11 Kasım 2015

,

Komünistler ve Polisler


Komünistler ve Polisler:

Henning Mankell’in Suç Romancılığının Radikal Kökleri

 

Kurt Wallander isimli dedektif romanları ile tanınan radikal İsveçli yazar Henning Mankell 5 Ekim 2015’te vefat etti.

Mankell, Ejderha Dövmeli Kız romanının yazarı Stieg Larsson ile birlikte “İskandinavya’ya özgü suç romancılığı” türüyle meşgul olmuş bir yazardı.

“Köprü” [The Bridge] ve “Cinayet” [The Killing] gibi polisiye romanları yanında, kitapları üzerinden çekilen televizyon dizileri bu türün popüler hâle gelmesini sağladı. Bu tür dâhilinde polisler yozlaşmış bir sistemle çatışma içine sokulmakta ve toplumun “karanlıkta kalmış yüreğini” söküp çıkartmaktadır.

İskandinavya’da her sahne sanki suç romanları için kurulmuş gibidir. Eleştirmenler, uzun karanlık gecelerin başı belâdan kurtulmak bilmeyen roman kahramanlarını temsil ettiğine dair görüşler bildirmeye bayılırlar.

Kurt Wallander bunun somut bir örneğidir. O, zorunlu bir ayrılığın ardından karısından boşanmış bir alkoliktir. Ayrıca kızıyla ilişkileri de sorunludur.

Romandaki karakterlerin birçoğu kuralları kabul edemediklerinden, hakikati su yüzüne çıkartan bir tür sosyopat kişiliktir.

Ama esasında bizi yakalayan, romandaki karamsar hava değil, sunduğu toplum eleştirisidir. Sahneler karanlıktır ve işlenen suçlar seyirciye yönelik bir tür psikolojik saldırı gibidir.

Mankell’in ilk Wallender romanı “Meçhul Katiller”de [Faceless Killers], çiftçi Johannes Lovgren işkenceye maruz kalır, ailesine ait köyden uzak çiftliğinde ölür. Karısı Maria ise dövülür ve boynundaki ilmikle ölü bulunur.

Kitap, seksenlerde ve doksanlarda “liberal” ve “açık” olduğu varsayılan bir toplumda giderek yükselen ırkçılığa odaklanmaktadır. Birçok kişi cinayetlerden mülteci kampında kalan “yabancılar”ı suçlar. Sonrasında kamp ateşe verilir.

Wallander ne liberal ne de sağcıdır. O, ülkeye gelen mültecilerin sayısından şikâyet edip durmaktadır.

Yan hikâyede ise genç bir mülteci tarlada kendisini ateşe verip intihar eder.

Wallander’in sorgusu kadının korkunç ölümü ile papaz cinayeti ve İsveç yönetici sınıfının üst kesiminde dönen kaçakçılık işleri arasında bağ kurar.

“İskandinavya’ya özgü suç romancılığı” esas olarak şu soru üzerine kuruludur: “İsveç toplumunda yanlış giden nedir?”

Dünyanın önemli bir kısmı için İsveç, II. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda ütopik bir topluma kavuşmuş görünmektedir.

Ülkedeki solcu “sosyal demokrat” yönetimler halka liberal sosyalizmin faydalarını ve güçlü bir refah devleti takdim etmektedir.

Yürüyüş

Ama sonrasında yazarlık yapmaya başlamış olan Marksist gazeteciler Maj Sjowall ve Per Wahloo’ya göre, İsveç sosyalizme doğru ilerlememektedir.

Aksine ülke kapitalizm kâbusunun içine gömülmektedir, sıradan insanlar yozlaşmış sosyal demokratik bütüncül yapının içinde unutulup gitmişlerdir.

Sjowall ve Wahloo, ABD’li yazar Ed McBain’in polisin uyguladığı adli işlem tarzı üzerine kurulu “87’inci Bölge” [87th Precinct] isimli romanlarını Marksizmle birleştirir. Böylelikle Stockholm polis müfettişi Martin Beck ve ekibinin hikâyesini kurgular.

On kitaplık seri, sömürü ve zulümle yüklü bir toplumu kendi karmaşık yapısı dâhilinde ifşa etmektedir.

İlk kitap Roseanna’da bir adam, ABD’li turist Roseanna McGraw’u taciz edip öldürür.

Suçlu bir operasyonda yakalanır, ama süreç dâhilinde bir kadın polis memuru saldırıya uğrar. Beck taktikler konusunda şüphelidir.

Sekizinci roman, “Kilitli Oda” [The Locked Room] toplumla ilgili sert yorumlarla doludur.

“Gerçek şu ki refah devleti denilen bu devlet eriyip gidene ve o fare deliği kadar evlerde ölene dek zerre ilgi görmeyen, en iyi hâliyle ancak eroinle hayatta kalabilen, hasta, fakir ve yalnız insanlarla doludur.”

Sonraki kitaplarda gerçek suçluların sosyal demokratlar olduğu daha net görülmektedir.

Seksenlerde sosyal demokrasinin ışığının sönmesiyle birlikte mültecilere karşı yükselen ırkçılık liberal İsveç balonunu patlatmıştır.

Mankell de Wallender’i ilkin bu dönemde kaleme alır. Roman ilkin 1991’de yayınlanır.

Kendisi de politik eylemci olan Mankell’e göre, ırkçılık “suç teşkil eden gerçek bir fiil”dir.

“İskandinavya’ya özgü suç romancılığı”na ait romanların kahramanları olan dedektifler sevimli kişilikler gibi görünürler. Ama çoğunlukla bu kişiler gerçekçidir ve üst düzey bir polisten beklenecek tüm yobazlıklara da sahiptirler.

O suçlu, eşitsizlik ve zulüm toplumunun üzerindeki örtüyü kaldırmak için başvurduğu yenilikçi yöntemiyle bu roman türü bizim ilgimizi çekmeye devam edecek.

Tomáš Tengely-Evans
13 Ekim 2015
Kaynak

09 Kasım 2015

, ,

Savaş, Baskı ve Gangsterlik


Savaş, Baskı ve Gangsterlik:

Baltimore’dan Bingazi’ye ABD’nin Dış Politikası

 

Freddie Gray’in gözaltındayken ölmesi üzerine siyah gençler ve polis arasında Baltimore’da cereyan eden çatışmalardan sadece iki ay sonra Başkan Obama’nın Adalet Bakanlığı yirmi dört yaşındaki Raymon Carter’ın bir eczanenin kundaklanmasına karıştığı iddiası ile suçlandığını açıkladı. Ulusal hükümetin davaya müdahalesinin verdiği mutlak mesaj şu idi: eğer “izin verilmeyen türden” direniş biçimlerine meylederseniz -yukarıdaki örnek dâhilinde mülkiyete karşı suçlara mesela- ulusal hükümetin tüm gücüyle karşınıza dikileceğinden emin olun.

ABD federal savcısı Rod J. Rosenstein meseleyi daha da açık biçimde ortaya koydu: “Gelecekte kim bir ‘ayaklanma’ya karışırsa bilsin ki polis, savcılar ve vatandaşlar enselerinde olacak ve onları hapse gönderecektir.”

Adalet Bakanlığı’nın Baltimore’daki yoksul siyah çocukları suçlu ilân etmeye yönelik bu hızlı ve saldırgan hamlesi yine aynı bakanlığın yüksek resmî görevlilere, devletin yerellerdeki emniyet görevlilerine ve büyük banka ve yatırım firmalarına yönelik yaklaşımından keskin biçimde farklılık gösteriyordu. Bush yönetiminin işkenceci yetkilileri, 2008 krizini planlayıp yöneten mali gangsterler ve aylarca süren “soruşturmalar”dan sonra Obama’nın Adalet Bakanlığı’nca haklarında bir tane bile iddianame düzenlenmemiş olan katil polisler Adalet Bakanlığı eliyle cezasız bırakıldılar.

Ama Obama’nın Adalet Bakanlığı kapitalist oligarşinin hizmetinde baskı ve suçu örtbas edip cezasız bırakan yegâne devlet kurumu değildi.

Devlet Terörünün Cezasız Kalışı: Bingazi’nin Gerçek Hikâyesi

ABD siyaset sahnesinde mühim ve muhalif görünen, aslında genellikle önemsiz ve kafa karıştırmaya yöneliktir. Temsilciler Meclisi’nde güya 11 Eylül 2012 tarihinde Bingazi’de ABD büyükelçisi Christopher Stevens ve üç elçilik çalışanının öldürülmesi ile sonuçlanan olaylarla ilgili iki partinin de dâhil olduğu bir soruşturma yürütmek için kurulmuş olan bir komisyona Hillary Clinton’ın ifade vermesi bunun tipik bir örneği.

Kongre’deki iki yönetici sınıf partisi arasındaki sözde husumete rağmen ABD’nin küresel tahakkümünün sürdürülmesi noktasında ideolojik bir uyuşma sözkonusu. Bu nihai hedef bağlamında her iki düzen partisinin de halkın dikkatini devletin, beyazların üstünlüğüne dayalı, ataerkil, sömürgeci/kapitalist düzeni sürdürmek ve geliştirmek için “mümkün olan her yola” başvurma ilkesine mutlak bağlılığını gösteren politika ve eylemlerinden uzaklaştırmakta müşterek çıkarları var.

