Baku Kurultayı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Baku Kurultayı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

01 Eylül 2024

, ,

Gündoğumunu Görmek


1-7 Eylül 1920 tarihleri arasında Azerbaycan Sovyeti’nin başkenti Bakû’de düzenlenen Birinci Doğu Halkları Kurultayı, sömürge ve ezilen halkların özgürleşme mücadelesinin, ayrıca tüm dünya genelinde verilen sosyalizm mücadelesinin girdiği yeni aşamayı ifade eder. Bu aşama, Bolşevik Parti’nin devrimci işçilerin ve köylülerin cumhuriyetinin kuruluşuna öncülük ettikleri, Rusya’da Ekim 1917’de gerçekleşen devrimle başlamıştır.

Bakû’de gerçekleştirilen kurultay, eşi benzeri olmayan bir etkinlikti. Asyalı 25’ten fazla ülkeden gelen delegeler, emperyalist hâkimiyete ve kapitalist sömürüye karşı verilen mücadelede müşterek bir siyaset belirlemek için Rusya’da, Batı Avrupa’da ve ABD’de faal olan işçi partilerinin liderleriyle birlikte bir konferans düzenlediler.

İki binden fazla delegenin içerisinde bazı isimler, Doğulu emekçiler için yeni bir çağın başladığı, insana kör olan güçlerin ezilen-sömürülen halkların hayatlarına yön verdiği dönemin son bulduğu yorumunu yapıyorlardı. Azerbaycan Komünist Partisi’nin selamlama konuşması, “Doğu başlığı altında toplanan mazlum milletlerin yeni dünyası hayata ve mücadeleye uyanıyor” diye başlıyordu (bkz.: Ek 5).

Dünyadaki politik durum başlıklı raporunu kurultayda aktaran Komintern lideri Karl Radek, “Doğu halklarının İngiliz kapitalistlerine, daha doğrusu İngiliz vampirlerine ölmek istemediklerini, umutlu olduklarını ve kendilerini güçlü hissettiklerini ispatlayacakları gün gelip çatmıştır” diyordu (2. Oturum).

Bibinur ismindeki Kazakistanlı bir kadın delege, Sovyet iktidarının doğuşunu şu şekilde tasvir ediyordu:

“[…] parlak bir güneş bize ulaştı, bizi ısıttı ve beşikteki çocuklar gibi bizi huzura kavuşturdu. Bilebildiğimiz kadarıyla işçi, köylü ve dekhan vekillerinden müteşekkil sovyet iktidarı ilk kez kuruluyor. Sovyet iktidarı bizim anamız ve biz, onun çocuklarıyız.”

Bir başka kadın delege, Türkiye’den gelmiş olan Naciye Hanım, içinde olduğu kurultayın yeni bir günün başlamasına yol açacağına dair fikrini güvenle dile getiriyordu: “Gündoğumunu görmek için karanlık geceden geçmek gerek.” (7. Oturum)

Doğu’da demokrasi, bağımsızlık ve toplumsal ilerleme için gerekli zemini oluşturmayı amaçlayan mücadeleler, geçmişte toprak sahipleri, tefeciler, küçük imalatçılar ve diğer sömürücü toplumsal katmanlar eliyle boğulmuştu. Ülkelerdeki yöneticilerin uyguladığı örgütlü şiddetin ve eskiden beri dayattıkları otoritenin yetersiz olduğu görüldüğünde ise bu sefer işçilerin, köylülerin ve gençlerin verdiği mücadeleler, sömürgeci güçlerin elindeki askeri güçle ezildi. Kapitalizmin ekonomi düzlemine nüfuz etmesinin yol açtığı etkiyle eskinin toplumsal sistemleri dağılıyor olsa da sanayileşme ve toplumsal ilerleme yolu bizatihi muktedir emperyalist güçler eliyle kesiliyordu. Sömürge toplumlar, içine düştükleri, sefalet ve toplumsal çürümenin sebep olduğu bataklıkta ümitsizce debelenip duruyorlardı.

Kurultay delegelerinin Bakû’de toplandığı dönemde bir dünya sistemi olarak kapitalizmin temelleri, savaş ekonomik dağılma ve devrim üzerinden sarsılıyor, kapitalizm, o güne dek deneyimlediği en ağır krizi yaşıyordu. Rusya’da eskiden Çarlık rejimine ait olan geniş topraklarda yaşayan işçiler ve köylüler, kapitalizmin iktidarından kurtulmuşlardı. Rus işçileri ve köylüleri devrimci hükümetler kurmuş, bu hükümetler, Rusya Sovyet Cumhuriyeti’nin öncülük ettiği federatif ittifaka gönüllü olarak katılmışlardı.

Sovyet hükümetinin ilk adımlarından biri, “ayrılma hakkı da dâhil, kendi kaderini tayin hakkı”nı (Bkz.: 1. Oturum) birçok Asyalı halkı içeren eski Çarlık İmparatorluğu sınırlarındaki halklara vermek oldu. Finlandiya ve Estonya gibi ülkeler, bu vaat üzerinden hareket ederek bağımsız oldular.

Sovyetler’in Müslüman işçi ve köylülere sunduğu bir diğer vaat de şuydu: “Bundan böyle inançlarınız ve gelenekleriniz, millî ve kültürel kurumlarınız hür ve dokunulmaz kılınmıştır” (Bkz.: Ek 2). Çarlık rejiminin Doğu halklarını yağmalayan ve onların üzerinde egemenlik tesis etmesini sağlayan tüm anlaşmaları hükümsüz kılan çağrıda, “Kendi millî hayatınızı serbestçe ve hiçbir engele maruz kalmadan kurun. Bu, sizin hakkınızdır” deniliyordu. Bu vaat, sonrasında çarlık rejimine olan borçların silinmesi gibi hükümleri içeren ve Çin, İran gibi ülkelerle imza edilen anlaşmalarda somuta döküldü.

Komintern, işçileri ve köylüleri zafere taşıyan Komünist Parti (Bolşevik)’in inisiyatifiyle, Mart 1919’da kuruldu. Temmuz 1920’de yeni kurulmuş olan Enternasyonal, ikinci kongresini düzenledi. Petrograd ve Moskova’da düzenlenen bu kongrede, dünya sosyalist devriminin yürüyeceği yol belirlendi. Komintern kongresinden üç hafta önce, 29 Haziran’da Komintern İcra Komitesi, tüm Asya halklarına temsilcilerini Bakû’ye göndermeleri çağrısı yaptı. Komintern başkanı Gregori Zinovyev, sonrasında, Bakû toplantısının ve onun bünyesinde yapılacak oturumların yeni düzenlenmiş olan dünya kongresinin “ikinci bölümü, ikinci yarısı” olduğunu söyleyecekti (1. Oturum).

Komintern’in eleştirdiği İkinci Enternasyonal’de yaygın olan görüş şuydu: gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçilerin Doğu’yla ilişkileri gelecekte kurulacak sosyalist hükümetin yerine getireceği temel yükümlülük üzerine kuruludur. Bu tür bir hükümet, Batı’daki ilerlemenin sunduğu meyveleri Asya ve Afrika’nın “geri kalmış” halklarına aktaracaktır. Bolşeviklerin karşı çıktığı bu fikir, Sosyalist Enternasyonal’in onu 1914’te rezil bir dizi politika üzerinden çöküşe sürükleyen ve 1907 yılından itibaren “reforme edilmiş” bir sömürgeciliği savunan liderlerinin oportünizmini meşrulaştırmaktaydı.[1]

Sosyalist Enternasyonal’in sömürgelerle ve ilerlemeyle ilgili görüşüne karşı çıkan Komintern, ezilen halkların beynelmilel sınıf mücadelesinde önemli bir müfrezeyi meydana getirdiğini düşünüyordu. Asya ve Afrika’nın büyük bir bölümünde makineye dayalı sanayi ve onun ana unsuru olan sanayi proletaryası çok ufaktı, hatta neredeyse yoktu. Ama gene de birçok ülkede proleter, hatta komünist örgütler, bunun yanında, kent ve kır emekçilerini, genel manada köylüleri içeren bağımsız örgütler kurulabilmişti.

Bakû Kurultayı’ndan bir yıl önce Lenin, o güne dek “sadece beynelmilel emperyalist politikanın nesnesi olabilmiş, sadece kapitalist kültürün ve medeniyetin geliştirilmesinde basit bir malzeme olarak kullanılmış olan ezilen kitlelerin yeni bir hayatın inşacısı ve bağımsız katılımcılar olarak ayaklanabileceğini” tespit etmişti.

Lenin, buradan şu sonuca ulaşıyordu:

“Sosyalist devrim, sadece veya esas olarak her ülkede devrimci proleterlerin burjuvaziye karşı vereceği bir mücadele olmayacaktır. Hayır. Sosyalist devrim, tüm sömürgelerin ve emperyalizmin ezdiği ülkelerin mücadelesi hâline gelecektir.”

Lenin’in Sovyet Rusya’da yaşayan Asya ülkelerinden gelen komünistlerin katıldığı konferansta yaptığı açıklamaya 3. Ek’te yer veriliyor.

Lenin’in döneminde Komünist Enternasyonal’in gerçekleştirdiği eylemler sayesinde Dünya genelinde devrimci işçiler, eskiden kurtuluş umudu bulunmayan emekçi halk kitleleriyle ittifak kurmak için ellerini onlara uzatabildiler. Dahası, Rusya’da kurulan işçi-köylü cumhuriyeti, kurulduğu ilk günden itibaren emperyalist hâkimiyetten kopmak için mücadele eden halklara yardım etti. Bu gelişmeler ışığında cumhuriyet, Bakû Kurultayı’nın “kapitalizme ancak Asya ve Avrupa’nın değil, tüm Dünya’nın emekçi halklarıyla kurulacak birliğin son vereceğine, yeni ve daha güzel bir hayatı yaratmaya ancak bu sayede başlanabileceğine” dair tespitini dile getirdi (Ortak Resmî Toplantı).

Konferansın sonunda yaptığı konuşmasında Zinovyev, Marx ve Engels’in 1848’de yazdıkları, komünist hareketin temel programatik metni olarak Komünist Manifesto’nun sonunda yapılan çağrıya bugün artık yeni bir ek yapmanın ve kapsamını genişletmenin mümkün olduğunu söylüyordu. Bu sözleri ardından Zinovyev, ilgili çağrının şu şekilde değiştirilmesini önerdi: “Tüm ülkelerin işçileri ve tüm dünyanın ezilen halkları, birleşin!”

Komintern’in iddiasına göre, ezilen halkların devriminin emperyalist ülkelerde müttefikler bulması gerekiyordu. Aynı şekilde, sanayisi gelişmiş ülkelerdeki proletarya da sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki halklarla ittifak kurduğu takdirde zafere ulaşabilirdi. Böylece tarihte ilk kez ortadaki acil ihtiyaç, her iki tarafın Doğu ve Batı’nın emekçi halklarını ortak bir beynelmilel hareket içerisinde müttefik kılması için gerekli maddi zemini hazırladı.

Bakû Kurultayı’nın Mesajı

Bakû Kurultayı’nda geliştirilen ve harekete yön verecek olan fikirler, bir ay önce Komintern’in ikinci kongresine gelen, aralarında Asyalı isimlerin de bulunduğu delegelerce tartışılıp kabul edildi. Bu devrimci bakış açısı, ikinci kongrenin onayladığı sömürge ve millet meseleleriyle ilgili kararlar dâhilinde bir araya getirildi (Bkz.: Ek 4). Kararları metne döken Lenin, onları kongreye bizzat sundu.[2]

Bu kararın geliştirdiği önemli hususları ve ikinci kongrede kararla ilişkili olarak hazırlanan belgeleri şu şekilde özetlemek mümkün:

* Büyük kapitalist güçlerin sömürge halkları bağımsızlığa ve refaha taşıması iddialarının gerçekte hiçbir karşılığı yok. Esasında Birinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan sömürgeci güçler, Asya ve Afrika’nın boğazlarını daha fazla sıkmaya, Doğu halklarının çilesini çektikleri köleliği daha da derinleştirmeye hazırlanıyorlar. Genelde yerine getirmedikleri bağımsızlık vaatlerine yer verilen kararlarında “emperyalist güçler, ezilen ülkelerdeki imtiyazlı sınıfların yardımlarıyla, bir sahtekârlığa başvuruyorlar. Politik düzlemde bağımsızmış gibi poz kesen ama öte yandan, ekonomi, maliye ve askeriye düzleminde tümüyle emperyalist güçlere bağımlı olan devlet yapıları inşa ediyorlar.”

