04 Mart 2016

Fetret


İnsan yaradılışını ve onun zihin ürünlerini incelerken şu kanıya vardım: tarihsel gerçek bir kez oluştu mu, ne ise o olması nedeniyle (örneğin olduğu şey olan ve olduğu şey olduğu için, öyle olmaması ya da başka türlü bir şey olması olanaksızlaşan bir kimya elementinin zorunluluğundan) hiç farklı olmayan bir zorunluluk niteliği kazanıyordu.” 

[Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, s. 10, TTK Basımevi, Ankara, 1988]

 

Yukarıdaki alıntı, aslında siyasal-felsefi-bilimsel bir özet. Siyasal yanı modern ulus devlete, felsefi yanı aydınlanmacılığa, bilimsel yanı da pozitivizme karşılık gelmektedir.

Suat Sinanoğlu, zaten bu alıntıyı yaptığımız Türk Hümanizmi adlı çalışmasında, Kemalizm’in siyasal-felsefi içeriklendirilme örneklerinden birisini, hatta Kemalizm’in ana omurgasını oluşturan içeriklendirme örneğinden birisini sunar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş zemini, nesnel olarak da alıntıda ortaya konan zemine dayandırılarak yapılmaya çalışılmıştır. Özcesi, topluma dışsal bir ilke aracılığıyla verilen düzenleme tarihselleştiğinde, olduğundan başka türlü olamayanın (kimya elementi) taşıdığı kesinlik ve mutlaklık sağlanabiliyordu.

Dışsal ilkeyi veren dışsallık alanı, evrensel olarak belirlenen ilkelerle iş gördüğü varsayılan akıl alanıydı. Akıl alanını topluma dışsallaştıran (ve aşkınlaştıran) koşul, aklın insan toplumuna dışsal bir güç oluşu ile değil, aklı kurduğu iddia edilen ilkelerin dayandığı zemini pozitivist yöntemle kavrama ile ilgiliydi. Yöntem, tarihsel gerçek bir kez oluştuğunda, topluma yedirilen ilkenin toplumun doğal-maddi parçası olduğunu varsaymaktaydı.

Yöntem, elbette ki tümüyle hakikatsizlik içinde değildir. İnsan toplumları, sentetik müdahaleyle değişme olanağına sahiptirler. Bir yanıyla buna insan da sahiptir. Ancak hem yöntem, hem de yöntemin dayandığı siyasi-felsefi zemin, mutlaklık ve kesinlik karakteri taşıdıklarını varsaymaktadırlar.

Heidegger, batı metafiziğinin temel belirlemelerinden birisi olan özne-nesne denklemine karşı çıkmaz, o, bu denklemin hakikatin bütünü olarak belirlenmesine karşı çıkar. Pozitivist yöntemde karşı durulması gereken de budur. İnsan toplumları sentetik müdahaleyle değişme olanağına sahiptir, ancak insan toplumları diyalektiğe de sahiptir. Bu diyalektik, insan toplumlarını doğa determinizminin zorunluluğundan özerk bir biçimde, tarihselleştiği oranda kesinlik karakterine sahip ama mutlak olmayan ve asla fen bilimlerinde elde edilecek sonuçlara benzemeyecek olan doğal, içkin işleyişler ve usullerle devindirir. Türk ulus devleti deneyiminde gördüğümüz budur.

Evet Türk ulus devlet modeli varsaydığı zeminin öznesini tutturmuştur. Demokratik, laik, hukuk devletine yalnızca vatandaşlık kimliğiyle bağlı ve bu hukuk bağlamında Türk ulusunun üyesi, her türlü dinsel, kimliksel, mezhepsel, sınıfsal yani tarihsel bağlarından soyundurularak yerleştirildiği kamusal alanın hukuk önünde herkesle eşit parçası. Bugün bu zeminin tam da tanımlandığı gibi parçası olduğunu varsayan birey Türkiye’de vardır. Ancak toplum diyalektiği karşımıza, bu fenomenin yanında başka fenomenler de çıkarmıştır. Bu sentetik müdahale, doğal-içsel-tarihsel dirençlerle karşılaşmıştır.

Türkiye coğrafyasında bugün karşılaştığımız sorunları yaratan iki tarihsel direnç vardır. Bunlardan birisi İslam diğeri de Kürt kimliğidir. Evet Türk ulus devleti varsaydığı zeminde, örneğin tarihsel kimliğinden soyunarak, kamusal alanın saf özne vatandaşlığı kimliğini içselleştirmiş Kürt yaratmıştır. Ya da kamusal alanın seküler formuyla uzlaşmış bir müslüman yaratmıştır. Ama diğer yandan, bunu yaratamadığı bir Kürt ve müslüman da vardır. Çünkü bu tarihsel kimlikler oluşmuş tarihî gerçeklerdir ve cumhuriyetçi modeli de içeren liberal demokrasi, öznenin bu bağlarını, diğer öznelerle çatışmasına olanak tanıyacak kategoriler olarak gördüğü için onları saf kamusal alan belirlemesi içinde eriterek çözmeye çalışmıştır. Ancak tarihsel deneyim, toplum diyalektiğinin buna direnç gösterdiğini, doğal tarihsel kimliklerin dışsal bir alan üzerinden belirlenen ilkelerle bütünüyle formatlanamadığını görünür kılmıştır.

Türk ulus devleti deneyimi, bugün tarihinin en derin kriziyle karşı karşıyadır. Yukarıda ortaya koyduğumuz çerçeve bağlamında kendi siyasal-kamusal organizasyon formunda tamamıyla eritemediği iki fenomen, yani dinsel kimlik olarak İslam ve ulusal kimlik olarak Kürtlük, bugün onu büyük bir fetrete sürüklemiştir. Cumhuriyetin seküler siyasi zeminine tepki olarak doğan ve büyüyen İslamcı siyasi gelenek, genlerine liberalizmi şırınga ederek, hem dünya sisteminin icazet verebileceği sınıra yerleşmiş hem de modern Türk ulus devlet yapısının tamamıyla çözemediği bir siyasal sorun formu olarak statükoyla içeriden bağlanma yoluyla evrimleşebilme ihtimali denenmiştir. Ancak hem dış hem de iç koşulların etkisiyle devasa bir güç ve meşruiyet sağlayarak evrimleşme sürecini devam ettirmeyi değil, devletin yapısını değiştirmeyi siyasal gündemine almıştır.

Fetretin ne menem bir boyutta olduğu, Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar ve Erdem Gül kararından sonra iktidarın farklı kliklerinden gelen açıklamalarla ortaya çıkmıştır. Üstelik fetret yalnızca iç fetret olarak sürmemekte, hem Kürt hareketi hem de Suriye üzerinden dış fetret olarak da seyretmektedir.

AKP, Türk sermayesinin gelişmesine paralel olarak, onun emperyal içgüdülerinin oluşmaya başladığını görmekle Kürt meselesini çözüme bağlamak istedi. Esasta oluşturmak istediği zemin, kendisine bağlı bir kuzey-güney Kürdistan hinterlandıyla beraber Suriye meselesini de istediği yönde çözmüş bir şekilde federatif bir bölgesel alanın ağabeyi olmaktı.

Aslında Türk Devleti’nin dış güçlerin icazetinden tamamıyla bağımsız olmasa da yine de Abdullah Öcalan ile görüşmeye başlayarak çözüm araması bir Türk-Kürt iç ittifakı arayışıyla sorunu çözüme bağlama çabasıydı. İmralı Notları yayımlandı, isteyen oradan okuyabilir. Öcalan’ın kendi ifadelerinde yer almakta.

Gerçek çözüm, kimsenin hesabına dâhil olarak değil, tarihî ittifakı ve bu ittifakın siyasal formunu kurarak gerçekleşecek. Ancak hem iç hem de dış siyasi gelişim bunu engelledi. Ve Türk ulus devleti bir türlü varlığı içerisinde eritemediği iki tarihsel olgunun kendisini ölümcül bir şekilde sarmasını engelleyememe durumuyla karşı karşıya kaldı. Dahası, siyasal İslamcı gelenek, devlete kendini belli bir miktarda yedirdi ve Türk ulus devleti deneyiminin iç fetretinin bizatihi nedeni oldu.

