu süreçle sınırlı tuttum ve hiçbir politik analize yer vermedim.

Katolik Üniversitesi Ekonomi Enstitüsü, ilk başta raporu yayımlamak istemedi. Makaleyi yayımlamadan önce, onay için askerî cuntaya gönderdi.

Aralık 1973’te Şili’den ayrılıp Peru’ya gittim. Ülkeden ayrılmamdan birkaç gün sonra Şili Katolik Üniversitesi, raporumu 200 nüsha olarak yayımladı.

Peru’da Katolik Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde çalışmaya başladım. Burada Şili’deki cuntanın gerçekleştirdiği neoliberal reformları ve ideolojik dayanaklarını daha detaylı inceleme imkânı buldum. Bu çalışma, 1975 yılında İspanyolca ve İngilizce olarak yayımlandı.

11 Eylül 1973’te yaşanan olayların aynı zamanda bir iktisatçı olarak yürüttüğüm çalışmalara da damga vurduğunu söylememe bile gerek yok.

Fiyatlar, ücretler ve faiz oranları ile ilgili olarak yapılan müdahalelerle insanların hayatları yok edildi. Tüm ülkenin ekonomisi istikrarsızlaştırıldı. Akademideki hâkim söylemin iddiasının aksine, makro-ekonomik reform “nötr”, akmaz kokmaz bir şey değil. Aynı zamanda bu reformlar, toplumsal ve politik dönüşüm sürecinden ayrı ele alınamazlar.

Bu dönemde yürüttüğüm çalışmalar, “ekonomik yeniden yapılanma süreci” olarak tarif edilen sürece destek verme noktasında askerî ve istihbari operasyonların oynadıkları rolü de anlamamı sağladı.

Şili’deki askerî cunta konusunda kaleme aldığım ilk çalışmalarda ben, hem “serbest piyasacı” reformları hem de “ekonomik baskı” için kullanılan, gayet iyi örgütlenmiş araçları inceledim.

İki yıl sonra Uluslararası Çalışma Örgütü’nün himayesinde, Arjantin’in kuzeyindeki sanayi bölgesinde bulunan Kordoba Ulusal Üniversitesi’nde misafir profesör olarak çalışmak üzere Latin Amerika’ya geri döndüm.

Tam da o dönemde darbe gerçekleşti. “Kirli Savaş” olarak anılan darbe sürecinde on binlerce insan gözaltına alındı. Kaybedilen insanlar [“Desaparecidos”] suikasta kurban gitti. Arjantin’deki darbe, Şili’de CIA önderliğinde gerçekleştirilmiş olan darbenin “tıpatıp aynısı”ydı.

Yaşanan katliamlar, insan hakları ihlâlleri ve “serbest piyasacı” reformlar, bu sefer Arjantin’deki New Yorklu kredi sağlayıcılarının denetiminde gerçekleştirildiler.

IMF’in ağır sonuçlara yol açan, “yapısal uyum programı” altında dayattığı ekonomik reçeteleri henüz yürürlüğe konulmamıştı. “Şikagolu Çocuklar”ın görüşlerini temel alan, Arjantin ve Şili’deki deneyim, yaşanacakların “kıyafet provası”ndan başka bir şey değildi.

David Rockefeller (Ortada) General Jorge Videla ve Maliye Bakanı Martinez de Hoz ile birlikte.

Zamanla “serbest piyasa sistemi”nin ekonomik kurşunları tek tek ülkeleri sıkıldı.

Seksenlerde borç krizi üzerinden gerçekleştirilen saldırıdan itibaren aynı IMF’in ürettiği “ekonomik ilâç”, 150’den fazla gelişmekte olan ülkeye düzenli olarak uygulandı.

Şili, Arjantin ve Peru’da kaleme aldığım ilk çalışmalardan itibaren ben, bu reformların küresel etkilerini inceledim. Gördüm ki bu yoksulluğu ve ekonomik yıkımı tüm acımasızlığıyla besleyen reformlar üzerinden yeni bir dünya düzeni inşa ediliyordu.

Michel Chossudovsky
1 Eylül 2023
Kaynak

11 Eylül 2023

, ,

Kissenger’ın Şili’yle İlgili Yalanları


Şili, Antarktika’nın kalbine doğrultulmuş bir hançerdir.
[Henry A. Kissinger]

 

Henry A. Kissinger, son 240 yılda ABD’nin en çok tartışılan dışişleri bakanıdır. 1972’de imza edilen Stratejik Silâhların Sınırlandırılması Anlaşması ve Anti-Balistik Füze Anlaşması, 1974’de Mısır ve İsrail, aynı zamanda İsrail ile Suriye arasında aşamalı olarak imzalanan anlaşmalar ve 1971’de yürütülen gizli diplomasiyle birlikte Çin’le somutta kurulan politik diyalog ortamı ve yapılan açılım gibi önemli başarılar hep Kissinger’la ilişkilendirilmiştir. Buna karşılık, Kissinger, aynı zamanda ileride, kendi yardımcılarını gizlice dinlemesi, Kamboçya’yı gizlice bombalaması, Çin açılımına halel gelmesin diye 1971’de Pakistan’ı şiddetli bir biçimde “sarsması”, Irak’ta isyancı Kürdlere destek sunan İran Şahı’na gizlice verdiği silâh ve teçhizat, Vietnam Savaşı ve ABD’nin elli yıl önce Şili’de gerçekleşen kanlı askeri darbedeki rolü konusunda söylediği yalanlarla hatırlanacaktır. Kissinger’ın Şili’yle ilgili söylediği yalanlara dair kanıtlar gün ışığına çıkmaya devam etmektedir.

Beyaz Saray Yıllarım ve Büyük Değişim Yılları isimli hatıratlarında Kissinger, “Latin Amerika, benim daha evvelinde uzmanı olmadığım bir bölgeydi” diyor, bunun neticesinde Orta ve Güney Amerika’ya pek fazla eğilmediğini söylüyordu. Oysa Seymour Hersh’ün The Price of Power: Kissinger in the Nixon White House [“İktidarın Bedeli: Kissinger Nixon’ın Sarayında”] isimli çalışmasında, Kissinger’ın niyetinin Latin Amerika’ya “çok az bağımsız hareket etme izni vermek” olduğunu, bölgenin “Amerikan istihbaratınca (yani CIA eliyle) kontrol ve maniple edilmesinin şart olduğunu” düşündüğünü ortaya koyuyor. Zaten Kissinger, Şili’nin başındaki sosyalist lider Salvador Allende’ye yönelik politikayı Amerikan çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye 1970 gibi erken bir tarihte başlamıştı. O dönemde Kissinger, ABD’nin “oturup Şili’nin sırf kendi halkı aptal diye komünist olmasına izin vermesi” için ortada hiçbir sebebin bulunmadığını söylüyordu.

Kissinger, ulusal güvenlik sahasında faal olan bürokratik mekanizmayı maniple etme ustasıydı. CIA’in Latin Amerika’da oynadığı gizli rol konusunda devreye soktuğu bürokratik aygıtın adı Kırklar Komitesi’ydi. Komite, Şubat 1970’te gizli yürütülecek eylemlerin genel programlarını gözden geçirip onaylamak amacıyla bizatihi Nixon tarafından oluşturulmuştu. Komitenin başkan koltuğunda oturan Kissinger, yürüttüğü çalışmalar üzerinden, hatıratlarında “artık Ulusal Güvenlik Konseyi Şili ile ilgili tek bir toplantı bile yapmadı” diyor, buna okurunu aldatmak amacıyla dillendirdiği, “ben Şili’nin meseleleriyle derinlemesine ilgilenen biri değildim” sözünü ekliyordu.

CIA, Allende’nin başkan olmasından önce, Eylül’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda Amerika’nın hiç beklemediği o zaferi elde etmesinin hemen ardından, gizli faaliyetlerine başladı. Kasım 1970’de Başkan Richard Nixon’a sunduğu bir raporda Kissinger, “Allende’nin Şili cumhurbaşkanı seçilmesi, bizi bu yarımkürede yüzleşeceğimiz en ciddi meselelerden biriyle karşı karşıya bırakıyor” diyordu (raporda bu cümlenin altı çizilmiş, yanına “Gizli/Hassas” notu düşülmüştü.)