Örneğin Kongre’de çoğunluğa sahip olan cumhuriyetçilerin 2012 olayları ile ilgili yeni bir soruşturmanın başlatılması yönünde karar alması böylesi bir soruşturmayı Clinton’ın başkanlık yarışına yeni bir sabotaj çabası olarak gören kimi Demokratların başlangıçta hayli ürkmesine neden olmuştu. Fakat Cumhuriyetçiler Clinton’ın elektronik postaları konusuna ağırlık verince, Demokratlar bu kez Clinton’ın özel bir sunucu (server) kullanıyor olmasının adaylığı açısından sıkıntılı bir duruma yol açacağından endişe etmişlerdi ama oturumlar elbette düzmeceydi ve Bingazi ile ilgili asıl mühim sorular gündeme getirilmeyecekti.

Eğer komisyonun gerçekten de halka hesap vermeye ve gerçeği ortaya çıkarmaya yönelik kaygıları olsaydı, sorulması gerekecek birçok soru vardı: 1) Saldırıya uğrayan tesisin rolü, görevi neydi? Bir ABD konsolosluğu muydu, bir CIA tesisi miydi yoksa başka bir şey mi? 2) Libya devletinin yıkılmasının ardından istikrarlı bir hükümetin kurulmasını bile beklemeden sözü edilen tesisler neden bu kadar hızla açılmıştı? 3) Neden yirmiden fazla sayıda oldukları tahmin edilen CIA personeli Bingazi’de, sahada yer alıyordu, hem de saldırının olduğu gece saldırıya uğrayan tesisten sadece birkaç kilometre ötede? Bu CIA personelinin görevi neydi? ve 4) ABD hükümeti neden kendisinin uluslararası terörist ağların parçası saydığı bir cihatçı grupla açık bağları bulunan bir örgütle sözü edilen tesisin korunması için anlaşma imzalamıştı?

ABD’nin Libya’ya müdahalesinin derinlemesine araştırılmasını gündeme getirecek bu türden sorular iki nedenle sorulmamıştı: 1) Suriye meselesi -Kongre halkın ABD müdahalesinin kronolojisine fazlaca odaklanmasını istemiyordu. Birçok sağcı Cumhuriyetçi rejim değişikliği stratejisini daha açıktan ve dolaysız yürütmediği ve daha agresif olmadığı için Obama yönetimine kızgın olsa da Kongre’deki herkes Suriye’deki olaylara yakın tarihte ve gönülsüzce dâhil olunduğu biçimindeki söylemin tamamen uydurma olduğunun bilincinde. Ve 2) Obama yönetimindeki ve Kongre’deki unsurlar düzen medyasının da tam desteğiyle iki ayrı tesise yönelik saldırıya götüren süreçte Dışişleri’nin rolü ve CIA’in görevi ile ilgili gerçekleri örtbas ettiler, zira sözkonusu faaliyetler hem ABD yasalarına hem de uluslararası yasalara aykırıydı.

Araştırmacı gazeteci Seymore Hersh, Senato İstihbarat Komitesi’nce Bingazi ile ilgili olarak hazırlanmış bir raporun halka açıklanmamış gizli bir ekinde 2012 yılının başında Obama ve Erdoğan yönetimleri arasında Libya devletinin çökertilmesi ile elde edilen silahların Suriye’deki sözde isyancı güçlere Libya’dan aktarılmasını sağlamak üzere bir silah tedarik hattı oluşturulup işletilmesi için yapılmış bir anlaşma hakkında bilgiler bulunduğunu tespit etti. Operasyon CIA’in o zamanki başı David Petraus’un idaresindeydi ve bu yardımdan nasiplenen unsurlar içinde El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra Cephesi gibi cihatçı gruplar da vardı.

Her ne kadar ABD’nin Suriye savaşındaki gerçek rolü hakkındaki bilgiler kamuya daha fazla mal olmaya başlamışsa da Kongre’deki ve Yönetim’deki elitler ABD’nin terörist olarak nitelediği gruplara teknik olarak ABD yasalarının yargı konusu yapacağı bir maddî yardımın bizzat yine ABD tarafından sağlandığı gerçeğinin dikkatlere çok fazla sunulmasından yana değillerdi hâlâ.

Başkan yardımcısı Joe Biden ABD’nin müttefiki olan devletlerin ve bunların bazı vatandaşlarının terörist oldukları bilinen unsurlara silah sağladığını ve ABD’li yetkililerin bundan haberdar olduklarını kamunun önünde açıkça söylemişti:

“Esad’a karşı savaşacak herkese milyonlarca dolar ve binlerce ton silah sağladılar. Ne var ki bu şekilde donatılanlar El Nusra, El Kaide ve dünyanın diğer yerlerinden gelen cihatçı unsurlardı.”

Buna rağmen bu sivil kişilerin ya da devlet yetkililerinin hiçbiri ki bunların çoğu düzenli olarak ABD ve diğer Batı ülkelerine gidip gelmekteler, suçlanmadı ya da herhangi bir yaptırıma uğramadı. Hatta Biden yaptığı gayrı samimi bir açıklamada bu ülkelerin, sağladıkları desteğin cihatçılara gittiği konusunda ABD yetkililerince uyarıldıklarını iddia etti -“Müttefiklerimizi desteklerini kesmeleri konusunda ikna edemedik.”

Anlaşılan, Obama yönetimince İran devletine ve İran ve Rusya vatandaşı kişilere uygulanan dava açma, banka hesaplarını dondurma, hükümete yaptırım uygulama gibi önlemler bu ülkelere karşı sözkonusu edilmemişti.

İşte bu nedenle gözü beyaz üstünlükçü kapitalist ideoloji tarafından kör edilmemiş herkes için Adalet Bakanlığı’nın Baltimore’daki genç direnişçilerin yargılanması yönündeki kararının arkasındaki çiğ sınıf siyaseti bu denli rezildir.

Bingazi her iki partiden ABD yetkililerinin suçlarından sadece biri. Irak’a ve Libya’ya düzenlenen yasadışı saldırılardan Venezuela ve Suriye’deki ifsada, ABD içindeki gözetim, kitlesel tutuklamalar ve polis devleti baskılarından Honduras ve Haiti’deki askerî darbelere, Yemen’deki kıyıma sunulan destekten Filistin’in süregiden işgaline kadar her iki partiden elitleri birleştiren şeyin, onların ABD/AB/NATO baskı ekseninin gücünü beyazların yoğunlaştırılmış iktidarının kurumsal ifadesi olarak mümkün olduğunca sürdürmeye yönelik bağlılıkları olduğu çok açık.

Bu arada Raymon Carter ise yıllarca hapis yatma olasılığı ile karşı karşıya, zira devlet kendisinin suçlu diye tanımladığı herkesi yakalayıp onları yargılama hakkı olduğunu iddia ediyor.

Ancak toplumsal hayat durağan değil ve güç dengeleri değişiyor. Bir gün aynı mantığı gerçek adaleti tesis edecek alternatif bir etik çerçeve içinde kullanacak olan halk, dünyamızı mahvedip milyonlarca insana işkence eden ve onları öldüren uluslararası sömürgeci gangsterleri yakalayıp adaletin önüne çıkaracaktır.

Ajamu Baraka
4 Kasım 2015
Kaynak

08 Kasım 2015

Aşka Vakit Yok


Siz buna hukuk,
Bizse ırk ayrımcılığı, gözaltı,
Zorunlu askerlik, duvarın ardı ve sessizlik diyoruz.
Beni ve sizi mahkûm etmek istedikleri yerin adıdır
Hukuk.

Diyorlar ki “siz oraya aitsiniz.”
Çelik, kurşungeçirmez camın,
Makineli tüfeklerin ve casusların ardına saklanıp
Biber gazı ve işkencenin çilesini çeken bizlere

Diyorlar ki
“Siz yanlış yoldasınız.”

KORO

Sabah gelirlerse vakit yok aşka
Vakit yok sabahları gözyaşına ve korkuya
Bir elveda demeye, “neden?” diye sormaya
Vakit yok

Şu sirenin sesi sabahın çığlığı.
İşkence gördüler, çürüdüler hücrelerde,
Delirdiler, mektuplar yazdılar
Ve öldüler.

Onlara bir tek çektikleri acının sınırları,
Yaşadıkları yalnızlık kaldı.
Terbiyeli çetelerin izin verdiği kadar adaleti
Bahşetti onlara mahkemeler.
Bazen hayatta kalma iradesi için dövüştüler
Oysa onlara sadece ölme arzusu düştü.

KORO

Sacco’yu götürdüler,
Vanzetti’yi, Connoly’yi, Pearce’yi
Onların hayatlarını.
Newton için geldiler sonra,
Seal, Bobby Sands
Ve dostları için.
Boston’da, Şikago’da, Saygon’da,
Santiago’da, Varşova’da
Ve Belfast’ta
Manşetlere çıkmayan, tüm o yerlerde.
Lanet olası şu liste hiç bitmiyor ki.

KORO

Her gün gelip dövdüler bizim çocukları
İstihbarat, amirler, muhbirler ve casuslar
İşlerini iyi yaptılar doğrusu.
Arkalarında
Ellerinde telefon,
fotoğraf çekip, bilgisayar kullanan
Ve dosyaları inceleyenler
Bir de onlara
“gelin şunu hücresine götürün” diyen adam.

KORO

Kardeşlerimize kavga iradesini veren tüm insanlar
Diyorlar ki
Alışırsın savaşa,
Bu demek değil ki
Savaş bitti.
Siz de bir balığın yaşamak için
Suya muhtaç olması gibi
Savaşa muhtaçsınız.
Ölüm mangaları önce sizinle baş edecek
Sonra da halkla, bunu bilin.

Söz: Jack Warshaw
Müzik: Christy Moore

07 Kasım 2015

,

Petrograd Sovyeti

Geçici Hükümet azledilmiştir. Devlet iktidarı Petrograd proletaryası ve garnizonuna öncülük eden Petrograd İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti’ne bağlı organın eline geçmiştir.