Varmak istediğimiz sonuç şu: tarihin diyalektiği şu an gözlerimizin önünde canlı kanlı bir sonuç olarak yaşanmaktadır. Cumhuriyetçi modeliyle de beraber liberal demokratik siyasi gelenek, öznenin tarihsel olarak beraberinde getirdiği özellikleri, sosyal gruplar arası çatışmasızlığı sağlamak adına dışsal ilkelerle kurduğu, yani sentetik saf bir alan olarak tasarladığı “bir-arada- olmaklığında” çözdürerek bir sözleşme deneyimi kurmaya çalıştı. Ancak “bir-arada- olmaklığın” temel güçlerinden birisinin, öznenin beraberinde getirdiği bu tarihsel özellikler olduğu görüldü. Bu özelliklerin sırf sosyal gruplar arası çatışma yaratabilme ihtimali yüzünden sentetik kamusal alanda tasarımlanan saf bir öznede eritilmeye çalışılmasının belli oranda başarılı olmasına rağmen esasta kolektif bir siyasal travma yarattığı ve özneye ilişkin temel problemleri çözemediği görüldü. Radikal demokrasi kuramı bizzat bu noktalardan çıkmıştır.

İçinde yaşadığımız Türk ulus devleti deneyiminde de bahsettiğimiz bu iki noktanın artık kolektif bir siyasal travma fenomeni olarak gözlerimizin önünde naklen yayınını izlemekteyiz. Tüm devrimci, demokratik güçler, toplumu ve siyasal alanı bu iki can alıcı noktayı çözme noktasına zorlama göreviyle karşı karşıyadırlar.

Devletin iç fetretinin nedeni olan siyasal İslam’a, saltanat İslamı’na karşı kurucu İslam’ın tarihsel deneyiminde mevcut olan seslenişin ve kavramların inatla topluma hatırlatılması ve dillendirilmesi gerekmektedir.

Bugün sosyalist hareket içerisindeki unsurların AKP’nin saltanat İslamı’nı bahane ederek tam da eski statükonun belirlediği “gericilik” kavramı üzerinden aydınlanma narası atması büyük bir aymazlık ve siyasi hatadır. Kur’an’ı ve İslam tarihini az çok inceleyen bir devrimci, İslam’ın çıkış aşamasında devrimci bir din olduğunu kolayca görür ve tüm o aydınlanmacı, modernist ezberlerin burjuva ideolojisine yedeklenmek, dahası burjuvazinin açmış olduğu tarihsel bir alanın bekçiliğini yapmak olduğunu kolaylıkla kavrar.

Peygamber’in sünneti devrimci bir sünnettir, tıpkı Lenin’in sünneti gibi. Lenin nasıl canlı bir sürecin canlı bir parçası olarak, devrimi duyumsadığı anda kavramsallaştırma yeteneğini göstermiş ve tüm eserlerini bunun kayıt altına alınması olarak önümüze koymuşsa, Kur’an, İslam peygamberinin canlı bir devrim sürecinin canlı bir parçası olarak vahiy yoluyla tuttuğu kayıttır.

Bundan dolayı tüm örgütlü ya da örgütsüz demokrat, devrimci, sosyalist insanlar, müslüman dindar emekçi halkımıza sırf saltanat İslamı iktidarda diye onu ötekileştirecek olan statüko kavramlarıyla seslenmemelidirler. Her zaman kurucu İslam’ın eşitlik, adalet kavramlarını, Medine Sözleşmesi’nin ortaya koyduğu bir-arada-olma deneyimini, Peygamber’in Medine’ye göç ettiğinde gerçekleştirdiği ilk praksisin bahçe çitlerini yıkmak olduğunu anlatmalıyız ve bu eksen etrafında oluşan söylemi desteklemeliyiz.

Devlete kendini yedirmeyi başarmış ve başardığı oranda saltanat İslamı’na evrilmiş Siyasal İslamcılık, ancak dindar emekçi halkımızın bu eksende bir söylemle mücadeleye dâhil edilmesiyle çözülebilir.

İkinci önemli nokta Kürt meselesidir. Aslında ilkin devlete yedirilmesi gereken tarihsellik İslam değil, Kürtlüktür. Çözüm sürecinde de Abdullah Öcalan, Kürtlerin kendi otonom sivil toplumlarının kurulumu aracılığıyla ve bunu her türlü dış hesaptan münezzeh bir iç Kürt-Türk ittifakı yoluyla zorladı. Ancak gelinen nokta ortada.

Tüm demokrat, devrimci, sosyalist insanların bugün karşı karşıya olduğu ikinci acil görev, bir iç savaşa evrilme potansiyelini barındıran sorunda toplumu demokratik yollarla bu zemine tekrar çekmeye çalışmaktır. Bundan dolayı, Kürt hareketine karşı da eleştirel tutum almada çekingen kalınmamalıdır. Savaşın tüm vahşetine ve acımasızlığına rağmen, bu yapılmalıdır.

Türk devleti derin bir fetretin içindedir. Bu fetret, ancak toplumun doğru siyasal taktik yollarla devindirilmesiyle çözülür. Uzun uzun anlatmaya çalıştığımızı özetleyelim. Tarihsel olarak arkasından sürüdüğü iki sorunla beraber krize giren toplumsal yapımızı anlattığımız zeminde bir siyasal hatla rahatlatabiliriz. Devletlü ve saltanat İslamı’na karşı kurucu İslam’ın zeminiyle halkımıza seslenmek, saltanat İslamı’nın dayandığı toplumsal tabanı ve meşruiyeti bu yolla çözmek ve Kürtlerin otonom olarak örgütlenmiş sivil toplumları aracılığıyla tarihi Türk-Kürt iç ittifakını demokratik yollarla zorlamak. Bunlar gerçekleşmediğinde göreceğiz ki fetret ya darbe yoluyla çözülecek ya da diktatörlüğün tahkimi yoluyla.

Ozan Çılgın
3 Mart 2016

,

İran Seçimleri: Ortadoğu'daki Yankıları


Sağlıklı işleyen seçim süreci ve seçimlere yüksek katılım düzeyi ile İranlılar hangi mesajları verdiler? Batı’daki huysuz çevreler ülkede bir hoşnutsuzluğun bulunduğunu iddia ediyorlar. Ama belki de hasetle yaklaşıyorlar, zira Batı’da hoşnutsuzluk had safhada, siyasetse çok sıkıcı, daha da kötüsü, giderek sirke dönüşmüş durumda. İslam devrimi Batı’dan ta başından beri hep kötü eleştiri aldı, ama sonuçlar Batı’ya kıyasla özgürlük düzeyinin İran lehine gelişkin olduğunu gösteriyor ve 2009 seçimlerinin kötü adamlarca çalındığına dair o dile pelesenk olmuş lafları geçersiz kılıyor.

Tahran’daki otuz reformist ismin tamamı da yüksek oy oranları ile kazandı, sonrasında Ayetullah Hameney oy kullanmanın dinî bir vecibe olduğuna dair bir fetva yayınladı, tüm adaylara onay verdi ve İranlıları seçimler konusunda tebrik etti. “İrfan sahibi, kararlı İran milletine teşekkür ediyorum, inşallah yeni kurulacak meclis halka ve Allah’a karşı sorumlulukla hareket eder. İranlılar dünyaya dinî demokrasinin parlak ve güçlü yüzünü gösterdiler. Bunlar hassas zamanlar ve önümüzdeki meclisin sırtındaki sorumluluk ağır.” Hameney üstelik İslam Cumhuriyeti’ne inanmayanlardan da oy kullanmasını istedi, zira hükümet herkese güvenlik sağlıyordu.

Uzmanlar Meclisi seçiminde Rafsancani ve Ruhani seçildi. İlkinin Halkın Uzmanları, ikincisinin Umut Partisi sırasıyla 19 ve 27 koltuk kazandı. Bu, onlara çoğunluğu sağladı ve bir sonraki dinî liderin kim olacağına karar verme konusunda ikilinin elini güçlendirdi.

“İlkeciler" Yenildi mi?

Reformistler ve merkezciler bu sefer Umut Listesi adı altında girdiler seçime. Logoları ve sloganları “ikinci adım”dı. 2013’te cumhurbaşkanı seçilen reformist Ruhani’nin döneminin sona ermesini istiyorlar. Bu seçim Ruhani’nin üç yılının da oylandığı bir tür referandum. Bu döneme damgasını nükleer anlaşması ve batının uyguladığı yaptırımların sona ermesi vurdu. Batı basınında yanlış bir adlandırmaya yer verilerek “tutucular” deniliyor. Muhafazakârlar burada “ilkeciler” olarak anılıyor. Bu kesimin manifestosu esas olarak İslam’a ve İran Devrimi’ne sadık kalmaya, Dinî Lider’e itaate ve Velayet-i Fakih ilkesine teslimiyete odaklanıyor.

İran’da hiç kimse Batı ile aradaki mesafenin kaldırılmasına, yaptırımların son bulmasına karşı değil. Evet muhafazakârlar eleştirel yaklaşıyorlar bu sürece ve ABD’nin hâlihazırda yeniden yaptırımları dayatmak için bir plan yaptığından, bir oyun çevirdiğinden endişeleniyorlar. İranlıların Sam Amca’ya güvenmemek için iyi bir sebebi var. Bu nedenle tercih daha çok iyimserlik ile ihtiyat arasında yapılıyor.