* Milli kurtuluş mücadelesi, hem bir avuç emperyalist ülkedeki muktedir kapitalist aileler hem de yereldeki toprak sahibi ve zengin sınıflar eliyle gerçekleştirilen sömürü ve zulme karşı uluslararası düzlemde verilen sınıf mücadelesinin parçasıdır. Komünistlerin millet politikası, “ezilen sınıfların, emekçilerin, sömürülenlerin çıkarlarıyla esasen muktedir sınıfın çıkarlarını ifade eden ‘halkın çıkarları’ arasında net bir ayrım koymalıdır.” İkinci Kongre, açıklamasını şu şekilde sürdürüyordu: “Bu politika, en gelişmiş ve en zengin kapitalist ülkelerdeki küçük bir azınlığın tüm dünya nüfusu içerisindeki büyük bir çoğunluğu sömürgecilik faaliyetleri ve maliye düzleminde köleleştiriyor oluşunu gizleyen burjuva demokrasisine ait yalanlara karşı koymak adına, eşit haklara sahip olmayan, ezilen ve bağımlı milletlerle bu haklara sahip olan, ezen ve sömüren milletler arasında net bir ayrım yapmak zorundadır.”

* Köylülük, kendisini aktif bir devrimci güç olarak harekete geçirecek bir tarım devrimi gerçekleştirmedikçe, sömürge ülkelerinde milletin özgürlüğü için halk hiçbir şekilde harekete geçmez. Bu mücadelenin hedefi, ülkeyi toprak sahipliğinin, borçların, insanın hayatını mahveden vergilerin yükünden arındırmak ve iktidarı emekçilerin eline teslim etmek olmalıdır. Komintern İkinci Kongresi, köylülük ve toprak meselesiyle ilgili programatik tezleri kabul etmiş, bu tezler, Bakû Kurultayı’nda geliştirilen, eksiksiz kılınan tarımla alakalı kararın temelini teşkil etmiştir (Bkz.: 6. Oturum).

* İkinci Kongre’nin millet ve sömürge meseleleriyle ilgili kararında şu söylenmektedir: “Biz, mümkün olduğunca köylü hareketine en devrimci karakteri kazandırmak için uğraşmalıyız. Uygun olduğu her yerde tüm sömürülenleri ve köylüleri sovyetler dâhilinde örgütlemeli, bunu yanında, Batı Avrupa’daki komünist proletarya ile Doğu’daki, sömürgelerdeki ve genel manada geri kalmış ülkelerdeki devrimci köylü hareketi arasında bağ kurmalıyız.” Lenin’in İkinci Kongre’nin aldığı bu kararla ilgili yorumu şu şekildeydi: “Köylü sovyetleri, sömürülenlerin teşkil ettikleri sovyetler, sadece kapitalist ülkelerde değil, kapitalizm öncesi ilişkilerin hüküm sürdüğü ülkelerde de devreye sokulabilecek bir silâhtır.”

* Emekçi halk, kendi sömürücülerini ve iktidar kurumlarını, genelde tüm eski toplumsal yapıları korumaya yönelik mücadeleyle kurtuluşa eremez. Muktedir sınıflar, kendi ülkelerinde sömürgecilerin fetihleri öncesinde de halklarını acımasızca köleleştiriyor, onları iliklerine varana dek sömürüyorlardı. Bu sınıflar, yabancıların hâkim olduğu koşullarda da ellerindeki tüm imkânları kullanarak bu süreci devam ettirdiler. Bugün dünya kapitalizminin yol açtığı tesirle birlikte, her türden ümidi ortadan kaldıran kriz koşullarında yaşayan söz konusu toplumlar, emekçilerin mahvolması karşısında onları savunma imkânı bulamıyorlar. Her bir ülkedeki sömürücü sınıflar, ellerindeki güce ve imtiyazlara kılıflar örüyorlar, uzun zamandır çoğunluğu boyunduruk altında tutmak için kullanılan geleneksel âdetlerin, değerlerin ve uygulamaların sözde erdemlerini yüceltmek suretiyle emperyalist ağalarının masasından biraz daha kırıntı kopartmak için uğraşıyorlar. Bu türden demagojik çabalar asla emekçi halkın çıkarına değildir.

* Sömürge ülkelerdeki köylüler ve diğer emekçiler, milli kurtuluş için faaliyet yürüten tüm hakiki devrimci hareketleri, bu hareketlere ilgili ülkelerdeki kapitalist güçler öncülük ediyor olsa bile desteklemelidirler.[3] Fakat bu türden hareketlere fiili olarak iştirak eden komünistler, burjuva liderlerin programlarını ve stratejik bakış açılarını benimsememelidirler. Komünistler, bunun yerine, ülkedeki feodal ve burjuva, tüm sömürücü katmanların nüfuzuyla mücadele etmeli, emekçilerin çıkarlarını savunmalıdırlar. İkinci Kongre’nin aldığı karardaki ifadeyle, komünistler, “rüşeym hâlinde olsa bile, proleter hareketin bağımsız niteliğini muhafaza etmelidirler.”

* Milliyetçi bir ideoloji, kurtuluş mücadelesine katkı sunmak şöyle dursun, ona ayak bağı olur. Doğulu halklar, emperyalist hâkimiyetle ve yereldeki sömürücülerle mücadelede kendi müşterek sınıfsal çıkarları temelinde bir araya gelmeli, uzun yıllardır muktedirlerin onları zayıf ve dağınık kılmak için kullandıkları etnik düşmanlıkları veya başka milletleri dışlayıcı yaklaşımları her türden izleriyle birlikte söküp atmalıdırlar. Doğulu halklar, dünya ölçeğinde kapitalizmin iktidarını yıkmayı ve dünya genelinde kurulacak hür işçi-köylü cumhuriyetleri federasyonuna katılmayı amaçlamalıdırlar. İkinci Kongre kararında izah edildiği biçimiyle, “federasyon, tüm milletlerden emekçileri kucaklayacak birlik tesis edilene dek yürürlükte kalacak, geçici bir yönetim biçimidir.”

* Ortada güçlü bir işçi-köylü cumhuriyetinin varolması durumunda ezilen ülkeler, kapitalist gelişme aşamasından geçmeden sanayileşme ve toplumsal açıdan ilerleme imkânı bulacaklardır. Henüz işçi sınıfının ortaya çıkmadığı en yoksul ülkelerde bile mücadele, sovyet sistemini, yani modernleşme sürecinin zenginle yoksul arasındaki ayrımı aşan bir yoldan ilerleyeceği, köylülerin ve diğer emekçilerin teşkil ettikleri devrimci konseyleri temel alan bir devleti inşa etmeyi hedeflemelidir.

* Doğulu emekçiler, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devrimci işçi sınıfını kendileri için zaruri müttefikleri olarak görmelidirler. İkinci Kongre’nin yapıldığı sıralarda Enternasyonal’e bağlı yapılar arasında Avrupa’nın birçok ülkesinde faal olan, çoğunluğu on binlerce üyeye sahip işçi partileri de vardı. Hızla büyüyen bu partiler, bugün sömürge halklarının sömürgeci ülkelerde devrimci fikre sahip çok sayıda işçiyle ittifak kurabilecekleri vaadinde bulunuyorlar. Ayrıca, Rusya’daki Sovyet cumhuriyeti tüm sömürge halklara politik ve maddi destek sunuyor.

* İkinci Kongre’nin aldığı kararının sonunda şunlar söyleniyordu: “Dolayısıyla, tüm ülkelerdeki sınıf bilinçli komünist proletarya, uzun süredir kölelik koşullarında yaşamakta olan ülke ve halklarda gelişmiş milliyetçi duygulara özel bir dikkat ve ilgi göstermek, bir yandan da güvensizlikleri ve önyargıları aşmak için kimi tavizlerde bulunmak gibi bir sorumluluğa sahiptir. Kapitalizme karşı zafer, proletarya olmadan elde edilemez. Bugün tüm emekçi halklar ve milletler, ittifak dâhilinde gönüllü olarak bir araya gelmektedirler.”

* İkinci Kongre’de ve Bakû Kurultayı’nda Komünist Enternasyonal liderleri, sadece ezilen milletlere mensup özgürlük savaşçılarıyla ittifak tesis etmeyi değil, ayrıca onları komünizm davasına kazanmayı amaçladılar. Emperyalizmin durgunluğa ve geri kalmışlığa mahkûm ettiği ülkelerdeki devrimciler, artık Komintern’in eşit bileşeni ve dünya genelinde faaliyet yürüten toplumsal devrim hareketinin liderleriydi.

Avrupa’da Yükselen Devrim Dalgası

Bakû Kurultayı çağrısını yaparken Komintern, “Dünya Savaşı’nın sebep olduğu kasırga ile uyanan, açlığa saplanmış ve artık zenginler için değil, sadece kendileri için çalışmak, bir dahaki sefere kendileri gibi acı çeken yoksul kardeşlerine değil, sömürücülere karşı silâhlanarak başkaldıran” Avrupa’nın devrimci emekçi kitleleri adına konuşuyordu. O dönemde dünya siyasetinin odağında Avrupa’daki kapitalist düzene yönelik devrimci itiraz duruyordu.

1914’te büyük kapitalist güçler arasındaki ekonomik ve politik husumetler, onları dünya savaşına sürükledi. Savaş neticesinde üretim imkânları yok oldu, kıtlık meydana geldi, Avrupa’daki emekçi halklar sefalete sürüklendi. Milyonlarca insan katledildi. Savaş, yol açtığı tesirle sınıfsal çatışmaları derinleştirdi, karşıt sınıfları yüzleşmeye mecbur etti. 1918 yılının sonu itibarıyla Rusya, Almanya ve Avusturya-Macaristan’da yaşanan devrimler neticesinde Doğu ve Orta Avrupa’daki hükümetler ve krallıklar yıkıldı, böylelikle katliam son buldu. Birinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkmış olan Fransa, İngiltere ve diğer Müttefik Devletler, işçi ve köylülerin mücadeleleri, bunun yanında, askerlerle bahriyeliler arasında kökleşen hoşnutsuzluk neticesinde sarsıldılar. Rusya’da emekçi halk, Kasım 1917’de zafere ulaştı ve sovyet hükümetini kurdu.[4]

1919’da Avrupa’da yükselen devrim dalgası dindi. Almanya’da işçi hareketine karşı yürütülen savaşta birçok kişi katledildi. Macaristan’da sovyet modelini esas alan devrimci hükümet yıkıldı. Ama gene de sonraki yüzleşmelerde zafere katkı sunabilecek, işçi sınıfı içerisinde köklü ilişkiler kurmuş komünist partiler kurmak için ilk adımlar atıldı. Diğer yandan, ekonomik yıkım süreci, Avrupa’daki kapitalist rejimlere zarar vermeye devam etti. 1920’de işçilerin direnişi yeni bir zindelikle kendisine yeni bir yol buldu. Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere’de ülkeyi etkileyen kapsamlı mücadeleler verildi.

Müttefik devletler, kendi ülkelerinde ve sömürgelerde isyan ve başkaldırının mayalanmasına tanık oldular. Bu mayalanma sürecini esas olarak hükümetlerin Sovyet Rusya’yı ve ona müttefik olan sovyet cumhuriyetlerini yıkmaya yönelik harekâtları beslemekteydi. 1918 yılının ortalarından itibaren Sovyet topraklarına karşı-devrimci Beyaz Muhafız birlikleri gönderildi. Bu birliklere o toprakları işgal eden bir düzine kadar devletin işgalci güçleri ve Sovyet sınırlarını abluka altına almış olan Müttefikler destek sundu. Kızıl Ordu, 1919 yılı boyunca Beyaz Muhafız birliklerini ve Müttefiklere bağlı işgal ordularını püskürtmeyi bilse de savaş, Bakû Kurultayı’nın toplandığı sıralarda birkaç cephede hâlen daha sürmekteydi.

Bakû’ye Yolculuk

Bakû Kurultayı’nı Azerbaycanlı komünistler Neriman Nerimanov ile M. D. Hüseyinov’u, Dağıstanlı Said Gabiyev’i, Türk komünist hareketinin lideri Mustafa Suphi’yi, bunun yanında Rusya Komünist Partisi Merkez Komitesi temsilcileri G. K. Orjonikidze ile Yelena Stasova’yı içeren bir komite örgütledi.

Emperyalist ülkelerde faal olan komünist partilere mensup delegeler, kurultaya Moskova’dan kalkan özel bir trenle geldiler. Rusya Komünist Partisi liderleriyle birlikte bu delegeler, yol boyunca gerçekleştirilen birçok toplantıya ve kutlamaya katıldılar. Beyaz Muhafız güçlerinin faal oldukları bölgelerden geçen tren, Ukrayna’da bulunan ve Beyazların saldırısı sonucu harap olan Lozovaya istasyonuna da uğradı. Moskova’ya dönüşte tren bir noktada durmak zorunda kaldı, zira Beyazlar rayları tahrip etmişlerdi. Bu yüzden lokomotif raydan çıktı. Bu noktanın yakınlarında bulunan Naurskaya istasyonu da saldırıya uğramıştı. Bakû Kurultayı treni, büyük bir tehlikeyle yüzleşti ve durmak zorunda kaldı, ama sonra Beyaz Muhafız askerleri saldırmadan geri çekildiler.