Halkın uğruna dövüştüğü dava, yani demokratik barış, toprak mülkiyetinin ilgası, işçilerin üretim üzerindeki kontrolü ve Sovyet iktidarının kurulmasına dönük derhal yerine getirilmesi gereken önerileri kapsayan davamız güvence altına alınmıştır.

Yaşasın işçilerin, askerlerin ve köylülerin devrimi!

Petrograd İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti Devrimci Askerî Komitesi
25 Ekim 1917 [7 Kasım] Saat: 10:00

06 Kasım 2015

, ,

Suriye: Herkes İçin Onurlu Bir Çıkışa Doğru


Bugün herkes Suriye için politik bir uzlaşmanın ve ateşkesin gerekli olduğunu kabul ediyor. Çok sayıda insan yerinden-yurdundan oldu; bu ülke yerle bir oldu. Suriye bugün paramparça. Savaş, aktörlerin kendilerini güvenilir bir biçimde muzaffer ilân etmelerine, hiçbir yerin mutlak olarak ele geçirildiğinden bahsedilmesine imkân vermiyor, kimsede ileride nihai zafere ulaşacağına dair bir umut yok. Suriye’de herkes yenildi.

1965’te İrlandalı gazeteci Patrick Seale Suriye İçin Mücadele isimli çalışmasında, ülkenin “uluslararası ölçekte rakip çıkarların bir aynası” hâline geldiğini söylüyor. Bölgesel güçler burada söz konusu büyük bedel için yarışıp durdular. Dolayısıyla 2011 ayaklanması, Katar, Türkiye, Suudi Arabistan ve ABD’nin kendi vekil güçlerini oluşturma yönünde acele etmesi, İran ve Rusya’nın hükümete yardım etmek için sürece katılması ile bölgesel çıkarlar için gerekli bir savaş alanına dönüştü. Birkaç hafta önce Rusya’nın gerçekleştirdiği askerî müdahale IŞİD hedeflerini vurmaktan çok, Katar’a, Türkiye’ye ve Suudilere, ayrıca El-Kaide’ye bağlı vekil güçleri Suriye’deki batı eksenine daha fazla itmek için yapıldı. ABD ile havada yaşanacak her türden kazaya mani olmak için kurulan işbirliği ile Irak ve Ürdün’le hava saldırıları konusunda oluşturulan koordinasyon Rus projesine rıza göstermeyi gerekli kılıyor. Rusya’nın elindeki hava ve kara güçleri Suriye’de Batı destekli bir rejim değişikliği ihtimali için tüm kapıları kapattı. Bu nedenle Rusya’nın müdahalesi bölgesel güçleri rejim değişikliği taahhüdünü yeniden düşünmeye zorladı. Ekim’in sonunda Beşar Esad’ın Moskova’ya yaptığı yolculuk Suriye hükümetinin yakın zaman içerisinde iktidardan uzaklaşmaktan artık korkmadığını gösteriyor. Devlet kurumları ve onları yöneten koalisyon kendilerine halel gelmeyeceğinden çok eminler.

23 Ekim ve 30 Ekim’de ABD ve Rusya ile bölge güçlerinin Viyana’da yaptığı toplantılar diplomasi alanında yeni bir sayfa açtı. 2012’de bu bölgesel güçler Suriye Temas Grubu’nu oluşturmuş, grup Kahire’de bir araya gelmişti. Bu gruba sürece tesir etme izni verilmedi, zira Batı rejim değişikliği konusunda ısrarcıydı. Bugün rejim değişikliğinin masada kendisine yer bulamaması ile birlikte diplomasi için gerekli yol da açılmış oldu. Viyana toplantısından çıkan tebliğ teskin edici bir niteliğe sahip olsa da çok daha fazlasını ifade ediyordu. Suudi Arabistan diyaloga en az dâhil olan taraf olsa da masayı terk etmedi. Suudiler hâlihazırda Yemen’le boğuşuyorlar ve Suriye’deki vekil güçler için nispeten daha sağlam bir ajanda hazırlama imkânından mahrum. Suudilerin bu savaştan sıvışmak için bir çıkışa ihtiyacı var. Türkiye de artık Esad’ı iktidardan uzaklaştırma vaadini yerine getirmekten çok uzak. On gün önce Türkiyeli bir diplomatın bana ilettiğine göre, hükümet artık politik bir süreç üzerinde durma arzusunda, zira Ruslar Esad’ın altı ay sonra iktidardan uzaklaşacağını garanti etmişler. Bu garanti söz konusu politik sürecin temeli. AKP’nin yeniden seçilmesinin AKP’nin Rusya’nın teklifini hiçe sayması için gerekli imkânı sunduğundan söz edilemez. Bu sürecin dışında kalmak Türkler için çok riskli.

Esad’ın Rolü

Esad, artık mesele değil. Batı başkentleri, bugün onun şahsen zayıf olduğunu kabul ediyorlar. Onlar sadece Suriye devletine ait kurumların çökmesinden korkuyorlar. Esad’a daha fazla ve daha sert bir biçimde vurmak bu kurumların da yıkılması riskini gündeme getiriyor. Politik uzlaşma sürecinin Esad ile gerçekleşmesi gerekiyor, zira onun gitmesine dair ısrar süreci uzattıkça uzatıyor ve devlet kurumlarını tehdit ediyor. Politik geçiş sürecinin Esad ile gerçekleşmesi gerekiyor, onun iktidardan uzaklaşması ise gizli, şimdiden belirlenmiş bir zaman diliminde belirli güvencelerle birlikte gerçekleşecekmiş gibi görünüyor. Rusya ve İran’ın görüşü bu şekilde.

Reuters’in İran Dışişleri Bakanı Yardımcısı Amir Ebullahyan’dan aktardığına göre, “İran Esad’ı sonsuza dek iktidarda tutma konusunda ısrarcı değil.” Tahran bu ifadeyi hemen yalanladı. Ama özelde konuşulduğunda İranlı diplomatlar kendilerinin Esad’dan çok, İran’ın bölgedeki nüfuzunun sürmesiyle ilgilendiklerini söylüyorlar. 2003’te ABD’nin Irak’ta, İran’ın düşmanı olan Saddam Hüseyin’i devirmesi İran’ın Batı Asya ile bağlar kurmasını sağladı. Batı da bu noktada İran’ı ABD’de 2005’te çıkan Suriye Sorumluluk Kanunu, İsrail’in (Hizbullah’a vurmak için) Lübnan’ı bombalaması ve İran’ın nükleer programına karşı yaptırımlar yoluyla kendi sınırlarına çekilmeye zorlamak istedi. Bu hamlelerin hiçbirisi başarılı olmadı. Batı yaptırımlardan vazgeçip İran’ın bölgede belirli bir role sahip olduğunu kabul etmek durumunda kaldı. İranlılar bu gelişmeyi bir zafer olarak nitelendirdiler. Altı ay içerisinde Suriye’de yeni bir politik düzenlemenin gerçekleştirileceğini söylediler. Kimse, özellikle Ruslar ve İranlılar, geçiş sürecinin şartlarını tarif etmek niyetinde değil. Bu güçler söz konusu geçiş sürecinin Suriye halkı için ifa edilmesi gereken bir görev olduğunu söyleyip duruyorlar.

Kaosun Bağrında Yapılacak Seçimler

Esad, Moskova’dan döner dönmez erken seçimlerin altı ay içerisinde yapılacağına dair sinyal verdi. Bu ifade Viyana toplantısında da yankısını buldu. Elbette bu “seçim”le değerlendirme sembolik bir değerlendirmeden başka bir şey değildi. Suriye halkının yarısı ülkeyi terk etmişti, nüfusun yoğun olduğu Halep’te savaş sürüyor, bir başka kenti (Rakka) ise IŞİD elinde tutuyordu. 2014’te yapılan son seçim Şam’ın kontrolündeki alanlarda yapılmış, seçime Suriye büyükelçiliklerinde oy kullanmak isteyen mülteciler de katılmıştı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri 2014 seçiminin “politik sürece zarar vereceği” konusunda uyarıda bulundu. O dönemde politik süreç hâlihazırda sürüncemede idi. Seçimde oy kullanan, benim sokaklarda sohbet ettiğim insanlar Esad’a değil, istikrara oy verdiklerini söylüyorlardı. Halk o dönemde savaşın bitmesini istiyordu. Dolayısıyla bugün seçim için yapılan çağrının Esad’ın muhalefete gerekli yol açacağına, yeni güçler dengesinin oluştuğuna dair bir gösterge olarak okunması zor.

Peki, davasını hâlâ sürdüren muhalefetin elinde ne var? Bu Nisan ayında Suriye Devleti’nin İnşası isimli muhalif grubun başını çeken Luey Hüseyin İspanya’ya kaçtı. Hayat gazetesine yaptığı açıklamada Bay Hüseyin, “ülkenin büyük bir kısmının ve birçok topluluğun Esad gitse bile merkezî devlete yeniden iştirak etmeyeceği”ni söylüyor. Bu, ileriyi gören bir değerlendirme. Muhalefetin kendisi de ülke kadar paramparça. Derin ayrışmalar (başkentte kalan) “Şam Muhalefeti”nin özellikle Suriye’de desteğini yitiren Suriye Ulusal Konseyi gibi ülke dışında duran muhalefetle birleşmesine mani oluyor.