Kissinger, bu süreçte Şili ile ilgili olarak iki hattan ilerleyecek siyasetini yürürlüğe koydu. Birinci hatta Büyükelçi Edward Korry diplomatik faaliyetlerde bulunacaktı. Elçinin bilgisi dâhilinde olmayan ikinci hat ise Şili’nin CIA direktörü Richard Helms’in öncü rol oynayacağı Şili’yi istikrarsızlaştırma planının uygulanacağı düzlemdi. Nixon, o dönemde Şili ekonomisinin “çığlık atması”nı istiyordu.

İkinci hat dâhilinde yürütülecek faaliyetler arasında adam kaçırma ve suikastlar da vardı. Beyaz Saray’dan Kissinger’ın talimatlarıyla ayrılan Helms, o günle ilgili olarak şunu söyleyecekti: “Oval Ofis’ten bir tek o gün sırt çantamdaki copla çıkmıştım.”

Kissinger, çevirdiği dolapların hesabını vermedi, bu dolaplar konusunda hiçbir zaman sorumlu tutulmadı, ama Richard Helms, CIA’in Şili’deki muhalefet hareketine para aktardığı iddialarının soruşturulduğu dönemde bu iddiaların doğru olmadığını söylediği ve yalancı şahitlik yaptığı için suçlandı. Nihayetinde suçunu kabul etti, ama dava sonucunda ufak cezalarla kurtuldu. Kendisine “2.000 dolarlık para cezası kesildi ve hakkında verilen iki yıllık hapis cezası ertelendi.” Helms, mahkeme salonundan çıkıp CIA’in Virjinya eyaletinin Langley şehrinde bulunan ana binasına gitti ve burada kahramanlar gibi karşılandı, ayrıca kendisine cezayı ödesin diye operasyon subaylarınca toplanan 2.000 dolarlık hediye çeki teslim edildi.

1970’te Allende’nin seçilmesine mani olamayan Kissinger ve Helms, plana devreye soktu. Plan, Allende hükümetini Şili kongresi üyelerine rüşvet vermek, Allende hükümetine karşı gizli propaganda faaliyeti yürütmek, hatta seçim sürecine askerin karışmasına karşı çıkan Şili genelkurmay başkanı General Rene Schneider’in kaçırılıp öldürülmesi için sağcı muhaliflere silâh ve para vermek gibi hamleleri içeriyordu. Kissinger, Schneider’in her hâlükârda görevden uzaklaştırılmasını istiyordu. Generalin kaçırılmasında kullanılan askeri teçhizatı bizatihi CIA temin etti.

Eylül 1973’te Şili’de gerçekleşen askeri darbe, Latin Amerika’daki askeri diktatörlüklerle birlikte kurulan gizli tezgâhı ve Şili’ye yönelik baskıların koordine edilmesiyle ilgili çalışmaları içeren Akbaba Operasyonu’nun parçası olarak yapılmıştı. Akbaba ekibi içerisinde Şili, Paraguay, Brezilya, Uruguay ve Arjantin’e ait gizli polis teşkilâtlarına ait temsilciler de bulunuyordu. Ekip, Massachusetts Bulvarı üzerinde eski Şili dışişleri bakanı Orlando Letelier’in öldüğü, Washington’ın merkezinde patlayan bomba yüklü aracın hazırlanması gibi çalışmaları yürüttü. ABD’deki Latin Amerikalı muhalif mültecilerin izlenmesi konusunda Akbaba ekibine ABD istihbaratı yardımcı oldu.

Akbaba Operasyonu, ABD’nin bilgisi ve izni ile gerçekleşmiş olmasına rağmen, çevirdiği dolapları akla yatkın inkâr edici ifadelerin ardına saklayan Kissinger, 2.600 sayfalık hatıratında ne dışişleri bakanı Letelier’den ne de Akbaba Operasyonu’ndan bahsediyor. Ayrıca kitap, General Schneider’den de hiç söz etmiyor. Hatta Kissinger hatıratında, “Şili’nin kargaşaya sürüklenmesinde Amerika’nın müdahalesinin hiçbir payı yoktur” çıkarımında bulunuyor ve suçlu olarak “Allende’nin ve ona körü körüne bağlı olan insanların ideolojik gayretlerine” işaret ediyor.

Şili’deki askeri darbenin gerçekleştirilmesinde Nixon ve Kissinger’ın oynadığı rolü ortaya koyan kanıtların en son kısmı geçen hafta, Şili hükümetinin isteği üzerine, üzerlerindeki gizlilik kaldırılarak erişime açıldı. Bu CIA belgeleri, Kissinger’ın askeri darbeye yönelik ilgisine ve darbeyle ilişkisine dair iddiaları destekliyor. Ayrıca bu belgelerde, Şilili subayların “kapsamlı halk muhalefetinden faydalanacak, etkin bir biçimde koordine edilmiş bir plandan hâlen daha mahrum olduklarından”, ama buna rağmen, “büyük bir kararlılıkla, politik ve ekonomik düzeni eski hâline döndürmek istediklerinden” söz ediliyor. Esasında ABD ulusal güvenliğine halel getiren bir yanı yok bu belgelerin, dolayısıyla, onları elli yıl boyunca halktan saklamanın da bir anlamı yokmuş.

Gizliliği kaldırılmış belgelerden birinde CIA’in aldatıcı bilgiler aktardığı görülüyor. Bu noktada kurum, Nixon’a yanlış bilgi veriyor ve “Şili’de üç aşamalı ve koordineli yürütülecek bir darbe planının yürürlükte olduğuna dair elde bir kanıt yok” diyor. Diğer bir belgede ise “yeni askeri cuntanın üyelerinin tümünün saygın ve deneyimli liderler olduğundan” söz ediliyor. Bu belgelerin Beyaz Saray’a sunulmasından üç yıl önce Nixon ve Kissinger, Şili’de askeri darbe fikrine destek sunuyorlardı.

Yetmişlere ait bu belgeler, bilhassa Kissinger’ın Şili’ye dair zihniyetini ve ülkede askeri darbe yapılmasıyla ilgili gerekçelerini ortaya koyuyor. O süreçte Kissinger, Nixon’a “Allende’nin iktidarda uzaklaştırılması gerekiyor, zira altı ile on iki ay içerisinde Şili’de yaşanacak gelişmeler, ABD-Şili ilişkilerinin verili sınırlarını aşacak sonuçlara yol açacak” diyor. Kissinger, Şili’deki seçim zaferinin, “Latin Amerika’nın ve gelişmekte olan dünyanın geri kalan kısmında önemli gelişmeleri tetikleyeceğini, bu gelişmelerin, ABD’nin ileride bu yarımkürede alacağı konumu da SSCB ile ilişkileri de en genel manada dünyadaki politik manzarayı da etkileyeceğini” düşünüyor. Kissinger’ın Şili gibi ülkeler konusunda geliştirdiği, kazançlar kadar kayıplara da sebep olan yaklaşımı, onun Soğuk Savaş döneminde oluşturduğu fikriyata ve Nixon ile Ford’un başkanlıklarına hâkim olan uluslararası gerilimlere dönük katkılarına dair bol miktarda kanıt sunuyor.

Melvin Goodman
1 Eylül 2023
Kaynak

11 Eylül 2022

,

Şili’nin Katli


Şili’nin katli, uzun zamandır beklenen bir şeydi. Son aylarında “can çekişen Allende hükümeti”yle ilgili haberlere basın sık sık yer veriyordu. Medyada isimlerini duyurarak geçimini sağlayan birçok kişi, Şili’nin ölümüne dair kelam etme ihtiyacı duydu. Bir tek Washington’dan ses çıkmadı.

İngiliz İşçi Partisi bile Şili’nin ölümünü resmi gözlerinden dökülen resmi yaşlarla selamladı. Oysa parti, bu dönemde ne Şili’deki sosyal demokrasi pratiğiyle ne de Afganistan’daki gelişmelerle ilgilendi. Bu durum, katilleri bir süre rahatsız etti. Oysa bu adamlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte yaşanan en büyük katliam olan 1965 Endonezya katliamı kadar büyük bir katliama imza atmışlardı.