İran’daki üç ana politik kamptan (reformistler, bağımsızlar ve ilkecilerin) hiçbirisi, 290 sandalyeli yasama meclisinde çoğunluğu elde edemedi. Batı’ya göre seçim dürüst gerçekleşse de oyların sayımına hile karıştırılıyor. İstemeden de olsa reformistlerin yönetmesine izin veriliyor ve onlar kazanıyor. Seçime yüksek katılım İranlıların İslam devletlerini protesto etmek için her türden şanstan faydalandığını gösteriyor.

Gerçekte ise (Tahran’da) daha fazla sayıda liberal aday varken, taşrada yok. Meclisteki 260 sandalye konusunda daha önemli olan yerel meseleler, altyapı ve ekonomik koşullar (istihdam, barınma vb.) gibi bölgesel meseleler. Nisan’daki seçimde 70 sandalye için bir seçim daha yapılacak.

Durumu Ustalıkla Yönetme

İran’da seçimlere katılım her zaman yüksek. Geçen sefer yüzde yetmiş beşti. Bu sefer yüzde seksene yaklaşacak gibi görünüyor. Bazı sandıklar Tahran’da gece yarısı açıldı. ABD’de durum tam tersi. Burada 2008 başkanlık seçiminde nüfusun sadece yüzde 55’i oy kullanmıştı. Seçimlere katılım yıllar içinde hep farklılık arz etti. 1996’da yüzde 49 iken 1952’de yüzde 63’tü. 86 ülkede seçimlere katılım oranı epey yüksek seyrediyor.

Cumhuriyetçiler ve Kanada’daki muhafazakârlar iktidarda iken seçim reformu üzerinden bir dolap çevirdiler ve seçmenlerin haklarını sınırladılar. Taşralı seçmenlerine bel bağlayarak onların sorunsuz listelere dâhil olmasını sağladılar. Evet, sağcılığın ahbap çavuş ilişkilerine uyarlanmış bir demokrasi işliyor oralarda. Uruguay ve Avustralya gibi kimi ülkelerde oy kullanmak mecburi, oysa bu bile seçim sonuçlarını ciddi bir biçimde değiştirmiyor. Önemli olan insanların gerçek tercihler yapabilmesi.

Peki ya insan hakları? Bu alanda eleştiriye her zaman yer açmak gerek. Üniversite öğrencilerinin yüzde altmışı kadın. Tahran’daki reform listesinde sekiz kadın vardı, hepsi de seçildi. Meclise yirmi kadının girmesi bekleniyor. Bu, İslam cumhuriyeti için bir rekor. Beş bin adayın beş yüzü kadındı. 2013’te cumhurbaşkanı seçilmesi ardından Ruhani kadın, hukuk işleri ve çevre konusunda kadın yardımcılar atamıştı.

Uluslararası Sendika Konfederasyonu kısa süre önce sendikacıların “ulusal güvenlik karşıtı eylemler içine girme, kamu huzurunu bozma ve yasadışı toplantılara katılma” suçları üzerinden mahkûm edilmesini protesto etti. Ama bu meselelerin bir de bağlamına bakmak lazım. Bağımsız sendikalar mevcut. İslam toplumda tekfire hoş bakmadığı için kimi güçlüklere sebep oluyor. Eğer herkes samimi bir Müslüman ise o vakit hepimizin somut varlığına dayanan bir sosyal adalet varolmalı, kimsenin cepheleşmeye dayalı bir “sınıf mücadelesi”ne ihtiyacı kalmamalı. Batı, kapitalizmin ve açgözlülüğün birer “altın buzağı” olarak tapınıldığı yer. Burada birey ulvi olana hükmediyor ve sınıf mücadelesine ihtiyaç duyuyor. Sovyetler Birliği için de mesele buydu. O da batı modeline uygun değildi. İran da öyle.

İran’daki politik söylemin özü şu: ya Batı’yı taklit et ya da demokrasiyi İslamî bağlama oturt.

“Kendimi dini lider için feda etmeye hazırım.”

İran Usulü Popülizm

Birçok meselede İran’daki değerler Batı’dakinden daha iyi. Saddam’ın 1980’de açtığı, o acımasız ve her türlü duygudan muaf (Batı’nın kışkırttığı) savaşa rağmen devrim sonrası İran’ında hâlâ hayranlık duyulacak şeyler var:

* Köylülere toprak dağıtıldı, binlerce kooperatif kuruldu.

* Zirai ürün fiyatları arttı, ülke tahıl üretiminde kendine yeterli bir hâle geldi.

* Okuma-yazma seferberliği sayesinde bugün tüm İranlılar okuyup yazabiliyor.

* Yollar, elektrik, temiz su ve sağlık klinikleri köylere kadar taşındı.

* En fakir köylü bile modern tüketim mamullerine erişebiliyor.

* Ortalama yaşam süresi yetmişlerde 56 iken 2000’de 70’e çıktı.

* Bebek ölüm oranı bine 104 iken şimdi 25.

* BM İran’da doksanlarda başlayan doğum kontrol programını övdü.

* İşçilere temel ürünler düşük fiyatlara veriliyor, haftalık çalışma süresini düzenleyen, iş güvenliği sağlayan iş kanunları mevcut, 1 Mayıs yürüyüşleri sosyalist sloganların eşliğinde kutlanıyor.

Sovyetler Birliği’nde görüldüğü üzere burada da sistemin dışarıdan yıkılmasına dönük çabalara karşı halkın çoğunluğu belirli bir direnç geliştirmiş durumda. Bu direnci sadece ekonomideki elitler sergilemiyorlar. Devrimin savunulması konusunda gösterilen dikkat üzerinde önemle durulan bir husus. Allah İran’ı bir Gorbaçov’dan korusun. Komünizmin çöküşü sonrası Rusya’nın kaderi parlak bir geleceğe dair tanıtım filmi gibi izlenebilecek bir şey değil.

Ortadoğu’nun Anahtarı İran’da

Obama’yı bankaları hortumladığı ve Bush’un savaşla yüklü mirasını sürdürdüğü için eleştirsek de onun İran’ı ve Küba’yı açıktan tanıdığını da görmek gerek. ABD’nin dünyadaki gelişmelere etkin katılımı iktidarın ABD’deki tutucuların elinden çekip alınmasını gerekli kıldı, o da bunu yaptı. İran’ın yeni kâmil diplomasi ustaları Reagan-Bush ile neokonların geride bıraktığı pisliğin bir kısmını ortadan kaldırması konusunda ABD’nin bu zeki başkanına kimi fırsatlar sunuyor. İsrail lobisini alt edip ihtiyatlı bir biçimde İran’la “yumuşama” yoluna girmek suretiyle Obama Afganistan, Irak ve Suriye’de gerçek bir ilerleme için gerekli kapıyı aralamış oldu. Belki de bu gelişme Filistin’i de içeriyor.

Suudilerin kalleşliği her geçen gün daha da net görülüyor. Dünyadaki tüm petrodolarları toplasanız gene de barış gelmez. Dünyanın bu son mutlakiyetçi monarşiye radikal bir ayar vermesi gerekiyor ve İran gerçek seçimlere hasret kalmış olan dindar Suudilere model teşkil edecek. Kadınların toplumda oynayacakları haysiyetli rol, insanları birbirine düşüren mezhepçiliğe son verilmesi ve terörizme perde arkasından destek sunulmasına karşı çıkmak için bu gerekli. Müslüman dünyadaki tüm sıcak noktalar İran’ın bir dünya oyuncusu olarak kabul görmesinden istifade edecek. Winston Churchill’in Soğuk Savaş günlerinde dile getirdiği, “Ortadoğu’nun üzerinde dolaşan bir hayalet” olarak Şii yayı diye bir şey yok.

Eric Walberg
4 Mart 2016
Kaynak

,

Bêkes



“Kimse ‘Sur’da insanlar katledilirken Diyarbakır oturuyordu’ diyemeyecek. Böyle bir onursuzluk yaşanmayacak.”

Sur’a yürüyüş çağrısı öncesi Selahattin Demirtaş, bunları söylüyordu. Demirtaş bu sözüyle, esasen bir tür “dostlar alışverişte görsün” siyaseti öneriyordu. Yürüyüş ise sosyal âlemde geçmişe ait Newroz görüntüleriyle gizlenmeye çalışılsa da beklenen yoğunluk ve güçte geçmedi. Demirtaş, bunun üzerine, birkaç sene öncenin sivil Cuma’sına atıfta bulundu.