Fransız delege Alfred Rosmer’in de aktardığı biçimiyle, “istasyonların önemli bir bölümü harap olmuştu, her yerde demiryolunun sağında solunda yarısı yanmış vagonlara rastlıyordunuz. Beyazlar saldırıya geçtiklerinde, mümkün olduğunca her şeyi yok ediyorlardı.”[5] Stasova ise o günlerde yakıt sıkıntısının zamanla had safhaya ulaştığını, ara sıra yolcuların istasyonlarda trenden inip etraftaki çitleri söktüklerini, başka ahşap malzemeleri toplayıp kazana attıklarını söylüyor.[6]

Asya’da Sovyetler’in elinde bulunan topraklar boyunca delegelerin halk tarafından seçilmesi sürecini sağlıklı bir şekilde işletmek adına kapsamlı eğitim kampanyası yürütüldü. Bu çalışmanın örgütlenmesi sürecinde birçok yere “ajitasyon trenleri” gönderildi. Bu trenlere “VJ. Lenin”, “Kızıl Doğu” ve “Sovyet Kafkasyası” gibi isimler verilmişti. Bu kampanya dâhilinde bazı “ajitasyon gemileri”nden de istifade edildi. Sovyetler’in elindeki Doğu coğrafyası genelinde toplantılar ve mitingler gerçekleştirildi.

Delegeler, Bakû yolunda iken uğradıkları yerlerde törenlerle karşılandılar. Ağdaş şehrinde kurultay şerefine yüz kadar keçi ve koyun kesildi. Sürece sunulan destekler farklı biçimler aldı. Bu biçimlerden biri de ücretsiz ve gönüllü çalışma gruplarını ifade eden subbotniklerdi. Doğu coğrafyasında birçok noktada Bakû Kurultayı için bu türden birçok grup oluşturuldu. Bakû’deki en büyük grubun içerisinde gönüllü çalışan insan sayısı yirmi beş bini buluyordu.[7]

İngiliz hükümeti, Bakû’ye gidenlerin yolunu kesmek için elinden geleni yaptı. İran’da Hazar Denizi kıyısındaki Enzeli şehrinden gelen ve delegeleri taşıyan buharlı gemi, İngilizlerin savaş uçaklarının saldırısına uğradı. İki delege öldürüldü, birçoğu yaralandı. İki delegeyi ise Azerbaycan sınırında İran polisi katletti. Karadeniz’de Türkiye’ye ait karasularında sahil boyunca devriye atan İngiliz savaş gemileri, delegelerin Türkiye’den Sovyet topraklarına tekne gibi imkânlarla ulaşmasına mani olmak için uğraştı. Fakat tam zamanında kopan fırtına yüzünden İngiliz gemisi, İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Bu noktada Türkiyeli devrimciler, hızla tekneye binip riskli yolculuğu başarıyla tamamlamayı bildiler. Kafkas Dağları, Türkiye ve İran arasındaki bölgeyi ifade eden Transkafkasya’da kurulmuş olan Ermenistan ve Gürcüstan, iki burjuva cumhuriyeti olarak, Bakû Kurultayı’na katılıma yasak getirdi. Buna rağmen birçok delege, kontrol edilmeyen sınırları geçerek kurultaya katıldı.

Bakû Kurultayı’nı önceleyen aylar içerisinde binlerce militan Müslüman, Hindistan’dan ayrılarak batıya doğru yol aldı. Bu insanlar, Müttefik Kuvvetler’in Türkiye’yi bölmesine mani olmayı, dünya genelinde Müslümanların başı olarak gördükleri halifelik makamını korumayı umut ediyorlardı. Bu savaşçıların büyük kısmı Kabil’e ulaştı ve burada 150 kadar insan, 1920 yılı başlarında Sovyet yanlısı Hintli Devrimciler Birliği’ni kurdu. Yirmi sekiz kadarı Türkistan’a geçti. Hindu Kuş ve Alai dağlarını aşan, onca badire atlatan bu devrimciler, 2 Temmuz günü Taşkent’e vardılar. Diğerleri de aynı yolu takip etti. Bu esnada İngilizlerin Ortadoğu’da konuşlandırdığı ordu birliklerinden bazı Hintli askerler kaçıp Sovyetler’in safına geçtiler ve Bakû’ye doğru yola koyuldular. 1920 yılının sonunda Sovyet topraklarındaki Hintli devrimcilerin sayısı iki yüzü geçmişti. Bunların on dördü Bakû Kurultayı’na katıldı. Bu askerlerin yanında, Rusya’da yaşayan az sayıda Çinli ve Koreli işçi de kurultaya katıldı. Kurultayda ayrıca Japonya’dan da bir delege yer aldı.[8]

Kimdi Bu Delegeler?

Bakû Kurultayı’na katılan delegeler arasında Bolşevik hareket içerisinde uzun süre çalışmış, Azerbaycanlı komünist Nerimanov ile İranlı komünist Ahmed Sultanzade gibi isimler de yer alıyordu. Sovyet iktidarı için çalışma yürütmüş olan devrimci harekete kısa süre önce katılmış, çarın zulmüne karşı mücadele etmiş savaşçılar da kurultaya katıldılar. Bu isimler arasında, Türkistan’daki partide Müslüman komünistler grubuna liderlik eden Turar Riskulov ve Bakû’de partisiz delegelerin sözcülüğünü üstlenen Narbutabekov bulunuyordu. Hive’den [Harezm’den] gelen heyetin başında Hive Komünist Partisi’ne kısa süre önce katılmış olan Müslüman din adamı Bekhan Rahmanov bulunuyordu. Bu durum, Batı Avrupa’da bazı kişilerin Komintern’i alaycı ifadelerle eleştirmesine sebep oldu. Farklı politik geçmişlere sahip olan ve Batı’daki partilerden Bakû’ye gelen delegeler de aynı şekilde komünizme yeni örgütlenmiş kişilerdi.

Kurultayda kayıtlı delegelerin toplam sayısı 2.050 civarıydı. Kurultay kayıtlarından alınan ve delegelerin politik yönelimlerini aktaran listeye göre, kurultay katılımcılarının yüzde 55’i Komünist Partisi üyesi, yüzde 20’si destekçi, yüzde 25’i “partisiz”di (Bkz.: Milliyetlerine Göre Kurultayın Bileşimi). Fakat sonrasında Zinovyev’in hazırladığı raporda komünist olmayanlar (“partisizler”) grubu adına toplantılara katılanların sayısının komünist delegelerden epey fazla olduğu söyleniyordu. Zinovyev devamında, “bu partisizler grubunun iki kısma ayrıldığından” bahsediyordu: “İlk kısımda köylülüğün ve kentlerden gelen yarı proleterlerin temsilcilerini içeren gerçek manada partisiz güçler yer alıyordu. Bir de partisiz olduğunu iddia eden ama aslında burjuva partilerine mensup olanlar vardı.”[9]

Burjuva siyasetine mensup olanlar arasında en fazla bilinen isim, Jöntürk hareketinin eski lideri olan ve Birinci Dünya Savaşı boyunca Türk hükümetine başkanlık eden Enver Paşa’ydı. Türkiye’nin düşman güçlerine teslim olması ardından ülke dışına çıkan Enver Paşa, Türkiye’yi Müttefik güçlerin işgalinden kurtarma hedefi doğrultusunda beynelmilel bir Müslüman devrimci örgüt inşa etmek amacıyla Sovyetler’den silâh ve para bulmak niyetiyle 14 Ağustos günü Moskova’ya geldi. Bakû’de birçok emekçi, Enver Paşa’yı Batılı güçlere, özellikle İngiltere’ye karşı yürütülen savaşta Müslüman direnişine öncülük etmiş bir kahraman olarak karşıladı. Fakat kurultay delegelerinin önemli bir kısmı paşayı Türk işçi ve köylülerini savaşa soktuğu, ayrıca Türkiye’de Ermenilere yönelik katliamı teşvik ettiği için ağır bir dille eleştiriyordu. Enver Paşa’nın kurultaya hitap etmesine ilk başta izin veren Başkanlık Kurulu, delegelerin büyük bir kısmının olumsuz tepkileriyle karşılacağı gerekçesiyle paşaya oturumlara katılma izni vermedi.

Enver Paşa, Bakû Kurultayı haricinde, onunla bağlantılı olarak yürütülen ve sonrasında iki antikomünist politik partinin, sonrasında Türkistan Sosyalistleri Örgütü ismini alacak olan Erk’in ve Milli Müslüman Birlikler Merkez Komitesi’nin oluşumuna öncülük eden tartışmalara katıldı. Rus nüfuzuna karşı olan bu iki örgüt, eski Çarlık İmparatorluğu’na mensup Müslüman halkların politik birliği fikrinden yanaydı.

Kurultaya Türkiyeden bir başka burjuva akım da heyet gönderdi. Anadolu’da Mustafa Kemal’in öncülük ettiği milli bağımsızlık hareketinin temsilcisinin açıklaması da Enver Paşa’nın açıklaması da dördüncü oturumda delegelere okundu.

Bakû’de Yaşanan Olayların Seyri

Çarlık Rusyası’nın önemli ticaret ve sanayi merkezlerinden olan Bakû şehri, bu imparatorluğun petrol sanayiinin merkeziydi. Modern şehir merkezinde daha çok Rus ve Ermeni mülk sahibi sınıflar, memurlar ve vasıflı işçiler oturuyorlardı. Dış halkada sanayi işçilerinin ve yoksulların oturduğu kenar mahalleler, onun da dışında petrol sahaları bulunuyordu. Çoğunluğu Müslüman olan işçiler, Azerbaycanlı ve başka milletlerdendi. İşçilerin önemli bir kısmı derme çatma kulübelerde, ailelerinden ayrı olarak yaşıyordu. Petrol sahasının ötesine geçtiğinizde karşınıza geri kalmış, başkentteki toplumsal ve politik mücadelelerin neredeyse hiç temas kurmadığı köyler çıkıyordu.

Bakû Kurultayı, Çarlık idaresine ait kurumsal yapıların, iç savaşın değiştirdiği sınırların, bunun yanında, yereldeki sömürücülerin beslediği, Moskova’daki Çarlık yanlısı sömürgeci iktidarın teşvik ettiği, etnisiteler ve dinler arasında kemikleşmiş güvensizlik ortamının uzun zamandır ayrıştırdığı halkların temsilcilerini bir araya getirdi. Bakû şehrinin kendisi de 1918’de önce Müslüman, ardından Ermeni mahallelerine yönelik saldırılar gerçekleştiren burjuva milliyetçi partilerin kavgasına tanıklık eden bir yerdi. Bu çatışmalarda binlerce insan öldü.

Bu koşullarda yapılan kurultay, ezilen milletlere mensup emekçilerin birliğinin kutlandığı bayram yerinin renklerine büründü. 3 Eylül Cuma günü Bakû sokaklarında geçit töreni düzenlendi, ayrıca Karl Marx anıtının açılışı yapıldı. Hollandalı delege Henk Sneevliet’in aktarımına göre, “Bakû’nün tamamı örgütlü halkı Doğu’nun yakıcı güneşi altında gerçekleştirilen geçit töreninde saatlerce yürüdü”:

“İranlı veya Türk, tüm işçiler, kadınlar, gençler, talebeler, Kızıl Ordu’nun tüm askerleri […] ve tüm milletlerden kurultay delegeleri oradaydı.”[10]

8 Eylül günü, yani kurultayın son gününü takip eden gün, 1918’de Beyaz Muhafızlar’ın İngilizlerin desteğiyle katlettiği, Bakû Sovyeti’nin yirmi altı liderinin defin töreninde büyük bir kitle bir araya geldi. 9-10 Eylül’de Bakû’de Ermenistan, Azerbaycan, Buhara, Gürcüstan, İran, Hive, Türkistan ve Türkiye’den gelen yüzden fazla temsilci Asya Gençlik Konferansı’na katıldı.

Bazı delegeler, temsil ettikleri halkların yüzleştikleri politik meselelerle ilgili bildiriler sundular. Ermenistan delegeleri, “azınlık olan etnik gruplara yönelik temizlik operasyonlarındaki ve bölge genelinde yaşanan askeri çatışmalardaki sorumluluğu sebebiyle Ermeni hükümetini kınayan” bir açıklama yayınladılar. Ek 6’da yer verilen bu bildiri, Kafkasya’daki emekçi halkların birliğine giden yolu açan devrimci mücadelenin ilerlediği güzergâha uygun ve denk düşen bir metindi.

Ek 7 Ek başlığı altında yer verilen ve İngilizcede ilk kez yayımlanan üç bildiri, Yahudileri Filistin’e yerleştirmeye yönelik Siyonist projeye dair birbiriyle çelişen görüşleri içeriyor. Kurultaya sunulan bu üç bildirinin ilki Dağ Yahudilerine ait. Altında Siyonizmden etkilenmiş olan, Doğulu Yahudi cemaatine mensup devrimcilerin imzası var. Poale Zion bildirisi (Ek 7b) komünist partiye yakınlaşan ve Sovyet iktidarını destekleyen Siyonist bir örgüt tarafından kaleme alınmış. Rusya Komünist Partisi içerisindeki Yahudi seksiyonlarının cevabında (Ek 7c) Komintern’in Siyonizme ve onun Filistin’e yönelik etkisine dair analizine yer veriliyor. Bu analiz, İkinci Kongre’nin millet meselesiyle ilgili kararında şu şekilde özetleniyor: “İtilaf Devletleri’nin öncülük ettiği emperyalizm ile ilgili ülkenin burjuvazisi ezilen bir millete mensup işçi sınıfını kandırmak için uğraşıyor.”

