21 Haziran 2014

, ,

Kapitalizmin Latin Amerika’daki Mermileri


Görünmez İmparatorluklar, Devlet İktidarı 

ve Yirmi Birinci Yüzyıl Sömürgeciliği


“Bir metafor olarak futbol kimi zaman gerçek bir savaşa dönüşür.” diye yazıyor Uruguaylı yazar Eduardo Galeano. Brezilya’da birçok insan için hâlihazırda gerçekleşen Dünya Kupası etrafında gerçek bir savaş çoktan kopmuş durumda. Fukara halk toplulukları, stadyum inşaatları ve bağlantılı altyapı için yerlerinden edildiler, yüksek güvenlik düzeyi polis şiddetini artırdı ve Dünya Kupası’nın muazzam ekonomik maliyeti ülkenin en fakir insanlarının haklarına karşı bir saldırı olarak görülmeye başlandı. Bu karşıtlıkların bir sonucu olarak söz konusu uluslararası spor etkinliği yaygın bir dizi protesto eylemleriyle karşılandı.

Bu gösterileri bastıran Brezilya güvenlik güçleri eğitimlerini, eskiden Blackwater şimdilerde Academic olarak bilinen, ABD’li bir özel askerî ve güvenlik şirketinden alıyor. Bu eğitim, Brezilya basını ve ABD’li spor yazarı David Zirin tarafından açığa çıkartıldı. “Blackwater Dünya Kupası Güvenliğine Neden Yardım Ediyor?” başlıklı bir makale kaleme alan Zirin, 2009’da açığa çıkan bir Wikileaks belgesine atıfta bulunuyor. Bu belgeye göre, Washington Brezilya’da Dünya Kupası ile bağlantılı olarak ortaya çıkabilecek krizlerin ABD’nin ülkenin iç işlerine çeşitli yollardan karışma fırsatları sunması beklentisi içerisinde. Zirin’e göre, Washington “Brezilya’nın içine düştüğü sefalet koşullarının oportünizm için gerekli alanı açacağını düşünüyor.”

Kapitalizmin mermileri Dünya Kupası’nın başlamasıyla çıkıyor namlusundan. Tıpkı ABD ile Serbest Ticaret Anlaşmaları’nın imzalanmasında olduğu gibi. Beş yıl önce Haziran ayında Peru’da sayısız protesto gerçekleştirilmiş, binlerce yerli Awajun ve Wambi Amazon arazisinde petrol-gaz çıkartılmasına ve ağaç kesimine karşı yolları kapatmıştı. ABD ile serbest ticaret anlaşması imzalayan Peru hükümeti protestolarla nasıl başa çıkacağını bilememişti, zira STA şartlarını karşılamak için ihtilaflı kimi imtiyazların verilmesi kararının altına imza atmıştı. 21 Temmuz 2009 tarihli Wikileaks belgesine göre, ABD Dışişleri Bakanlığı Lima’daki ABD Büyükelçiliği’ne bir mesaj gönderdi: “Kongre ve Peru Cumhurbaşkanı Garcia protestoları bastırmak zorunda, Peru-ABD arasında imza edilmiş serbest ticaret anlaşmasının böylesi sonuçları olması kaçınılmaz.” Dört gün sonra Peru devleti protestoları şiddetle bastırdı, çatışmalarda 24 polis, 10 sivil, toplam 34 insan öldü. Çatışma sürecinin ABD eliyle derinleştirilmesi işe yaradı ve serbest ticaret anlaşması planlandığı gibi açılan yolda ilerlemeye başladı.

ABD, bölgedeki emperyalist tarihinden ötürü, kötü şöhretli bir ülke. Ama Washington kendi arka bahçesinde at koşturan yegâne imparatorluk değil. Kapitalizmin, emperyalizmin ve günümüz sömürgeciliğinin küresel ve yerel güçleri, futbol stadyumlarından bakır madenlerine, tüm Latin Amerika genelinde iş başında.

Çin, bölgenin en zengin ülkeleriyle kurduğu aslî ticaret ortaklığı üzerinden ABD’yi geride bıraktı, Çin’in bölgedeki işlerinin önemli bir bölümü doğal kaynakların çıkartılması ile ilgili. Güney konisindeki birçok millete kıyasla, altıncı en büyük ekonomi olmakla Britanya’yı geride bırakan bir dünya süper gücü olarak Brezilya da emperyalist bir güç hâline geldi ve bölgenin doğal zenginliği, toprakları ve hidroelektrik enerjisini patlama yaşayan endüstrileri ve kendi nüfusunu beslemek amacıyla kullanıyor.

Kapitalizm birçok yüze ve müttefike sahip; bunlar sadece dünyanın kuzeyine ya da söz konusu ekonomi devlerine dayanmıyor. Sosyolog William Robinson’ın da yazdığı biçimiyle, “Latin Amerika’daki küresel kapitalizmin yeni yüzü ulusötesi kapitalist sınıfın safları kadar ulusötesi şirketler ve finansal sermayeyle de bütünleşmeye çalışan yerel kapitalist sınıfların güdümünde.” Meksika’dan Arjantin’e uzanan hat dâhilinde söz konusu yerel kapitalist sınıf, küresel düzeyde rekabet edebilme becerisine sahip yetmiş ulusötesi şirket tesis etmiş durumda.

İmparatorluğun ve sermayenin dostlarını Latin Amerikalı politik liderler arasında bulmak mümkün. ABD’nin uzun yıllar Latin Amerika’da casusluk faaliyeti yürüttüğü bilinen bir gerçek. Edward Snowden’in sızdırdığı belgelerin de açık biçimde ortaya koyduğu hâliyle, Şili’deki Michelle Bachelet yönetimi iktidara geldiği ilk dönem süresince toprak hakları için mücadele yürüten Mapuche yerlileriyle ilgili casusluk faaliyeti yürütmesi için ABD hükümetinden yardım talep etmişti. ABD 2012’de Paraguay’ın başındaki Fernando Lugo’ya karşı gerçekleştirilen darbeye destek olurken, Lugo görevinden uzaklaştırılmazdan önce, kendi topraklarına yönelik soya fasulyesi işleyen şirketin saldırılarına göğüs geren köylülerin bastırılması için kırsal bölgelerde olağanüstü hâl ilân etmişti.

Latin Amerika’daki birçok yerli halk için, çoğunlukla ulusötesi şirketlerle ittifak hâlinde olan devlet, yirmi birinci yüzyıla sömürgeci bir dünya görüşünü taşıyan aslî güç. Devlet bu görüşü özellikle madencilik, petrol ve gaz endüstrileri alanında doğal kaynakların çıkartılması noktasında yürürlüğe koyuyor. Ekvador’daki Quito San Fransisko Üniversitesi profesörü Manuela Picq’in ifadesiyle, “Toprağın madencilik için tek taraflı sömürüsü bugün Keşif Doktrini’nin bir devamıdır. Bu doktrin, Yeni Dünya’yı kimseye ait olmayan toprak (terra nullius) olarak kavramsallaştırmış, sömürgeci güçlere Amerika’daki arazilerin fethedilip sömürülmesi yetkisini vermiştir. […] Bugün ‘boş’ arazilere dair fikir, doğal maddelerin işlenmesine dönük uygulamalarda varlığını sürdürmektedir.”