Darbeden önce Santiago duvarlarına bu genç gericiler “Cakarta” yazdılar. Bugün Şili ordusu, televizyonları başında haberleri izleyen halka Endonezya’nın ülkeye yabancı yatırımcıları çekmek konusunda ne kadar başarılı olduğunu anlatıyor. Demek ki Şili’de de yabancı yatırım ile ilgili bir sorunla yüzleşilmeyecek. Orta sınıfın alacağı intikamın kaç kişiyi katledeceğini kimse bilmeyecek, çünkü sadece fabrikalarda çalışan, gecekondularda veya köylerde yaşayan insanlar ölecek ve onların adlarını kimse işitmeyecek. Neticede üzerinden yüz yıl geçti ve biz, Paris Komünü’nün ezilmesi sonrası kaç kişinin öldüğünü hâlen daha bilmiyoruz.

Şili’nin ölümü üzerine yazılan yazılardaki asıl sorun, bu yazıların çok azının Şili’yle ilgili olması. Bu küçük ve uzak ülke, tıpkı otuzların İspanya’sı gibi bahtsız. Küresel ölçekte önemli olan siyaseti başkalarına örnek olacak cinsten, ama bu siyaset maalesef korumasız.

Şili, birçok şeyin sınandığı, birçok sorunun cevap bulduğu yerdi. Amerikalılar, Şili’nin sosyalizmin şiddet araçlarının kullanıldığı bir ayaklanma veya iç savaş olmaksızın iktidar olup olamayacağı sorusundan daha önemli olan yönler içerdiğini kesinlikle biliyordu. Dün olduğu gibi bugün de onlar için asıl mesele, Latin Amerika’daki emperyalist gücün muhafaza edilmesi. Bu güç, sadece Şili’de değil, Peru’da, Panama’da, Meksika’da ve kısa süre önce Perón’un elde ettiği zaferle Arjantin’de tesis edilen muhtelif politik rejimler eliyle son beş yıl içerisinde azalmıştı. En nihayetinde askerî darbenin fitilini asıl ateşleyen, Allende değil, Perón’du.

ABD, Şili’nin ipini çekmek için ülkeyi ekonomik açıdan boğazlayacak adımlara bel bağladı. Ağır bir dış borç yükünün altında ezilen, ithalattaki hızlı artışa tanıklık eden ülkenin bağımlı olduğu tek ürün olan bakırın fiyatı 1970’te birden düştü ve iki yıl boyunca düşük seviyede kaldı. Amerikalılar daha fazla bekleyemeyeceklerini gördüler. Şili silâhlı kuvvetlerine yapılan kesintisiz silâh teslimatı, ABD’nin darbeyi her zaman aklının bir köşesinde tuttuğunu ortaya koyuyordu.

Dünya açısından Şili, sosyalizmin geleceğinin teorik düzlemde sınandığı yerdi. Hem sağcılar hem de aşırı solcular, demokratik sosyalizmin işe yaramayacağını ispatlamakla meşgullerdi. Şili’nin ölümü üzerine yazdıkları yazılar, sadece ne kadar haklı olduklarını ortaya koymak içindi. Her iki kesime göre darbe, Allende’nin hataları sonucu gerçekleşti.

Allende’nin başında bulunduğu Halkın Birliği’ndeki zafiyetler ve yanlışlar, tabii ki ciddiyetle ele alınmalı. Şimdiden, olan biten üzerinden efsaneler kaleme alınmazdan önce, üç şeyin netliğe kavuşturulması gerekiyor.

1. Şurası gayet açık ki Allende hükümeti intihar etmedi, katledildi. Bu hükümetin sonunu finansal kriz, politik veya ekonomik hatalar değil, bombalar ve silâhlar getirdi. Bazı sağcılar, “Allende muhaliflerine darbeden başka bir seçenek bıraktı mı?” diye soruyorlar. Bu sorunun cevabı gayet basit: darbe yapmamak.

2. Allende hükümeti nezdinde sınan, demokratik sosyalizm değil, burjuvaziydi. Hukukun ve anayasanın kendisine artık hiçbir avantaj sağlamadığını düşünen burjuvazi, hukuka artık daha fazla bağlı kalmak istemedi. Halkın Birliği, İngiltere’de İşçi Partisi hükümetlerinin elinde olan ve bu hükümetlerin bir biçimde heba ettikleri anayasal güce hiçbir vakit sahip olmadı. Bu hükümetin başında hukukî düzlemde azınlık oylarıyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı vardı ve bu cumhurbaşkanı, düşmanlarının kontrol ettiği, kendisine düşman olan bir meclisle ve yargı sistemiyle boğuşmak zorunda kaldı. Bu düşmanlar, Halkın Birliği hükümetinin önerdiği kanunların çıkmasına hep mani oldular, sadece muhalefetin izin verdikleri yürürlüğe girdi. Allende’nin elinde anayasal güç yoktu. Allende, sadece anayasanın budadığı hakların bahşedildiği bir cumhurbaşkanı olarak sahip olduğu imkânlardan istifade edebildi, kendisindeki yaratıcılık gibi hasletlerle yetinmek zorunda kaldı. Bu yıl yapılan meclis seçimlerinde kontrol ele geçirilemeyince, anayasal araçlar üzerinden ilerlemek dışında başka bir yol kalmadı. Allende, gene de dizginleri eline alamadı.

3. Peki anayasa dışı araçlar mevcut muydu? Bu aşamada Allende, legalite yerine devrim seçeneğine başvurmadı. Halkın Birliği, ne orduda ne de siyasette elindeki fizikî kudreti devreye sokabilecek bir konuma gelebildi. Esasında iç savaş, Allende’nin nefret ettiği bir şeydi. Oysa belirli bir tarihsel deneyime sahip her yetişkin bilir ki iç savaş bazen zaruridir. Fakat Allende, iç savaştan kaçınmak için elinden gelen her şeyi yaptı, çünkü o, kendilerinin iç savaşı kaybedeceğine inanıyordu. Haklı olduğuna hiç şüphe yok.

Güç kullanması konusunda karşı tarafı tahrik eden, düşman oldu. Üstelik bunun için yıkıcı etkilere yol açacak, işçi sınıfının başvurduğu geleneksel yöntemlerden istifade edildi. Nakliye firmaları, ülke genelinde greve çıktılar. Bu grevin amacı, sadece ekonomiyi felç etmek değil, ayrıca hükümeti baskı uygulama ve istifa seçeneklerinden birini seçmeye zorlamak, böylelikle silâhlı kuvvetlerin politik tarafsızlık konumunu terk etmesini sağlamaktı. Çünkü gericiler, silâhlı kuvvetlerin kendisini sol veya sağ ile tanımlamak durumunda kalması hâlinde sağı tercih edeceğini biliyorlardı. Geçen yılın güz aylarında yapılan grevler başarısız olurken, bu yaz yapılan grevler başarılı oldular.

Bu hamleye karşılık Allende, sadece direniş tehdidini savurmakla yetindi. Aslında pratikte karşı tarafa şu soruyu sordu: “O korkunç, uzun vadede kontrol edilemez olan iç savaş seçeneğine hazır mısınız?” Muhtemelen Allende, Şili burjuvazisinin iç savaş süreci içerisine girmek istemeyeceğini düşünerek bir hesap hatası yaptı. En genel manada sol, bu süreçte sağın duyduğu korkuyu ve içindeki nefreti küçümsedi. İyi giyimli kadınların ve adamların kanın tadını alma konusunda hiçbir çekincelerinin olmayacağını göremedi. Buna karşılık, yaşanan olayların da ortaya koyduğu biçimiyle, sol örgütlü bir direniş ortaya koydu. Bu direnişin yeterince örgütlü olup olmadığını zaman gösterecek. Ama muhtemelen direnişin örgütsel düzeyi kâfi gelmeyecek. 1964’te Brezilya solu dövüşmedi, ama Şili solu, kanının son damlasına kadar dövüşecek. Bugün ülke, karanlık bir döneme giriyor ve herkes, ışıkları kimin söndürdüğünü gayet iyi biliyor.