Kurultay oturumlarında çarların iktidarda olduğu dönemde kesilmiş olan Asya dillerine yapılan çeviriler dinlendi. Rusça bilmeyen birçok Avrupalı ve Amerikalı delege de çeviriye ihtiyaç duydu. Her konuşmayı, yaygın konuşulan belli başlı Asya dillerine çeviri yapılmasına ilişkin tartışma izledi. Bazen konuşmayı sadece özetlemekle yetinen çeviriler çoğunlukla özgün konuşmadan daha uzun oluyordu. Sonrasında kaleme aldığı bir çalışmasında John Reed, muhtemelen Thomas Quelch isimli yoldaşları ile ilgili olarak İngiliz komünistleri makaraya alıyor. Reed’e göre, İngiliz heyetinin ürkek ve tereddütlü açıklamalarını Peter Petrov coşkuyla ve yenilikçi bir ruhla çeviriyor, çeviri ardından salonda alkış tufanı kopuyor, katılımcılar kılıçlarını ve tüfeklerini havaya kaldırarak, hep bir ağızdan “Kahrolsun İngiliz emperyalizmi!” diye bağırıyorlar. Bu sahne karşısında korkuya kapılan bir İngiliz delegesi, tepkisini “Ben evvelinde böyle bir şey söylemediğime eminim, dolayısıyla, düzgün bir çeviri yapılmasını talep ediyorum” diyerek dile getiriyor.[11]

Kısa bir süre sonra oturumların gereğinden fazla uzadığı, planlanan sürenin aşıldığı görüldü. Bunun üzerine, dördüncü oturumda kurultayın işleyişi ve düzenine ilişkin katı kurallar getirildi. Sahneden yapılan çeviriler Farsça, Azerbaycanca ve Rusça ile sınırlı tutuldu, ayrıca çevirilerin süresi de kısıtlandı. Başka dillere yapılacak çeviriler için delegeler gruplar oluşturdular.

Kurultaya az ama önemli sayıda kadın katıldı. Yaklaşık elli beş kadının yer aldığı kurultayda kadınların kurtuluş mücadelesi ele alındı.[12] Zinovyev’in de sonradan aktardığı biçimiyle, Başkanlık Kurulu’na üç kadının alınması teklifi üzerine partisizler grubuna mensup delegelerin güçlü itirazlarına tanık olundu, mesele uzun süre tartışıldı. Ancak beşinci oturumda üç kadının oybirliğiyle seçilmesi ardından tüm kurultay, onları ayakta alkışlayıp selamladı. Yedinci oturumda Doğulu kadınların kurtuluşu konusunda iki kadın delege söz aldı.

Üçüncü oturumda, Türkistan’dan gelmiş olan ve komünist partili olayan Narbutabekov, Orta Asya’da bazı Sovyet memurlarının yerli halklara yönelik şovenist saldırı ve tacizlerine karşı eyleme geçilmesi çağrısında bulundu. Bunun üzerine, bir dizi millete mensup yirmi delegeyle birlikte Komünist Partili delege Turar Riskulov, bu tür taciz ve saldırılara karşı çıkan bir kararı kurultaya sundu.

Komünist liderler, eski çarlık idaresinin hâlen daha güçlü olduğu yerlerde ortaya konulan bu türden şovenist uygulamaları tekrar tekrar mahkûm ettiler. Aralık 1922’de Lenin de bu tehlike konusunda uyarılarda bulundu:

“Özünde tıpkı o herkesin bildiği Rus bürokratı gibi alçak ve zorba olan Büyük Rusya şovenistinin, kendisini gerçek Rus olarak gören adamın saldırılarına karşı Rus olmayanları savunamazsak, kendi varlığımıza meşru zemin sunan, birlikten ayrılma hürriyeti, çöp kadar değersiz olur.”[13]

Bahsi edilen sorun, Beyaz Muhafız güçlerinin 1918 yılı başlarından itibaren Sovyet Rusya’dan kopartmaya başladığı Türkistan’da daha da derinleşmişti. Bu süreçte Türkistan hükümeti, alabildiğine şovenist olan bir yola girdi. Sovyet bayrağı altında faaliyet yürüten Rus Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin sonrasında ifade ettiği biçimiyle, “Çarlık rejimine eskiden beri hizmet eden maceracılar ve kulaklar [zengin köylüler] yerli halka en ağır şekilde zulmetmeye başladılar.” Sonuçta Türkistan’daki emekçi halk bölgeyi yöneten gericilerin kollarına itildi.[14] 1919 güzünde Türkistan’daki sovyetler, bu felâketlere yol açan politikadan kopup devrimci hattı takip etmeye başladı. Gene de şovenistlerin saldırıları, Bakû Kurultayı’nın yapıldığı dönemde tam anlamıyla aşılamayan bir mesele olarak varlığını sürdürdü.

Kurultayın kapanış konuşmasında Zinovyev, Narbutabekov’un gündeme getirdiği hususları düzeltme vaadinde bulundu. İlk adım kısa süre içerisinde atıldı. Yirmi yedi delege, Moskova’ya gidip eleştirilerini ve önerilerini Komünist Parti Politbürosu ile tartıştı. Ardından, Lenin’in hazırladığı taslağı temel alan ve Bakû Kurultayı’nda yirmi bir delegenin sunduğu belgede gündeme getirilen bir dizi maddeyi içeren bir karar alındı. Ek 8, kurultay delegeleri ile Politbüro’nun kararları yanı sıra Politbüro’nun kararının uygulanması sürecinde yapılan açıklamalardan birini içeriyor. Yeni ele geçirilmiş olan bu üç belge, kapalı olan Sovyet arşivlerinde onlarca yıl saklı kalmış.

Kurultayın benimsediği kararlar, Doğu Halkları Manifestosu’nu, ileri kapitalist ülkelerin işçilerine yapılan çağrıyı ve tarım sorunu ve Doğu’da Sovyet iktidarı ile ilgili tezleri içeriyordu. Kurultay son olarak, çalışmalarını sürdürecek bir icra birimi seçmeyi kararlaştırdı: bu birimin adı Propaganda ve Eylem Konseyi’ydi.

Sömürgeler Dünyasında Mücadele Yükseliyor

Bakû Kurultayı’nın İngiliz emperyalizmine karşı tüm eylemleri birleştirme çağrısı, tam da Asya’da sömürgeci idareye karşı mücadelede açığa çıkan çok önemli bir dönüm noktasında gündeme geldi.

1905 Rus Devrimi’ni takip eden yıllarda Türkiye, İran ve Çin milli demokratik ayaklanmalarla sarsıldı. Lenin bu dönemi “Asya’nın uyanışı” olarak selamladı. Fakat eski düzeni yıkmaya yönelik olarak ortaya konulan söz konusu çabalar boşa düştü, emperyalist güçlerin yardımıyla kan deryasında boğuldu.

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Rus Devrimi’nin sunduğu örneklik sayesinde Asya kıtası genelinde sömürgecilik karşıtı mücadeleler dalgasına tanık olundu. 1919’da sonuçlandırılan Versay Anlaşması’nda savaştan galip çıkanların tescil ettikleri sömürgeci idarenin devam ediyor oluşuna yönelik gerçekleştirilen halk muhalefeti, bu kalkışma sürecini besleyen diğer bir unsurdu. Versay Anlaşması, neredeyse tüm Afrika’nın, Asya’nın büyük bir bölümünün, Karayipler ve Pasifik’teki toprakların İngiltere, Fransa, ABD gibi güçler arasında taksim edilmesine onay veriyordu. Türkiye, İran ve Çin gibi birkaç bağımsız ülke, kapitalist güçlerin dayattıkları ekonomik engellerle ve egemenliklerine yönelik tecavüzlerle uğraşmak zorunda kaldı. Bu esnada Mısır ve Hindistan’daki üslere sırtını yaslayan İngiliz ordusuna ait birlikler, Yakın Doğu ile Orta Asya’nın büyük bir kısmına yayıldı.

1920 yılının ortalarına gelindiğinde sömürgecilik karşıtı mücadeleler, Asya’nın önemli bir kısmında emperyalizmi savunma konumuna çekilmeye mecbur etti. Türkiye’de bağımsızlık yanlısı güçler, Müttefikler’e bağlı işgal güçlerine karşı silahlandılar. Büyük bir bölümü İngiliz işgali altında olan İran’da Tahran’daki yöneticilere karşı ülkenin kuzeydoğusunda ve kuzeybatısında ayaklanmalar yaşandı, ayrıca, ülkeyi fiilen İngiliz sömürgesi kılacak olan anlaşmaya karşı kitlesel hareketler baş gösterdi. İran’ın kuzeyindeki Gilan eyaletinde komünistler, 1920 yılının başlarında milli bağımsızlık yanlısı savaşçılarla birleşerek devrimci bir hükümet kurdular. Bu esnada Ortadoğu’daki İngiliz ve Fransız yanlısı iktidarlar, 1919 ve 1920 boyunca Mısır, Suriye ve Irak’ta yoğun çatışmaların ve halk ayaklanmalarının yaşanmasına neden oldular.

Bakû Kurultayı’nın toplandığı dönemde İngiliz hükümeti, bu direnişin güçlenmesiyle birlikte güçlüklerle yüzleşti. Bu süreçte Sovyet devrimi, Afganistan, Türkistan, Transkafkasya ve Kuzey İran’dan çekildi. Londra, bu tür güçlükler yaşarken bir de Bakû Kurultayı’ndan bir ay önce Mühendis Gandi’nin öncülük ettiği Hindistan Milli Kongresi’nin İngiliz idaresinden bağımsızlaşma amacı güden kampanyasıyla yüzleşti. Kongre, kitleleri bu kararıyla peşinden sürükledi.

Çin’de Versay Anlaşması, 4 Mayıs 1919’da Pekin’de öğrenci eylemlerini tetikledi. Bunun üzerine, ülke genelinde Çin’in milli egemenliği üzerinde duran ajitasyon çalışması yürütüldü, gençlik bu süreçte iyice radikalleşti.

Bakû Kurultayı’nda konuşan delegeler, Doğu’dan söz ederken akıllarında esas olarak Asya ve Afrika vardı.[15] Fakat kurultayda konuşan ABD’li delege John Reed, ABD hâkimiyetinin Karayipler’in ve Meksika’nın boynuna geçirdiği boyunduruktan da bahsediyordu. Reed konuşmasında, Meksika’nın zenginliğinin Meksikalara kalması fikrini savunan bir devrimin yol aldığını, öte yandan, ABD’de siyahların ırkçılık karşıtı direnişinin yoğunlaştığını söyledi (Bkz.: dördüncü oturuma ek).

Sömürgelerdeki ezilen halkların gerçekleştirdiği kalkışma, eski Çarlık Rusyası’nda da karşılık buldu. Bu coğrafyada Asyalı halkların Sovyet idaresine sunduğu destek iç savaşta güçlerin dengelenmesini, işgalci emperyalist orduların püskürtülmesini sağladı. 1919 yılının başlarında Kızıl Ordu içerisinde askerlik yapan 250.000 kadar Müslüman emekçi vardı ve bunların başında Müslüman subaylar bulunuyordu. Bu Müslüman askerler, Sibirya cephesinde Beyaz Ordu komutanı Kolçak’a direnen ana güç olan Altıncı Sovyet Ordusu’nun subaylarının ve erlerinin neredeyse yarısını teşkil ediyordu. Kızıl Ordu birlikleri, bir milyondan fazla Asyalı göçmen işçinin içinden seçilmiş askerlerden oluşuyordu. Sovyet güçlerine on binlerce Çinli işçi de katılmıştı ki bu gelişme, Sovyet karşıtı propagandacıların paniğe kapılmasına neden olmuştu. Esasında Kızıl Ordu, bir Rus ordusu değil, dünya devrimi davasına hizmet etmeye ant içmiş enternasyonal bir güç olarak inşa edilmişti.

1920 yılının ilk ayları boyunca Kuzey Kafkasya, Azerbaycan ve Hive’de emekçi halklar sovyet cumhuriyetleri kurdukça, devrim de Asya içlerine ilerleme imkânı buldu. Sovyet topraklarının başka kısımlarında da birçok Asyalı halk özerk cumhuriyetler kurdu. Türkistan’da Kızıl Ordu, İran, Afganistan ve Çin sınırlarına kadar ilerledi.

Asya genelinde birçok devrimcinin Bakû Kurultayı’na katılmış olması, güç durumda olan sovyet cumhuriyetleriyle dayanışma ilişkisi kurma konusunda atılan somut bir adımdı. Kurultaya katılan delegeler, Çarlık otokrasisinin yıkılması, toprak reformu ve esir halkların özgürleştirilmesi gibi Rus Devrimi’nin elde ettiği tarihsel kazanımları savunmanın yollarını aradılar. Fakat delegeler açısından en etkili savunma, ancak Doğulu işçi ve köylülerin İran, Türkiye ve Asya’nın diğer ülkelerinde yeni sovyet devriminin zeminini hazırlamak için dünya genelinde kapitalizmin yüzleştiği krizden istifade etmeleriyle gerçekleştirilebilirdi.