Esasında madencilik alanında Kolombiya’nın kanunen tanınan yerlilere ait bölgelerin yüzde seksenine kimi imtiyazlar verilmiştir; Amazon kuşağındaki madencilik bölgelerinin 407.000 kilometre karelik kısmı yerli arazileri üzerindedir. Picq’e göre, doğal maddelerin işlendiği bu bölgelerle ilgili olarak, Peru’da 2006-2011 arası dönemde 200 eylemci katledildi, Ekvador’da doğal kaynakların özelleştirilmesini protesto ettikleri için 200 insan suçlu ilân edildi, 2010’dan beri Arjantin’de madencilik faaliyetlerine karşı çıkan 11 eylemci katledildi.

Madencilik endüstrisi ister devlet isterse özel sektör eliyle işletilsin, çevreyi de tahrip eden bir güç. Picq’in tespitiyle, Guatemala’daki Kanadalı Goldcorp şirketine ait Marlin Madeni 22 yıl boyunca bir ailenin kullandığı su miktarını bir saat içinde tüketiyor. Dünyadaki en büyük bakır üretimi yapan şirketin devletin elinde olduğu Şili’deki madencilik endüstrisi ülkedeki elektrik üretiminin %37’sini kullanıyor.

Kapitalizm, imparatorluk ve yirmi birinci yüzyıl sömürgeciliği Latin Amerika’ya çok uzaklardan geliyor ve kurbanlarının üzerine günbegün çullanıyor. Ancak bu güçler ayrıca Dünya Kupası’nda Brezilya güvenlik güçlerinin kullandığı biber gazı kapsülleriyle gerçekleştiriyor saldırılarını. Söz konusu saldırıda yerlilerin elindeki bölgelerde bulunan doğal kaynaklar sömürülüyor, serbest ticaret anlaşmaları kanla imzalanıyor.

Benjamin Dangl
12 Haziran 2014
Kaynak

20 Haziran 2014

, ,

Liberal Direniş'çiler ve Hizbullah


Hizbullah’ın İsrail’e karşı direnişi terk ettiği ve “dost Müslümanlar”la dövüştüğü iddiasıyla, kendi hayal kırıklıklarını dillendiren (sahte) solcu Arapların çocuksu tavırlarından bıktım usandım artık. Neymiş efendim, Hizbullah Suriye’de oynadığı askerî rol sebebiyle, “mezhepçi” bir sapma içerisindeymiş, Irak’taki kutsal mabetleri koruma niyeti ile Şam’daki Seyyide Zeynep Türbesi’ni koruması bu sapmanın deliliymiş, üstelik bir de Bush’un “teröre karşı savaş” söylemini benimsiyormuş.

İlk husus şu: Hizbullah’ın gerçekte İsrail’e karşı verdiği mücadeleyi terk ettiğine dair tek bir belirti bile mevcut değil. Bu zevata, İsrail’in Suriye’de savaş başladığından beri Lübnan’a hiç saldırıp saldırmadığını, saldırmışsa, Direniş’in bu saldırıya cevap verip vermediğini sormak gerekir. Bu kişiler, ayrıca İsrail Savunma Güçleri Generali Amos Gilad’ın “tüm İsrail bölgesini bugün tehdit etmekte olan roketlere mani olamadıklarını” ikrar eden cümlelerini de okumalılar. Bu aşamada, görece daha basit bir düzeyden şunu sormak da mümkün: bir kişinin kendi varoluşu için dövüşmesini doğası gereği şerefsiz ve kişiliksiz kılan nedir? Modaya uyup İntifada’dan yana saf tutanlar, gerçek bir direniş hareketinin herhangi bir grup veya yapının İsrail ile birlikte kendisine saldırdığında ve halkını, bölgesini tehdit ettiğinde diğer yanağını çevirmesi gerektiğine mi inanıyorlar? Ya da bilinçleri hâlihazırda dumura uğradığından, bu kesim, İsrail tarafından kullanılan, petro-dolarla beslenen tekfircilere geçit verse, ortada İsrail ile dövüşecek bir direniş hattının kalabileceğine mi inanıyorlar?

İkinci husus şu: Bu liberal Direniş’çilerin çocuksu Marksist hayallerine karşın, Hizbullah kendisinin seküler ya da sosyalist bir hareket olduğunu hiçbir zaman ilân etmedi. Hizbullah, kökleri İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi ile Velayet-i Fakih denilen Şii İslamî kavrama dayanan İslamî Şii bir harekettir. Bu itibarla, Hizbullah için Şiilerce kutsal kabul edilen mabetlere saygısızlık edilmesi önemli bir meseledir, tıpkı İslamî sembollere yönelik saygısızlığın yüz milyonlarca Müslüman için dert teşkil etmesi gibi. Bu, Hizbullah’ı mezhepçi bir örgüt kılmaz, zira dindarlık ve mezhepçilik, tekfirciler elinde sık sık üst üste binse de, birbirlerini karşılıklı dışlayan iki kavramdır.

Son husus da şu: Hizbullah İsrail’e “terörist” diyor ama bunu tekfirciler gibi yapmıyor. Bu sebeple örgütün “terörist” demesini yeni muhafazakâr ABD başkanının kullanımına benzetmek anlamsız. Ayrıca Hizbullah “terörizm” terimini kullanırken, bilerek ya da bilmeyerek, ABD’nin kullandığı söyleme başvurmuyor, zira bu söylem bütünlüklü, ideolojik açıdan sınırlandırılmış bir düşünce ve dil sistemini ifade ediyor, farklı aktörler için farklı kullanımlara sahip bir kelimeyi değil. Hizbullah tekfircilere “terörist” derken, bu terimi Direniş Ekseni’ne ait söylem çerçevesinde kullanıyor, onu kesinlikle Amerikan emperyalizmine ait bir senaryodan alıntılamıyor.

Emel Saed Gureyb

,

El-Kaide ve IŞİD


Irak’ın ikinci büyük kenti düştü. Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) Musul’u ele geçirdi. Bu noktada IŞİD’in işgal eylemlerini rakipleri nasıl okuyor? Nusret Cephesi ve Abdullah Azzam Tugayları liderleri dost cihadcıların zaferlerini dikkatle izliyorlar. IŞİD’in gerçekleştirdiği işgal eylemleri sürecek mi yoksa IŞİD Iraklı kabilelerce bir kez daha ezilecek mi?

IŞİD satha yayılıyor. Suriye artık kâfi değildi. Örgütün savaşçıları birkaç saat içinde Irak’ın ikinci büyük kentini silip süpürdüler. Örgütün emiri, Ebubekir Bağdadî, askerlerinin Suriye ve Irak genelinde savaşma kabiliyetine sahip olduklarını kanıtlamak istiyor. Örgüt tüm kapasitesiyle savaşıyor ve birçok cephede zaferler elde ediyor. Bu sebeple Bağdadî cihadcı ikizi, El-Kaide lideri Eymen Zevahirî ile yaşanan çatışma sonrası, bombalı feda eylemlerini başlatıp bu alana odaklandı. Saldırılar, en aşırı, saldırgan ve kanlı cihad örgütünün tüm dünyanın dikkatini çekmesini sağladı; geçenlerde örgütün sözcüsü Ebu Muhammed Adnanî, Bağdat’a saldırı için hazırlık yapılması çağrısında bulundu.

IŞİD savaşçılarınca tecrübe edilen aşırı öfori üzerinden, geride kalan cihadcı örgütler Bağdadî’nin ordusunun elde ettiği başarıları övmeye başladılar. Söz konusu örgütler, duydukları “büyük memnuniyet”ten ötürü kendilerini kutladılar. Kutlamanın sebebi, “halifelik” (İslam devleti) düşünü gerçekleştirmeyi amaçlayan küresel cihadın ana kollarından birinin genişleme imkânı bulmuş olması.