Peki Allende ne yapabilirdi? Hâlihazırda toprağa düşmüş veya kısa bir süre içerisinde ölecek olan cesur kadın ve erkeklerin yanlışlarını sorgulamak için gayet zor bir momentteyiz. Bugün Allende’nin mezarı başına gidip, üzerinde “ben sana dememiş miydim?” yazılı dövizler taşıyan kalabalığın arasına karışmayı kimse istemez. Böylesi bir zamanda neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda ayrım yapmak bile zor bir iş. Bu aşamada bakır piyasası gibi Şilililerin kontrolünde olmayan şeylerden, Halkın Birliği içerisindeki kavgalar sebebiyle atılamayan politik adımlardan, teorik planda başka şekilde ele alınabilecek, pratikte değiştirilebilir olan hususlardan ve farklı etkilere yol açabilecek politikalardan bahsedilebilir. Neticede Allende hükümeti, ekonomi sahasında bir kumar oynadı ve bu kumar, onca risk ve tehlikelere rağmen oynandı ve kaybedildi.

Ama ben, gene de Allende’nin 1972 yılının başından itibaren zamana oynayabileceğini, yapılan büyük değişikliklerin geri çevrilmesine mani olabileceğini, bu değişiklikleri güvence altına alabileceğini, şansı yaver gitmesi durumunda, Halkın Birliği’nin kendisine ikinci bir şans verilmesini sağlayacak bir politik sistem kurabileceğini düşünmeden edemiyorum. Allende, cumhurbaşkanlığı dönemi boyunca ne sosyalizmi inşa edebildi ne de bunu teklif edebildi. Son birkaç ayında eli kolu bağlandı, pratikte hiçbir şey yapamaz hâle geldi. Darbeyi herkes bekliyor, herkes öngörüyordu. Onun gelişi kimseyi şaşırtmadı.

Eric Hobsbawm
20 Eylül 1973

Editörün Notu:

İngiltere’de yayınlanan New Society dergisine gönderilmiş olan bu makalenin son kısmı, dergi yayın kurulu tarafından çıkartıldı. Ertesi hafta (27 Eylül 1973 günü) çıkacak sayısında yayımlanmak üzere yayın kuruluna gönderdiği mektupta Eric Hobsbawm, “dile getirdiği argümanın iç tutarlılığı adına” kimi hususları özet bir biçimde aktarma ihtiyacı duydu:

1. Halkın Birliği, işçiler ve yoksullar arasında geniş bir destekçi kitlesi elde etme konusunda başarılı olsa da alt orta sınıfın, küçük çiftçilerin ve iş adamlarının desteğini alamadı. Bu, ölümcül bir hataydı. Allende ve Komünist Partisi, bu hatanın ne kadar önemli olduğunun farkındaydı.

2. Şili hareketi, 1964’te Brezilya’daki hareketten farklı olarak, silâhlı direnişi kesintisiz bir biçimde sürdürdü. Bu sayede eldeki mevzilerin tümü yitirilmedi, bundan sonra da yitirilmeyecek.

3. Şili’de eski demokratik düzene geri dönülme ihtimali bulunmuyor. Muhtemelen ülke, ufak tefek değişikliklerle birlikte, Brezilya’nın yürüdüğü yoldan yürüyecek. Aşırı sağcı gerillalarla, teknokratlarla ve mebzul miktarda yabancı sermayeyle tanışacak. Bir sonraki kurban, galiba Peru ordusundaki “Nasırcı kanat olacak.

4. On yıl sonra ABD, muhtemelen kendisini daha az mesut edecek bir Latin Amerika bulacak.

[Kaynak: Viva La Revolución: Eric Hobsbawm on Latin America, Little, Brown, 2016, s. 318-321.]

11 Eylül 2021

, , ,

Salvador Allende

Salvador Allende, yüz yıl önce 26 Haziran 1908 günü Şili’nin güneyindeki Valparaiso kentinde dünyaya geldi. Hem avukatlık hem de noterlik yapan babası, Şili Radikal Partisi’nin üyesiydi. Ben doğduğumda Salvador 18 yaşında idi. Doğduğu şehirdeki lisede ders görüyordu.

Sonraki yıllarda Juan Demarchi adındaki yaşlı bir İtalyan anarşist, onu Marx’ın kitaplarıyla tanıştırdı.

Okulundan yüksek notlarla mezun oldu. Spor yapmayı da izlemeyi de severdi. Gönüllü olarak askere yazıldı ve Viña del Mar Zırhlı Süvari Alayı’na katıldı. Kendisine Tacna Mızraklı Süvari Alayı’na gitmesi söylendi. Ülkenin kuzeyindeki kurak ve yarı çöl olan Tacna, sonradan Peru ismini aldı. Askerliğini yedek subay olarak tamamladı. O günlerde sosyalist olmuş, Marksist fikirleri benimsemişti. Zayıf, karaktersiz bir genç değildi. Sanki bir gün zihninde şekillenmeye başlayan görüşleri savunurken ölümüne dövüşeceğini o vakitler hissetmişti.

Şili Üniversitesi’nde tıp okumaya karar verdi. Orada Marksist çalışmaları okuyup tartışan bir grup öğrenciyle toplantılar düzenledi. 1929’da İlerleme grubunu kurdu. 1930’da Şilili Öğrenciler Federasyonu’nun başkan yardımcılığına getirildi ve Carlos Ibáñez diktatörlüğüne karşı yürütülen mücadelelere aktif olarak katıldı.

1929’da borsanın çökmesi ardından büyük buhran yaşandı. Küba’da Machado diktatörlüğüne karşı mücadele devam etmekteydi. Mella öldürülmüştü. Kübalı işçiler ve öğrenciler baskılarla karşılaşıyorlardı. Martínez Villena’nın öncülüğünde komünistler bir genel grev örgütlediler. Villena, o dönemde yazdığı şiirde şunu söylüyordu: “Bize bir hücum işareti lazım ki bu hainlerden kurtulalım, devrim işini tamamlayalım.” Anti-emperyalist duygularla yüklü bir adam olan Guiteras, diktatörlüğü silâhlı ayaklanma yoluyla devirmeye çalıştı. Ülke geneline yayılan isyanları kontrol edemeyen Machado yıkıldı, ama sonra ABD, çok da fazla çaba sarf etmeden, demir yumruğuyla devrimi birkaç ay içinde ezdi ve adayı 1959’a dek kontrolünde tuttu.

İşçiler, ülke kültürü ve doğal kaynaklar üzerinde emperyalist hâkimiyetin zorla tesis edildiği bir ülkede Salvador Allende, devrimci faaliyetlerini tereddüt etmeden sürdürdüğü o mücadelesi dâhilinde, ideallerine hep sadık kaldı.

1933’te doktor oldu. Şili Sosyalist Partisi’nin kuruluş çalışmalarına katıldı. 1935’te Şili Tabipler Birliği’nin başkanı oldu. Altı ay kadar hapis yattı. Halk Cephesi’nin kurulması için yoğun çaba sarf eden Allende, 1936’da Sosyalist Parti’nin genel sekreter yardımcısı oldu.

Eylül 1939’da Halk Cephesi hükümetinde sağlık bakanı oldu. Toplumsal tıp üzerine bir kitap yazdı. İlk konut fuarını organize etti. 1941’de ABD’de düzenlenen Amerika Tıp Derneği toplantısına katıldı. 1942’de Şili Sosyalist Partisi genel sekreteri oldu. 1947’de senatoda oylanan, baskıcı niteliğinden dolayı “Lanetli Kanun” da denilen Demokrasinin Kesintisiz Savunulması Kanunu’na karşı çıktı. 1949’da Şili Tıp Okulu’nun rektörü oldu.

1952’de Halk Cephesi, kendisini cumhurbaşkanı adayı yaptı. Henüz 44 yaşında olan Allende, o seçimi kazanamadı. Senatoya bakır madenlerinin millileştirilmesi ile ilgili bir kanun tasarısı sundu. 1954’te Fransa’ya, İtalya’ya, Sovyetler Birliği’ne ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne seyahat etti.

Dört yıl sonra, 1958’de Halkın Sosyalist Birliği Partisi’nin, Şili Sosyalist Partisi’nin ve Komünist Parti’nin bir araya gelip kurduğu Halkın Eylem Cephesi tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. Seçimi, muhafazakâr bir isim olan Jorge Alessandri kazandı.