Küçük burjuva siyaset, tüketim üzerine kurulu. Elde kimi kazanımlar ve birikim mevcut ise kısa vadede onu tüketmeye bakıyor.

Sivil Cuma çağrısı yapıldığı dönemde politik bir anlamı ve içeriği haiz iken, bugün zevahiri kurtarma faaliyeti olarak işgörüyor. Kimi çevreler, bu çağrıyla “dinin siyasete alet edilmesi” diyerek alay ediyorlar. Çeşitli temsilcilerin ağzından dini hakir gören tutum, bir anda başka bir şeye dönüşüyor. Geçmişin sivil Cuma’sı, bugün en fazla, sivil olmayan gençlerin karşısına çıkartılıyor.

Dini de milleti de hakir görmenin birey siyaseti ile bir alakası var. Temel mesele, belki de yukarıdaki resimde yer alan, seçim dönemine ait yazılamada.

Akıl-beden bütünlüğünde, burjuva bir kurgu olarak bireye abanılmasında bir hinlik var. Birey dışı güçlerin devlet ve burjuvazi eliyle, bu şekilde tasfiye edildiğini görmek gerekiyor. Atatürk, tarihte yaşamış kişiden farklı, devletlû bir kurgu ise, bunun muadilini üretmekte ciddi sakıncalar var. Ezilenlere-sömürülenlere onların devlet ve burjuvazi ile aşık atabileceklerini öğütleyenlerde devleti ve burjuvaziyi görmek gerekiyor. Devlet ve burjuvazi, fazlayı, harici, öteyi, dışarıyı düzlemek, ezmek zorunda.

Geçmişte sivil Cuma’da, dağda, barikatta devletin ve burjuvazinin harici, dışı, ötesi var diye bunlar, bir anlam ve kitle ve tarihsel derinlik kazanabiliyordu. Atatürk, yüzyılın ilk çeyreğindeki tüm harici, dış, öte dinamiklerin boğulmasının timsali ise eğer, kurtuluşu ona benzemekte, arada kurulacak muhabbette aramamak şart.

Kişinin burjuvazinin bahşettiği vasıflarını savunma noktasına geldiğinde, mikrofona bilhassa eğilip, bir yerlere mesaj verme kaygusuyla, “Ulu Önder Atatürk” demesi kaçınılmaz. Küçük burjuva siyaset, devletin ve burjuvazinin havuç ve sopası ile birlikte cisimleşiyor. Tüm varlığı o havuca ve sopaya tabi.

Demirtaş, bu küçük burjuva siyasetin açmazını kendi partisi üzerinden şu şekilde izah ediyor:

“Bu durum ahlaken ve vicdanen olup bitenlerden rahatsız olan Türklerin ve Kürtlerin mevcut durumu onayladığı anlamına gelmiyor. Nasıl, nerede, ne zaman tepki vereceğini bilmiyor insanlar, bir örgütsüzlük durumu ve bununla bağlantılı olarak bir öfke ama öfkesini dışa yansıtamamış olmanın verdiği bir çaresizlik psikolojisi var. İnsanlar bütün bu katliamlar olurken izliyor olmaktan dolayı üzgünler, tepkililer ama bunu bu kadar büyük bir baskı ortamında, AKP terörünün her tarafta hâkim olduğu bir ortamda nasıl kanalize edeceklerini bilemiyorlar.”[1]

İnsanların tepkilerini kanalize edeceği bir partinin olmadığından şikâyetçi Demirtaş. HDP’nin bir parti olmadığını, siyaset yapmadığını ikrar ediyor. Döne dolaşa, Tayyip Erdoğan’a kilitlediği müsamere siyasetinde masanın devrilmesinden bahsediyor. Oysa Cemil Bayık, savaş kararının Ekim 2014’te alındığını söylüyor. Bireyin ve vasıflarının zaviyesinden bakıldığında, gerçek bulanıklaşıyor. Neticede devrimci, en çok gerçeklere ihtiyaç duyuyor.

Peki HDP neden parti değil? Cevabı gene Demirtaş veriyor:

“Bütün bu ektikleri rüzgârın bir fırtınaya dönüşeceğini ben okuyorum, görüyorum. Biz bunu önlemeye, durdurmaya çalışıyoruz.”

Yani barışı hakaret gören gençlerin rüzgârını kesmenin öteki adı HDP. Rüzgâr estiğinde HDP boşa düşüyor. Değersizleşiyor. O, Demirtaş’ın ağzından çıktığı biçimiyle, rüzgârın fırtınaya dönmemesi için var. Demek ki burjuva birey kurgusuna boğulmuş, kapatılmış bir siyaset ve ideoloji yönetiyor HDP’yi. Onun dışındakilerin tasfiye edilmesine ses edilmiyor.

Demirtaş, bu sebeple, devlete “yasak ve ablukayı kaldırın, bir daha hendek ve barikat olmasın” teklifini getiriyor. Tasfiye süreci, dipten derinden küçük burjuva siyasetçiler dolayımıyla, onlar eliyle işletiliyor.

Davutoğlu’nun Mardin’de açıkladığı raporda Sur-Cizre hattına yönelik öneriler sıralanıyor. Bu önerilerde devletin “terör”ü mücbir sebep, bir tür doğal afet olarak gördüğü anlaşılıyor. Mahmut Alınak’ın dediği doğru ise, Sur’a yürümeyen, çayını kahvesini yudumlayan HDP’liler de aynı şekilde görüyorlar. Kürd, sırf burjuva siyaset sebebiyle bêkes.

Burjuva siyasetinin bir tür mülkiyet ve rekabet anlayışı üzerinden alt katmanlara sirayet ettiğini görmek gerekiyor. Devrime içrek, devrime dair ne varsa bu nedenle sahipsiz (bêkes) kalıyor.

Örneğin bir örgüt, İstanbul’da karakola saldırınca bir başka örgüt, aylardır geçmediği haberi sosyal âleme düşüyor ve barikatlarda kendisinin de olduğunu söylüyor. Sadece rakiplerini, siyasetin mülk sahiplerini gören bir anlayışın ne o barikata ne de kavgaya hayrı oluyor.

Devlete ve burjuvaziye öykünen, mülkiyetçi ve rekabetçi siyasetten kurtulmak kolektif mücadele için farz.

Eren Balkır
3 Mart 2016

Dipnot:
[1] Demirtaş Röportajı, 27 Şubat 2016, Demokrat Haber.

, ,

Yenilebiliriz ama Vazgeçmedik



Limon ağaçların altında ihtiyarlayamıyor yaşlılarımız...

Çocuklar masalları çoktan unuttu. Sokaklarda top da koşturamıyorlar.

Balıkçılar denizi unuttu. Gencecik çocuklar aşk konuşacağına özgürlük konuşuyor 68 yıldır.

Güne ölümlerle başlıyoruz, O lanet duvarınız güneşi bile kapattı.

Ama tarihin hiçbir zamanında zalimler sonsuza kadar yaşamadı. Hiçbir tiran, ölümsüz değil.

Ne Babil Kulesi kaldı, ne üzerinde güneş batmayan imparatorluk Britanya. Roma da dağıldı, İskender de ölümsüz değildi.

Her doğan çocuğun gözleri yeni bir umut.

Yenilebiliriz ama vazgeçmedik.

Bir gün bu sokaklar kan yerine zambak, yasemin, nergis kokacak...

[İsmail Şammut, Refik Şeref, Mona Saudi, Kemal Balluta, Hüsnü Rıdvan ve tüm Filistinli sanatçılara saygıyla]

Seher Sürme
3 Mart 2016

03 Mart 2016

,

Kaybetmeye Mahkûmsunuz

"Şu faşistlere bir avuç köylünün neler yapabileceğini gösterelim"

Lafım size ey faşistler.
Belki şaşıracaksınız ama
Bu dünyada insanlar
Örgütleniyorlar.
Kaybetmeye mahkûmsunuz,
Siz faşistler kaybetmeye mahkûmsunuz.

Irkçı nefretiniz durduramaz bizleri
Tek bildiğimiz budur bizim.
Kelle verginiz, ırkçı yasalarınız,
O harisliğiniz silinip gitmeli.
Kaybetmeye mahkûmsunuz,
Siz faşistler kaybetmeye mahkûmsunuz.
Topunuz kaybetmeye mahkûmsunuz.

Her renkten insan
Yan yana yürüyor,
Dağları taşları aşıyor,
Bir milyon faşistin geberdiği yerlere koşuyor.
Kaybetmeye mahkûmsunuz,
Siz faşistler kaybetmeye mahkûmsunuz.

Ben de gireceğim bu savaşa.
Takacağım belime sendikanın silâhını.
Bu kölelik dünyasının sonunu getireceğiz.
Ama bilin ki faşistler bu savaş kazanılmadan önce
Sizler kaybetmeye mahkûmsunuz,
Kaybetmeye mahkûmsunuz.