Lübnan’daki cihadcı grupların üyeleri, Irak’taki IŞİD zaferleri üzerinden birbirlerini kutladılar. “Birçok konuda onlarla anlaşamasak bile, IŞİD’in başarıları bizim için gurur ve şeref kaynağıdır.” Abdullah Azzam Tugayları mensubu bir militan meseleyi bu şekilde görüyor örneğin.

Nusret Cephesi destekçilerinin tepkisi de aynı şekilde. Onlar da IŞİD’in eylemlerini yakından izliyorlar. Cephenin bir üyesi, Iraklı Sünni askerlerin IŞİD eliyle serbest bırakılmasının kendisini şaşırttığını ifade ediyor. Bu şaşkınlığını şu şekilde gerekçelendiriyor: “IŞİD şeyhleri çok katı. Genelde düşman savaşçıları idam edilmesi gereken birer kâfir olarak görülüyorlar.” Nusret Cephesi üyesi sözlerine şu şekilde devam ediyor: “IŞİD, gerçekçi kimi dinî hükümleri dikkat almak suretiyle, bazı konularda müsamahalı bir tutum sergilemeye başladı.” Bu cephe üyesinin kanaatine göre, IŞİD kendilerini taklit ediyor artık. “Uzun zamandır IŞİD ‘kimi hükümler konusunda müsamahakâr bir yaklaşım sergiliyor’ dediği Nusret Cephesi’ni itibarsızlaştırması ardından, bugün IŞİD komutanları toplumsal gerçekliğin dayatması sonucu daha hoşgörülü olmak zorunda kalıyorlar.”

El-Kaide mensubu cihadcılar ve partizanlar bu analizi kullanarak şu tespiti yapıyorlar: “Eğer Irak’taki mevcut merhametsizliğini ve aşırılığını azaltmaz ise bu, IŞİD için ölümcül olacaktır.” Ancak onlara göre IŞİD kısa süre içerisinde Iraklı kabilelerle çatışma içerisine girecek. Bu noktada IŞİD ile aşırılığın dozunun düşürülmesi konusunda tartışma yürütüyorlar. Oysa IŞİD, uyguladığı sertliğin ve saldırganlığın zaferi getirdiğini düşünüyor. Bu da, enternasyonal cihad üyelerinin IŞİD ile kimi kabileler arasında eski hesapları kapatmak amacıyla bazı çatışmaların yaşanacağına dair endişelerini ifade etmeye itiyor.

Cihadcıların aldıkları keyif yaptıkları şakalara da yansıyor. Abdullah Azzam Tugayı’nın bir üyesi, “Eğer Musul IŞİD’in eline bu kadar çabuk düşmüşse, Lübnan’ın ele geçirilmesi için birkaç saat yetecektir.” diyor.

Nusret Cephesi üyesi bir komutan, Haziran 2013’te Zevahirî’nin yayınladığı mesajda dile getirilen vizyona atıfta bulunuyor. “Şeyh Eymen sahip olduğu irfanıyla gördü ki cihad yürüten insanların çıkarları Nusret Cephesi’nin Şam’da, IŞİD’in ise Irak’ta kalmasını talep ediyor.” Ona göre, “Zevahirî stratejik düşünüyor.”

“Eğer IŞİD ve Bağdadî’yi destekleseydik, örgüt tüm Irak’ı alırdı. IŞİD, Beşar Esad rejiminin devrilmesi sonrası Nusret Cephesi’nin yardımını talep edebilirdi. Ama hükmü Allah verdi, O kendi iradesini tatbik etti. Bugün görüyoruz ki mücadele alanı IŞİD ile Nusret Cephesi arasında süren çatışmanın sona erdirilmesi için uygundur.”

IŞİD ile süren çatışmalara son verme gayretleriyle ilgili Nusret Cephesi komutanlarınca verilen olumlu işaretlere rağmen Cephe üyeleri, Bağdadî’nin IŞİD’in “âdil bir İslam Halifeliği”ni kısa süre içinde ilân etmesini bekliyorlar. Bu ise, “IŞİD’in daha fazla bölgeyi ele geçirip, bu bölgeleri Malikî ordusundan kurtardığında gerçekleşebilecek bir ihtimal.”

Diğer yandan IŞİD içindeki Ebulkasım isimli Humuslu bir komutan şunu söylüyor: “IŞİD’in Nusret Cephesi’ne ya da başka bir örgüte ihtiyacı yok. Bizim devletimiz, kendi kardeşlerimizin de işbirliği kurduğu tüm dünya onunla savaşmak için birleşmesine karşın, zaferi tek başına elde etti.” Komutan, IŞİD’in başarılarını, “mağlubiyetçilerin cılız çığlıklarına karşı verilmiş bir cevap” olarak görüyor.

Ebulkasım, dünyadaki tüm Müslümanları İslam devleti”ne göç etmeye ve kâfirlerin topraklarını terk etmeye çağırıyor. Halifeliğin ilânıyla birlikte kendilerinin “İslam Halifeliğinin çekirdeği” olacaklarını, “henüz mutlak manada Halifelik aşamasına ulaşmadıklarını” ifade ediyor.

“Bugün halifeliğin önünde bir dizi engel var, büyük bir kalabalık bugün İslam’a karşı. Bu da daha fazla kanın akmasını gerektiriyor, inşallah, biz buna hazırız.”

“Halifeliğin işaretleri Irak’ta alınmaya başlandı. Bizler muhaciruna mensup aileler ve İslam devletini destekleyen insanlar olarak İslam’ın sinesinde yaşamak için çeşitli yerlerden göç etmeye başladık bile.” Ebulkasım’ın son cümleleri bu şekilde.

Rıdvan Murteza
Ahbar

20 Haziran 2014

,

Karl Marx ve Prenses Victoria

1879’da Kraliçe Victoria’nın en büyük kızı Victoria Adelaide Mary Louisa, Britanya kraliçesinin en büyük kızı ve (ileride Almanya imparatoru olup III. Frederick olarak anılacak olan) Prusya Prensi’nin eşidir. Hakkında çok şey işittiği için Marx’la ilgilenmeye başlayan prenses, onun kontrol edilmesi görevini Sör Duff’a verir. Londra’da yaşayan ünlü göçmen Karl Marx hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen prenses kimi raporlara göre Das Kapital’i bile okumuştur. Polise soruşturma için Marx’ı gözaltına alma emri vermek yerine kraliçe onu kontrol etmesi için Sör Mountstuart Elphinstone Grant Duff isimli bir siyasetçiyi görevlendirir. Siyasetçi Marx’ı Londra’daki Devonshire Kulübü’ne içki içmeye davet eder, Marx davete icabet eder ve 31 Ocak 1879 tarihinde üç saat süren bir sohbet gerçekleştirirler.

Marx’ın ağzı sıkılığın yürekliliğin bir parçası olduğunu düşündüğünü bilsek de, onun sonrasında, yapılan bu tartışmadaki görüşlerini ne ölçüde değiştirdiğini pek bilemiyoruz. Yapılan sohbetin önemli bir bölümü, Avrupa siyaseti, özelde de Almanya ve Rusya’daki gelişmelerle ilgilidir. Bu da sadece Marx’ın değil, Britanya dış politikasının da söz konusu konularla alakadar olduğunu göstermektedir. Duff Prenses’e ertesi gün şunu söyler: “Marx pek de sakıncalı biri değil, ileride onunla tekrar buluşmak beni mutlu edecektir.”