1959’da Allende, o güne dek solcu ve devrimci isim olarak bilinen Venezuela Cumhurbaşkanı Rómulo Betancourt’un göreve başlama törenine katıldı.

Aynı yıl Havana’ya gelip Che ve benimle bir araya geldi. 1960’ta üç ayı aşkın bir süredir grevde olan Şilili kömür madeni işçilerine destek verdi.

1961’de Uruguay’ın Punta del Este kentinde Amerikan Devletleri Örgütü’nün (OAS) demagojik yaklaşımlarını Che ile birlikte eleştirdi.

Bir kez daha cumhurbaşkanı adayı oldu. 1964’teki seçimi hâkim sınıfların tam desteğini alan ve ABD senatosunun gizliliğini kaldırdığı belgelere göre CIA’den kampanya için para temin eden Hristiyan Demokrat aday Eduardo Frei Montalva kazandı. Montalva görevde kaldığı süre boyunca emperyalizm, Küba Devrimi’ne ideolojik bir cevap niteliği taşıyan ve “Özgürlükte Devrim” olarak nitelendirilen hareketi inşa etmek için uğraştı. Bu çalışma, faşist bir diktatörlükten başka bir şeyle sonuçlanmadı. O seçimde Allende, bir milyondan fazla oy almıştı.

1966’da Havana’da düzenlenen Üç Kıta Konferansı’na katıldı. Ekim Devrimi’nin ellinci yıl dönümü vesilesiyle Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti. Ertesi yıl, 1968’de Demokratik Kore Cumhuriyeti’ne ve Demokratik Vietnam Cumhuriyeti’ne ziyaretler gerçekleştirdi. Vietnam’da ülkenin lideri Ho Chi Minh’le sohbet etme ve toplantı düzenleme imkânı buldu. Bu seyahati esnasında Kamboçya ve Laos’a da uğradı ki buralar, o dönemde devrimci duyguların yoğun olarak yaşandığı yerlerdi.

Che’nin ölümü sonrası Bolivya’da Che’nin yanında olan, sonrasında Şili’ye geçen Üç Kübalı gerillayı bizzat Tahiti’ye götürdü.

Komünistlerden, sosyalistlerden, radikallerden, Halkın Birliği Eylem Partisi’nden, Ulusal Demokratik Parti’den ve Bağımsız Halk Eylem Partisi’nden oluşan Halkın Birliği Partisi, 22 Ocak 1970’teki seçimlerde Allende’yi aday gösterdi. 4 Eylül günü seçimleri kazandı.

Allende, sosyalizmin barışçıl yollardan kurulmasını öngören mücadelenin gerçek ve örnek bir ismiydi.

Richard Nixon’ın başını çektiği ABD yönetimi, seçim zaferi sonrası hemen harekete geçti. Şili Genelkurmay Başkanı General René Schneider’a 22 Ekim günü suikast düzenledi, suikasttan üç gün sonra general öldü. Paşa, emperyalistlerin darbeye öncülük etme isteklerine boyun eğmemişti. Böylelikle Halkın Birliği Partisi’nin hükümet kurmasına mani olunamadı.

Allende, cumhurbaşkanlığı koltuğuna hukuken 3 Kasım 1970 günü tüm o saygınlığı ile oturdu. Göreve gelir gelmez değişim için verdiği mücadeleye ve faşizme karşı kavgasına devam etti. Henüz 62 yaşındaydı. Küba Devrimi’nin zafere ulaştığı günden sonra 14 yıl süreyle kendisiyle omuz omza emperyalizmle mücadele etme onuruna nail oldum.

Mart 1971’deki belediye seçimlerinde Halkın Birliği Partisi, oyların çoğunu (yüzde 50,86) aldı. 11 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Allende, bakır madenlerinin millileştirilmesini öngören kanunu yürürlüğe koydu ki bu, kendisinin 19 yıl önce Senato’ya sunduğu bir görüştü. Kongre’de oybirliğiyle kabul edilen kanuna kimse karşı çıkma cesareti gösteremedi.

1972’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu öncesi Allende, ülkesine yönelik uluslararası saldırıyı kınadı. Kurulda dakikalarca alkışlandı. Aynı yıl Sovyetler Birliği’ni, Meksika’yı, Kolombiya’yı ve Küba’yı ziyaret etti.

Mart 1973’teki meclis seçimlerinde Halkın Birliği Partisi, oyların yüzde 45’ini alıp meclisteki koltuk sayısını artırdı.

Cumhurbaşkanının görevden alınması için yankilerin mecliste ve senatoda ortaya koydukları çabalar başarısızlıkla sonuçlandı. Emperyalizm ve sağ güçler, Halkın Birliği hükümetine karşı yürüttükleri topyekûn savaşı yoğunlaştırdılar ve ülke genelinde terör eylemleri yapmaya başladılar.


[…]

Pinochet, Carlos Rafael ile görüştü. Halkın Birliği hükümetinin genelkurmay başkanı olan Carlos Prats’e sadıkmış gibi davrandı. Sonrasında oligarşi ve emperyalizm, onurlu bir adam olan Pratts’i yol açtıkları kriz üzerinden istifaya zorladı. Ardından da 1973’teki faşist darbe sonrası, Arjantin’de Ulusal İstihbarat Müdürlüğü’ne (DINA) bağlı iki kişi tarafından öldürüldü.

Allende’nin Şili ziyaretimde bana hediye olarak verdiği jeopolitika ile ilgili kitabı okuduğumdan beri Pinochet’yi güvenilmez biri olarak görüyordum. Sonra onu yakından izleme fırsatı buldum, sağcıların Allende’yi Santiago şehrinin kuşatma altına alınması yönünde karar almaya ittiği günlerde genelkurmay başkanı olarak Pinochet’nin yaptığı açıklamaları, başvurduğu yöntemleri inceledim. Nedense aklıma Marx’ın 18 Brumaire’de yaptığı uyarılar geldi.

Birçok kez farklı bölgelerde çalışan komutanların ve generallerin beni gördüklerinde yanıma gelip kurtuluş savaşı ve 1962’deki füze krizi konusunda sorular sorduğuna şahit olmuşumdur. Sabah başlayan ve saatlerce süren o toplantılarda Allende’ye yardım etmek istediğimi söylüyordum. Ayrıca sosyalizmin silâhlı kuvvetlerin düşmanı olmadığından bahsediyordum. Bir komutan olarak Pinochet de o toplantılara katılırdı. Allende bu toplantıları faydalı bulurdu.

Allende, 11 Eylül 1973’te La Moneda Başkanlık Sarayı’nı yiğitçe savunurken öldü. Son nefesine dek bir kaplan gibi dövüştü.

Faşist saldırıya karşı koyan devrimciler, onun son anlarıyla ilgili inanılmaz hikâyeler naklettiler. Sarayın farklı kısımlarında çarpıştıkları için aralarında belirli konularda uzlaşma sağlanamıyordu. Ayrıca en yakınındaki isimler de öldürülmüş ya da eşitsiz koşullarda, tüm yoğunluğu ile süren o muharebede idam edilmişlerdi.

Tanıklara göre Allende, ya tutsak düşmemek için son kurşunu kendisine sıkmıştı ya da düşman kurşunuyla ölmüştü. Hiçbir direnişle karşılaşmayacağını düşündükleri için kolay bir görev olarak ifa edeceklerini zannettikleri darbeyi yapmak adına tanklarla ve uçaklarla gerçekleştirilen saldırılar sonucu saray yangın yerine döndü. Tanıklar kendisini öldürdüğünü söylese de bunda çelişkili bir yan yoktu aslında. Sonuçta bizim bağımsızlık savaşımızda da birçok savaşçımız, yenilginin yakın olduğunu anladığında tutsak düşmemek için kendi canlarına kıymıştı.

Allende için yapmak istediklerimiz konusunda söyleyeceğimiz daha çok şey var elbette. Bazıları bundan bahsetti, dolayısıyla bu mesele, bu yazının konusu değil.

Allende, yüz yıl önce bugün doğdu. Dünyaya sunduğu örneklik, hâlâ capcanlı.