Söz: Woody Guthrie
Müzik: Billy Bragg
1942

02 Mart 2016

, ,

Cahiliye

Kardeşim, hürsün bu kapıların ardında
Kardeşim, hürsün bu prangaların arasında
Allah’a iman ettikten sonra.
Hileleri zerre acı vermez O’nun kullarına.

[Seyyid Kutub]

 

Haziran 1957’de Liman Tura askerî cezaevinde İhvan’ın yirmi bir üyesinin katledilmesi dâhil, son yıllar içerisinde kendisinin ve hapishane arkadaşlarının maruz kaldığı zulüm ve işkenceler Seyyid Kutub’u Mısır’da eşi benzeri görülmemiş bir acımasızlıkla saldıran bir rejimin işbaşına geldiği, asli sorunun artık yabancıların ülkeyi yönetmesi veya sosyal adaletsizlik olmadığı sonucuna ulaşmaya iter. Artık mesele, iktidarın İslam’a düşman güçlerce gasp edilmesidir. Tüm toplumun hayatı çürüme ve ihmal sebebiyle İslamî olmayan yollara sokulmuştur.

Seyyid Kutub’un çıkarımına göre, Mısır hükümeti ve Müslüman âlemdeki tüm diğer hükümetlerin İslam öncesi Arabistan ile kıyaslanması mümkündür. Her ikisi de cahildir ve ilahi kaidelere saygı duymamaktadır. İslam öncesi toplumda da şimdiki hükümetlerde de devlet cahiliyeye göre tasarlanmıştır. Kur’an’da dört kez karşımıza çıkan cahiliye terimi Seyyid Kutub için oldukça önemlidir. Bu kavram Müslümanların içinde yaşadıkları açmazı tüm çıplaklığı ile ortaya koymakta, İslam dışında başka güçlere sadakat gösterilmesine karşı çıkma noktasında önemli bir epistemolojik araç işlevi görmektedir.

Seyyid Kutub’a göre, bu yeni cahiliye derin tarihsel köklere sahiptir ve modern, otoriter devletin elindeki tüm baskı aygıtlarınca desteklenip korunmaktadır. Dolayısıyla bu derde kısa vadede deva bulunması mümkün değildir.

Müslümanlara gereken, ideoloji ve örgütlenme çalışmalarına dayalı, uzun vadeli bir programdır. Bu programa en yoğun tehlikelerle karşılaşıldığı zamanlarda bile (gerektiğinde güç kullanarak) davayı koruyabilecek, cahiliye yerine İslam devletini getirme sürecini yönetecek, kendisini davaya adamış, öncü müminlerin eğitilmesi eşlik etmelidir.

Seyyid Kutub bu görüşlerini hapishanedeki birkaç arkadaşıyla yaptığı muhabbetlerde geliştirir, ardından da bu görüşleri içeren notları gizlice hapishane dışına çıkartarak, onların aile üyeleri ve yakın isimlerce okunmasını sağlar. Bu notlar sonrasında önemli çalışması Ma’alim fi Tariq’in [“Yoldaki İşaretler”] temelini teşkil eder. O dönemde İhvan’ın lideri olan Mürşid Hudeybi, “Aziz Allah’ın inayetiyle bu kitap [“Yoldaki İşaretler”] Seyyid’e olan tüm güvenimizi teyit etti, Allah onu korusun. İnşallah Seyyid bugün davanın o beklenen umududur.”[1]

Notlar elle çoğaltılıp dağıtılmaya başlanır. İki yıl sonra Kahire’de yayınlanır ve kısa bir süre içinde de yasaklanır. Üzerinde kitabın nüshası ile yakalanan kişi hakkında isyana teşvik suçuyla dava açılmaktadır. Nihai biçimini kazanan Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub’un hapishaneden gönderdiği mektuplardan ve Fi Zilalu’l Kur’an’ın [“Kur’an’ın Gölgesinde”] önemli kısımlarından oluşmaktadır. Kitap, Kutub’un geliştirdiği ana fikirlerin kısa ve güçlü bir hülâsasını sunmaktadır: mevcut toplumun, hükümetin ve kültürün cahilî niteliği ve İslam devletinin kurulması için gerekli, uzun vadeli program.

Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’de yazdığına göre, “bugün insanlık bir uçurumun eşiğindedir. İnsanlık sadece nükleer imha değil, değerlerin yokluğunca da tehdit edilmektedir. Batı tüm canlılığını yitirdi, Marksizm başarısız oldu. Bu çok önemli ve insanı şaşırtan dönemde İslam’ın ve Müslüman cemaatin dönüş imkânı doğmuştur.”

O günden bugüne sürekli okunup yeniden basılan, birçok dile çevrilen Yoldaki İşaretler, yirminci yüzyılda kaleme alınmış en önemli İslamî çalışmadır.

A. B. Mehri

[Kaynak: Sayyid Qutb, Milestones, Maktabah, Yayına Hazırlayan, Giriş ve Biyografi: A. B. Mehri, 2006, s. 11-12.]

Dipnot:
[1] Al-Ghazali, Z., Return of the Pharaoh, s. 40.

,

Sisi Sen Kimsin?


Bugün dehşet verici bir sonla yüzleşmiş olan Kaddafi ile kıyaslanmak isteyen tek bir Arap lideriyle karşılaşamazsınız. Çok az kişi, Kaddafi’nin 1986’da ABD’nin bombardımanı sonucu yıkılmış bir binanın yıkıntıları altından ağzından dökülen kelimeleri dile getirecektir.

Kaddafi, Libya devriminin başlamasından bir ay sonra o devrimi gerçekleştirenlere sövüp sayıyor, “siz kimsiniz?” diye bağırıyordu.

Bu sözleri tarihe geçti. O sözlerde hâkimiyetini kaybeden bir diktatörün öfkesi ve durumu anlama becerisindeki yoksunluk vardı. Peki geçen haftaki konuşmasında Sisi’nin bu sözü alıntılamasının manası nedir?

“Siz kimsiniz? Kimse Mısır’a yaklaşamaz bile… Yüce Allah adına yemin ederim ki kimse Mısır’a yaklaşamaz. Yaklaşanı yeryüzünden silip atarım.”

Sisi, bu kelimelerin yanında başka laflar da sıraladı. Ne yaptığını bildiğini, her sabah kalktığında bir Mısırlının hükümete bir Mısır sterlini bağışlaması gerektiğini, demokrasi için henüz çok erken olduğunu ve Mısırlıların kimseyi dinlememesini, sadece kendisine kulak vermesi gerektiğini söyledi.

Sisi, konuşmasında şu şekilde bağırıp durdu: “Lütfen beni dinleyin, başkalarını değil! Çok ciddiyim! Bana kulak verin, başkalarına değil.”

Konuşması histerik kahkahalar, hükümeti aleyhine bağırmalar ve kederli gözyaşları ile kesilip durdu. Mısır cumhurbaşkanı böylesi bir performansı “Mısır’ın sürdürülebilir kalkınma stratejisi: Mısır’ın 2030 vizyonu” başlıklı bir projenin yürürlüğe sokulması esnasında ortaya koydu. Oysa bu, ona az da olsa duyulan inanca bile küfreden bir performanstı.

Destekçilerinin onun dile getirdiği yaklaşımlara yönelik şüphesi ilk değil. Bir video konferansında Sisi Mısırlılara bir dizi kentte kalkınma projelerini devreye soktuğunda kemerlerini sıkmalarını söylemişti. Su konusunda uygulanan sübvansiyonların günlük kırk milyon Mısır sterlinlik bir değere ulaştığını dile getirmiş, devletin böylesi bir yükü daha fazla kaldırmayacağını ifade etmişti.

“Devlet bu şekilde yoluna devam edemez. Mesele bunu istememesi değil, böylesi bir yükü kaldıramayacak olması.”

Konferansa giderken konvoyu üç mil uzunluğundaki bir kırmızı halı üzerinden geçmişti. Tuğgeneral Ehab Ahvagi kırmızı halının Mısırlılara neşe ve güven verdiğini söyledi. “Halkımız, ülkemiz ve silâhlı kuvvetlerimiz her şeyi en uygun şekilde organize edebilme konusunda her daim mahirdir.”