* * *

Karl Marx ile Buluşma Konusunda Britanya Kraliyet Ailesi

Mensubu Prenses Victoria’ya Özel Mektup

 

Sör Mountstuart Elphinstone Grant Duff

1 Şubat 1879

Madam,

Prenses Hazretleri, sizi görme şerefine en son nail olduğumda siz Karl Marx’ı merak ettiğinizi ve benim onu tanıyıp tanımadığımı sormuştunuz. Bu doğrultuda ben de onunla tanışma konusunda ilk adımı atmaya karar verdim ama buluşma konusunda düne kadar bir fırsat yakalayamadım, dün Marx ile öğle yemeğinde buluşup üç saat zaman geçirdik.

Marx, boyu kısa, ufak tefek biri, siyah bıyığı beyaz saçları ve sakalıyla karşıtlık arz ediyor. Yüzü az biraz yuvarlak, alnı biçimli ve dolgun. Gözleri haşin, ama gene de polisin edindiği kanaatin aksine, beşikteki çocukları yiyen birine asla benzemiyor.

Konuşmasından epey bilgili olduğu anlaşılıyor, eğitim görmüş bir kişi. Kıyaslamalı dilbilgisine oldukça ilgili. Bu özelliği onu eski Slav dillerine ve diğer alanlara yöneltmiş. Konuşurken mevzuu tuhaf biçimde değiştiriyor ve mizah anlayışı az biraz kuru. Bu tarzını, sık sık atıfta bulunduğu Hesekiel’in Prens Bismarck’ın hayatı ile ilgili çalışması, Dr. Busch’un kitabı ve Eski Ahit üzerine konuşurken de sürdürüyor. [G. Hesekiel, Das Buch vom Grafen Bismarck, Bielefeld ve Leipzig, 1869]

Pozitif ama öte yandan da epey alaycı bir isim. Herhangi bir coşkunluk emaresi göstermiyor. Geçmiş ya da bugünden bahsederken oldukça doğru fikirler ortaya koyuyor ama gelecekten dem vurduğunda görüşleri muğlâk ve pek de tatmin edici değil.

Anlamsız bir biçimde, Rusya’da pek yakında büyük bir çarpışmanın yaşanacağını öngörüyor ve eski kötü yapının artık taşıyamayacağı, onun tümden devrilmesine neden olacak, yukarıdan gerçekleşecek reformlar sürecinin devreye gireceğini düşünüyor. Yıkılan yapının yerini neyin alacağına dair bir fikri yok ama o, Rusya’nın uzun süre Avrupa’da herhangi bir tesirinin olamayacağını iddia ediyor.

Reform hareketinin sonrasında Almanya’ya yayılacağını ve mevcut askerî sisteme karşı bir ayaklanmaya dönüşeceğini iddia ediyor.

Benim, “iyi ama ordunun kendi komutanlarına nasıl başkaldıracağını düşünebilirsiniz?” soruma şu cevabı verdi: “Almanya’da bugün ordunun ve milletin neredeyse özdeş olduğunu unutuyorsunuz. Hakkında bir şeyler işittiğiniz bu sosyalistler herkes kadar eğitimli birer askerdirler. Sadece daimî orduyu göz önünde bulundurmayın. Landwehr’i düşünün, üstelik daimî ordunun kendisinde bile belirgin bir hoşnutsuzluk hâkim. Disiplindeki şiddet orduda birçok askeri intihara sürüklüyor. Bir askerin kendisini vurması ile bir subayı vurması arasındaki mesafe bir adımlık mesafedir. Bu tür örneklere kısa bir zamanda tanık olunmaya başlanacaktır.”

Bunun üzerine ben de şunu sordum: “Bugün Avrupalı yöneticiler silâhlanmanın azaltılması konusunda belirli bir anlaşmaya vardılar ki bu da halkın üzerindeki yükü büyük ölçüde hafifletecek. Bu noktada, ileride gerçekleşecek devrimi sizce ne tetikleyecek?”

Marx, “Avrupalı yöneticiler silâhlanmayı azaltamazlar” diye cevap verdi. Onlardaki korku ve kıskançlığın bunu yapmalarına izin vermeyeceğini söyledi. Ona göre, halkın üzerindeki yük daha da büyüyecek, yıkım sanatındaki gelişmeler için gerçekleştirilen bilimsel ilerlemeler durumu daha da kötüleştirecek, yıkım sanatı ilerletilecek ve her yıl maliyeti yüksek savaş makinelerine vakfedilecek. Bu fasit daireden kurtulmak mümkün değil. “Ülkenizde gerçek manada büyük bir sefalet yaşanmadıkça ciddi bir halk ayaklanmasının yaşanması imkânsız. Son beş yıl içinde Almanya’nın içinden geçtiği krizin ne denli korkunç olduğu konusunda bir fikriniz yok.”

Ona, “sizin devriminiz gerçekleşti zaten, cumhuriyetçi hükümet formu oluşturuldu. Sizdeki ve dostlarınızdaki o özel fikirlerin gerçekleşmesi için epey yol almak gerekecek.” deyince, Marx, “tüm büyük hareketler yavaş gerçekleşir. Sizin tarihinizdeki 1688 Devrimi, ileride her şeyin daha iyi olması için yürünen yolda atılan adımlardan sadece biriydi.” diye cevap verdi.

Yukarıdaki aktarımlarım, siz Prenses Hazretlerine, Karl Marx’ın Avrupa’nın yakın geleceğine dair fikirleri hakkında makul bir görüş kazandıracaktır.

Bu fikirler, hayalci ve o ölçüde de tehlikeli. Silâhlanmaya yönelik çılgınca harcamalara dair görüşleri hariç, zira silâhlanma açık, şüphe götürmeyecek biçimde tehlike arz ediyor.

Eğer önümüzdeki on yıl içerisinde Avrupalı yöneticiler, herhangi bir devrimle uyarılmadan, bu şeytanî güçle ilgili bir adım atmazlarsa, ben en azından bu kıtada insanlığın geleceği konusunda ümidimi keseceğimi söyleyebilirim.

Konuşma esnasında Karl Marx siz Prenses Hazretleri ve Prens’imiz hakkında belirli bir edep ve saygı çerçevesinde konuştu. Saygıyla bahsettiği mümtaz şahsiyetlere dair söz ederken bile dilinde acımasızlık veya öfke yoktu. Sözleri epey sert, eleştirileri demiri eritecek cinsten ama Marat’daki üsluptan eser yok kendisinde.

Enternasyonal ile bağlantılı korkutucu gelişmelere dair herhangi bir saygıdeğer kişi gibi konuştu.

Bir de, sürgünde yaşayıp devrimci birer isme sahip olan, ama isimleri ifşa edilen kişilerin çektiği sıkıntılardan bahsetti. Süreç içerisinde sefil olan Karl Nobiling’in İngiltere’ye geldiğinde kendisini ziyaret etmek istediğini, eğer böyle bir durum olsaydı, kendisini kabul edeceğini, zira Dresden İstatistik Bürosu çalışanı olarak kendisine bir kart gönderdiğini, istatistik hakkında onunla konuşmanın ilgisini çekeceğini söyledi ve “eğer beni ziyarete gelmiş olsaydı, benim için hoş olurdu!” dedi.

Tüm bu tespitlerimle birlikte, Marx’ın bende bıraktığı izlenim, başkalarının onunla ilgili görüşlerinin tam zıttı. Marx pek de sakıncalı biri değil, ileride onunla tekrar buluşmak beni mutlu edecektir. İster bunu arzulasın ister arzulamasın, dünyayı ileride altüst edecek olan o olmayacaktır.