Ocak ayında ülke dışındaki muhalefetin yeni lideri Halid Hoca, Nahar isimli Lübnan gazetesine başında bulunduğu koalisyonun “marjinalleştiğini” söyledi. O dönemde Hoca, “Moskova destekli bir diyaloga katılmayacağını” ifade etti. Ona göre, Esad hükümeti masada yalnız olmalıydı. Ancak Hoca, ne muhalefeti birleştirmeyi başardı ne de sahadaki militanlarıyla sıkı bağlar kurabildi. Onun tek umudu Nusret Cephesi ile El-Kaide arasındaki ittifakın dağılmasıydı. Bu umut suya düştüğünden Hoca’nın eli kolu bağlandı. Yaşanan diğer gelişmeler de Hoca’yla birlikte onun Türkiye ve Körfez’deki destekçilerin oyun dışı kalmasını sağladı.

Geçmişte Konsey’in başında bulunan (Şam’daki Emevi Camii’nin eski imamı) Muaz Hatip’in arası Şam’la bozuk olsa da muhtemelen o muhalefet platformunu diyaloga zorlayacak. Büyük olasılıkla başında Hasan Abdulazim’in bulunduğu solcu Demokratik Değişim İçin Ulusal Koordinasyon Kurulu Hatip’in safında yer alacak. Bu Ocak ayında aralarında Ulusal Koordinasyon Kurulu’nun da bulunduğu beş seküler cephe Kahire’de bir araya geldi. Toplantıda Suriye içinde mevcut olan terörist örgütlere karşı mücadelede Suriyelileri kışkırtıp seferber etmek için bir platform kurulacağı ve müzakereler yoluyla belirli bir politik çözüme ulaşılacağı sözü verildi.

Bu toplantının yaptığı çağrı ile Esad’ın inandıkları arasındaki mesafe bugün daha da daraldı. Bu ekip içinde epey saygı gören Hayzem Menna da var. Menna bir zamanlar Hasan Abdulazim’in yardımcısı idi. Geçen yaz Menna şunu söyledi: “Dört yıl boyunca Suriye’deki her türden politik teşebbüsü katlettik. Artık normal bir politik hayata geri dönmemiz gerek. Bu kirli savaşı durdurmamız lazım.” Büyük olasılıkla bu isimler ve (aristokrasiye mensup bir kişi olarak geçmişte sığınmacı olan Münif Tlass gibi) geçen yıl boyunca düşük profil sergilemiş olanlar doğan bu yeni fırsattan istifade edecekmiş gibi görünüyor.

İki Viyana toplantısı arası dönemde Umman Dışişleri Bakanı Yusuf bin Alevi Şam’ı ziyaret etti. Umman ABD-İran arasında gizli yürütülen müzakereler için kullanılan posta merkezi. Ağustos’ta Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim Umman’ın başkenti Maskat’ı ziyaret etti. Bu iade-i ziyarette Ummanlı diplomatlar muhtemelen ABD ve belki de Suudi Arabistan’ın mesajlarını Şam’a taşıdı. Çoğunlukla bu türden işler göz açıp kapayıncaya kadar yaşanıp bitiyor. IŞİD’in Humus’un eşiğine dayandığı Suriye’nin hatrına, insan bunların boş hareketler olmamasını umut ediyor.

Vijay Prashad
4 Kasım 2015
Kaynak

,

Sözümüz Meclisten Dışarı



TV’de bir paşa arz-ı endam ediyor. IŞİD’den dem vuruyor. Konuşması dâhilinde, asker kışlalarında uygulanan bir yöntemi anlatıyor. Kabaca aktarırsak, şuna benzer bir şeyler söylüyor: içi atık dolu çukura bir köpek leşi atılıyor, oradan türeyen bakteriler, kurtlar çukuru bir süre sonra temizliyor. Paşa, IŞİD’in bunu yaptığını iddia ediyor. Dolayısıyla, kendisinin de ülke denilen “çukur”u nasıl temizlediğini izah etmiş oluyor.

Askerin mantığının nasıl işlediğine dair bir hikâye bu. Kuru bir aklı, duru bir vizyonu, arı bir siyaseti anlatıyor. Asker için her şey bu şekilde işliyor. Bir meslek ideolojisi olarak siyaset mesleğiyle arasındaki mesafeyi bu yaklaşım tayin ediyor.

O, işçi-köylü-asker şuralarının muktedir olduğu kuzeyin, Sovyet Rusya’nın iradesine karşı kurulmuş bir ülkeyi savunuyor. O şuralara cevaben, tepkiyle, karşıt olarak kurulmuş bir meclisin temelini, belkemiğini, ruhunu teşkil ediyor. Hiç mi hiç vazgeçilmiyor. Liberal ya da muhafazakâr, tüm aklın, pratiğin pusulası onu gösteriyor. Tüm düşünce kuruluşları, içeride ya da dışarıda, Fethullahî veya Tayyibî, onunla iş tutmak zorunda. Fizikte, kimyada, biyolojide en ufak değişiklik, onun müdahalesine açık.

Türkiye’nin büyük milletinin meclisi, grevleri yasaklanan işçiyi, toprağı gasp edilen köylüyü, yaban ellere seferber edilen askeri kucaklamıyor, kucaklamamak için kuruluyor. Dolayısıyla bu kesimlerin iradesini, ruhunu kurutmak için varoluyor. O dönemin tüm fiziği, kimyası, biyolojisi, bugünü tayin ediyor. Bize bu üç gerçeğin izin verdiği, su üzerine çıkan köpükleriyle, rakamlarla uğraşmak düşüyor. Lenin’in “suyun yüzündeki köpüklere bakın, suyun dip akıntısını anlayın” önerisi unutuluyor.

Seçim sonrası tüm anket şirketleri “dip dalgayı göremedik” diyorlar. O anketleri şevkle takip edip, heyecanla paylaşan solcular, o “anket şirketi” denilen köpüğe aldanıp dip dalgadan uzaklıklarını gizliyorlar.

* * *

Kuruluş döneminin öfkesine bakan, ona örgütlenen bir isim İbrahim. Bugün “Kaypakkaya olamadık bari kaypak olalım” demek hiçbir çözüm üretmedi, üretmiyor. Emekçi halkın iradesini kurutan âlemde gezinmek riskler, tuzaklar barındırıyor. Bizi, pratiğimizi iki-üç kelle saymaya indirgemek, bu tuzaklardan en önemlisi.

Düne dek gününü iki kelle saymakla geçirenlerin şimdilerde “parlamento burjuvazinin ahırıdır” nağmelerini ciddiye almamak gerekiyor. Çünkü mücadele, kolektif manada belirli anlara neşter atıyor, vücut kan akışını durdurmak için pıhtılaşma sürecini devreye sokuyor. Bu kişiler küfr, örtü, kılıf işlevi görüyorlar, ifşanın, kara perdeleri yırtmanın iradesinden kaçışın adı oluyorlar.

Biz kelleleri sayarken, sayılarla uğraşırken, fizik-kimya-biyoloji değişiyor. Sayıların gizlediği bu. Pıhtılaşmanın görülmediği yer de burası. Bu noktada “aptal herif, 600 TL maaş alıyor, hâlâ AKP’ye oy veriyor” deniliyor. Böylece kendisinin maaşına göre oy kullandığını ikrar etmiş oluyor. Bir insanın yüzünü bile görmediği insanlar için mücadele edebilme, ortak değerleri adına yola yoldaş olma ihtimallerini defterinden siliyor. Burjuva siyaset pazarında kendisine ayrılan yüksek akıl veya temiz vicdan koltuğuna kurulmayı önemli zannediyor. “Gocuklu celebin kaldırdığı sopa” başka bir sürüye emir veriyor.

Pıhtılaşma, geleceği bugünde dondurarak da gerçekleşiyor. Geleceğe matuf tüm olgular bugündeki pıhtılaşmanın parçası hâline geliyorlar. Biri işçi kurultayı, biri devrim, biri de komün oluveriyor hemen. Kurultaya, devrime, komüne doğru akan kanı kendisinde, kendi varlığında pıhtılaştırıyor. Neşter anlamını, kıymetini yitiriyor. Akış, akışın içindeki damlaların sürekliliği hükmünü kaybediyor. Kaya, kaypaklıkla sertleşiyor.

* * *

Seçim sonrası herkes sokağa işaret ediyor. Sokaksa “boş gösteren” olarak iş görüyor. Tüm eksik ve zaafların kılıfı, sumeni, zarfı olarak devreye sokuluyor. Boş gösteren olarak sokağa, ya orayı boşaltmak için işaret ediliyor ya da zaten boş olduğu için. Meclisin fizikî, kimyevî ve biyolojik ağırlığı tayin edici oldukça sokak, o kalbe kan taşımaktan başka bir işe yaramıyor. Tüm yaşadığımız şiddet, kanımızı oraya akıtmak için tatbik ediliyor. Birilerine göre ülke denilen beden, kimyası ve fiziği ile kendisini koruyor, bize roller dağıtıyor.

Sözümüz meclisten dışarı elbette. Egemenlerin kuruluş momentinde tüm dinamiklerin kanını kurutmak, pıhtılaştırmak için kurduğu meclisin dışına bakmak gerek. Neşter atılan, kan akan yeri pıhtılaştıranlara karşı eleştirimizi esirgememiz gerekiyor. Başka ülke, devrimin vatanı Avrupa başkentlerinden ya da ABD düşünce kuruluşlarının gizli odalarından görülemiyor.

“Vatan sözcüğü köy meydanı demek” diyen aşağılayıcı-liberal dilden uzak durmak gerekiyor. Bu da ortak olana bakmayı zorunlu kılıyor. Dolayısıyla, MÜSİAD başkanı Erol Yarar’a “biz sen zengin olasın diye mücadele etmedik” demek bir neşter atmaksa, bu sözü TÜSİAD adına söyleyen insan hâline gelmek de pıhtılaşmadır. Eleştirinin neşteri buraya savrulmalı.