Kurultayın Tesiri

Bakû Kurultayı ve onu önceleyen Komintern’in ikinci kongresinin yol açtığı sonuçları değerlendiren Lenin’e göre, “bu iki çalışmanın ulaştığı başarı ilk elden değerlendirilebilecek veya doğrudan hesaplanabilecek bir başarı değildi, bu başarı, bazı askeri zaferlerden daha da önemliydi”. Lenin ayrıca, Bakû Kurultayı’nın Bolşevizmin bayrağının ve programının “tüm geri kalmış sömürge ülkelerdeki köylüler ve tüm medeni ülkelerdeki işçilerin mücadelesinin bir simgesi” olduğunu söylüyor, “Temmuz’da Moskova’da, Eylül’de Bakû’de elde edilen başarıların aylar boyunca dünya işçilerini ve köylülerini fikren besleyeceği, bu fikirlerin işçi ve köylülerce özümseneceği” tespitinde bulunuyordu.[16]

Kurultayın “tüm insanlığı kapitalist ve emperyalist köleliğin boyunduruğundan kurtarmak […] için yaptığı cihat çağrısı”, Bakû’ye yakın olan ülkelerdeki emekçilerde hızla karşılık buldu. Kurultayda muhafız olarak görev almış olan Azerbaycanlı genç Müslüman Babayev’in aktardığına göre, kurtuluş anlayışı katılımcılarca epey benimsenmişti. Öyle ki kendisi, “namaza durduğumda kurultayı ve devrimi kanımla savunmak için hemen geri dönebileyim diye silahını yanıma koyuyordum” diyordu. Devrimin düşmanlarına karşı yapılan cihat çağrısından etkilenen Babayev’e göre, “o dönemde Bolşevik olmakla Müslüman olmak arasında herhangi bir çelişkinin bulunmadığına kani olmuş binlerce insan Bolşevizm safına katıldı.”[17]

Bakû Kurultayı’nın en önemli başarılarından biri de Doğu’da komünist partilerin kuruluş ve gelişme sürecini hızlandırmış olmasıydı. Kafkasya, İran, Türkiye ve Arap coğrafyasında birçok işçi, Bakû Kurultayı’nın başarılarını kurultayın kurduğu Propaganda ve Eylem Konseyi denilen icra komitesinin çalışmaları aracılığıyla işitti. Bakû’de kurulmuş olan bu komite kurultay kararlarını Farsça, Türkçe ve Arapça olarak yayımladı. Faaliyet sürecinin ilk on haftasında konsey, 170 eğitimciyi ve örgütçüyü eğitip sahada görevlendirdi. Kadroların eğitimi için kurduğu okul, ilk elli öğrencisini Ocak 1921’de mezun etti. Bu öğrencilere kitaplar ve broşürler verildi. İlk iki haftanın kayıtlarının da ortaya koyduğu biçimiyle muhtelif yerlere 1.270 adet kitap gönderildi. Bunların 433’ü Farsça, 176’sı Türkçeydi. Ekim ayında Rusça ve Türkçe olarak yayımlanan Narody Vostoka [“Doğu Halkları”] dergisinin kapağında Bakû Kurultayı’nın da sloganı olan “Dünyanın tüm işçileri ve ezilen halkları, birleşin” cümlesi yazılıydı.[18]

Bakû Kurultayı, İngiliz hükümetinin sert tepkisiyle yüzleşti. İngiliz hükümeti 1 Ekim günü, “propaganda, entrika ve komplo rüzgârının İngilizlerin Asya’daki çıkarları ve gücü aleyhine estiğinden” şikâyet ediyordu.[19] Düşmanın hamlelerine rağmen Sovyet hükümeti, İngiltere ile imza edilecek ticaret anlaşması için gerekli mevzii hızla elde etmeyi bildi. Mart 1921’de imzalanan anlaşma, Sovyet karşıtı ablukayı önemli ölçüde kırdı.

Kurultayı takip eden yıl boyunca Ermenistan ve Gürcüstan’da sovyet hükümetleri kuruldu, öte yandan, Moğolistan’da Sovyet yanlısı devrimci hareket zafere ulaştı. Sovyet Rusya sahada savaşan son Beyaz Muhafız ordularını da mağlup etti, işgalci Polonya hükümetini barış masasına oturttu, böylelikle yıkıcı sonuçlara yol açmış olan iç savaş döneminin sonunu getirdi.

Öte yandan, milli bağımsızlığın güvence altına alındığı Türkiye’de Mustafa Kemal’in başında bulunduğu burjuva hükümeti devrimci kalkışmayı bastırdı. Benzer bir gelişme, Gilan eyaletindeki ayaklanmanın yeni hükümet eliyle ezildiği İran’da da yaşandı. 1925’te bu ülkede Pehlevi hanedanlığı kuruldu.

Komintern’in Temmuz 1921’de toplanan üçüncü kongresi, dünya ölçeğinde kapitalizmin yeniden istikrara kavuştuğu tespitinde bulundu. Değişen koşullara uyum sağlamak, aynı zamanda Komintern çalışmalarını merkeze koymak adına 1922 yılının başında Propaganda ve Eylem Konseyi tasfiye edildi. Konsey, faaliyetlerini Moskova’da Komintern’e bağlı bir merkez olarak sürdürdü.

Ocak 1922’de Moskova’da Uzak Doğulu Emekçiler kongresi gerçekleştirildi.[20] Takip eden yıl boyunca Çin devriminin mevzi kazanması ve kitleler içerisinde kök salmasıyla birlikte Komintern önemli bir fırsata kavuştu. Böylelikle Komintern, Bakû Kurultayı’nda geliştirilmiş olan fikirleri uygulamak için gerekli imkânı buldu.

John Riddell
Mahmut Şirvani

15 Temmuz 1993

[Kaynak: To See the Dawn: Baku 1920-First Congress of the Peoples of the East, Pathfinder, 1993, s. 11-31.]


Bakû Kurultayı PDF

Dipnotlar:
[1] Bu meseleyle ilgili olarak İkinci Enternasyonal içinde verilen mücadeleye dair belgeler ve Lenin’in konuyla ilgili değerlendirmesi için bkz.: Yayına Hz.: John Riddell, Lenin's Struggle for a Revolutionary International (New York: Pathfinder, 1986), s. 7-20, 38-39, 75-83, 98-102, ve 496-504. V.I. Lenin’in 1913 tarihli makaleleri “Asya’nın Uyanışı” ve “Geri Avrupa, İleri Asya” bu derleme içinde s. 98-99’da bulunabilir. Sosyalist Enternasyonal’in başarıları ve kusurlarıyla ilgili bir analizi şu çalışmada bulmak mümkün: Farrell Dobbs, Revolutionary Continuity: The Early Years, (New York: Pathfinder, 1980), s. 39-43 ve 120-31.

[2] Lenin’in raporu için bkz.: Yayına Hz.: Riddell, Workers of the World and Oppressed Peoples, Unite! (New York: Pathfinder, 1991), Cilt 1., s. 211-16.

[3] İkinci Kongre’de bu hususla ilgili önemli bir tartışmaya tanık olundu. Önde gelen iki komünist, Hintli M. N. Roy ile İranlı Ahmed Sultanzade belirli düzeyde kapitalist gelişmeye tanıklık etmiş Asya ülkelerinde “burjuva demokratik” hareketlere destek verilmesine ilk başta karşı çıktı. Lenin’in kongreye sunduğu rapor, “milli devrimci” hareketlerin mevcut niteliğinin desteği hak ettiği konusunda net ifadeler içeriyordu. Bu tartışmanın Lenin ve Roy’un önerdiği tezlerde yapılan değişiklikleri de içeren kaydı için bkz.: Riddell, Workers of the World, Cilt. 1, s. 51-52, 211-83 ve Cilt 2, s. 846-71.

[4] Devrim, devrim öncesinde Rusya’da kullanılan Jülyen takvimine göre 25 Ekim 1917’de zafere ulaştı. Bu kitapta verilen tüm tarihler Gregoryen takvime göredir. Bu takvim Şubat 1918’den sonra Rusya’da kullanılmaya başlandı.

[5] Alfred Rosmer, Moscow under Lenin (New York: Monthly Review Press, 1971), s. 86.

[6] Yelena Stasova, Vospominaniya (Hatırat) (Moskova: Mysl, 1969), s. 177.

[7] Subbotnik hareketinin önemi konusunda bkz.: Lenin, "A Great Beginning," Collected Works (Moskova: Progress Publishers, 1960-71 ), Cilt. 29, s. 411-34; “Report on Subbotniks,” Cilt. 30, s. 283-88; “From the Destruction of the Old Social System to the Creation of the New,” Cilt. 30, s. 516-18 ve “From the First Subbotnik ... to the All-Russia May Day Subbotnik,” Cilt. 31, s. 123-25.

[8] Hindistan komünist hareketinin önde gelen isimlerinden olan M. N. Roy, Komintern’in Taşkent bürosunun kuruluşunda görevlendirildi, dolayısıyla Bakû Kurultayı’na katılamadı. Moskova’da çıkan Pravda [“Gerçek”] gazetesinin 8 Eylül tarihli haberine göre 4 Eylül günü Bakû’de Türkistan’daki bir milyon Çinliyi temsil eden isimler, Kuzey Çin’deki devrimci güçlerle temas hâlinde olduklarını ifade ediyorlardı.

[9] Kommunistische Internationale (Komünist Enternasyonal), Sayı. 14 (Ekim 1920), s. 292.

[10] De Tribune, 3 Kasım 1920.

[11] J.T. Murphy, New Horiz.ons (Londra: John Lane The Bodley Head, 1941), s. 121.

[12] Stasova’nın aktarımına göre tarım raporu yanında kadınların eşitliği meselesinin de birçok kişinin gereksiz gördüğü koşullarda gündeme getirildi. Stasova, Vospominaniya, s. 179. Fakat kurultay oturumlarında okunan tarım raporu ile ilgili metinde bu tür bir ifadeye rastlanmıyor.

[13] Lenin, "Question of Nationalities," Collected Works, Cilt. 36, s. 606.

[14] G. Safarov, Kolonial'naya revolyutsiya (apyt Turkestana) (“Sömürge Devrimi: Türkistan Deneyimi) (Moskova: State Publishing House, 1921), s. 133. Merkez Komite’nin yorumları 1920 başlarında Türkistan Komünist Partisi üyelerine gönderilen genelge içerisinde yer alıyordu.

[15] Beşinci oturumda konuşan Matuşev, Doğu teriminin Sahra Çölü’nün kuzeyindeki Afrika’yı tam kapsamadığını söylüyor. Diğer yandan, Ek 5’te yer verilen Azerbaycan Komünist Partisi açıklamasında Doğu Amerika kıtasındaki tüm halkları içerecek şekilde tarif ediliyor.

[16] Lenin, speech to chairmen of Moscow-area soviet executive committees, 15 Ekim 1920, Collected Works, Cilt. 31, s. 330.

[17] 1983’te Reşt’te bulunan Samed Yerivani ile yapılan tartışmadan. Babayev 1987’de vefat etti.

[18] Lenin sloganı onu Marx ve Engels’in 1848’deki ifadesinde yapılmış, yersiz bir değişiklik olarak görenlere karşı savundu. “Bu değişiklik, Komünist Manifesto açısından baktığımızda tabii ki yanlış. Fakat Komünist Manifesto tümüyle farklı koşullarda kaleme alındı. Bugünün politikası açısından baktığımızda ise değişiklik doğru.” Lenin, "Speech at a Meeting of Activists," Collected Works, Cilt. 31, s. 453.

[19] Curzon’un Çiçerin’e gönderdiği diplomatik nota, aktaran: Stephen White, “Communism and the East: The Baku Congress, 1920,” Slavic Review, Cilt 33, Sayı 3 (Eylül 1974), s. 502-3.

[20] Oturum kayıtlarına şuradan ulaşılabilir: The First Congress of the Toilers of the Far East (Lonra: Hammersmith Reprints, 1970).

04 Ağustos 2024

, ,

Enver Paşa’nın Bakû Kurultayı Tebliği


Yoldaşlar, bugün bizi Bakû’de toplayarak Dünya emperyalizmi ve kapitalizmine karşı dövüşen savaşçılar hâline gelmemizi sağlayan III. Enternasyonal’e ve onun Başkanlık Kurulu’ndaki yoldaşlara teşekkür ediyorum.

Yoldaşlar, sadece talan etmekle yetinmeyip bizi soyup soğana çeviren ve kanımızı içmeye niyetlenip bizi yok etmek isteyen emperyalizm ve kapitalizmin karşısında gerçek ve samimi bir ittifak oluşturduğumuz III. Enternasyonal’le omuz omuza durarak Avrupa’nın yalancı politikacılarına karşı durabildiğimiz için kendimizi şanslı addediyoruz.