Sör Mountstuart Elphinstone Grant Duff
1 Şubat 1879
Kaynak

18 Haziran 2014

,

Futbol Futbolculara

Milyonlarca işçinin greve gittiği, öğrencilerin üniversiteleri işgal ettikleri, Fransa cumhurbaşkanının ülkeden kaçtığı ve Fransa’nın devrimin eşiğine geldiği Mayıs 1968 Paris isyanından bahsederken futbolcular da unutulmamalı. Futbolcular o günlerde Fransız Futbol Federasyonu genel merkezini işgal edip aşağıdaki bildiriyi yayınlamışlardı:

* * *

“Bugün, tıpkı kendi fabrikalarını işgal eden işçiler ya da fakülte binalarını işgal eden öğrenciler gibi, Paris bölgesindeki muhtelif kulüplere mensup futbolcular olarak bizler de Fransız Futbol Federasyonu genel merkezini işgal etmeye karar verdik. Neden?

Amacımız, 600.000 Fransız futbolcuya ve onların dostlarına, onlara ait olan şeyi, futbolu geri vermek. Derdimiz, federasyonun başındaki piskoposların futbolculardan ve futbol dostlarından çalıp, spor dünyasının vurguncularının bencil çıkarlarına peşkeş çektikleri futbolu tekrar gerçek sahiplerinin kılmak.

(…) Artık, icra ettiğiniz sporun niteliğini muhafaza etmek ve aşağıdaki üç talebi yerine getirmek, siz futbolcuların, antrenörlerin, küçük kulüp yöneticilerinin, sayısız futbol taraftarının, öğrencilerin ve işçilerin eylemine bağlı:

1. (…) Futboldan kâr elde edenlerin ve futbolcuları horgörenlerin (600.000 futbolcunun kontrolündeki bir referandum aracılığıyla) derhal defedilmesi;

2. Futbolun, futboldaki çürümenin aslî sebebi olan patronların elindeki paranın vesayetinden kurtarılması.

3. Federasyon’un başındaki piskoposların asla dillendirmedikleri, devletin tüm diğer sporlarla birlikte futbola da eş ölçüde teşvik sağlaması.

Artık futbol sizindir; bu amaçla hepinizi tez elden, D’lena Bulvarı No: 60, Paris adresindeki Federasyon binasına çağırıyoruz; burası artık sizin evinizdir.

Birleşik gücümüzle bu eylemi gerçekleştiren bizler, bir kez daha futbolu, her zamanki gibi, neşenin sporu kılacak, tüm işçilerin inşa etmeye başladıkları yarının dünyasına ait bir spor hâline getireceğiz. Herkes D’lena Bulvarı No: 60’a!

Futbolcuların Eylem Komitesi
22 Mayıs 1968
Kaynak

12 Haziran 2014

Kadîm Devlet


Tüm burjuva partiler tek bir partidir.
[V. I. Lenin]


Tayyip ve ekibi, işine gelince AKP, işine gelince kadîm devlet adına konuşuyor. AKP, baştan sona yalan ve yalana göre kurgulanmış olduğundan, onun adına konuşulanlara takılmamak gerekiyor. Kadîm devlet içre ve onun için dilden dökülenler, düşmanın ölçü ve ölçeğini veriyorlar.

Kadîm devlet, sobanın üzerindeki kestaneleri elini yakmadan almaya mecbur. O, milliyetçilik, solculuk ve İslamcılık dairesinde hâlledilecek işleri gene onlara yaptırıyor. Yöntemi bu. Bu açıdan kadîm devlet, simetrik manada, kendine uygun bireyler örgütlüyor. Mülkün, hükmün ve gücün ilk ve son sahibi olarak gene mülkün, hükmün ve gücün ilk ve son sahibi olmak arzusundaki bireyleri devşiriyor. Bu bireyler, kimi zaman bayrak sallıyorlar, kimi zaman solcu nutuklar atıyorlar, kimi zaman da dinden-imandan söz ediyorlar.

Bu türden devşirilmiş bireyler olarak Tayyip ve ekibi, kendi adına konuşurken, kadîm devletle pazarlık yürüttüğünü zannediyor. Kitlesini buradan oyalıyor. Kadîm devlet adına konuşurken de emperyalistlerle pazarlık yürüttüğünü zannediyor. Mesele, pazarlık değil, pazarda olmak.

“Yeni Osmanlı” teraneleri, AKP adına ve onun için şişirilen balon. Musul’un IŞİD’in eline geçmesiyle Osmanlı balonunun patladığına sevinmek nafile. Ya da saldırı üzerinden, “İşte gördünüz mü, IŞİD’in AKP ile bir ilişkisi yok” demek de saçma.

Tekraren: AKP ideologları, devletle AKP arasındaki silikleşmiş açıya işaret ediyorlar hep. Devlet, bu militanları besleyip sahaya sürüyor; AKP’liler de, “bizim ilişkimiz yok ki, biz başka bir İslamcı gelenekten geliyoruz” diyorlar. Osmanlı da IŞİD de kadîm devletin ideolojik ve politik hamleleri olarak okunmak zorunda. AKP, basit bir icracı.

* * *

Faşizm, içte patlayan emperyalizm; tersten, emperyalizmse dışarıda patlayan faşizm. Emperyalizmin ve faşizmin ayrıştırılması, teorik ve pratik bir hata. Hatanın nedeni, emperyalizme ve faşizme mecbur olan kadîm devlete karşı örgütlenememek. O vurdukça, öbür tarafa kaçılıyor. Kaçılırken, emperyalizmin ve faşizmin örgütlendiği kitlelerle ilişki de kesiliyor. Emperyalizm ve faşizm, özel kimi tarihsel bireylerin adıyla anılabiliyor ancak. İç ve dış ayrımında ülke ve ülkenin ruhu olan kadîm devlet, kendisini var kılmak durumunda. Bunun için iki sopanın da tetikte tutulması lazım.

CHP, MHP ve AKP, faşizmin ve emperyalizmin teşkil ettiği yapılar. Başkası mümkün değil. Bu partiler, mazlum milletlerin, emekçilerin ve Müslümanların kanı ve teri üzerine kurulu putlar. Tarihsel bireylere abanmak, o putların altındaki kanı ve teri de asla örgütleyemiyor. Zira sadece milletten, emekçiden ve Müslüman’dan kaçan bireylere seslenebiliyor.

Sol, bölük pörçük hâliyle, bekası adına, bir kısmını CHP, bir kısmını MHP bir kısmını da AKP putunun yanına yolluyor aslında. Bu putlara sallanan kılıcın, Mustafa Kemal, Türkeş ve Tayyip gibi şahıslara vurarak keskinleşmesi mümkün değil.

AKP, içte emperyalizmin; dışta faşizmin oyuncağı, buna mecbur.

* * *

IŞİD, Irak “derin devlet”i özünde… Baas’ın bir dönemin örgütlediği “Sünni” aşiretlere örgütlenen “çakma El-Kaide”. Irak devleti, “tevhid” bayrağı arkasına saklanarak ilerliyor çöllerde. Bu yapıların Musul’a saldırısı bir anlam ifade etmiyor. IŞİD’in AKP ile kurduğu organik ilişki, “gerici, İslamcı, premodernist” olan kendinden menkul bir yapının değil, kadîm devletin kurduğu bir ilişki.