Devrimin vatanı için mücadele, “devrim olalım” laflarıyla yürümüyor. Maddesini yitiren efendilerin ruhuna, diyalektikten kaçan zalimlerin metafiziğine sığınıyor. Çukuru temizlemek için kullanılan köpek leşi olmaksa mücadeleye zerre katkı sunmuyor.

Eren Balkır
5 Kasım 2015

04 Kasım 2015

, ,

John Reed’in Bakû Kurultayı Konuşması


Bakû Kurultayı

Dördüncü Oturum Raporuna Ek

 

John Reed [22 Ekim 1887-19 Ekim 1920] ABD’li gazeteci, sosyalist ve Ten Days That Shook the World [“Dünyayı Sarsan On Gün”] ile Insurgent Mexico [“Viva Meksika”] kitaplarının yazarıdır.

1913 tarihli Patterson İpek Grevi’yle ilgili yaptığı haber sayesinde ABD solunda herkesin tanıdığı bir isim hâline gelir. 1917 Ekim Devrimi’ne tanık olduktan sonra ABD Komünist Partisi’nin selefi olan Komünist İşçi Partisi’nin kuruluşuna katkı sunar.

Sovyet Rusya’da Komintern ile birlikte çalışırken 19 Ekim 1920’de tifüsten ölür. Askerî törenle Moskova’daki Kızıl Meydan’da bulunan Kremlin Duvarı’na gömülür.

* * *

Ben burada, sömürge halklarına zulmedip onları sömüren büyük emperyalist güçlerden biri olan ABD’nin devrimci işçilerini temsilen bulunmaktayım.

Siz Doğulu, Asyalı halklar, Amerika’nın hâkimiyetini henüz tecrübe etmediniz. Sizler, İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistlerini biliyor ve nefret ediyorsunuz ve muhtemelen “özgür Amerika”nın daha iyi yöneteceğini, sömürge halklarını özgürleştireceğini ve onlara ekmek verip onları savunacağını düşünüyorsunuz.

Hayır. Filipinler’deki işçi ve köylüler, Orta Amerika ve Karayip halkları, “özgür Amerika”nın yönetimi altında yaşamanın ne demek olduğunu biliyorlar.

Örneğin, Filipinler halkını ele alalım. 1898’de Filipinliler, zalim İspanyol hükümetine karşı ayaklandı ve Amerikalılar onlara yardım ettiler. Fakat İspanyollar kovulduktan sonra Amerikalılar ülkeyi terk etmediler.

Sonrasında Filipinliler, Amerikalılara karşı isyan etti ve bu sefer “kurtarıcılar” onları, karılarını ve çocuklarını öldürmeye başladılar: herkese işkence ettikten sonra ülkeyi zaptettiler. Ülkeyi tümüyle ele geçirdikten sonra herkesi çalışmaya zorlayıp Amerikalı kapitalistlerin kârlarını arttırdılar.

Amerikalılar, Filipinliler’e bağımsızlık vaat etmişlerdi. Kısa bir süre sonra bağımsız Filipinler Cumhuriyeti ilân edilecek.[1] Fakat bu demek değildir ki Amerikalı kapitalistler ülkeyi terk edecekler ve Filipinliler kendileri için kazanacak. Amerikalı kapitalistler, Filipinli liderlere hükümet işleri, toprak, para ve kârlarından pay verdiler; işçilerin ürettiği kârlarla yaşayan ve çıkarları ülke halkının köle olarak kalmasında olan Filipinli bir kapitalist sınıf yarattılar.

Aynı durum, Amerikalılar tarafından İspanyol hâkimiyetinden kurtarılan Küba’da da yaşandı. Şimdi Küba bağımsız bir cumhuriyettir. Fakat tüm şeker plantasyonlarına zengin Amerikalı tröstler sahip ve geriye kalan küçük miktardaki arazi de Kübalı kapitalistlere kaldı: bu kapitalistler, aynı zamanda ülkeyi de idare ediyorlar. Küba işçileri, Amerikalı kapitalistlerin çıkarına olmayan bir hükümet seçmek istediklerinde ABD, halkı kendi zalimlerini seçmeye zorlamak için ülkeye asker gönderiyor.[2]

Ya da başka bir örnek anlamında, yüzyıl önce hürriyetlerine kavuşmuş bulunan Haiti ve San Domingo cumhuriyetlerine bakalım. Adanın verimli oluşu ve orada yaşayan insanların Amerikalı kapitalistlerce kullanılma ihtimali yüzünden ABD, düzeni sağlama bahanesiyle buraya asker ve gemiciler gönderdi ve iki cumhuriyeti ezerek buralarda İngiliz tiranlığından daha kötü bir askerî diktatörlük kurdu.

Zengin bir ülke olan Meksika ABD’ye çok yakındır. Meksika’da, ilkin İspanyollar ardından da yabancı kapitalistler tarafından köleleştirilerek geri bıraktırılmış olan bir halk yaşıyor. Bu ülkede, yıllarca süren bir iç savaşın ardından halk, Meksika’nın zenginliklerini Meksikalılar için korumak isteyen ve yabancı kapitalistleri vergilendiren, proleter nitelikte olmasa da demokratik olan kendisine ait bir hükümet kurdu. Amerikalı kapitalistler, aç Meksikalılara ekmek göndermeyi hiç düşünmediler. Aksine onlar Meksika’da, ülkenin ilk devrimci başkanı olan Madero’nun[3] katline sebep olan karşı-devrim sürecini başlattılar. Üç yıllık mücadele sonrasında devrimci rejim yeniden tesis edildi ve Carranza[4] başkan oldu. Amerikalı kapitalistler yeniden devrim karşıtı bir hareket başlattılar ve Carranza’yı öldürüp kendileriyle dostane ilişkiler içinde olan bir hükümet kurdular.

Kuzey Amerika’da, herkesin eşit vatandaş olduğunu söyleyen yasaya rağmen, hiçbir toplumsal ya da politik hakka sahip olmayan on milyon siyah insan yaşıyor. Amerikalı işçilerin kapitalistlere yönelik dikkatini başka tarafa çekmek için sömürücü sınıflar, ırklar arasında bir savaş başlatıp işçilerin siyahlardan nefret etmeleri için uğraşıyorlar. Diri diri yakılan siyahlar, tek umudun beyaz haydutlara karşı silâhlı direniş olduğunu düşünmeye başlıyorlar.

Son günlerde Amerikalı kapitalistler, Doğu halkları ile dostane ilişkiler kurarak onlara yardım ve yiyecek vaadinde bulunuyorlar. Bu ilişkiler, özellikle Ermenistan’la kuruluyor. Amerikalı milyonerler tarafından açlık çeken Ermenilere ekmek göndermek için milyonlarca dolarlık yardımlar toplanıyor, birçok Ermeni, Sam Amca’dan yardım bekliyor.

Amerikalı kapitalistler, ülkedeki işçi ve köylüleri birbirine karşı kışkırtıyorlar: Küba ve Filipinler’deki halkları sömürüp onları aç bırakıyor, Siyah Amerikalıları diri diri yakıp vahşi biçimde öldürüyor, ülkedeki işçileri berbat koşullarda uzun çalışma saatlerine ve düşük ücretlere mahkûm ediyorlar. İşçiler yorulduklarında sokağa atılıp orada ölüme terk ediliyorlar.

Şimdilerde açlık çeken Ermenilere yardım götürme işini üstlenmiş olan ve Ermenileri çöle süren Türkler hakkında duyarlı makaleler yazan Bay Cleveland Dodge, binlerce Amerikalı işçinin çalıştığı büyük bakır madenlerinin sahibidir ve işçiler cesaret edip greve gittiklerinde o işçiler Ermenilere yapıldığı gibi, Bay Dodge’un madenlerini koruyan muhafızlar ellerindeki süngülü silâhlarla çöle sürülmektedirler.[5]

Birçok Ermeni, savaş süresince Türklerin uyguladığı vahşetten dolayı acı çeken milletine yönelik tavrından dolayı Amerika’ya karşı minnettarlık duymaktadır. Fakat sözlü beyanatlar dışında Amerika Ermeniler için ne yapmıştır? Hiçbir şey.

1915’te, olayların yaşandığı esnada İstanbul’daydım ve bu nedenle misyonerlerin, Türkiye’de çok miktarda mülkiyete sahip olduklarını, bu sebeple Türkiye’ye baskı uygulanmaması gerektiğini söyleyerek yaşanan iğrençliklere karşı ciddî bir tepki göstermediklerini biliyorum. Kendi ülkesindeki teşebbüslerinde binlerce işçiyi sömüren Amerikan Büyükelçisi Bay Strauss, tüm Ermeni halkının gemilerle Amerika’ya götürülmesini, bu proje için de yüklü miktarda bir parayı bağışlamayı önermiştir; fakat esasında bu plan, Ermenileri Amerikan fabrikalarında çalıştırmak, Bay Strauss ve dostlarının kârlarını artırmak amacını gütmektedir.

Amerikalı kapitalistler, neden Ermenistan’a yiyecek dâhil çeşitli konularda yardım vaatlerinde bulunup duruyorlar? Nedeni basit bir hayırseverlik mi? Eğer öyleyse gitsinler, Orta Amerika halklarına yiyecek yollasınlar ya da Amerika’daki kendi siyah halkına yardım etsinler.

Hayır. Yapılan yardımların asıl nedeni, Ermenistan’daki maden zenginliği ve Amerikalı kapitalistlerin sömürmek için yanıp tutuştuğu muazzam ucuz emek rezervidir.

Ermenistan’ın sırtına tırnaklarını geçirmek ve Ermeni milletini köleleştirmek amacıyla Amerikalı kapitalistler, Ermenilerin güvenini kazanmak istiyorlar. Amerikalı misyonerlerin Yakındoğu’da okullar kurmalarındaki amaç budur.