Yoldaşlar, Türkiye savaşa girdiğinde Dünya iki kampa bölünmüş hâldeydi. Bu kampların ilkini emperyalist ve kapitalist eski Çarlık Rusyası ve onun müttefikleri, diğerini ise, gene aynı şekilde emperyalist ve kapitalist olan Almanya ve müttefikleri oluşturuyordu. Bu iki grup içinde bizi boğup yok etmek isteyen Çarlık Rusyası, Britanya ve onların dostlarına karşı savaştık ve bize en azından yaşama şansı vermesi konusunda anlaştığımız Almanya’nın safını tuttuk.

Alman emperyalizmi bizi kendi eşkıyalığına ait amaçlar için kullandı. Fakat bizim arzumuz ise sadece kendi bağımsızlığımızı muhafaza etmekti.

Yoldaşlar, cayır cayır yanan Trablus çölleri ve fakir Bedevî çadırları için sakin ve huzurlu hayatlarımızı terk edip oralarda, tanık olduğumuz en zor zamanları yaşamamıza sebep olan fikir emperyalizme ilişkin bir fikir değildi. Biz Trablus’u Trabluslular için korumaya çalışıyorduk ve savaştan dokuz yıl sonra onların İtalyan emperyalistlerini kovmayı başardıkları için çok mutluyuz.[1]

Azerbaycan ile ilgili olarak ortaya koyduğumuz niyet de bundan farklı değildir. Biz Azerbaycan’ın Azerbaycanlılara ait olduğunu düşünüyoruz.[2] Eğer yanlış bir iş yaparsak, bu, bizim kötü kaderimizdendir.

Yoldaşlar, Dünya Savaşı boyunca ben oldukça önemli görevler üstlendim. Sizi temin ederim ki, Alman emperyalizminin safında savaşmak zorunda kaldığımız için pişmanlık duyuyorum. İngiliz emperyalistlerinden ve İngiliz emperyalizminden nefret edip onlara lanet ettiğim gibi, Alman emperyalistlerinden ve Alman emperyalizminden de aynı ölçüde nefret ediyor ve onlara lanet ediyorum. Benim görüşüme göre, çalışmayan insanları zenginleştirmeyi amaç hâline getirmiş herkes yok edilmeyi hak ediyor. Emperyalizmle ilgili olarak benim bakış açım budur.

Yoldaşlar, sizi temin ederim ki, bugünün Rusyası o zaman da olsaydı ve şimdiki amaçları için savaşsaydı, bugün olduğu gibi o gün de tüm enerjimizle sizin safınızda savaşıyor olurduk. Açık bir dille fikrimin doğruluğunu ispatlamak için, Sovyet Rusya ile birlikte hareket etmeye karar verip bunu fiiliyata döktüğümüz günlerde Yudeniç’in ordusunun Petrograd yakınlarında olduğunu, Kolçak’ın Urallar’ı elinde tuttuğunu ve Denikin’in Güney’den Moskova’ya ilerlediğini hatırlatmak isterim. O günlerde güçlerini artıran ve oyunu kazandığını varsayan İtilaf Devletleri keskin dişlerini gösterip neşeyle ellerini ovuşturuyordu. Rusya ile dost olduğumuzda durum bundan ibaretti.

Eğer Karadeniz’deki fırtınalar bindiğim geminin direğini kırmasaydı, Kovno ve Riga zindanlarının demir parmaklıkları beni durdurmasaydı ya da içinde bulunduğum uçak kaza geçirmeseydi Rusya’nın en zor saatinde sizinle birlikte olacak ve kimi yoldaşlara bu kişisel ayrıntıları anlatmak gereğini duymayacaktım.[3]

Yoldaşlar, bu Dünya Savaşı’nda emperyalistler arasında yaşanan çarpışmalarda yenilen biz olduk. Fakat Türkiye’den hareketle mazlumların savaşı açısından baktığımızda, Boğazlar’ın kapanması sonucu Çarlık Rusyası’nın çökmesi ve yerini tüm mazlumların doğal müttefiki Sovyet Rusya’nın almış olması sebebiyle bizlerin savaşta yenilmediğini düşünüyorum. Dahası, Türkiye’nin yaptığı katkılar sayesinde Dünya’nın kurtuluşu için yeni bir hat açılmış oldu. Mazlumlar açısından baktığımızda bunu bir zafer olarak görüyorum.

Yoldaşlar daha önce ifade ettiğim gibi, şimdilerde emperyalizme karşı kahramanca mücadele veren ve gücünü köylülükten alan ordu yenilmemiş, sadece geçici olarak silâh bırakmıştır. Aynı düşmana karşı 15 yıl boyunca savaştıktan sonra, büyük sıkıntılara rağmen bir yıl daha savaşı sürdürebilmiştir. Şimdiki mücadeleyi öncekiyle kıyaslamak mümkün değildir. Bugünlerde herkesin gördüğü üzere, Doğu dünyası Üçüncü Enternasyonal’le ittifak kurmakta, tüm Dünya mazlumları onun taleplerini desteklemekte ve bu mücadele tüm kararlılığı ile herkese zafer için umut vermektedir.

Yoldaşlar, Transvaal Savaşı[4] ile başlayan ve 1914-17 arasında emperyalistler arasında devam eden savaşın en şiddetli safhası bugün itibariyle sona erdi. Fakat şimdilerde son demini yaşayan bu savaş kesinlikle bizim zaferimizle, yani mazlumların zaferiyle bitecek, emperyalizm ve kapitalizm yeni silâhlar bulmadan tümüyle imha edilecektir.

Bu kurultay hem mazlumların müdafaasında kanını döken Kızıl Ordu’ya hem de Türk savaşçılarına taze bir kuvvet verecektir. Aynı şekilde bu kurultay, bu mücadelenin bizim, yani adaletin zaferiyle sonuçlanmasını sağlayacak sürece katkı sunacaktır.

Bizi Üçüncü Enternasyonal yönüne döndüren tek neden, yalnız başladığımız mücadelede destek bulma isteği değildir. Diğer bir etken de benzer ilkelere sahip oluşumuzdu. Biz, her zaman devrimci gücümüzü halktan, yani köylülerden alıyorduk. Eğer bizim fabrika işçilerimiz büyük bir güç hâline gelmiş olsaydı ilk olarak onlardan bahsederdim. Ancak onlar da bizimle birlikteydi. Onlar da tüm bedenleri ve ruhları ile bizimle birlikte çalıştı. Bugün de durum aynıdır. Sonuç olarak biz her zaman kendimizi halkın mazlum kesimine sırtımızı verdik. Onların acısını duyduk, onlarla birlikte yaşayıp onlarla birlikte öldük.

Yoldaşlar, halkın isteklerini dikkate alırken biz hep onların kendi kaderini tayin hakkının tanınması üzerinde duruyoruz. Kendi hayatlarımızla onlarınkiler arasında güçlü bağlar bulunduğunu ve onların her zaman bizimle birlikte yaşamak istediğini düşünüyoruz: bunu yapmak istemeyen kişilerden halkın kendi kaderine gene kendisinin karar vermesine ilişkin hakkı tanımalarını talep ediyoruz.

Yoldaşlar, bizler savaşa, yani halkın iktidar uğruna ezilmesine karşıyız. Kalıcı barışı tesis etmek için bizler Üçüncü Enternasyonal’le birlikte yürüyor, bu sebeple, tüm engellere rağmen bugün kanlı bir mücadele veriyor, onu sürdürüyoruz.

Yoldaşlar, biz emekçi insanlarımızın saadetini istiyoruz, yani bu anlamda başkalarının emeğine ait ürünler aracılığıyla kâr eden yerli-yabancı tüm vurguncuların karşısında duruyoruz. Hiç tereddüt etmeden bu tür unsurlara karşı çıkmak gerekmektedir. Biz ülkemizin tarım ve sanayide büyük ölçekli bir gelişme gösterip ortak emeğin ürünlerinden faydalanmasını arzuluyoruz. Bu, bizim iktisadî mesele ile ilgili fikrimizdir.

Yoldaşlar, ancak bilinçli insanların hürriyeti ve saadeti elde edebileceklerine inanıyoruz. Emekle bütünleşen ve ülkenin aydınlanması için gerçek hürriyeti temin eden, kadın ve erkek arasında ayrımcılık yapmayan bilgili insanlar istiyoruz. Bizim toplumsal politikaya ilişkin fikrimiz budur.

Yoldaşlar, beni buraya temsilci olarak gönderen Fas, Cezayir, Tunus, Trablus, Mısır, Arabistan ve Hindistan devrimci örgütlerinin içinde bulunduğu birlik sizinle tam bir dayanışma içindedir.[5] Bu dayanışma, kan emici yaratıkların dişlerini kıracak ve onları her şeyden mahrum edecektir.

Yoldaşlar, bu amaç doğrultusunda göğe yükselen eller artık birbiriyle kavuşuyor. Uzun bir zamana ihtiyaç duyan, ancak bizim zaferimizle bitecek olan bu mücadelenin son ânına dek bizimle birlikte çalışacak herkesin ellerini sıkıyor, onlara başarı dileklerimi iletiyorum.

Yaşasın mazlumların birliği!

Kahrolsun bu birliğin karşısında titreyen zalimler!

Enver Paşa
4 Eylül 1920

[Kaynak: Yayına Hz.: John Riddell, To See The Dawn: Baku, 1920 First Congress of the Peoples of the East, Pathfinder 1993, s. 122-125.]

Dipnotlar:
[1] 1912’de Berlin’de askerî ataşe iken Enver Trablus’un İtalyan Ordusu’na karşı savaşmak için gönüllü oldu. Enver Paşa’nın ‘rahat bir hayat’ yaşadığına ilişkin ifade için; Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hatıraları, Ankara, 1982, s. 31. Rusça metinde söz konusu ifade, ‘bir mültecinin sakin hayatı’ biçiminde yer almaktadır.

[2] 1912’de Türkiye silâhı güçlerini Trablus’tan çekti ve İtalyan idaresini tanıdı. Arap halkının İtalyanlara karşı silâhlı direnişi devam etti, ancak 1920’lere gelirken I. Dünya Savaşı boyunca İtalyan güçleri önemli limanları ele geçirdi.

[3] Enver, Müttefik Devletler’in Sovyet Rusya’ya uyguladığı ablukayı aşmak için üç ayrı başarısız teşebbüste bulundu. İlk ikisinde bindiği uçaklar erken iniş yapmak zorunda kaldı ve bunun sonucunda Müttefik yanlısı hükümet tarafından hapse atıldı. Üçüncü teşebbüste ise, bindiği tekne fırtınaya yenik düştü.

[4] Transvaal ya da Boer Savaşı (1899-1902): Britanya’nın Güney Afrika’yı işgal ettiği savaş.

[5] Enver, Bolşeviklerin yardımıyla kurmak istediği “Devrimci İslâmî Örgütler Birliği”ne atıfta bulunuyor. Kurultay sonrasında Enver, Batı Avrupa’ya döndü ve aynı yılın kışında örgüt adına bir konferans düzenledi.

02 Eylül 2023

, ,

Bakû Doğu Halkları Kurultayı


Birinci Doğu Halkları Kurultayı, yeni döneme girildiği o önemli eşikte, Bolşevik dış politikası açısından belirleyici olan momentte örgütlendi. Bu tarihsel kavşakta Sovyet dış politikası umutla moral bozukluğu, devrimci coşku ile taviz anlayışı, özetle devrimle reform arasında salınmaktaydı.

Peki bu kurultay neden örgütlendi? Örgütlenmesi tarihsel bir zorunluluk muydu? Onu gerekli kılan, dünya devrimi miydi? Yoksa Hilferding’in iddia ettiği biçimiyle, “sadece ben güç olayım” politikası (dünyanın fethi) düzleminde büyük kapitalist güçlere karşı girişilen basit bir kavganın ürünü müydü? Kurultay, Sovyet dış politikasının planlanmasına dönük çabaları ve bu politikanın gelişimini ne yönden etkiledi?

Bu sorulara cevap verebilmek için öncelikle Bakû Kurultayı’nı ve örgütlenme sürecini, son olarak da Sovyet dış politikasının bugüne dek uzanan gelişim sürecini incelemek gerekiyor.

Bakû Kurultayı ve Örgütlenme Süreci

Çalışmalarında kurultayı inceleyip tartışan birçok tarihçi, Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’nin açıklamasına bakıp kurultayın toplanma kararının bu komiteye ait olduğunu söylüyor. Fransızca olan hâlinde tarih yokken, Almancasında 29 Haziran 1920 olarak tarihlendirilmiş olan, “İran, Ermenistan ve Türkiye’nin köleleştirilmiş halk kitlelerine yapılan çağrı”nın altına sadece Komünist Enternasyonal İcra Komitesi üyeleri değil, Komintern’in ikinci kongresine davet edilmiş olan Batılı komünist partilerin delegeleri de imza attı (metni Doğulu delegeler imzalamadı). Fransızca versiyonunda kurultayın 15 Ağustos’ta toplanacağından bahsedilirken, Almanca versiyonunda toplantının 1 Eylül 1920’de gerçekleştirileceği söyleniyor.