Oysa Mısır’daki finans piyasaları meseleleri bu şekilde görmüyor. Mısır sterlini karaborsada rekor seviyede düşüşler yaşadı. Bir dolar dokuz Mısır sterlini oldu. Hükümetin üzerindeki devalüasyon baskısı arttı. Döviz rezervleri 2011’deki devrimden beri yarıya indi. 25 Ocak 2011’de 36 milyar dolar iken bugün 16,4 milyar dolar. Sisi Ağustos 2013-Ocak 2014 arası dönemde Suudi Arabistan’dan, Emirlikler’den ve Kuveyt’ten 50 milyar dolar almasına karşın böylesi bir sonuç oluştu. Mart 2014’te 12 milyar dolar daha alındı. Döviz rezervleri bugün üç aylık ithalatı karşılayacak düzeyde. Bu, IMF’nin önerdiği en düşük alt seviye.

Eskiden beri elde tutulan döviz kaynakları kurudu. Döviz birikiminin yüzde dokuz ilâ on birini temin eden turizm gelirleri, önceki yılın aynı dönemine kıyasla, son ay içinde yüzde 46 azaldı. Süveyş Kanalı’nın 8,2 milyar dolarlık bir maliyetle genişletildiği yıl içinde kanaldan elde edilen gelir düştü. Süveyş Kanalı Kurumu Başkanı Koramiral Mohab Mamiş genişletme işleminin yıllık geliri iki katına çıkacağını ve 2023’te 13,5 milyar doları bulacağını iddia etmişti. Geçen yıl bu gelir 5,5’ten 5,2 milyar dolara geriledi.

Yabancı yatırımlar 2007’deki düzeyin yüzde kırk gerisinde. Sisi bilhassa bir yabancı yatırımcının, Suudilerin tavrından endişeli. Kral Selman yönetiminde Suudi Arabistan’ın Mısır darbesini finanse eden Kral Abdullah kadar Sisi’ye dost olmadığını kanıtladı.

Riyad ve Kahire arasında esen soğuk rüzgârların bir dizi sebebi var. Abdullah çevresi Selman’ın başa geçmesine karşı kampanya başlattı. Suudilere uşaklık eden Mısır medyası da benzer bir kampanyanın altına imza attı. Petrol fiyatlarındaki düşüş sonucu krallıkta da paralar suyunu çekiyor. Krallık ABD ham petrol üreticilerinin piyasadan çekilmeleri konusunda baskı uygulamak zorunda kaldı.

Belki de en önemli sebep, Selman ve çevresinin Sisi’nin kazanacağına artık pek inanmıyor olması. Bu, Suudilerin Mısır’ın sadece bir feldmareşal tarafından yönetilmesi gerektiğine dair inancını terk ettiği anlamına elbette ki gelmiyor. Kral en muhtemel senaryo gereği Sisi yerine başka bir generalin gelmesi karşısında asla tek bir damla gözyaşı dökmeyecektir.

Suudilerin sert yaklaşımı bir bakışta görülebiliyor. Aralık ayında Suudiler kamu fonları ve devlet fonları üzerinden Mısır’a 30 milyar riyal (8 milyar dolar) yatırım yapmayı kabul etti. Burada amaç mevcut döviz krizinin aşılması konusunda Mısır’a yardım etmek.

Bloomberg’in haberine göre, petrol fiyatlarındaki düşüş ve Yemen’deki savaşa rağmen Mısır’a yönelik destek devam edecek. El-Masri El-Youm ise Mısır Suudi Koordinasyonu Konseyi’ndeki Suudi heyetinin değeri toplamda sekiz milyar doları bulan birçok projeyi reddettiğini açıkladı. Gazeteye göre müzakereler sert geçti. Suudi tarafı bu projeleri ticaret açısından ele alıp gerçekleşmesi güç olarak gördü.

Sisi’nin emir subaylarına dönüp “zibil gibi para var adamlarda” deyip kıs kıs güldüğü günler sona erdi. Mısır her noktada para sıkıntısı çekiyor. İlâç kıtlığı söz konusu, zira ülkedeki farmasötik endüstrisinin hammaddeler için ödemeleri dolarla yapması, ilâçların parasını da Mısır sterlini ile ödemesi gerekiyor. Geçen Aralık ayında 232 ilâç tükendi, bunların 43’ünün ikamesi de yok.

Endüstri içi yayın yapan Biopharma Dive’ın haberine göre:

“Mısır Sağlık Bakanlığı ilâç fiyatlarını sabitledi, bu da hammadde maliyetlerinin üreticinin sırtına yüklendiği anlamına geliyor. Bunun sonucunda üreticiler zararlarını azaltmak için belirli ilâçlardan vazgeçecekler.”

Gulf News ise Air France/KLM’in yüz milyon Mısır sterlin tutarındaki gelirini Ekim ayından beri Mısır’daki dolar kıtlığı sebebiyle, ülke dışına aktaramadığından bahsediyor.

Şirketin Mısır şubesi müdürü Cees Ursem şunları söylüyor:

“Bu çok ciddi bir sorun zira tüm gelirler bankada bloke edildi ama aynı zamanda uçak kiralama, yakıt, personel, uçuş hakları, yer hizmetleri gibi alanlarda ödemeleri dolarla yapılması gereken tüm masrafları biz karşılıyoruz, bu koşullarda söz konusu faaliyetlere nasıl devam edebiliriz ki?”

Interfax’in haberine göre, Mısır Mart’tan beri ödemeleri dondurduğundan, BP’den alınan sıvılaştırılmış doğal gaz işi Ocak’ta Brezilya’ya devredildi. Haberde Mısır’ın uluslararası petrol şirketlerine 3 milyar dolar borçlu olduğu söyleniyor. Paranın 2017 sonundan önce ödenmesi mümkün değil.

Tüm kapılar Sisi’nin yüzüne kapanıyor. Yönetim krizi derinleştikçe gerçeklikten kopuyor. Sisi’nin tavırlarına destekçileri bile bir anlam veremiyor.

Usulen Sisi’nin bugün bir hükümet partisi kurması ya da en azından yönetim yükünü omuzlayacak bir oligark grubu teşkil etmesi gerekiyor. Bunun yerine o aksini yapıyor, firavunmuş gibi davranıyor, tanrı tarafından vaftiz edildiğini zannediyor ve Mısır’ın kaderini tek başına kendi ellerine alıyor.

Bu firavun yürüdüğü yolda milyarlarca dolarlık nakit parayı ateşe verdi. Süreç dâhilinde İhvan’ın cumhurbaşkanına karşı yapılan darbeyi destekleyenlerin önemli bir kısmını ıskartaya çıkarttı. Zaman geçtikçe Mısır’daki kaos konusunda suçlayabileceği bir kişi bile bulamayacak. Medyada açıktan dile dökülen eleştiriler ekibi içinde bile derin bir hoşnutsuzluğun varolduğunun delili. Sisi sonuçta tüm o bahanelerini, Kaddafi gibi tüm kelimelerini tüketecek.

O gene “siz kimsiniz?” diye soracak. Ve Mısır da bu soruya elbette ki bir cevap verecek.

David Hearst
2 Mart 2016
Kaynak

01 Mart 2016

,

Nisyan


Nesnel planda burjuva siyasetinde kimi gelişmeler yaşanıyor. Ağızdan çıkan sözlere, basına yansıyan ifadelere aldanmadan, nesnel gidişata bakmak gerekiyor. Kendi sözünü önemseyen, başkalarını da kendisi gibi bilip sadece onların sözlerine bakıyor. Bu kafesten kurtulmak gerekiyor.

Genel düzlemde burjuva siyaseti alanı, devlet ve demokrasiye dair yönelimler ve temrinler üzerinden işliyor. Bu açıdan AKP MHP’nin; HDP CHP’nin altını oymak için var. İlki ikincisini tasfiye ediyor, eritiyor, boşalan yere gene devletin ve burjuva siyasetin bileşeni olarak Fethullah doluşuyor. Onun tam olarak tasfiye edilmemesinin sebebi burada. Devlet ve burjuva siyaseti, sola kıyasla, sınıf mücadelesi bilinciyle hareket ediyor. Solda sınıf mücadelesi, malumat-enformasyon düzeyinde iken, diğerinde bilinç-akıl düzeyinde muhafaza ediliyor. Asıl sorun burada.

Mao ise “sınıf mücadelesini unutmayın” diyor. Oysa en çok da eks, neo ve post maoistler unutuyorlar. Maoizm köyden kente; troçkizm kentten köye kuşatma harekâtı olarak cisimleşiyor. Bu yönüyle genel burjuva siyasetine yakınlaşma, kitleleri yakınlaştırmada bir beis görmüyorlar. Genel sol siyaset kenti kuşatmak istediğinde maoizme, köyü kuşatmak istediğinde troçkizme meylediyor. Sırf varolmak, hayatta kalmak adına egemenlerin kuşatma siyasetine dâhil olmamak gerekiyor. Varlığımızın, hayatımızın sınıfsal niteliği öne çıkmayı bekliyor. Sınıf mücadelesi nisyanda ölüyor, isyanda diriliyor.