Fakat bunun bir başka önemli nedeni daha vardır: diğer kapitalist milletlerle birlikte Milletler Cemiyeti[6] çatısı altında buluşan Amerikalı kapitalistler, Ermenistan işçi ve köylülerinin Sovyet Rusya ve Sovyet Azerbaycan’ı örneklerini takip edip Dünya emperyalizmine karşı tüm Dünya işçi ve köylüleriyle yan yana birleşik bir cephe oluşturarak iktidarı alacaklarından ve kendileri için çalışacaklarından korkuyorlar.

Açlık çeken halklara yiyecek vaat etmek ve bir yandan da sovyet cumhuriyetlerini abluka altına almak, Birleşik Devletler’in temel politikasıdır. Sovyet Rusya’ya yönelik abluka, binlerce kadının ve çocuğun ölümüne yol açmıştır. Aynı yöntem, Macar halkının kurduğu sovyet hükümetinin başına aynı şeyler gelsin diye uygulanıyor.

Aynı taktik, şimdilerde Beyaz Macaristan halkının Sovyet Rusya’yla savaşa girmesi için de kullanılıyor. Rusya-Finlandiya sınırında küçük birer ülke olan Estonya ve Letonya’da da bu yönteme başvuruluyor. Fakat tüm bu küçük ülkeler, açlık çekip iflas ettikleri için Sovyet Rusya ile barış yapmaya mecbur kaldılar. Şimdilerde Amerikan Hükümeti onlara yiyecek teklif etmiyor. Artık bu ülkelere ihtiyaç duymadığından, insanların açlıktan ölmelerine izin veriyor.

Amerikalı kapitalistler Ermenistan’a ekmek sözü verdiler. Bu, eski bir numaradır. Ekmek sözü verirsin ama asla ekmeği vermezsin. Sovyet Hükümeti’nin devrilişinden sonra Macaristan söz verilen ekmeği alabildi mi? Hayır. Macar halkı bugün hâlâ aç. Macar halkı bugün hâlâ açlık çekiyor. Peki Baltık ülkeleri alabildi mi? Hayır. Patatesten başka hiçbir şey bulamayan Estonyalılar açlıktan kıvranırlarken Amerikalı kapitalistler, kâr getirmediği için satamadıkları çürük patatesleri gemilere yükleyip onlara yolladılar.

Hayır yoldaşlar, Sam Amca kimseye karşılıksız bir şey vermez. Bir elinde çuval dolusu saman, diğer elinde kırbaç. Onun vaatlerini duyan herkes, bir süre sonra kendisine verilenleri kanı ve teri ile ödeyecektir. Amerikalı işçiler, emek ürünlerinden daha fazla pay talep ediyorlar; kendi evinde devrimi önlemek amacıyla Amerikalı kapitalistler, yeni sömürgeler arayıp buralardaki halklardan yeterli miktarda kâr elde ederek kendi işçisini itaatkâr kılmak ve onları Ermenilerin sömürülmesi sürecine ortak etmek istiyorlar.

Ben burada, tüm bu gerçeklerden haberdar olan, Ermeni işçi ve köylüleri ve tüm Dünya emekçi yığınlarıyla birlikte hareket etmek suretiyle kapitalizmin yıkılacağını bilen Amerikalı binlerce devrimci işçiyi temsil ediyorum. Dünya kapitalizmi yok olacak ve tüm halklar özgürleşeceklerdir.

Bizler, tüm mazlum emekçi halklar arasında oluşacak dayanışmaya ve Komünist Enternasyonal çatısı altında, Rus Bolşeviklerinin liderliğinde Avrupa ve Amerika’nın tüm ülkelerindeki devrimci işçilerin gerçekleştireceği birliğe dönük ihtiyacın önemini biliyor, siz Doğu halklarına şunu söylüyoruz: Amerikalı kapitalistlerin vaatlerine kanmayın!

Özgürlüğe giden tek bir yol vardır. Kapitalistleri deviren ve Kızıl Ordu’suyla yabancı emperyalistleri mağlup eden Rus işçi ve köylüleri ile birleşin! Komünist Enternasyonal’in kızıl yıldızını takip edin!

John Reed
4 Eylül 1920
Kaynak

[Reed’in konuşma metni, zaman yetersizliği yüzünden kurultayda dağıtılmadı. Metin, sonradan oturumların Rusça baskısına eklendi.]

Dipnotlar:
[1] 1916’da ABD Filipinler’e bağımsızlık sözü vermesine rağmen bu konuda tek bir adım bile atmadı. Sonradan ülkeyi işgal eden Japonlar 1943’te Filipinler’e bağımsızlık verdi. ABD ülkeyi yeniden işgal edince 1946 tarihinde yeniden sözde bağımsızlığına kavuştu.

[2] 1902’de Washington Küba’nın biçimsel bağımsızlığını tanıma koşuluyla bu ülkenin dış ilişkilerini denetleme, burada askerî üs kurma ve her durumda iç ilişkilerine karışma hakkını elde etti.

[3] Francisco Madero: (1873-1913): 1911’de Porfirio Díaz’ın diktatörlük rejimini yıkan devrimin lideri. 1911-13 arası dönemde Meksika cumhurbaşkanı. Askerî darbe ile devrildi ve öldürüldü.

[4] Venustiano Carranza (1859-1920): 1913-14’te Meksikalı diktatör. Victoriano Huerta’yı deviren devrimin lideri. Meksika cumhurbaşkanı (1914-1920).

[5] 12 Temmuz 1912’de Arizona, Bisbee’deki Phelps-Dodge Madenleri’nde 1.100’den fazla grevci işçi silâhlı şirket görevlilerince kuşatıldı, yük vagonlarına dolduruldu ve grev sona erene dek tutsak edilecekleri çöle sürüldü.

[6] Milletler Cemiyeti: 1919’da Versailles Anlaşması’nda sistemleştirilen, Dünya’nın parçalanması sürecini önlemek amacıyla İttifak kuvvetlerinin oluşturduğu birlik.

03 Kasım 2015

,

Neden Hıristiyan Komünistim?

Bana muhtelif durumlarda ve sıklıkla düşüncemin, inancımın ne olduğu sorulur. Bense bu soruyu “Hıristiyan komünistim” diye cevaplarım. Bir grup Çinli öğrenci ve uzmanla Marksizm hakkında konuşuyor da olsam, genç anti-kapitalist eylemcilerin veya sendikacıların toplantısı veya geleneksel Marksistlerin kongresinde, hatta bir grup dindarla da konuşuyor olsam bu cevabım ister istemez bir soru yağmurunu tetikliyor. Hıristiyan ve komünist -bunlar iki ayrı kutup değil mi? Komünistler ve komünist ülkeler dine onun ‘halkın afyonu’ oluşundan dolayı karşı değiller mi? Hıristiyanlar ‘ateist’ komünizmin doğrudan doğruya karşısında değiller mi? Bu sorular, hem de en ummadığınız yerde, çoğunlukla teolojik konuların girift yanlarına dair sorulara dönüşüyor.

Bu yüzden karşılaştırılamaz görünen bu terimlerin buluştuğu kavşağa işaret etmek istiyorum. Öncelikle Hıristiyan komünizminin uzun ve canlı bir tarihi olduğunu belirtmek gerek. Bu tarih Engels (1894-95 [1990]), Rosa Luxemburg (1970 [1905]) ve Karl Kautsky (2007 [1908], 1976 [1895–97]-a, 1976 [1895–97]-b; 1977 [1922]) gibi Marksistlerce netlikle serimlenmiş ve bugüne kadar da birçok eleştirmen tarafından ayrıntılandırılıp genişletilmiştir. Bu, iki bin yıllık bir tarihtir ve elbette çağdaş sosyalizmi önceler. Kurucu mitolojik önermeleri Yeni Ahit’in Elçilerin İşleri kitabının ikinci ve dördüncü bölümlerinde, yani ilk Hıristiyan topluluğunun “her şeyde ortaklaştığı”nın anlatıldığı yerdedir. İfade tam olarak şöyledir: “İmanlıların tümü bir arada bulunuyor, her şeyi ortaklaşa kullanıyorlardı. Mallarını mülklerini satıyor ve bunun parasını herkese ihtiyacına göre dağıtıyorlardı.” (Elçilerin İşleri 2:44–45)

Bu, oldukça basit gelebilir, sözkonusu olan bugün bile görülen türden bir komündür. Bununla beraber bu alçakgönüllü çabanın devrimci bir anlamı olduğu zamanlar da olmuştur. Örneğin on altıncı yüzyılın başlarında Alman devletlerindeki Köylü Devrimi’nin liderlerinden Thomas Müntzer omnia sunt communia -her şey müşterektir- sözünü hareketin sloganı hâline getirmişti. Hatta ona göre Hıristiyanlığın mesajı şuydu: “İnancımızın hayata geçirmeyi arzu ettiğimiz esaslarından biri her şeyde ortaklıktır [omnia sunt communia], her şey durumun gereklerine ve herkesin muhtelif ihtiyaçlarına göre pay edilmelidir”. (Kautsky 1987, 130). Bugün bu İncil emrine riayet ederek yaşam süren Hıristiyan topluluklar biliyorum; bu toplulukla kendilerini bu kadim Hıristiyan komünizmi geleneğinin parçası addediyorlar.