Sovyet tarihçi Sorkin “kurultay çağrısında kurultayın 1 Eylül 1920’de toplanacağından bahsedildiğini” söylüyor, ama bir yandan da kurultayı örgütlemekle yükümlü idari kurulun gerçekleştirdiği ilk toplantıda kurultayın 15 değil, 25 Ağustos’ta başlaması talebini Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’ne iletilmesi kararının alındığından bahsediyor. Yani 19 Temmuz 1920’de Serciyo Orjonikidze’nin Bakû gazetesi Kommunist’te [“Komünist”] yer alan kısa açıklamasında da teyit edildiği biçimiyle, ilk başta kurultayın 15 Ağustos’ta düzenlenmesine karar verilmiş.

Kurultayın açılış gününün 1 Eylül’e ertelenmesinin sebebi, hiçbir resmi kaynakta dile getirilmiyor. Ancak, kurultaya katılan bir Hintli delege, İngiliz makamlarına gönderdiği gizli bir raporda ertelemenin sebebinin Kızıl Ordu’nun Polonya cephesinde yüzleştiği güçlükler ve şehirdeki işçilerde açığa çıkan hoşnutsuzluk olduğunu söylüyor. İşçiler, Bakû Kurultayı’nın düzenlenmesine içinde bulundukları ekonomik durum sebebiyle karşı çıkıyorlar.

Batılı partilere mensup delegeler, kurultayın toplanması kararında olduğu gibi, çalışmanın örgütlenmesi sürecinde de pek bir ağırlığa sahip değiller. Hiçbir yetkisi olmayan Batılı delegelerin önemli bir bölümü, kurultayın toplandığı şehre varma imkânı bile bulamıyor. Ne olursa olsun, ikinci kongre daha toplanmadan alelacele bir karara varmaları gerçekten şaşırtıcı. Dolayısıyla, kurultay fikri Batılı delegelere ait olamaz. Zaten karar, 29 Haziran 1920’de toplanan Halk Komiserleri Konseyi’ne ait. Kurultayın toplanmasını ise bizzat Lenin istiyor ve bu isteğini Orjonikidze’ye gönderdiği “her şeyin acil ve şifreli olarak aktarıldığı” bir telgrafta dile getiriyor. O telgrafta Lenin, ayrıca Orjokinidze’yi “Zinovyev’in kendisine uluslararası planda önem arz eden bir görev vereceği konusunda” bilgilendiriyor.

Mikoyan da hatıratında, “Bakû Kurultayı’nın Komintern İcra Komitesi ve Haziran 1920’de Moskova’da düzenlenen Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’ne katılıp şehirde kalan delegeler tarafından örgütlendiğini” söylüyor. Fakat Mikoyan, devamında şu tespitini aktarıyor:

“Komünist Parti (b) İcra Komitesi ve Komintern İcra Komitesi, Doğu halklarına bir dizi ülke adına çağrıda bulunacak İdari Kurul’u meydana getirdi ve bu komitelerin tüm Doğu ülkelerinden gelecek işçi temsilcileriyle birlikte bir kurultay düzenlemesi gerektiğini söyledi.”

Bu alıntının devamında, kurultay çağrısının Batılı partilere mensup delegelere değil, bu idari kurula ait olduğu iddiasına yer veriliyor. İlginç bir yaklaşım dâhilinde İran, Türkiye ve Ermenistan işçilerine hitaben kaleme alınmış olan çağrıyla toplanan kurultayın kapsamı sonrasında Asya’daki tüm etnik grupları içerecek şekilde genişletiliyor.

Bu kararın üçüncü versiyonuna Sovyet tarihçi Sorkin’in çalışmasında rastlıyoruz:

“Haziran 1920’nin sonunda, Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’nin gerçekleştirdiği toplantıda Komintern’in ikinci kongresine gelmiş olan delegelerle birlikte Doğu Halkları Kurultayı’nın toplanmasına karar verildi.”

Kurultay kararı öncelikle Lenin’e ait. Kurultayı esas olarak kimin örgütleyeceğine de o karar veriyor. Öte yandan, Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’nin 20 Eylül 1920 tarihli toplantısına sunduğu raporunda Zinovyev de kurultayın icra komitesince toplandığını söylüyor, ama Rus Bolşevik partisinin merkez komitesinin aldığı inisiyatiften nedense söz etmiyor.

Kurultayın toplanması kararının kaynağına ilişkin bu detaylı inceleme önemli, çünkü görünüşe göre bu acele karar, o dönemde Sovyet heyeti başkanı Krasin ile İngiliz heyeti arasında Londra’da süren, ticaret anlaşması ile ilgili müzakerelerle bağlantılı.

Kurultayın örgütlenme süreciyle ilgili olarak Orjokinidze ve Stasova, Doğu Sorunu konusunda deneyimi olan Bolşevikleri seçiyor. Bu sebeple, Mikoyan, Neriman Nerimanov ve Said Galiyev “Orgbüro” içerisinde görevlendiriliyor. Bu örgütlenme bürosunun ilk toplantısında kurultaya katılacak delegelerin İran, Türkiye, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Türkistan, Hive, Buhara, Afganistan gibi hem Sovyet toprağında yaşayan hem de yaşamayan milletlerden seçilmesi gerektiğine karar veriliyor.

Sorkin’in aktardığına göre, bu örgütlenme bürosunun bir sonraki toplantısında “Nerimanov, A. I. Mikoyan, E. D. Stasova, G. K. Orjokinidze, Mustafa Suphi, M. D. Hüseyinov, A. G. Karayev gibi yoldaşlar hazır bulunuyor.” Bir dizi toplantı yapan örgütlenme bürosu, delegelerin katılımıyla ilgili kuralları belirliyor. Hakkında çok fazla şey bilmediğimiz bu kararlar içerisinde sadece bir kararı net olarak biliyoruz, o da “kurultaya sadece komünistlerin değil, milliyetçi devrimci örgütlerin temsilcilerinin ve Doğu ülkelerinde faal olan antiemperyalizm eğilimli, parti dışı kişilerin de çağrılması” ile ilgili. Bu anlamda, kurultay çağrısının sadece Doğu’nun “köleleştirilmiş” halklarına yönelik olmadığı görülüyor. Stasova, Mustafa Suphi ve Hintli temsilci Muherci gibi devrimcilerin yanında, bir de kurultaya tesadüfen katılmış, hiçbir hazırlık yapmadan şehre gelen, partili hareketin dışında duran, ama antiemperyalist olan kişilerden söz ediyor. Stasov ayrıca, Bakû’ye yaptıkları yolculuğu ticaret yapmak için kullanan, şehre gelip halı, deri mamuller satan hanlardan ve beylerden bahsediyor.

Sorkin gibi Sovyet tarihçilerinin örgütlenme bürosunun delegelerin seçimiyle ilgili belirlediği ölçütlere karşı çıktığı gerçeğini dikkate aldığımızda ve Stasova’nın hatıratında aktarılanlar üzerinde durduğumuzda, buradan “parti dışı antiemperyalistler” konusunda kurallara katı bir biçimde uyulmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Zira kurultayda ana hedef, kapitalist Batı’yı paniğe sürüklemek adına, mümkün olan en büyük kitleyi toparlamak.

Bunun yanında, Geylan şehrinde faal olan antiemperyalist halk hareketi Cengeli hareketinin lideri Mirza Küçük Han gibi devrimci demokratların, onca şöhretine rağmen kurultaya davet edilmemesi, ama öte yandan Enver Paşa gibi Alman emperyalizmiyle işbirliği içerisinde hareket eden isimlerin kurultayda hazır bulunması üzerinde durmak gerekiyor. Ayrıca kurultaya katılan delege sayısının net olmadığını belirtmek gerek. Fransızca ve Rusça olarak yayımlanan resmi rapora göre, kurultayda 37 milletten 1.891 delege bulunuyor. Bunların 1.273’ü komünist, geri kalanı ise partisiz.

Kurultaya katılan ve milliyetini belirtenlerin toplam sayısı 1.257. geri kalan 266 kişi milliyetini belirtmemiş. Formu dolduramayanların sayısı ise yüzün üzerinde. Dolayısıyla, 360 kişinin kim oldukları bilinmiyor. Resmi rapor, ayrıca kurultaya 55 kadının katıldığını söylüyor.

Komintern İcra Komitesi’ne sunduğu 20 Eylül 1920 tarihli raporunda Zinovyev, “partisizler grubunun partiler grubundan daha büyük olduğunu” söylüyor. Sorkin ise kurultaya ait, henüz yayımlanmamış olan belgeler üzerinden, bize katılımcıların dağılımını şu şekilde aktarıyor:

“Delegeler listesinde 2.050 isim var. Taslaklar da aynı sayıyı veriyor. Bakû’de çıkan Kommunist gazetesi kurultayın başlarında 1.891 delegenin bulunduğunu söylerken, kurultayın sonuçlarını ele alan baş makalede oturumlar süresince yaklaşık 2.000 delegenin hep birlikte karar aldığını ifade ediyor. […] Partinin değerlendirmesinde 1.926 delege siyasi görüşlerine göre şu şekilde tasnif edilmiş: 1.071 komünist, 334 sempatizan, 1 sol sosyalist devrimci, 1 anarşist, 11 Komünist Bund üyesi ve 9 İranlı devrimci.”

Sorkin, ayrıca katılımcıların toplumsal konumlarını da aktarıyor: 576 işçi, 495 köylü, 437 aydın. Mesleğini belirtmeyenlerin sayısı ise 542. Öte yandan Sorkin, kurultayın milliyet temelli bileşimini resmi yayınlardan farklı aktarıyor. Buna göre, kurultaya katılanların 469’u Azerbaycanlı, 202’si Gürcü, 131’i Ermeni, 105’i Türk, 85’i Kırgız, 40’ı Afgan, 20’si Tatar, 14’ü Hintli, 14’ü Hiveli, 13’ü Başkırtistanlı, 8’i Kırımlı, 8’i Kalmuk Cumhuriyeti’nden, 7’si ise Çinli. Sorkin devamında, “kurultay çalışmalarına komünist partilerin temsilcilerinin yanında, aralarında Bulgaristan, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya’da faal olan komünist örgütlerin de bulunduğu Komünist Balkan Federasyonu’na mensup örgütlerin, ayrıca Avusturya, Büyük Britanya, Macaristan, Hollanda, İspanya, ABD, Fransa ve Japonya’da çalışan örgütlerin temsilcilerinin de katıldığını” söylüyor.

Kurultay verilerine dair uyumsuzluklar, büyük ölçüde Bolşevik liderliğin kurultaya katılım ölçütlerini açık biçimde belirlememiş olmasından kaynaklanıyor.

Stasova’nın “kurultayın gerçekleştirildiği zor ve özel koşullar”la ilgili tespitini İngiliz İstihbarat Bürosu’nun raporları da teyit ediyor. Her ne kadar kuşkuyla ele alınması gerekse de bir muhbirin büroya gönderdiği rapora göre, “İranlı katılımcıların hepsi Enzeli şehrinde ikamet ediyordu ve bunların büyük bölümü rastgele, sokaktan seçilmişti. Bu isimlere Bakû’de hangi İran şehirlerini temsil ettikleri söylenmişti.” Bu iddia doğru mu yanlış mı bilmiyoruz, ama kesin olan şu ki kurultaya katılım için herhangi bir ölçüt belirlenmemişti ve görünüşe göre, elde edilmek istenen ana sonuç, her şeyden önce kurultayı mümkün olduğu ölçüde dikkat çekici ve görkemli kılmaktı.

Şimdi de kurultayda milliyetle ilgili olarak oluşan tabloyu inceleyelim. Kurultayda “milliyet” terimi biraz muğlâk bir biçimde kullanılmış. “Sartlar, Hazarlar, İnguşlar gibi kabileleri milliyet mi sayacağız?”, “Hangi ölçütleri tatbik edeceğiz?”, “Lenin’in parametreleri mi, Stalin’in parametreleri mi yoksa başka tipte Marksist parametreler mi kullanılacak?” soruları cevapsız bırakılmış.

“Milliyetler”deki çeşitliliği incelediğimizde, Ruslar, Lehler, Türkler ve İranlılar için de Hazarlar, Abhazlar ve Cemşidiler gibi kabileler için de aynı Marksist tanım kullanılmış. Her bir milliyete mensup delegelerin sayısını belirlerken kullanılan ölçüt de net değil. Milliyete mensup halkın toplam nüfusunun ölçüt olarak belirlenmediği açık, zira çok büyük bir nüfusa sahip olan Çin, Kürtlerle aynı sayıda delegeyle temsil edilmişler. Kurultayda 12 Hintli katılımcı varken, küçük bir kabile olan Sangidilerin 14 temsilcisi var. Öte yandan, görüldüğü kadarıyla, komünist parti üyesi olma şartı da getirilmemiş. “Milliyetçi burjuva” örgütler karşısında komünist partililer nispeten güçsüz bir konumda.