Fidel Castro Ruz
26 Haziran 2008
Kaynak



30 Aralık 2019

, ,

Şili’ye Devrim Lazım


Hugo Gutiérrez Söyleşisi

 

Denis Rogatyuk
29 Aralık 2019

 

Geçen Ekim ayında Şili’de yapılan eylemlerle birlikte Pinochet diktatörlüğünün sona erdiği günden beri tanık olunan en büyük toplumsal mücadele dalgasına, Pinochet rejiminin miras bıraktığı toplumsal ve politik düzene karşı bir isyana tanıklık edildi. Santiago’da metro ücretlerine yapılan otuz pezoluk zamla birlikte fitili ateşlenen eylem süreciyle başlayan ayaklanmaya yön veren meseleler çok daha kapsamlı idi. Eylemlerde atılan bir slogan da bunu ifade etmekteydi: “Mesele Otuz Pezo Değil Otuz Yıl”. Göstericiler sağcı cumhurbaşkanı Sebastián Piñera’nın istifasından hayat pahalılığının giderilmesine kadar birçok talebi dillendirdiler.

Son otuz yıllık dönemin ardından eylemlerde sadece gençlerin ekonomik sorunları ve emeklilik sisteminin çöküşü değil demokrasi eksikliği de gündeme geldi. Piñera göstericilere yoğun bir baskı uyguladı, binlerce kişi tutuklandı, en az yirmi altı eylemci katledildi. Buna karşılık Şilili yurttaşlar, bir milyonun üzerinde insanın katıldığı yürüyüşlere katkı sunan binlerce lokal inisiyatif ile birlikte etkileyici eylemlilik sürecinin altına imza attılar.

15 Kasım günü devlet hareket karşısında tavizde bulunmak zorunda kaldı ve Pinochet döneminde yazılmış olan anayasanın yeniden yazılacağı vaadinde bulundu. Bu, bazı kesimlerce diktatörlük mirasından net bir kopuşu ifade eden bir adımdı. Ama solun büyük kısmı bu planı eleştirdi, elitlerin yaraya merhem sürme girişimi olarak değerlendirdi ve yeni metin konusunda sokaklarda biçimlenen harekete iştirak etmiş güçlerin hiçbirisine danışılmadığı üzerinde durdu.

Söz konusu planı eleştiren isimlerden biri de avukat ve Şili Komünist Partisi milletvekili Hugo Gutiérrez. Denis Rogatyuk, kendisine protesto hareketi, anayasa reformu planı ve cumhurbaşkanı Piñera’nın insanlığa karşı işlenmiş suçlar üzerinden yargılanma ihtimali ile ilgili sorular sordu.

● ● ●

 

Piñera hükümeti ile Şili’deki diğer politik güçler arasında yeni bir anayasa yazılması ile ilgili anlaşma konusunda tutumunuz nedir? Bu anlaşmada ne türden sorunlar bulunmaktadır?

Bu anlaşma politik elitlere aittir ve onların bünyesinde cereyan etmektedir. Oysa yurttaşlar, son otuz yıldır ülkeyi yöneten bu elitlere karşı ayaklandılar. Aynı elitler 15 Kasım sabahı bir odada bir araya geldiler ve yeni bir anayasanın hazırlanacağı güne kadar işleyecek süreci kontrol altında tutmalarını sağlayacak bir yol belirlediler. Dolayısıyla aslında yeni anayasanın nasıl yazılacağını mevcut anayasa tayin edecek.

Tüm süreci izleyen cumhurbaşkanı sessizliğini korudu, zira toplumsal çatışmaların en önemli noktasında gündeme gelen bu anlaşma, ona kurumsal düzlemde gerekli cankurtaran yeleğini temin etti. Ama bu, aslında gerçek mânâda bir anayasa hazırlığı süreci de değil. Burada bir yol haritası hazırlandı ve bu harita, seçimleri değil referandumu gündeme alıyor. On altı-on yedi yaş gençlerin katılımına imkân sağlanmıyor, oysa Ekim’deki hareketin öncüleri de ana destek kitlesi de bu gençlerdi.

Reform planı, sadece anlaşmaya imza atan politik partilerin temsilcilerini içeren, teknokratlardan oluşan bir komisyon tarafından hazırlandı. Anayasa reformu süreci, bunun yanında metni üçte ikilik çoğunluğun onayına tabi kılıyor, azınlığa veto etme yetkisi bahşediyor.

En kötü yanı da mevcut devlet biçiminin tek bir paragrafta muhafaza edilecek olması. Buna göre ülkenin yönetim biçimi cumhuriyet olarak nitelendiriliyor ve devlet, demokratik, birleşik, ulusal, cumhurbaşkanlığı ile yönetilen bir yapı olarak tanımlanıyor. Her türden ihtilafın çözümü Yüksek Mahkeme’ye bırakılıyor. Anayasa komitesi, anayasa yazım süreci tamamlandığı noktada görevlerini devrediyor. Eğer yurttaşlar bu metne onay vermezlerse Pinochet’nin anayasası yürürlükte kalıyor. Dolayısıyla burada anayasal yetkilerden söz etmek mümkün değil. Anayasanın sahip olduğu güç ve özgürlük, müesses nizama bağlı devlet görevlileri eliyle boğuluyor.

Yeni anayasa yazım süreci tarihsel bir süreç. Zira bu süreç sayesinde ilk kez Pinochet anayasasından kurtulma ihtimali ortaya çıkıyor. Partiniz bu süreci neden eleştiriyor?

Burada asıl tarihsel olan, milyonlarca Şililinin bilinçlenip politik elitlere baskı uygulaması ve hükümeti krizden çıkış yolu bulmaya zorlaması.

Tarih, cephe hattında duran ve yoldaşlarını savunan o binlerce genci bağrına basacaktır. O öldürülen otuzdan fazla insanı, gözlerini kaybeden yüzlerce genci, işkenceye ve cinsel istismara maruz kalanları asla unutmamalıyız.

Güvenlik güçleri elitler için çalışmaya devam ettiler, büyük çoğunluğa karşı bir baskı aygıtı olarak iş gördüler. Tarih milyonlarca genci unutmayacaktır ama elitlerin ihtiyaçlarına ve imtiyazlarına hizmet edecek, demokratik olmayan sözde anayasa yazım planını çöpe atacaktır.

Şili Komünist Partisi bu süreci eleştiriyor, çünkü onu halkın öncülük rolünü kısıtladığını, bu öncülüğü baypas ettiğini düşünüyor. Anayasa yazım süreci milyonlarca yurttaşı dışarıda tutuyor, halkın egemenliği bir kez daha basit bir oy kullanma pratiği ile sınırlı tutuluyor.

Harekete geçen insanlar eylemlerde bir araya geldiler, binlerce mahalle toplantısı düzenlediler, mahalle komiteleri oluşturdular, yeni anayasanın temellerini tartışıp belirlediler ve anayasa sürecini maddi bir gerçeklik hâline getirdiler. Oysa bahsi geçen anlaşmayı elitler yaptı. O esasen halkın anayasasına alternatif olarak gündeme geldi. Egemenlik halkın elinden alındı. Elitler, ülke genelinde binlerce mahalle toplantısı yapmış olan Toplumsal Birlik veya Sendikal Blok gibi yapıların liderlerini davet etmediler. Sokaktaki insanlar asla dikkate alınmadılar.

Bugün de toplumsal hareketlerle politik elitler arasında herhangi bir diyaloga veya anlaşmaya rastlanmıyor, kimse bu süreci ileri taşıma niyetinde değil. Özetle burada bir referandumla onaylanacak olan, yukarıdan aşağıya dayatılmış bir anayasa reformu söz konusu. Gerçek bir demokratik anayasa süreci ile alakası yok bu sürecin.

Cumhurbaşkanı Piñera’nın azledilmesi yönünde atılmış ama başarısız olmuş girişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce merkez sol çizgiye mensup milletvekilleri neden azil aleyhine oy kullandı ve sağla birlikte hareket etti?

Azil girişiminin başarısız oluşu, bize elitlerin her zaman çıkarlarını savunduğunu ve kurumlar üzerindeki kontrolünü muhafaza edebilmelerini sağlayacak güçleri asla terk etmeyeceklerini gösteriyor. Üzücü olan şu ki bazıları, cumhurbaşkanına yönelik suçlamanın bir tür darbe olduğunu, demokrasiyi riske atacağını söyledi ki bu, saçma bir yaklaşımdı.