* * *

HDP üzerinden kenti ve köyü kuşatmak, ülke yerelliğinde belirli bir maoizme ve troçkizme ihtiyaç duyuyor. Sınıfsız zannedilen halk gerçekliğinde bu kuşatma kuşatılmakla sonuçlanıyor. Tasfiye edenler tasfiye ediliyorlar. Boşluğa gene Fethullah doluyor.

Fethullah, belirli bir liberal yerden, muhalefete ipotek koyuyor. Dün Soros’u allayıp pullayan Can Dündar, solcuların kızıl kazaklı önderi hâline geliyor. Solun elindeki kaldıraç, birden tahterevalliye dönüşüyor. Bir o yana bir bu yana inip kalkıyor. Kâh devrimci kâh reformist, kâh ezilenci kâh işçici olunuveriyor. Maoizm-troçkizm gerilimi, en çok tahterevallide hissediliyor.

Bu nedenle Kürtçüymüş gibi görünüyorlar. Anadolu halklarından bir halk olan Kürt, köylü ve geri kabul ediliyor. Kentten köye doğru uzanan kuşatmanın parçası olmak istiyorlar. Devletin reorganizasyonu karşısında tek çareyi batılı değerlerin bekçiliğinde buluyorlar. Tasfiyeyi ve kuşatmayı batının gerçekleştirdiğini çok iyi biliyorlar. Yarın için batıya karşı çevrilmiş, sivriltilmiş tüm mızraklar kırılıyor ya da uçlarına burjuvazinin ilmihalleri asılıyor.

* * *

Düzen, bir saraya ve Fethullah’a mecbur. Bu tahkimat sürecinde ruh üflediği öznelerine roller paylaştırıyor. O düzen ki kendi bekası için kendi sınıf mücadelesi dâhilinde, daha üst bir düzleme ve düzeye geçmiştir. Ülke kurgusu, konfigürasyonu buna göre biçimlenmek zorundadır.

Türkiye, belediye gibi yönetilmelidir. Uluslararası tekellerle ilişki bunu emretmektedir. Bu koşullarda, solun kısa günün kârı için sınıf mücadelesinden ve sınıf bilincinden uzaklaşması verili durumun gereğidir.

CHP’deki tasfiye TKP’nin; MHP’deki tasfiye İşçi Partisi’nin içini gıcıklamaktadır. Burjuva siyasetinin genel yönelimi ile proletaryanın politikası arasındaki açı kendilerinde kapandığı için, bu yapılanlara, içteki gıcıklanmaya gerekli ideolojik-teorik kılıflar örülmekle vakit öldürülmektedir. Yıllardır CHP içinde çalışanlar, bugün “dünya komünist partisi”ni kurmaya yeniden soyunmaktadırlar. Bu, “ileri CHP”den daha fazlasına işaret etmemektedir.

* * *

“İstiklal mücadelesinin ilk safhaları esnasında, bir yerde, komünistlerin iktidarı elde etmelerine hemen hemen ramak kalmıştı. Bu tarihte komünist liderleri, Anadolu ihtilal hareketinin başlıca askerî gücünü teşkil eden önemli partizan birlikleriyle özel bir ilişki kurmayı becermişlerdir. Komünistlerin etkisine kapılmış bu güçlere, bu, Ankara rejimine karşı öylesi bir kafa tutma, meydan okuma tavrı takındırmıştı ki, Atatürk, filizlenmekte olan bu komünist hareketini kontrol altına alıp hizaya getirmek çabasıyla kendi resmi Türk Komünist Partisi’ni kurmak zorunda kalmıştı.”[1]

Burjuva siyaseti kendi sınıf bilincine sahiptir, bu minvalde mücadele yürütmektedir. Amerikan ajanının yukarıda aktarılan sözlerinden de görüleceği üzere, ülkede devletin ve burjuvazinin sınıfsal mücadelesi köklüdür. Geçmişten bugüne bakıldığında, iktidarı almasına ramak kalan komünist hareketin kontrol altına alınması için komünist parti kuran bu düzenin, söz konusu önlemi bugün en genel manada fethullahçılık üzerinden aldığı görülmelidir.

Köyün ve kentin kuşatılması noktasında kısa günün kârı peşinde olanların aldıklarını zannettikleri yol, proleter halk sınıflarının yolu değildir. Devletin veya burjuvazinin işmarıyla hareket edenlerin sınıfa ve sınıfsal mücadeleye hayrı olması beklenmemelidir. O işmar, geri yanların tasfiyesi ve kuşatılması ile alakalıdır. İş yapıyormuş gibi görünmektense işi sorgulamak daha hayırlıdır. O sorgu halka ait, halktandır.

* * *

Fanon’da köy proleter; kent burjuvadır. Castro’da ise dağ proleter, kent burjuvadır. Bugünkü sol için Fanon ve Castro geridir, gericidir, tasfiye edilmek zorundadır. Bu tasfiye işleminde kendisinden başka “proleter” tanımayanlarla proletaryayı asla tanımamış ve tanımak istemeyenler birlikte kullanılmaktadır. Sola yönelik her türlü eleştirinin karşısına Osmanlı tokadı niyetine “gelenek” ve “birikim” kelimeleri çıkartılmakta, “solun geleneğini ve birikimini yedirmeyiz!” denilmektedir. Bunu diyenler “gelenek” ve “birikim” ismiyle çıkan dergilerin sola nasıl küfrettiğine tek laf etmemekte, birinin teorisini diğerinin politikasını kendi varlığında bütünlemekte, sonra da devletin kendisini yeniden üretme sürecine koşulsuz dâhil olmaktadır.

* * *

HDP CHP’nin altını elbette oymalıdır ama bu fethullahçılıkla, popper’cılıkla veya sorosçulukla olamaz. Oyma işlemi, proleter devrimci bir niteliğe sahip olmalıdır. “Tasfiye olsun da nasıl olursa olsun” denilemez. Bu yaklaşım, küçük burjuvazinin yaklaşımıdır.

Gezi ve Haziran, bu yönde önemli ipuçları barındırmaktadır. Genel manada sol, CHP denilen rahminden, onu parçalayarak çıkamadığı için, Haziran ayaklanmasındaki imkânları da ezmek zorunda kalmıştır. Haziran 2013’te devlet kadar sol da korkmuştur. Gelenek ve birikim, yeni CHP’de teorize edilip politikaya tahvil edilmiştir.

* * *

2014 Ağustos’undaki Çayan Mahallesi üzerinden kopan fırtınanın Esad ve CHP’nin tasfiyesi ile bağlantılı olduğu açıktır. Tasfiye işlemi, gerçekleştiren öznelerin niteliğinden bağımsız olarak, fethullahçadır ve devletin kendisini yeniden üretme sürecine içrektir. Kentsel dönüşümün, Ortadoğu’daki dönüşümün, neoliberal dönüşümün yeni devleti, itirazı ve muhalefeti bile örgütleyerek ilerlemektedir.

AKP üzerinden devlet ve burjuvazi karşıtı dinamikler de hizaya çekilmektedir. Onun varolduğu zannedilen dinine, imanına, bilgisine, ahlakına küfretmek yerine, bu hizadan çıkmanın yolları aranmalıdır.

Küçük burjuva İslamî hareketin başarısına ve AKP’ye öykünerek yol almak mümkün değildir. Meseleyi ona indirgeyenler, sınıf mücadelesini unutanlardır. AKP de devletin kendisini yeniden üretme sürecine baş aktörü olarak dâhil olmak istemiş, ama figüran olarak varlığını sürdürmek zorunda kalmıştır. AKP’yi sevmeyen, sevilmediği momentte yol alacağını düşünenler de aktör olayım derken figüranlaşacaklardır.

* * *

“Bu gençler, kefareti ödenmemiş günahların hayaletleri gibi ezberlerimizi bozarcasına, yaşamın her alanından mücadelenin içine dâhil oluyorlar. Üst-orta sınıfların Bawer, Berxwedan, Botan isimli çocukları değil, Sur’un Muhammet, Cesim, Erdal, İsmailleri ile yürütülen bir mücadele. Bu direniş pratiği ne Madrid barikatlarından ne Paris Komünü’nden ne Stalingrad ne de Ankara’da parlamento kürsülerindeki yalvarışlardan anlaşılabilir. Sadece ve sadece filizlendiği yerden bakılınca anlaşılabilecek bir hakikat arayışıdır Sur ve Cizre.”[2]

Bu çığlık mühimdir. Bir kere çığlık olduğu için mühimdir. Her türden çığlığı susturma görevini üstlenen AKP, suskunluğu çığlık zannetme biçimi olarak HDP, onun karşısında ehemmiyetsizdir. Ortadoğu’da sömürülenin-ezilenin tüm çığlıkları birdir.