Kurultayda Taciklerin 61 delegesi varken, sosyalizm mücadelesi konusunda daha köklü bir geçmişe sahip olan Gürcülerinki bunun yaklaşık iki katı. Ayrıca komünist partililerin hangi partileri temsilen kurultayda bulunduğu biliniyor, ama komünist partili olmayanların hangi örgütleri temsil ettikleri konusunda elde herhangi bir bilgi bulunmuyor.

Sovyet tarihçi Sorkin bile “milliyetçi” örgütlerin önemli bir bölümünün kurultayda temsil edilmediğini düşünüyor. Ayrıca kurultay için teşkil edilen konseyde belirli ülkeleri temsil eden kişilerin esasında o ülkelerle bir alakası bulunmadıkları görülüyor. En dikkat çekici örnek, Afgan komünistleri temsil eden Ağazade, diğeri de Türkistanlı komünistleri temsil eden Karayev. Esasında o dönemde Afganistan’da komünist hareket yok. Ağazade, aslında Bakû’de işçilik yapan İranlı bir komünist. Karayev ise Himmet partisine mensup, militan bir Kafkasyalı. Karayev’in Türkistan komünistleri temsilcisi yapılmasının nedeni, Bolşevik liderlerin ne Türkistanlı güvenilir bir Rus komünisti ne de güvenilir bir Müslüman (Rus olmayan) komünist bulamamış olması. Ayrıca Taksim Bahari’nin aslen Anadolulu olması muhtemel.

Bunun dışında, Enver Paşa, İbrahim Tali ve Bahaddin Şakir gibi ünlü şahsiyetlerin katılımı da önemli sorunlara yol açıyor. Bu isimlerin kurultaya katılımları, esasen Komintern’in ikinci kongresinde Millet ve Sömürgeler Komisyonu’na delegelerin önerdiği ve savunduğu ilkelerle çelişiyor. Bakû Kurultayı’ndaki varlığına dair bir gerekçe sunmak adına Zinovyev, St. Petersburg Sovyeti’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyor:

“Emperyalist savaşta Türk silâhlı kuvvetlerinin başında genelkurmay başkanı olarak bulunmuş olan isim, Bakû Kurultayı’na katıldı. Kendisi, kurultayda Komünist Enternasyonal’in samimi bir yandaşı olduğunu beyan etti. Ama biz, gene de kurultay katılımcılarını bu türden döneklerle ilişkilerinde dikkatli olmaları gerektiği konusunda uyardık (gelgelelim, kurultay tutanaklarında bu türden bir uyarıya rastlanmıyor -HŞ.). Enver Paşa ve adamlarının samimi olma ihtimali yok. Batı burjuvazinin bölüp parçaladığı ülkesi için hiçbir çözüm sunamayan bu adamlar, bize koruma sağlamamız için geldiler. Bu da kurultayın gücünü ve önemini bir kez daha teyit ediyor.”

Bu açıklama üzerinden akla şu soru geliyor. Peki o zaman Enver gibi “dönekler” ve Kemal Paşa’nın temsilcileri kurultaya neden davet edildiler? Birçok ismin, bilhassa komünistlerin bu isimlerin kurultayın merkezinde durmasına açıktan itiraz ettiği görülüyor. Buna karşın, Enver Paşa, Komintern İcra Komitesi’nin önde gelen yetkililerinin yardımıyla, tıpkı Zinovyev gibi, kurultaya katılma imkânı buluyor. Fakat Zinovyev’in kontrol edemediği, güçlü ve öngörülemeyen bir muhalefet açığa çıkıyor ve Enver’in sesi kesiliyor. Aslında Enver’in kurultaydaki varlığı, Lenin’in Sovyet Rusya’nın Doğu ülkelerindeki “demokratik burjuvazi”yle ittifak kurması ve onu desteklemesi gerektiğiyle ilgili tezinin ilk tatbikinin sonucu. Ortaya ne tür bir sonuç çıkartırsa çıkartsın, Bakû Kurultayı, Sovyet hükümetinin bugüne dek uyguladığı politikanın önemli bir eşiğini ifade ediyor.

Ne Sultanzade gibi doğulu bir komünistin teorilerini ne Roy’un politikasını ne de Lenin’in Komintern’in ikinci kongresinde değiştirilen politikasını uygulayan Sovyetler, Lenin’in İkinci Enternasyonal’in 1907 yılında Stuttgart’ta düzenlediği kongrede Karl Kautsky’nin başını çektiği sol kanadın savunduğu fikirlere dayanan, Ekim öncesinde geliştirdiği politikayı uygulamaya koydu. Bu politika, aynı zamanda Engels’in İtalyan sosyalistlerine önerdiği, ne emperyalist devletlerde ne de sömürgelerde yaşanan muazzam değişiklikleri dikkate almayan politikasıydı. Sovyet devleti, Lenin döneminde bile devrimci teoriler yerine, Kemalist Türkiye, Rıza Han’ın İran’ı ve Çang Kay Şek’in Çin’i gibi reformist “milli” devletleri desteklemeyi tercih etti. Devrimci teori terk edildi, onun yerine “uzlaşmacı” pratik, yani “barış içinde bir arada yaşama” siyaseti savunuldu. Bu savunu, bizatihi Doğu ile Batı, emperyalist ülkelerle sömürgeler arasındaki diyalektik karşılık bağımlılık ilişkisinin tarihsel önemini ihmal eden yanlış analizin bir sonucuydu.

Tabii bu siyasetin de meşrulaştırılması, Lenin ve teorilerinin “yeniden tanımlanması” gerekiyordu. Bu politikayı ilk uygulayan kişi olan Çiçerin, politikayı şu şekilde formüle etmekteydi:

“Doğu’yu emperyalist düşmanlarına karşı verdiği kavgada onu sadece manevi değil, maddi düzlemde de güçlendirebilmemiz için bizim Doğu ülkelerindeki ekonomik gelişmenin ve bu ülkelerdeki güçlü milli burjuvazinin varlığının yabancı emperyalizmini ülkelerden ayrılmaya mecbur edecek koşulları yaratacağı gerçeğini dikkate almamız gerekiyor. Güçlü burjuvazinin krala, padişaha, sultana, ayrıca feodalizm kalıntılarına galebe çaldığı koşullarda, ortaya her yönden gelecek saldırılara anında direnç geliştirebilecek kompakt bir milli devlet organizması çıktı. Nihayetinde bu güçlü burjuvazinin teşvikiyle üretici güçler gelişiyor ve gelişme dâhilinde, sınıf mücadelesi üzerinden komünist rejim tesis edilecek.

Bu gerçeği dikkate alan politikamız, ta başından beri, Doğu ülkelerinde burjuvazinin ortaya çıkacağı ve bilinçleneceği, sonuçta İngiliz kapitalistleri ve diğer ülkelerin kapitalistlerinin emperyalist açgözlülüklerine karşı sağlam bir duvar örebilecek bir güç hâline geleceği, neticede o emperyalistlere karşı verdiğimiz mücadelede bize yardım edeceği sürecin hızlandırılması görevini üstlendi.

Politik düzlemde milliyetçi hareketlere ve örgütlere sunduğumuz destek, bu görevi üstlenmiş olmamızın bir yansıması. Ekonomi düzleminde ise bu görev dâhilinde, belirli bir ticaret politikası belirledik ve bu politika, Doğu’ya farklı Batı’ya farklı yaklaşıyor. Örneğin Doğu’ya belirli koşullar dâhilinde, ithalat ve ihracat serbestiyeti sunuyoruz. Daha da özelde ise İran’a geçiş hakkı sağlıyoruz, yani bu ülkenin dünya pazarlarına ulaşabilmesi için topraklarımızı kullanmasına izin veriyoruz ki bu, esasen bu zamana kadar tüm çarların hiçbir vakit sunmadığı bir imtiyaz. Ayrıca doğulu tüccarlara fuarlarımıza gelsinler diye, gümrük vergileri, döviz ve mal ihracı gibi konularla ilgili belirli haklar tanıyoruz. Keşke daha zengin olsaydık da Doğu ülkelerine sanayilerini geliştirmeleri, kara ve demir yolları inşa etmeleri konusunda yardım edebilseydik, bu ülkelere öğretmenler ve uzmanlar gönderebilseydik. Mevcut koşullarda tüm bu yardımları yapan diğer devletlere mani olmadığımız gibi, mümkün olduğu noktada doğulu devletler lehine olacak şekilde aracı olup bu işlerin hızlanması için gerekli her türden aracı devreye sokuyoruz.

Diyalektik düşünemeyen insanlar, hiç şüphe yok ki devletin yüzünü burjuvaziye dönmesi gerektiğini söyleyen bu türden bir politikayı komünizmin ilkelerine ihanet olarak değerlendirecektir. Tam da bu sebeple, geçmişte Narodnikler (halkçılar) Rusya’nın ilk Marksistlerini Rusya’nın toplumsal-ekonomik açıdan kapitalizme doğru gelişmesi fikrinden yana durdukları, obşçinaların (komünlerin) varlığı ile ilgili eskiden kalma yanılsamaların ortadan kaldırılmasını istedikleri ve kapitalizme uzanan yolun temizlenmesi gerektiğini söyledikleri için sosyalizme ihanet etmekle suçladılar. O günlerde tüm sinsilikleriyle bu kişiler, ‘kendiniz için küçük işletmeler açmanın veya Bay Sermaye’nin muhasebesini tutmanın nesi kötü?’ diye soruyorlardı.

Bu anlamda, analoji düzleminde Doğu Sorunu’na da buradan bakabiliriz. Doğu’da hem çürümüş olan feodal aristokrasinin yerini alan hem de kendisini emperyalizme karşı verilen milli mücadelenin lideri olarak takdim eden burjuvazi ilerici bir sınıftır. Onun yolunu her şekilde açmalıyız, ama bizim onun saflarında yerimiz olamaz. Komünistler olarak biz, tarihte hep görüldüğü ve yaşandığı üzere, her aşamada yabancı emperyalistlerle uzlaşan ve onlardan korkan burjuva sınıfı öncülük ediyor olsa bile milli mücadelenin içinden tıpkı o burjuva sınıfı gibi çıkan proletaryayı bir araya getirip örgütleyeceğiz. Milli mücadelenin başarısı için gerekli koşulların sınıf mücadelesinin elde edeceği başarının koşullarını da yarattığını biliyoruz. Hangi kılıf ve hangi bayrak altında yürütülüyor olursa olsun, emperyalistlere karşı mücadelenin varlık mücadelemizin ayrılmaz parçası olduğunu, bu mücadelenin ezilen ve sömürülen halk kitleleri için de zaruri olduğunu söylemeye bile gerek yok.”

“Tek ülkede sosyalizm” olarak teorize edilen Sovyet pratiği, kendi mantığını da dayattı. Bu mantık, artık dünya devrimini değil, tüm makul yollardan Sovyet devletinin dünyayı fethetmesini öngörüyordu. Bu fetih, ya Çin ve Vietnam’da olduğu gibi, komünistlerin öncülük ettiği bölgesel veya milli devrimlerle ya Çekoslovakya’da yaşandığı üzere askeri darbeyle ya Angola ve Mozambik’te yaşandığı gibi, komünist olmayan kişilerin öncülük ettiği milli hareketlerin barışçıl araçlarla iktidara gelmesiyle ya Çang Kay Şek’in Çin’inde, Kemal’in Türkiye’sinde, Nasır’ın Mısır’ında, Pehleviler’in İran’ında, generallerin başta olduğu Arjantin’de vs. yaşandığı biçimiyle, baskıcı ve gerici olan “milliyetçi” hükümetlere dostane yardımlar eliyle ya da Çekoslovakya ve Afganistan’da görüldüğü üzere, açık askeri işgal yoluyla gerçekleşecekti.

O gösterişli hâline rağmen, Bakû Kurultayı’nın net bir amacı vardı ve bu amaç, giderek güç kazanan Sovyet devleti olarak sahneye çıkan gücün dünya ile ilgili geliştirdiği siyasetin genel çerçevesine uygun düşüyordu.

Bugün kimi Avrupamerkezcilerin iddiasının aksine, Bakû Kurultayı’nın ne Bolşeviklerin 1920 yazında Varşova’ya yaptığı saldırıyla ne Macar Komünü’nün ezilmesiyle ne de 1919’da Alman devriminin yaşadığı başarısızlıkla bir alakası vardı. Aslında Bakû Kurultayı’nın amacı, Batılı emperyalistleri onların zarar görme ihtimalleri bulunan Doğu’daki tehdidi büyütmek suretiyle sakinleştirmek, İngiltere-Sovyetler arasında imza edilecek ticaret anlaşması ile ilgili yürütülen müzakerelerde elde edilebilecek en büyük avantaja kavuşmak ve Doğu’nun Sovyetler’e müttefik olmasını sağlamaktı.

Hüsrev Şakiri

[Kaynak: Central Asian Survey 2/2, 1983; “Congrès des Peuples de lOrient, Bakou, September 1920, L’Expérience soviétique et le Problème National dans le Monde, 1920-1939, Paris, 1979.]