Her şeyden önce azil mekanizmasına ilişkin şartlar anayasada mevcut. Neredeyse tüm ülkeler, belirli kurumlara faaliyetleri ile ilgili hesap vermelerini gerekli kılacak, bu türden demokratik mekanizmalara sahipler. Asıl komik olansa azil sürecini politik bir yargılama olarak görüp suçlaması idi. Zaten başka ne olabilir ki? Kongre, doğası gereği politik bir arenadır.

Bazı merkez solcu milletvekillerinin sağcılarla birlikte Piñera’yı savunması konusunda ise şu söylenebilir: bu insanlar, keskinleşen çelişkiler, makroekonomik etkiler, derinleşen krizin yol açacağı riskler ve silâhlı kuvvetlerin oynayacağı rol konusunda korkuya kapıldılar. Burada hem uzlaşmacılık hem de korkaklık rol oynadı.

Piñera, insanlığa karşı işlenen suçlar üzerinden hakkında mahkeme soruşturması yürütülen bir isim. Ülkedeki adalet sisteminin onu mahkûm edebileceğine inanıyor musunuz? Şili’de bunu yapabilecek, gerekli ahlâkî zemine sahip bir adalet sistemi mevcut mu?

Bildiğim kadarıyla adalet sistemi şikâyetleri işleme koydu. Şimdi bu süreçte yargı mensuplarının ve bakanlığın ne tür bir rol oynayacağını göreceğiz. Cumhurbaşkanına bağlı çalışan isimlerle mağdurların tanıklıkları ve delilleri bu noktada önemli bir rol oynayacak.

Mahkeme sürecinin hızlı işleyeceğini sanmıyorum ama tarih, Sebastián Piñera’nın insan hakları ihlalleri sebebiyle yargılandığını hiç unutmayacak. Sonuç ne olursa olsun uluslararası planda bu mahkeme süreci adalet sistemleri için önemli bir emsal teşkil edecek.

Adalet adalettir, temelini de hukukî normlar teşkil eder. Neyin uygun neyin ahlakî olduğuna ilişkin hükmü tarih, kolektif bilinç verecektir. Tarih, insan haklarını ihlal edenlere asla müşfik davranmaz.

Sizce ABD, Şili, Ekvador ve Bolivya’da kurumsal diktatörlükler dayatmayı öngören bir plan hazırladı mı? Yani yeni bir Akbaba Planı’yla mı karşı karşıyayız?

Hiç şüphe yok ki ABD, Latin Amerika’da yaşanan olayların perde arkasında her daim olacak bir güçtür. Onun için biz “arka bahçe”yiz. ABD, Akbaba planlarını her zaman koz olarak elinde tutacak, toplumsal çelişkileri bu şekilde çözmeye çalışacak, insanlar seçimlerde sola yüzünü döndüğünde o sağı güçlendirmek isteyecektir.

Kıtanın kontrolünü eline geçirmek için operasyonlar yürütüldüğünü biliyoruz. Bunlarda ideoloji ve muhafazakâr dindarlık kullanıldı. Dindar insanlar, politik kontrol için mücadele yürüttüler. Medya ve siyaset dinî popülizmi besledi ve bu ideoloji, siyaset sınıfına ve silâhlı kuvvetlere nüfuz etti. Tüm bu planların Pentagon’da veya CIA’deki bir toplantı salonunda kararlaştırıldığına hiç şüphem yok.

Burada yeni bir diktatörlük tipi gündemde. Politik sorumluluk, silâhlı kuvvetlerden çok siyaset sınıfına veriliyor ve bu sınıf, bu köktenci unsurlar adına hareket ediyor. Brezilya’da, Ekvador’da ve Bolivya’da tanık olduğumuz bu: ahlak zemininde yeni muhafazakâr unsurlar kendilerini tahkim ediyorlar, buradaki amaçsa piyasaların serbestleştirilmesi ile ülkedeki tüm zenginliği temellük etmek. Burada bir koordinasyon ve plan yürürlükte ve bunlardan asıl istifade eden güçse ABD.

Siz, enternasyonalist bir isim olarak Ekvador’un eski cumhurbaşkanı Jorge Glas’ı ve Bolivya’nın devrik cumhurbaşkanı Evo Morales’i savundunuz. Hatta gidip Glas’ı hapiste ziyaret ettiniz. Sizce Bolivya ve Ekvador’da neler yaşanıyor?

İki ülkede de bazı yanlışlar yapıldı. Liderlik pratiğinin nasıl yenileneceği ve değişim sürecinin nasıl kesintisiz kılınacağı meselelerine cevap bulmak için gerekli cesaret ortaya konulamadı. Ekvador’da IMF’in desteklediği halk karşıtı “reformlar”ı dayatan cumhurbaşkanı Lenín Moreno’nun yerini alacak isim olarak Rafael Correa gibi bocalayıp duran bir haine güvenildi. Bolivya’da ise on iki yıllık bir geçmişi olan liderlik mekanizması muhafaza edildi.

Soldaki tarihsel liderlik boşluğunu doldurmak için daha cesur adımlar atılmalıydı, üstelik bu, sadece bu iki ülkenin sorunu da değil. Dolayısıyla bugün bilinçlendirme pratiklerinin, politik eğitimin önemini görmezden gelmemek ve değişim süreçlerinin ihtiyaç duyduğu zemini oluşturmak adına halk örgütlenmesini temel araç olarak görmek gerekiyor. Halkın çıkarları, ancak halk öncü rol oynadığı vakit güvence altına alınabilir.

Ekvador’da ve Bolivya’da imparatorluk ve sağ, sızacak bir çatlak buldu ve her şey kısmen lehlerine gelişti. “Kısmen” diyorum, çünkü her iki ülkede de halk direniş ortaya koydu. Güvenle söyleyebilirim ki Ekvador ve Bolivya her şeyi tekrar yoluna koyacaktır. Ama bunun ağır bir maliyeti olacaktır. İki ülkede sol güçlerin geri çekilmesi, sadece bu ülkelerdeki değil, tüm kıtadaki solcuların moralini aşağıya çekmiştir.

Artık dikkatli olmalı, halkımıza daha fazla güvenmeliyiz. Örneğin bugün Morales’in partisi Sosyalizm Hareketi, eski dışişleri bakanı David Choquehuanca’nın ismini cumhurbaşkanı adayı olarak gündeme getirdi. Daha önce bu ismi aday göstermiş olsaydı, değişim süreci kesintiye uğramazdı. Bu derslerden bir şeyler öğrenmek önemli.

Kaynak

29 Mart 2019

, ,

Miguel Enríquez Söyleşisi


Chile Hoy

3 Kasım 1972

 

Aşağıda yer verilen, 28 yıldır Devrimci Sol Hareketi Genel Sekreterliğini üstlenmiş olan Miguel Enríquez [27 Mart 1944 - 5 Ekim 1974] ile yapılmış söyleşi, Şili’de haftalık olarak yayınlanan ilerici ve bağımsız Chile Hoy [Bugünün Şili’si] dergisinin 25 Ağustos tarihli sayısında yer aldı. Söyleşi, Allende hükümeti aleyhine karşı-devrimci seferberlikten kısa süre önce yayınlandı. Söyleşi, esas olarak MIR’in Halkın Birliği koalisyonu hükümetine (UP) yönelik pozisyonu, revizyonist Şili Komünist Partisi ile arasındaki farklılıklar, Halk Meclisi çağrısı ve proletaryanın devlet iktidarını nasıl ele geçireceği sorusu türünden önemli politik ve ideolojik meselelere odaklanıyor.