Bu sebeple, “IŞİD gibi örgütler, toplumsal desteklerini ancak Afganistan gibi üretim ilişkilerinin en az geliştiği bölgelerde sürdürebilirler, bunun dışında ya değişmek ve giderek modern dünyaya ayak uydurmak zorundalar, küresel iktisadi ilişkiler yüzünden ya da yok olacaklar” [Hakan Gülseven] demenin anlamı yok.

Çünkü bu cümle, kendisinin değiştiğinin, modern dünyaya ayak uydurduğunun kabulünü ifade ediyor. Bu da, “emperyalizm işbirlikçisi hükümetlere ve fakirliğe isyan hâlinde olan kitleleri örgütlemeyeceğim”den başka bir anlama gelmiyor. Böylelikle, “küresel iktisadî ilişkiler yüzünden” yok olmayacak bir örgüte işaret edilmiş oluyor.

IŞİD gibi yapılar, ancak vekâlet savaşı verebiliyorlar. Britanya ve Sovyetler ilişkilerine göre kurulmuş ülkelerin tüm dinamikleri, ABD-AB geriliminde, gene sahaya yerleştiriliyor ve bu aşamada IŞİD’in akıttığı kan, yağ niyetine, kurulan çarklara dökülüyor. Tayyip de Antikapitalist Müslümanlar’a saldırırken, o aynada, kendisini görüyor ve esasında “piyon” olduğunu dile döküyor.

* * *

Emperyalizmden ve faşizmden ari, bağışık, münezzeh bir kadîm devlet geleneği, bir hayalden ibaret. Özünde devlet-i cedid, emperyalizme ve faşizme vuran mazlum ve sömürülenlerin bağrında filizleniyor.

AKP, tam da bu “devlet”e karşı. O, “Sovyetler’e karşı ABD’nin yanında olmak farzdır” diyen gelenekten geliyor. IŞİD ile İslamî değil, kadîm devlet ideolojisi ile ilişki kuruyor. Türkiye’nin metaforu olarak İran ile Türkiye’nin metaforu olarak Irak ve Suriye ile kurulan ilişki, farklı iki ideolojinin kapışmasını ifade ediyor. Altı kazındığında, Türkiye bu süreçte kendisini tahkim ediyor. Yansıması Lice oluyor.

Aşağısında Musul, yukarısında Lice arasına sıkıştırılmış bir jeopolitikadan söz etmek gerekiyor. Bugün AKP ideologları, Musul’daki Türk Büyükelçiliği işgali ve şehirdeki IŞİD varlığına dair sözlerine, “Irak’ta on yıldır kaos hâkim” diyerek başlıyorlar. Bu, niyeti de ifşa ediyor. Farklı bir denklemde tesis edilen Irak, Türkiye’nin metaforu olarak, ülke üzerinden, inşa ediliyor. ABD-AB’nin bölgedeki varlığı, bunu emrediyor.

Musul-Lice arasına sıkıştırılmış jeopolitikayı, başka bir açıdan, Okmeydanı üzerinden de okumak mümkün. Lice, diğer bölgelere açılan kapı ise, Okmeydanı da öyle görüldüğü için saldırıya maruz kalıyor. Kitlelere, halka açılmayan bir direniş hattı, içe büzülüyor, neticede devrimci oluş, boğuluyor.

Okmeydanı’na kurulan direniş hattının, arazinin menkul değerini yükselten güçlerin semti yutabilecek kolay lokma kılmaya çalışmasına dair bir yan var. Barikatın iki tarafı keskin, bu bilinmeli. Bu açıdan, mücadelenin her katla, her dinamikle, mevzii terk etmeksizin, belirli bir ilişki içerisine sokulması zorunlu.

* * *

Bugün solda, Okmeydanı ve Lice’yi kendisine, gelecekteki varlığına asla yakıştırmayan bir damar, güç kazanıyor. Barikatı kıstırıcı, boğucu bulan, onun düşmana göre kurulduğunu söyleyen, mücadelenin zamana yayılmasını öğütleyen, mekânın örgütlenmesini acizlik olarak gören bir eğilim bu.

Şiddet sınır çekiyor, mekânı bölüyor; zihinlerde, bilgide bölünmemiş zaman tasavvuru fısıldıyor kulaklara: “O mekânın bölünmesine izin verme!”

Dolayısıyla, “bu hislere ve bu hislerin tetiklediği çağrıya kapılarak geliştirilecek politik tavır, hızlı bir şekilde politik olmaktan çıkma tehdidi taşıyor” deniliyor.[1] Politika, zamana konulan hükme indirgeniyor. Mekânda süren savaştan kaçılıyor. Politikaya dair tanım, bir hüküm koymayı da içeriyor. Aslında bu cümlenin yazarı, “karşı-polislik” yaptığını söylediği devrimcilere saldırarak, “zamanın efendisi” adına konuşmuş oluyor. Semti devrimcilerden temizlemeye yemin etmiş polisin yanına oturuyor.

İçteki emperyalizm, mücadeleyi zamana; dıştaki faşizm, mekâna hapsediyor.

* * *

Bilgi ve silâh, önde ve önce olmanın mutlak olabileceğine dair bir yanılsamayla birlikte geliyor. Bilgi zamana; silâh, mekâna dair öncelik ve öndelik fikri sunuyor. Bu bilgi ve silâh da, doğal olarak, ancak belirli özel bireylerde olabiliyor.

Silâh, düşmanı belirli bir mesafede tutma ve onun hamlesini önceden kestirebilmeyle ilgili. Bilgi, bu işi zaman; silâh, mekân üzerinden yapıyor. Zamansal-mekânsal oluş ve eylem dâhilinde, ikisinin ortak olanda buluşması zorunlu.

Elinde silâh olan, yazdığı yazıda Gezi’yi küçümsüyor, onu belirli bir yere zorluyor, hatta Ethem’in kurşunla katledildiğinden bile bahsetmiyor. Silâhla mesafe koyabilme becerisini, bilgiyle mesafe koyma üstatlarına dayatıyor. Tersinin de geçerli olduğunu görmek gerek. Silâhtan haberdar olanlar, onu bildiğini zannedenler için elinde gerçek silâh olan, “çizgi roman” ya da “masal” kahramanı derekesinde. Bir tür asa gibi görülüyor silâh.

Elinde bilgi olansa, yazdığı yazıda, Lice’yi değersizleştiriyor, ona kendince ideolojik bir anlam yüklüyor, hatta Lice’de kalekol yapımını protesto eden kitleye açılan ateş neticede katledilen Medeni Yıldırım’ı kendi zamansal varlığına ait bir renk kılıyor. Gezi denilen zamansal yürüyüş, Lice’yi talileştirip soğuruyor, ancak bu kadarına tahammül edebiliyor.

Bu koşullarda kadîm devlet, içte ve dışta, farklı pozisyonlar alabiliyor. Sağ ve sol, tüm yönleriyle, mevcut kadîm devlet, AKP gömleğiyle, emperyalist ve faşist birikimin gereğini yapıyor.

Emperyalizm zamana; faşizm mekâna abanıyor. İlki mekâna, ikincisi zamana hükmettiğini zannediyor. Nazilerin tüm birikimi, belli odaklarda emperyalizme örgütleniyor, bu birikim dönüştürülerek Latin Amerika, sonra da Ortadoğu’ya taşınıyor. İstihbarat ve kontrgerilla faşizmin üzerinde yükseliyor. Alman, İtalyan ve oradan Amerikan kadîm devleti bu unsurları sahaya sürüyor.