Biz yine Thomas Müntzer’in tebliğine dönelim, zira şunları ekliyor Müntzer: “Hangi prens, kont ya da baron kendisine hakikat ısrarla tebliğ edildiği halde onu kabule yanaşmazsa kellesi uçurulacak ya da asılacaktır” (Kautsky 1987, 130). Ben bunu oldukça açık bir devrim çağrısı olarak okuyorum; bu çağrı türlü biçimler alabilir ama mutlaka yönetici sınıfın kolektif faaliyetlerinden alıkonmasını gerektirir. İnsanları ortaklaşarak yaşamaya, ortak mülkiyete ve kolektifin gerçekte ne anlama geldiğini keşfetmeye teşvik etmek işin bir yönü. Diğer yönü ise devrimdir. Eğer yalnızca muhtelif komünal yaşam biçimlerine yönelik bir arayışa odaklanırsak mevcut durum içinde fazlaca rahat hissetme tehlikesi belirir. Ya başta karşı çıktığımız duruma ayak uydurmuş bir hücreye dönüşürüz ya da kendimizi mümkün olduğu kadar o durumdan çıkarmaya uğraşırız. Her iki durumda da devrimci bir gündemi, yani sistemin kendisini değiştirme gerekliliği ile niyetini bir kenara koymuşuz demektir.

Artık reformistizdir; onu mevcut anda daha yaşanılır kılmak üzere sistemin küçük parçalarını düzeltmekle uğraşırız. Reformu bir yana bırakalım demiyorum, ama reformun her daim devrimci bir gündemin ışığında ele alınması gerektiğini söylüyorum. Ancak o zaman reformların bir anlamı olur; zira o durumda bize sürekli devrimin gerekliliğini hatırlatır ve devrim hedefine hizmet ederler.

Şu hâlde devrim Hıristiyan komünist geleneğin diğer ana bileşenidir. Hıristiyanlığın metanoia çağrısı, yani toplumsal, iktisadî ve kişisel düzlemlerde bir yön değişikliğine davet eden çağrı göz önüne alındığında olağan olan da böyle olması değil mi? Bu çağrı son yıllarda genellikle bir ‘tövbe’ çağrısı olarak anlaşılır oldu, öyle olunca da böyle bir dönüşümün zengin toplumsal boyutları yadsınmış oluyor. İki bin yıllık uzun Hıristiyan tarihi boyunca bu çağrı ve İncil’in kendisi birbiri ardına devrimlere ilham verdiler. Waldocular[1], Havari Kardeşliği[2], Lollardlar[3], Taborlular[4], Thomas Müntzer’in yanında yer alan köylüler, kuzey Hollanda’daki ve Münster’deki Anabaptistler, Rus devrimindeki Tanrı-arayanlar ve Tanrı-yapıcılar[5], Çin devrimindeki Hıristiyan materyalistler[6], 12. yüzyıl başlarının radikal Hıristiyan sosyalistleri, 1970’li ve 1980’li yıllarda Latin Amerika’daki gerilla rahipler… bu liste uzar gider. Aslına bakılırsa böylesi bir liste konuyu benim Hıristiyan komünist olmamın diğer bir nedenine getiriyor: dört başı mamur bir devrim henüz gerçekleşmemiş değil, böyle devrimlerin uzun bir tarihi var. Bu devrimlerin çoğunun hatalar işlediği doğru şüphesiz; ancak birçok başarılar elde ettikleri de doğru. Her iki durumda da bu eski örneklerden öğrenecek çok şeyimiz var.

Hıristiyan komünizminin diğer yönlerini de kısaca ele almak isterim. Evvela, sözkonusu geleneğin mücadele ettiği eski-yeni gerilimi var. Yani devrim (metanoia) ile ilgili fikirlerin bir sonucu olarak geçmişten radikal bir kopuş ile geçmişin devrimden sonra da birçok biçimde devam ettiği gerçeği arasındaki gerilim. Bir devrimi gerçekleştirdiğinizde eskiye dair her şeyi yıkıp yeniden mi başlarsınız? Birçokları, alaşağı edilen her şeyin yoz ve bozulmuş olduğu ve bunların yeni uğruna süpürülüp atılması gerektiği düşüncesiyle bu yaklaşımı benimsemişlerdir. Ya da eskinin enkaz ve artığından tamamen farklı bir şey yaratmak üzere istifade mi edersiniz? Gidenin, yani eskide kalanın en iyi yönlerini alarak diyalektik bir dönüşüme girişir ve böylelikle insan yaratıcılığı ve hayal gücünün yeni bir düzeye çıkmasını mı koşullarsınız? Ben her iki unsurun da radikal bir kopuş ile bir süreklilik hissinin birbirleriyle yaratıcı bir etkileşim içinde korunduğu bir gerilim dâhilinde bir arada tutulmasını öneriyorum. Örneğin Rus devriminin ardından bazıları eski düzenden kalan her şeyi yok etmek istediler, diğerleriyse sosyalizmi kurmak üzere o düzenin en iyi yanlarını saklı tutmak. Bu mesele bizi Hıristiyan komünist hareketlerin geleneği ile karşı karşıya getiriyor: her devrim kendisinin tamamen yeni olduğuna inanır, ancak böyle bir devrimler geleneğinin varlığı geçmişin bir yönüyle şimdide sürmekte olduğuna delalet eder.

Başka bir mesele de Hıristiyanlık dâhil birçok dinin muhafazakârlığıyla ilgili. Bu dinler hangi tiran iktidardaysa onu destekleyip meşrulaştırmaya can atarlar, özellikle de bu tiran sözkonusu dindense ve ona sahip çıkıyorsa. Bu durumun sözü edilen tutumun tam karşıtını sergileyen Hıristiyan komünizmi ile ilgisi ne olabilir? Bazıları Hıristiyan komünizminin Hıristiyanlığın gerçek hakikati olduğunu, onun özünü teşkil ettiğini ve mevcut iktidarlarla kirli ilişkiler geliştirenlerin o dinin hakikatinden ödün vererek ona ihanet ettiğini iddia ediyorlar. Ben meselenin bundan daha karmaşık olduğunu söyleyeceğim. Hıristiyanlık gibi bir din devrimci ve reaksiyoner taraflar arasında kalmıştır; bu, onun Roma İmparatorluğu döneminde içinde bulunduğu gerilimlerle ilgilidir. Sonuç olarak, tarihi boyunca, aradaki muhtelif varyasyonlarla birlikte, bu iki seçenek arasında gidip gelmiştir Hıristiyanlık. Buradaki bityeniği şudur: Hıristiyanlığın tarihinden ve kutsal metinlerinden her iki yaklaşım için de meşruiyet devşirilebilir. Yani bu anlamda her ikisi son derece ‘meşru’dur. Bundan şu sonuç çıkar: bu mücadelede insan safını belirlemek durumundadır. Benim hangi safta olduğum açıktır herhalde.

Son olarak, Hıristiyan komünist geleneğin birçok insana çekici gelmeye devam etmesinin nedenlerinden birinin benim din ile politika arasında çevirmenlik yapmak olarak isimlendirdiğim bir özelliğe sahip olması olduğunu ileri süreceğim. Çeviri derken, biri diğerine üstün olmayan ya da ikisi de mutlak olmayan iki kod ya da dil arasındaki etkileşimi kastediyorum. Çeviri işine bulaşmış olan herkes bilir ki yüzde yüz çevrilebilir bir terim yoktur. Uygunluk her zaman kısmidir. Her zaman bir şeyler havada kalır. Bu, iki terimin kesişmesinin çeviri sürecinde terimlerin anlamca genişlemesine, anlamın zenginleşmesine yol açabileceği anlamına da gelir. Radikal politika ve din birbirlerine çevrilebilir görünmektedirler: devrim ve mucize (ve metanoia), adalet ve Tanrı’nın yasasına uyma, toprak reformu ve Tanrı’nın mülkü olarak toprak, özel mülkiyetin kaldırılması ve bütün kötülüklere giden yol olarak para vb. kavram çiftlerini düşünün. Aslına bakılırsa anahtar Hıristiyan komünist terimlerin çoğunun kaçınılmaz olarak radikal politik imaları bulunur. Bu politik ima gerek politik terimlerde gerekse dinsel terimlerde ifade bulabilir. Marksistlerin ve diğer radikallerin kendilerini durup durup dinle ilgilenir halde bulmaları boşuna değil.

Belki fazla teorik kaldı sözlerim ama Hıristiyan komünizminin benim için nasıl önemli meseleleri gündemleştirdiğine işaret etmek istedim. Komünist hareketin ardı ardına ‘başarısızlığa’ uğramasından hareketle bana kötümser olup olmadığımı sorarlar zaman zaman. Ben de karşılık olarak ‘başarısızlık’la kastedilenin ne olduğunu sorgularım; zira bana öyle geliyor ki kaçınılmaz bir karşı-devrim sürecini atlatan her devrim başarıya ulaşmıştır. Kaldı ki solcu radikalizmin daha kısa ömürlü momentleri bile daha iyi olana yönelik umudun sürdüğünü gösteriyor. Hepsinden öte, ben bir iyimserim, zira dünyanın muhtelif yerlerinde kapitalizmle ve icraatlarıyla işi olmayan, kariyer yapmak ya da para kazanmakla ilgilenmeyen, ortaklaşa yaşamanın yeni yollarını arayıp duran ve bunu yaparken hep devrimci bir gündemi zihninde tutan genç insanlarla tanışıyorum. Böyle gençler bana komünist hareketin bir parçası olan Hıristiyan komünizminin geleceği açısından iyimserlik aşılıyor.

Roland Boer
30 Temmuz 2013
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Waldocular: 12. yüzyılın sonunda Lyon’da ortaya çıkan ve kendilerini Lyon Fakirleri olarak adlandıran bir cemaat. Önderleri Peter Waldo bütün malını ve mülkünü elden çıkarmış ve kâmil insan olma yolunda havariler gibi yoksul olmayı vazeden bir eski zengin tüccardır. -ç.n.