§ § §

 

Son gelen haberlere bakılırsa karşı devrimci baskılar sebebiyle tüm Allende kabinesi istifa etti. Kamyon sahipleri, 10 Ekim’de ülke genelinde kontak kapattılar, bu eyleme dükkâncılar, iş adamları ve profesyoneller destek verdiler. Ülkenin birçok yerinde profesyoneller hâlâ iş başındalar. Görünüşe göre Allende, kabineye kimi generallerin girmesine izin verecek. Bu hamleye Şilili kapitalistler de destek veriyorlar. Kapitalistler, önümüzdeki Mart ayında fabrikalarını kapatma eylemi yapmayı düşünüyor, burada amaçları, seçimler üzerinden kongrede fazla koltuk elde edip Allende’yi hâkim karşısına çıkartmak. Anlaşılan bu gelişme, Şili burjuvazisinin ve onun Washington ile Wall Street’teki müttefiklerinin şiddet araçlarıyla karşı-devrimi gerçekleştirme girişimini bir süreliğine erteledi.

Daha önce de dile getirdiğimiz üzere, Halkın Birliği [UP] hükümeti, mevcut genel koşulların izin verdiklerinden çok daha ileri ve yeni koşulların oluşmasını sağladı. İlk planda UP, devlet aygıtını belli ölçüde reforme etmek suretiyle olağan baskı pratiğinin büyük bir kısmını kesintiye uğrattı ve kitlelerin seferberliği için muazzam bir potansiyelin oluşmasını mümkün kıldı, bu muazzam potansiyel, onların girişimleri sayesinde oluştu ve politik mücadele içerisindeki birçok kesimi kucakladı.

Bu sebeple biz, hükümetin istikrarlı bir şekilde çalışması için savunulması gerektiğini söyledik ve bu yönde bir çağrıda bulunduk. Bu, bizim 4 Eylül 1970’ten beri savunduğumuz bir konumdur. İstikrarı ve hükümeti savunuyoruz diye Halkın Birliği’nin tüm politik eylemlerini ve her bir liderini destekliyor değiliz, sadece hükümetin istikrarının ve varlığının kayıtsız şartsız savunmak gerektiği iddiasındayız.

Şili Komünist Partisi, MIR’i Halkın Birliği içerisindeki politik partilerden kendisini tecrit etmeye çalışmakla eleştiriyor. Şili’de devrimci sürecin ŞKP olmadan işlemesi sizce mümkün mü?

Politik bir eğilimin eksikliğinde bizim bazı işleri başarıp başaramayacağımız sorusunu esasen tuhaf buluyorum. Ayrıca MIR’in herhangi bir eğilimi dışlamak gibi bir derdi yok. Esasen MIR, kendi politikasını ortaya koymak ve somutlamakla ilgileniyor.

Meselemiz, Şili Komünist Partisi ile mücadele etmek değil, belirli bir politik hatla mücadele etmek. Bugün birbirine karşıt iki politik hat mevcut. Bunlardan biri devrimci diğeri de reformist hattır. Asıl mücadele, Şili Komünist Partisi’nin varlığı değil, bu partinin ideolojisinin muhtevası ve yönelimi ile ilgilidir. Bu doğrultuda mücadele etmeye her koşulda devam edeceğiz, bu mücadelede verilecek her türden tavizin söz konusu mücadeleyi verenlerin elinden silâhlarını alacağı düşüncesindeyiz.

MIR, Halkın Birliği programının kendisinin programı olmadığını, onu sahiplenmediğini ısrarla dile getiriyor. Sizce MIR, azami programla asgari programı birbirine karıştırıyor olabilir mi? Şuan siz, esasen nihayetinde Halkın Birliği programını değiştirmek zorunda kalacak olan devrimci bir programa bağlı değil misiniz?

Temel meseleyi MIR’in program anlayışı ve Halkın Birliği bünyesinde varolan muhtelif unsurlar ışığında ele almak gerekmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ilk planda devrim süreci, sömürünün dayandığı sistemlerin imhasına ve yerine başka bir sistemin inşa edilmesine doğru ilerlemelidir. Bu süreç, bir bütün olarak yönetici sınıflara indirilecek ağır darbeleri içermektedir. Yönetici sınıflar, sadece üretim araçlarının sahipleri değildirler, onlar ayrıca aynı anda tüm yönleriyle mücadele edilmesi gereken karmaşık bir toplumsal ve politik sistemi de temsil etmektedirler. Halkın Birliği hükümeti içerisinde bir kesim, yönetici sınıfların belirli kesimlerini koruma altına alan özel bir politika geliştirmiştir.

Kendi düşmanlarını tarif ederken Halkın Birliği, yönetici sınıfın sadece belirli kesimlerine saldırmak ama tüm düşman sınıfa saldırmamakla ciddi bir hata yapmıştır.

Temel sınıfsal güçleri teşkil eden kesimleri ve onların müttefikleri üzerinden baktığımızda Halkın Birliği’nin başvurduğu strateji, iki temel yanlışla maluldür. İlki, halk kitlelerinin düşmanlarını hangi kesimlerin teşkil ettiği konusunda geliştirilen fikirle alakalıdır.

Sadece tarım burjuvazisinin belirli kesimlerini düşman belleyip burjuvazinin geri kalan kısmını koruma altına almak suretiyle UP, köy yoksullarının, tarım proletaryasının, işsizlerin ve yoksul çiftçilerin mücadeleye katılmalarına mani olmuştur. Halkın Birliği, muazzam bir potansiyele sahip olan bu gücü elinin tersiyle itmiştir.

Halkın Birliği, sadece büyük sanayi kollarında çalışan kentli proletaryanın belirli kesimlerini örgütlemiştir. Büyük, orta ve küçük ölçekli sanayi kollarındaki işçilerse harekete geçirilememiştir.

İkinci yanlışsa, Halkın Birliği’nin yönlendirme becerisine sahip temel sınıfsal güçleri analiz etme noktasında başvurduğu Avrupa kaynaklı stratejiyle ilgilidir. Bu analiz, kentli yoksulların geniş kesimlerini görmezden gelmiş, onlara öncülük verilmemiştir. Oysa sanayi proletaryasının bu kesimlerle kalıcı bir ittifak kurması mümkündü, hatta böylesi bir ittifak zaruriydi.

“Ana gündemimiz kongreyi imha etmektir” sloganı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kongrenin yıkılması yönünde çağrıda bulunmak bir şeydir, bugün bu işi yapabilmekse başka bir şeydir. Bizim amacız, burjuva devlet aygıtını yok etmektir. MIR, bugün kongrenin yıkılması yönünde bir çağrıda bulunmamaktadır.

Kongrenin feshedilmesi ise stratejik bir hedeftir. Bu, kitlelerin mücadelesini birleştirecek bir slogandır. Bugün bu işin yapılamayacak olması, “devleti yıkalım” sloganının iyi bir ajitatif slogan olmadığı anlamına gelmediği gibi, “bugün hiçbir şey yapılmamalı” demek de değildir.

Sosyalist Parti ve Hristiyan Sol Parti çıkıp işçi-köylü şuraları çağrısı yaptığına göre, bu formülü dillendirmek mümkün ve zaruridir.

Reformistler Halk Meclisi çağrısına saldırıyorlar, bize çamur atıyorlar ve MIR’in bugün kongreyi feshetmek istediğini söylüyorlar. Bu formül aptalcadır. Sanki Vietnam’da Ulusal Kurtuluş Cephesi içinde ABD ordusunu fesh mi edelim yoksa onunla savaşalım mı? diye tartışma sürmüş gibi burada da benzer bir polemik içine girilmektedir. Amacımız, ileride işçi-köylü şuralarının oluşmasını mümkün kılacak politik koşulları yaratmaktır.

İşçi-köylü şuralarının somut görevleri nelerdir?

Temelde bu şuralar, insanları bir araya getirip tek bir güç meydana getirmek, halkın tüm kesimlerinin taleplerini içeren bir programı gündeme taşımaktır. Sol içerisinde süren ideolojik kavga, işte bu zeminde ele alınmalıdır. Eğer ideolojik düzeyde sürmekte olan polemikler kitleleri kucaklarsa ve bu türden şuralarda yapılırsa, durum köklü bir biçimde değişecektir. Bu da hem sol içerisinde hem de tüm dünyada bugün güçlerin kendi aralarında kurdukları ilişkiyi terse çevirecektir. Biz, meselelere bu açıdan ele alıyoruz. Şili için yegâne geçerli politik program budur.

[Kaynak: Chile 1970-1973: From Allende’s Election to the Fascist Takeover, Workers World, 21 Ekim 1973, s. 57-59.]