IŞİD, bölgenin SA’ları olarak ilerliyor. Örgütün Saddam’la tanımlı kılınmış BAAS’çı “derin devlet”in güdümünde olduğu açık. Burada İran-Hizbullah hattına karşı örgütlenen bir kesim, Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerin bekaları adına, sahaya sürülüyor. Her SA gibi, yani evi kuran her balta gibi, ev inşa edilince kapı dışarı/tasfiye edilmek zorunda. Berzani ve petrol ile kurulan ilişki, IŞİD’i çağırıyor. Lice’yi Musul’dan ayrı düşünmemek gerekiyor.

Eren Balkır
11 Haziran 2014

Dipnot:
[1] Deniz Yonucu, “Gazze Üzerinden Okmeydanı’nı Düşünmek”, 8 Haziran 2014, Evrensel.

07 Haziran 2014

, ,

Lady Macbeth'in Gözyaşları


Suriye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili olarak batılı devletlerden duyduğumuz “resmî” tavır, hakikatten çok da uzak değil. Ancak hakikatteki sorun şu ki, söz konusu tavır bakanın farkındalığı ve çıkarlarına bağlı olarak, gördüğümüze, daha doğrusu, görmek istediğimize göre değişmektedir.

Yaşanan şiddetin, ölümlerin ve yıkımın orta yerinde, Suriye’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri, diğer her türden seçim gibi, pek de olağan koşullarda yapılmadı. Dünya üzerinde tek bir dürüst demokrasi müdafisi yoktur ki bu gerçeği inkâr etsin.

Aynı zamanda hiçbir demokrasi müdafisi, mevcut politik rejime yönelik tatminkâr bir seçenek temin etmek amacıyla gerçekleştirilen, elbette batılı sömürgecilerin dayatması sonucu, bir biçimde akamete uğratılan isyanı müteakip aylarda politik sahneye hükmeden eşkıyaları, tekfircileri ve zalim rejimlere ait paralı askerleri de kabul etmeyecektir.

Suriye rejiminin, (ne kadar kırılgan olursa olsun, mevcut Tunus modeli hariç) Arap dünyasındaki diğer rejimler gibi özgürlük, çoğulculuk ve iktidarın intikal etmesi gibi kimi temel ilkeleri göz ardı ettiği elbette ki doğrudur. Ancak barışçıl bir değişim gerçekleştirme şansı halktan çalınmış, onlarca yıl süren ilerlemeye dair düşlerimiz, tıpkı Bingazi’den Kahire’ye dek, gözlerimizin önünde ne yazık ki un ufak olmuş olan değişime dair yanılsamalarımız gibi, silinip gitmiştir.

Evet, Suriye rejimi bugün hem oyunun hem de katılımcıların kural ve koşullarını kontrol eden yegâne oyuncudur. Ancak rejim, bölgede halkın en iyi çıkarlarının peşine düştüğüne kimsenin inanmadığı çok sayıda güç eliyle yürütülen küresel bir savaştan muzaffer çıkmış bir rejimdir.

Batı, bize demokrasi hususunda vaazlar verirken, bir yandan iyi ile kötüye dair değerlendirmeyi tekeline almakta bir yandan da kanlı stratejik çıkarlarıyla medenî barışçıl değerleri meczetmektedir. Ama bugün, Batı’nın mağlubiyeti nihaî olarak kabul etmesi gereken bir gündür.

Bugün, Lady Macbeth’te olduğu gibi, Suriye’de savaşan Batılı “cihadcı” savaşçıların yurtlarına geri dönmesiyle, Batı kendi kâbusunu yaşamaya başlamıştır.

Her şeye rağmen, Suriye’de kurulan seçim sandıklarının dinlemek isteyene söyleyeceği çok şey vardır. Esasında halkın önemli bir kesimi sivil hayatı yeniden keşfetmekte ve iki kötü arasından daha az kötüsünü seçmektedir.

Suriye halkının bu kesimi, politik çözüme oy vermiş, kendisini uçuruma sürükleyen sahte projelere karşı çıkmıştır. Halk, bir zamanlar inandığı ölümcül yanılsamalara bugün itiraz etmiştir.

Suriye seçimleri, bölgedeki iklim değişikliğinin bir işaretidir. O, Batı eliyle katledilen “Arap Baharı”nın sonudur.

Pierre Abisaab
5 Haziran 2014
Kaynak

03 Haziran 2014

Yuri Koçiyama

Şiddet, isyan ve savaş halkın hakkıdır. Birleşik Devletler ve Batılı güçlerin üçüncü dünyaya yaptıkları göz önüne alınırsa, üçüncü dünya halklarının savaşması zorunludur.
[Yuri Koçiyama]


Uzun ömrü boyunca kadınların cinsiyet dışında sınıf ve etnik kimliklerin de etkisinde olduğuna dair görüş üzerinden ciddi bir gayret sarfetmiş olan Yuri Koçiyama 93 yaşında, Kaliforniyada 1 Haziran Pazar günü vefat etti.

Akrabası Tim Toyama’nın ifadesiyle, “O kesinlikle zamanının ötesinde bir isimdi, bizler sadece ona yetişmeye çalıştık.

Kaliforniya’da doğduğunda Mary Yuriko Nakahara ismini alan Koçiyama adaletsizlikle daha evdeyken tanıştı. Babası, Japonların Pearl Harbora gerçekleştirdikleri saldırı sonrası ilk tutuklananlar arasındaydı:

“Babam balıkçılık işiyle uğraşıyordu. Bu nedenle devlet ilkin balıkçılara vurdu, çünkü o balıkçıların denizi bildiğinden haberdardı, dolayısıyla eğer Japon gemileri yakınlaşırsa, Amerikadaki Japon balıkçıların Japonlara yardım edeceğini düşündü. Oysa Amerikadaki Japonlar, henüz Amerikalılaşmamış ilk nesil Japonlar bile, aslında epey Amerikalıydılar. Ama gene de Japonlara yönelik şüphe çok güçlüydü. Günün sonunda tüm Japonlar dostlarına şunu soruyorlardı: Eve gelip birileri anneni ya da babanı götürdü mü?’[…]”

O dönemde Koçiyama’nın babası ülser ve diyabet tedavisi görüyordu. Ama resmî makamlar ailenin ilâç tedavisi isteğini geri çevirdiler ve baba 43 gün hapiste kaldığı dönemde tek ilâç alamadı ve Ocak 1942de öldü.

Bir ay sonra, 9066 sayılı kararnamenin yürürlüğe konulması sonrası Koçiyama ve ailesi 120.000 Amerikan yurttaşı Japon ile birlikte Arkansastaki Jerome Kampı gibi bir dizi enterne kampına yerleştirildi. Kız torunu Maya Koçiyama, 2010da kamptaki hayatı şu şekilde anlatıyor:

“Bu tecrit koşullarında serbest kalacaklarına dair sarsılmaz bir inanç içerisindedirler. Soluk, sıkışık barakalarda kalan Amerikalı Japonlar durumlarını biraz olsun iyileştirmeye çalışırlar, odun parçalarından birkaç küçük eşya yaparlar, manzarayı az da olsa güzelleştirmek için çiçek ekerler, çarşaf, masa örtüsü ve perde dikip ellerindeki sınırlı mahremiyeti artırmaya çalışırlar.

Yuri o dönemi şu şekilde anmaktadır: Kısa sürede hayatta kalma konusunda elimizdeki en güçlü silâhların, takım çalışması, işbirliği ruhu, el becerileri ve başkaları ilgili kaygı duymak olduğunu öğrendik.

Kamp deneyiminden Yuri’nin öğrendiği bir şey de kendisinin ait olduğu Amerikalı Japon toplumu ve Amerikalı Japon kimliği olur. Kampa gittiğimizde kendi halkımı tanımaya başladım. () Japon olduğum için gerçekten gurur duyuyordum.