Eren Balkır
1 Mart 2016

Dipnotlar:
[1] George Harris, Türkiye'de Komünizmin Kaynakları, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1979, s. 10-11.

[2] “Hakikati Konuşabilmek: Cizre ve Sur Gençliği”, Xweseri.

, ,

Sisi Abbas’ın Yerine Dahlen’i Geçirmek İçin Oyun mu Çeviriyor?


Trump tipi bir megalomanyak ve zorba olarak Sisi’nin İsrail için kirli işler çevirdiği artık sır değil. Bugünlerde Amerika ve İsrail’in ajanı olan Muhammed Dahlen'i Mahmud Abbas’ın yerine geçirmek için hazırlıklar yapıyor.

1993’te Washington’da Oslo Anlaşması imzalandıktan sonra Dahlen, Gazze’deki Önleyici Güvenlik Gücü’nün başına getirildi. Amerikalıların silâhlandırdığı, fonladığı ve eğittiği bu 20.000 kişilik güç Fetih’e verildi. Dahlen de böylelikle Filistin’in en güçlü liderlerinden biri hâline geldi.

Elindeki güçler doksanlar boyunca Hamas mensubu tutsaklara işkence ettiği için suçlandı. Bu dönemde Gazze’ye “Dahlenistan” deniliyordu.

Önleyici Güvenlik Gücü’nün [ÖGG] başı olarak Dahlen, CIA ve İsrail istihbarat yetkilileri ile düzenli görüşmeler gerçekleştirdi.

Bush dahi Dahlen’le en az üç kez görüşmüştü. İlk görüşmenin ardından onu “iyi ve sağlam bir lider” sözleriyle övmüştü. Özel çevresinde başkan Dahlen’i “bizim adamımız” olarak tarif ediyordu. Onun gerçekten de ABD’nin adamı olduğunu ispatlayacağı zaman nihayet geldi.

2007’de Dahlen, Amerika’nın “Hamas’ı yok etmek için saldırıya geçme konusunda elindeki güçleri hazırla” ricasına olur verdi.

Amerikalı ve birçok Avrupalı siyasetçi için Hamas yok edilmesi gereken bir tehlike idi. Zira Hamas 2006’da ikinci Filistin Yasama Konseyi seçimlerinde zafer elde etmişti. Hamas o seçimde 132 koltuğun 74’ünü kazandı. Bu, iktidardaki Fetih’in aldığı orandan fazlaydı. Sonrasında Hamas lideri İsmail Haniye hükümet kurma çalışmalarına başladı. Elbette Bush yönetiminin bu hükümetin yaşamasına izin vermesi beklenemezdi.

Maalesef Dahlen ve Amerikalı efendileri rüzgârı arkasına alan Hamas tarafından devre dışı bırakıldı. Örgüt ÖGG ve liderini Gazze’den kovdu.

Bu gelişmenin ardından başkan yardımcısı Dick Cheney’nin baş Ortadoğu danışmanı David Wurmser gayet dürüst bir açıklama yaptı ve “esasında Fetih zor kullanana dek Hamas’ın Gazze’yi ele geçirmek gibi bir niyeti yoktu” dedi.

“Bana kalırsa Hamas darbe yapmadı, olası Fetih darbesini önleyecek bir hamle gerçekleştirdi. Bush yönetimi artık yozlaşmış bir diktatör olan Mahmud Abbas’ın muzaffer olmasını sağlamak için kirli bir savaşın içine girdi.”

Wurmser, ayrıca Bush yönetiminin ikiyüzlülüğünden de rahatsız olduğunu ifade ediyor: “Başkanın Ortadoğu’ya demokrasi gelmesi çağrısı ile bu siyaseti arasında rahatsız edici bir mesafe söz konusu. Bu siyaset söz konusu tavırla çelişiyor.”

Dahlen'in Gazze’de yaşadığı yenilgi Bush yönetiminin desteğinin azalmasına sebep oldu. Ekim 2007’de Abbas’a Dahlen’i yardımcısı yapması konusunda baskıda bulundu. Fetihlilerin ifadesine göre, ABD ve kimi AB ülkeleri Filistin Yönetimi’nin başında Abbas’tan sonra Dahlen’i görmek istiyorlardı.

Birçok Filistinli Mossad’ın Arafat’ı zehirleyip öldürmesinde (polonyum-210) Dahlen’in parmağı olduğuna inanıyor.

Bu kanaat ve korku ile Abbas, Dahlen’in bir sonraki kurbanının kendisi olduğunu düşünüyor muhtemelen. Bu sebeple Haziran 2011’de onu Fetih’ten kovdu. Üç ay sonra Filistin polisi Dahlen’in evine baskın düzenledi, özel silâhlı muhafızları tutuklandı.

Sonrasında Dahlen Filistin’den çıkartıldı, o da gidip Dubai’ye yerleşti. Kendisi, eşi Celile ve dört çocuğunda Sırp vatandaşlığı var, ayrıca Dahlen bir de Karadağ vatandaşı.

Bugün işgal altında, zulüm koşullarında yaşayan Filistinlilerin büyük bir kısmı Filistin Yönetimi’ndeki yozlaşma ve güçsüzlükten bıkmış durumda. Bu koşullarda Dahlen, geri dönmek için kendisine yol yapıyor. Bu konuda en fazla teşviki de Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’den görüyor.

Geçen Kasım Kahire’deki bir toplantıda Sisi Abbas’a Filistin’deki politik sahneyi temizlemek için bir yol haritası sundu. Sisi’nin Filistin Yönetimi ile ilişkilerin sürdürülmesi karşılığında dile getirdiği ana talep Abbas ve Dahlen arasında yeniden bir uzlaşmanın sağlanması.

Tüm göstergeler Sisi’nin Dahlen’in Abbas’ın halefi olmasını istediğini gösteriyor.

Bu noktada şu iki soruyu sormak gerekiyor.

Sisi, Dahlen’in Filistin Yönetimi’nin başına geçmesini neden istiyor?

Kısaca şu cevabı vermek mümkün: çünkü bunu İsrailli liderler istiyor.

İkinci soru da şu: İsrailli liderler Abbas’tan sonra Filistin Yönetimi’nin başına Dahlen’in geçmesini neden istiyor?

Dahlen’in Filistinlileri Siyonizmin kurduğu masadaki kırıntıları kabul etmeye zorlamak için gereken gücü kullanabileceğini umut ediyorlar, belki de buna inanıyorlar. Bu kırıntılardan biri de devlet olarak adlandırılabilecek, Batı Şeria’nın yüzde otuz ilâ kırkında tecrit edilmiş bantustanlar kurulması.

Tahminim şu yönde: Sisi’nin başını çektiği komplo ve rüşvet ilişkisi Dahlen’i başa geçirmeyi başarsa bile onun Siyonizmin dile getirdiği teslimiyet şartlarını Filistinlilere dayattığı noktada öldürüleceği kesin.

Alan Hart
29 Şubat 2016
Kaynak

, ,

Netanyahu: “Suriye Barış Anlaşması İsrail’in Çıkarlarını Karşılamalı”


Dün bakanlar kurulu toplantısında konuşan İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu İsrail’in Suriye’de devam eden ateşkesi “hoş karşıladıklarını” söyledi ama uluslararası toplumun Suriye’deki iç savaşa son verecek her türden barış anlaşmasının İsrail’in çıkarlarına uymak zorunda olduğu konusunda ısrar ettiğini dile getirdi.

Netanyahu ve diğer yetkililer burada neyin kastedildiği hususunda muğlâk sözler sarf ettiler ama “İran’ın Suriye’deki saldırganlığının” durdurulmasına vurgu yaptılar. İsrail rejim değişikliğinin İran’a müttefik olmayan yeni bir hükümetin kurulmasını sağlayacak şekilde cereyan etmesini istiyor.

Burada bir de İsraillilerin savaş boyunca İran’ın müttefiki olan Suriye’nin kontrolü bahsinde “IŞİD’i tercih ederiz” açıklamalarını da hatırlamakta fayda var. Zira İsrailliler İran’ın her koşulda İsrail’in “ana düşmanı” olduğuna inanıyorlar.

İsrailli yetkililer ayrıca Hizbullah’a silâh aktarılmasına mani olmak, Suriye’deki Golan bölgesinin “teröristlere ait bir cephe” hâline gelmesine izin vermemek için Suriye’ye saldırabileceklerini dillendiriyorlar. Tuhaf olan şu ki İsrail Golan bölgesinin El-Kaide kontrolünde olmasından memnun. Tek itiraz ettiği husus oranın yeniden Suriye hükümetinin kontrolüne girmesi.

Jason Ditz
29 Şubat 2016
Kaynak