[2] Havari Kardeşliği [Apostolic Brethren]; 13. yüzyılın ikinci yarısında Gerard Segarelli tarafından kuzey İtalya’da kurulmuş olan Hıristiyan tarikatı. Günümüzde de benzer isimli bir topluluk (Birleşik Havari Kardeşliği: Apostolic United Brethren) bulunmaktadır ancak aralarında tarihsel, silsilevî bir bağ yoktur. ç.n.

[3] Lollardlar: 14. yüzyılın ortalarında John Wycliffe tarafından kurulmuş dinsel-politik hareket. ‘Lollard’ (loll: aylak, serseri vs.) başlarda özel olarak John Wycliffe’in akademide yetişmemiş, dil bilmeyen takipçilerini adlandırmak üzere aşağılayıcı biçimde kullanılırken, giderek “heretik” anlamını kazanmış bir sözcük, kısmen zındık sözcüğünün uğradığı anlam genişlemesini çağrıştırır biçimde. -ç.n.

[4] Ortaçağda Katolik kilisesince heretik kabul edilen, Bohemya bölgesindeki Tabor şehri merkezli bir grup. -ç.n.

[5] “Tanrı konusu, ifade özgürlüğü yılları olan 1905 ile 1917 arasında olası en açık haliyle ele alınmıştı. Rusya’daki politik ve sosyal iklim dinin, cinsel ahlak, suç, intihar ve sanatta dekadansla birlikte, entelijensiya için yoğun bir tartışma konusu olmasına fırsat veriyordu. Bu ilginin birçok meyvesinden iki tanesi Tanrı-arama ve Tanrı-yapıcılıktı. Tanrı-arayanlar eğitimli bir entelijensiya bağlamında Tanrı’yı bulma yollarını arayan inançlı Hıristiyanlardı. Doğrudan Tanrı-arama akımından esinlenmiş olan Tanrı-yapıcılık da yeni bir Tanrı sistemi ‘inşa ederek’ sosyalizmi dinle uyumlu hale getirme çabasıydı.” Richard Stites, Devrimci Hayaller, Sel Yayıncılık, 2010, s. 167. -ç.n.

[6] Çin Hıristiyan sosyalizmi: YT Wu, Leichuen Wu gibi Çinli Hıristiyan teologlarda temsilcilerini bulan, Hıristiyanlık ile komünizm arasında paralellik kuran akım. Bkz. Roland Boer, Letters from China: Early Chinese Christian Socialism, www.politicaltheology.com ya da Ken Pa Chin, The dwarf and the puppet: YT Wu’s ‘Christian materialism', http://crr.sagepub.com.

01 Kasım 2015

AKP Hapishanesi


Bir sol örgüt diğer örgüte, “siz Gezi’de AKP’yle uzlaşan bir siyaset yürüttünüz” diyor. Kıyamet kopuyor. Diğer örgüt, IŞİD’le mücadele etmenin meşruiyeti üzerinden, “Sen de IŞİD’cisin” diyor. Bu “IŞİD’ci” eleştirisi, o örgütün Irak’ta Amerikan hapishanesinden yüzlerce tutsağı kurtaran El-Kaide’yi selamlamasıyla ilgili olarak dile getiriliyor. Bu eleştiri hızını alamıyor, “kadın düşmanı”, “insan düşmanı” gibi yakıştırmalarla katmerleniyor.

Bir yerde hapishane yıkılıyorsa, kıymetlidir. Bir yerde mazluma savrulan küfür ve yumruk cevap buluyorsa, önemlidir. Kendi mülkiyetine aldıkları ideolojik yükü merkeze yerleştirenlerin, kendilerini oradan kuranların anlamadıkları budur.

Mesele özgürlük mücadelesi değil, mücadelenin özgürleşmesidir. Özgürlük, kolektifleşmeyle doğrudan ve dolaylı olarak bağlantılıdır. Tarihsel devrimler, kişilikler, eylemler, sadece bu hakikatin tecellisi olarak görülmelidirler.

İdeoloji, tek tek bireylerin bir araya gelişi bağlamında ele alınmaktadır. Bu da “hakikati insana değil, insanı hakikate göre değerlendirin” diyen Hz. Ali’nin tarikine aykırıdır. Tek tek kişileri ikna edeceğim diye ideoloji kasan, laboratuvarda ideoloji damıtan öznelerin o bireylere katabileceği bir şey yoktur.

İdeolojik kimliğe ve varlığa çok anlam yükleniyor. Tüm tarih ve toplum, Marksizme aykırı biçimde, bu kimlik ve varlık üzerinden okunuyor. AKP de bu şekilde eleştiriliyor. Partinin ideolojik varlığı ve kimliği özgül, özel, kendinden menkul, kendinden mesul bir yere yerleştiriliyor.

Sol, AKP’yi kendisi gibi ideolojik bir varlık olarak görüyor. AKP “devleti ele geçirdikçe”, sol da kendi “öteki devlet”ine daha sıkı sarılıyor. İdeolojisiz, belkemiksiz devlet, gene ideolojisiz, belkemiksiz bir siyaset koşulluyor.

* * *

Esasen 3 Kasım 2002’den beri AKP, muhafazakâr-Müslüman halk kitlelerinin hapishanesidir. Bu kesimin tüm iradesi, politik varlığı, söz konusu parti şahsında prangalanmıştır. Geçmişe ait masallar, geleceğe dair yalanlar, pranganın iki yanıdır. Zinciri devletin elindedir. O halkın politik manada esir edilmesine sevinmek yerine, onu özgürleştirecek adımlar atılmalıdır. Bu, mücadelenin özgürleşmesi sürecine mündemiçtir.

Devletle mücadele edenler, kendi ideolojik varlığına ve kimliğine özel anlam ve değer yükledikçe, yüklemek zorunda kaldıkça devleti de kendisininki gibi bir varlığa ve kimliğe indirgemektedir. Devlet, solun zan ve vehimlerinin dışı, ötesi, aşkınıdır. Alt ve ara kademelerde devletle aşık atanlara devletin ideolojik seyrinde rol kapma yarışı düşmektedir.

Yarış dâhilinde sola devletin kurduğu hapishanedeki mahkûmlara dayak atan gardiyanlık görevi kaldığı görülmelidir. Ona AKP’yi İslam üzerinden dövmek düşmüştür. Gerilik, çirkinlik, cahillik, “sandığa giderken beyninizi yanınıza alınız” türünden laflar, kadından, balıktan, rakıdan anlamama eksikliği üzerinden geliştirilen eleştiriler, korkaklık suçlamaları, koyun-sığır sürüsü yakıştırmaları, mızmızlığa dair atıflar… hep birlikte devlet içredir, devlet içindir.

O hapishanenin kurulmasının nedeni 28 Şubat’tır. Aslında o günlerde devlet nezdinde ortada korkulacak herhangi bir şey yoktur. Buna karşın AKP’nin temelleri atılır. Gelinen noktadan bakıldığında bu, devletin burjuvazi için daha kontrol edilebilir ülke tesis etme ihtiyacının bir ürünüdür. Devlet, ideolojilerle sadece kontrol için ilgilenmektedir. İdeolojisizliği ana ideolojisidir. Dolayısıyla “bunlar cahil, korkak, bunların yeni bir ideoloji oluşturmaları mümkün değildir” demenin anlamı da yoktur. Devletin yeni bir ideolojiye ihtiyacı bulunmamaktadır. Sadece varolan ideolojik yükün dönemsel olarak uyarlanması kâfidir.

* * *

Solun AKP’yi kendisi gibi siyasî bir yapı, özel bir özne görmesi, onun ortada olana karşı körleşmesine neden olmaktadır. Amerikan hapishanesinin yıkılmasını umursamadığı gibi, AKP hapishanesinin kapılarının kırılması ihtimalini de önemsememektedir. Dolayısıyla sol, AKP hapishanesinden memnundur, devlete müteşekkirdir, onun sayesinde nefes aldığını düşünmektedir, bu da AKP karşıtı mücadelesini her türlü temelden mahrum etmektedir.

Bu devlet, işgalin ilk yıllarında Aydın’da bir hapishanenin kapısını kırıp içerideki mahkûmlardan müfreze kuran Çerkes Ethem’i tasfiye eden devlettir. Etmek zorundadır, çünkü yeni devlet, o mahkûmları geçmişte hapse atanlardır.

Solun hapishanenin yıkılmasından korkması mevcut ilişkilerinin niteliğiyle alakalıdır. O, sadece kendisi gibi olana tahammül edebilmektedir. Devlet nezdinde biçilen rol bu kadardır.

Genel manada devlet anlaşılmak isteniyorsa, Osmanlı’nın dönüşümü dâhilinde devletin, sermayenin ve emperyalizmin çıkarları doğrultusunda, neleri ve kimleri tasfiye ettiğine bakmak kâfidir.

Zulmün kolektifine karşı mazlumun kolektifini çıkartmaksa mesele, tarihsel bağlamda tasfiyeye maruz kalan sosyalistin, Kürd’ün ve Müslüman’ın kendinden menkul, özel bir anlamı yoktur. Önemli olan, devlet denilen kolektif gücün teorik, ideolojik ve politik sonuçlarıyla birlikte kendisini tüm tasfiye sürecine göre, ona nispetle kurmuş/oluşturmuş olmasıdır.

Mazlumun kolektifinin zalimin kolektifine gerekli insan ve fikir malzemesini temin etmesi, ona öykünmesi, kendisini ona göre kurması anlamsızdır. Bölgesel ya da beynelmilel mücadeleyle ilişki, Dünya’nın ve Ortadoğu’nun Türkiye’sinde devrim, anlam katacak budur.

Eren Balkır
1 Kasım 2015