Yuri’de dil bulan bu düşünceler tümüyle Amerikalı’ olarak yetişmiş ve kendisini Japon geçmişiyle tanımlamayan ikinci nesil Amerikalı Japonlarda da yankısını bulur. Kendi ülkesinin ihanetine uğramış ikinci nesil Japonlar (Nisei) Japon kültürünü öğrenmeye ve Japon kimliğini benimsemeye, hatta hiç görmedikleri Japonyaya geri dönme kararı vermeye başlarlar.

Hapis ve savaş koşullarının orta yerinde Yuri yârine kavuşur; sonrasında kocası olacak yakışıklı, karizmatik bir Nisei askeri olan Bill Koçiyama ile tanışır. Hayatının aşkı olan Bill, Tüm Amerikalı Japon Muharebe Timi 42. Alay’ın bir üyesidir, söz konusu dönemde Mississipideki Shelby Kampı’nda eğitim görmektedir. Sonrasında Bill savaşa, Avrupaya gönderilir.

Çift, savaşın sona ermesi ve ailesinin kamp cezasının bitmesi ardından, 1946da evlenir ve New Yorka taşınır. Ancak birkaç on yıl sonra Koçiyamalar 1988 Sayılı Temel Haklar Kanununun imzalanmasına yol açan bir halk hareketinin içinde bulurlar kendilerini. Bu kanun üzerinden ABD hükümeti geçmişte kurulan kamplardan ötürü özür dilemekte, kamptan kurtulan her bir kişiye 20.000 dolar tazminat ödenmesini öngörmektedir.

Yuri Koçiyama doğuya yaptığı yolculuk sonrası eylemcilik dünyasına adımını atar.

“Evimiz tıpkı aralıksız ayin yapılan kiliseler gibiydi.” Koçiyama’nın en büyük kızı Audee Koçiyama-Holman’ın ifadesiyle, ev Siyahların ve Porto Rikoluların toplandığı bir mekân hâline gelir.

Dört yıl sonra çift, Harlem’deki Manhattanville Barınma Evleri’ne taşınır ve yereldeki Ebeveynler Komitesine katılır. Üç yıl sonra devlet okullarının boykot edildiği süreçte aile Audee ve kardeşlerini Harlem Özgürlük Okuluna kaydettirir. 1963te Yuri ve en büyük oğlu Billy, Brooklyndeki Downstate Tıp Merkezi inşaatında çalışan Siyah ve Porto Rikolu işçilerin yaptığı gösteride 600 kişiyle birlikte gözaltına alınır.

Yuri, aynı yılın Ekim ayında Malcolm X ile tanışır. Brooklyn Adliyesinde yargılandığı esnada Malcolm’ın elini sıkma fırsatı bulur ve ona yönelik eleştirilerini dillendirir:

“Sizin yaptıklarınızı takdir ediyorum ama bazı görüşlerinize katılmıyorum. der Malcolma. Malcolm da karşılığında şunu sorar: Hangi görüşüme katılmıyorsun? Yuri şu cevabı verir: Entegrasyon konusundaki sert duruşunuza.

İlk tanışma anı pek hoş olmasa da ileride ciddi bir dostluğun başlamasına neden olur. Malcolm’ın İslam Milletini terk edip, Yurinin de iştirak ettiği, Afrikalı-Amerikalıların Birliği Örgütü’nü kurması sonrası bu dostluk daha da pekişir:

“O yıl Yuri Malcolm’ı, atom bombasına maruz kalmış bir grup insanla (hibakuşa) tanıştırmak için evine davet eder. Hiroşima-Nagazaki Dünya Barış Heyeti ile birlikte seyahat eden bu grup, Amerikada en çok Malcolm X ile tanışmak istemektedir. Yuri, Malcolm’ın geleceğinden pek emin değildir ama program başladığında birden kapı çalar. Karşısında, birkaç korumasıyla birlikte Malcolm X durmaktadır.

Yuri, o akşam Malcolm’ın sarfettiği sözleri gayet iyi hatırlamaktadır. Malcolm, atom bombasından kurtulan Japonlara bombanın açtığı yaraları görüyorum, Harlemde de ırkçılığın açtığı yaralar var. Devamında Malcolm, siyah milletlerin Asyada Avrupalılarca sömürgeleştirilmiş halklarla ortak bir tarihi olduğundan söz eder ve şu tespitte bulunur: Vietnam halkının mücadelesi Üçüncü Dünyanın mücadelesidir, bu mücadele emperyalizme karşı bir mücadeledir. Yuri, ertesi gün bile Malcolm’ın sözlerinin etkisinden çıkamaz.

Audee’nin ifadesiyle, ‘Malcolm, Amerika’daki ırkçılığın sahip olduğu derinlik konusunda Yurinin gözlerini açan isimdir. Belli bir noktada Yuri sadece insan haklarına inanmakla kalmaz, ayrıca bunun ötesine geçerek, ülkede ve dünyada hüküm süren politikaya bakar. Yuri, ayrıca Malcolm’ın kendini paraya satmaya karşı koyan, her şeyi değiştirmeye içten bir arzu duyan yanına saygı duyar. Oaklanddaki Doğu Sanatları İttifakı’nın işlemesi konusunda kendisine yardım eden, aile dostu Greg Morozuminin ifadesiyle, Malcolm, genel politikayla ve toplumsal yapıyla asla uzlaşmamanın bir sembolüdür. O, siyah halkın kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmekte ve her şekilde teslim olmaya karşı koymaktadır.

Malcolm, Afrika seyahatinde Koçiyama ailesine dokuz ayrı ülkeden on bir kartpostal gönderir. Birinde Malcolm şunları yazar: Hâlâ seyahat etmeye ve ufkumu genişletmeye çalışıyorum, zira bağnaz insanların başa ne tür belâlar açtıklarını gayet iyi biliyorum. Kardeşiniz Malcolm X. ()

21 Şubat 1965te Yuri ve kocası, Malcolm Xin konuşması esnasında vurulduğu Audubon Dans Salonundadır. Life dergisi, sadece onun ölümünü değil, son anlarında Yurinin de Malcolm’ın yanında olduğunu görüntülemiştir.

“Ona, ‘lütfen Malcolm, lütfen hayatta kal’ dedim. Ama çok fazla kurşun yemişti. Sahnenin üzerinde çok sayıda insan vardı. Gömleğini yırttılar ve kaç kurşun saplandığını gördüler. On üç kurşun saydılar. En belirgini, çenesine saplanmış olandı. Yüzünde bir kurşun vardı, göğsü ise delik deşikti.[]


Koçiyama, Malcolm’ın vefatı sonrası çalışmayı bırakmaz; Yeni Afrika Cumhuriyeti’ne, İspanyolların Harlem’i olarak bilinen Porto Gençler Partisi’ne ve Asyalı Amerikan Eylem Birliği’ne katılır. “Duvarlar değil, köprüler inşa edelim” sözü nesiller boyu eylemcilerin ilham aldığı bir slogana dönüşür.

Bugün Yuri’nin ışığının çekilmesiyle dünya biraz daha karanlık. Ama bence Yuri de vefatı sonrası bizim yasımızı, kendimizi yeniden mücadeleye vakfetmemek, görevlerimizi yerine getirmek, birbirimizden öğrenmek ve savaş çığlıklarımızı asla susturmayacağımıza dair yemin etmek suretiyle tutmamızı isterdi.

Arturo R. García