02 Eylül 2023

, ,

Bakû Doğu Halkları Kurultayı


Birinci Doğu Halkları Kurultayı, yeni döneme girildiği o önemli eşikte, Bolşevik dış politikası açısından belirleyici olan momentte örgütlendi. Bu tarihsel kavşakta Sovyet dış politikası umutla moral bozukluğu, devrimci coşku ile taviz anlayışı, özetle devrimle reform arasında salınmaktaydı.

Peki bu kurultay neden örgütlendi? Örgütlenmesi tarihsel bir zorunluluk muydu? Onu gerekli kılan, dünya devrimi miydi? Yoksa Hilferding’in iddia ettiği biçimiyle, “sadece ben güç olayım” politikası (dünyanın fethi) düzleminde büyük kapitalist güçlere karşı girişilen basit bir kavganın ürünü müydü? Kurultay, Sovyet dış politikasının planlanmasına dönük çabaları ve bu politikanın gelişimini ne yönden etkiledi?

Bu sorulara cevap verebilmek için öncelikle Bakû Kurultayı’nı ve örgütlenme sürecini, son olarak da Sovyet dış politikasının bugüne dek uzanan gelişim sürecini incelemek gerekiyor.

Bakû Kurultayı ve Örgütlenme Süreci

Çalışmalarında kurultayı inceleyip tartışan birçok tarihçi, Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’nin açıklamasına bakıp kurultayın toplanma kararının bu komiteye ait olduğunu söylüyor. Fransızca olan hâlinde tarih yokken, Almancasında 29 Haziran 1920 olarak tarihlendirilmiş olan, “İran, Ermenistan ve Türkiye’nin köleleştirilmiş halk kitlelerine yapılan çağrı”nın altına sadece Komünist Enternasyonal İcra Komitesi üyeleri değil, Komintern’in ikinci kongresine davet edilmiş olan Batılı komünist partilerin delegeleri de imza attı (metni Doğulu delegeler imzalamadı). Fransızca versiyonunda kurultayın 15 Ağustos’ta toplanacağından bahsedilirken, Almanca versiyonunda toplantının 1 Eylül 1920’de gerçekleştirileceği söyleniyor.

Sovyet tarihçi Sorkin “kurultay çağrısında kurultayın 1 Eylül 1920’de toplanacağından bahsedildiğini” söylüyor, ama bir yandan da kurultayı örgütlemekle yükümlü idari kurulun gerçekleştirdiği ilk toplantıda kurultayın 15 değil, 25 Ağustos’ta başlaması talebini Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’ne iletilmesi kararının alındığından bahsediyor. Yani 19 Temmuz 1920’de Serciyo Orjonikidze’nin Bakû gazetesi Kommunist’te [“Komünist”] yer alan kısa açıklamasında da teyit edildiği biçimiyle, ilk başta kurultayın 15 Ağustos’ta düzenlenmesine karar verilmiş.

Kurultayın açılış gününün 1 Eylül’e ertelenmesinin sebebi, hiçbir resmi kaynakta dile getirilmiyor. Ancak, kurultaya katılan bir Hintli delege, İngiliz makamlarına gönderdiği gizli bir raporda ertelemenin sebebinin Kızıl Ordu’nun Polonya cephesinde yüzleştiği güçlükler ve şehirdeki işçilerde açığa çıkan hoşnutsuzluk olduğunu söylüyor. İşçiler, Bakû Kurultayı’nın düzenlenmesine içinde bulundukları ekonomik durum sebebiyle karşı çıkıyorlar.

Batılı partilere mensup delegeler, kurultayın toplanması kararında olduğu gibi, çalışmanın örgütlenmesi sürecinde de pek bir ağırlığa sahip değiller. Hiçbir yetkisi olmayan Batılı delegelerin önemli bir bölümü, kurultayın toplandığı şehre varma imkânı bile bulamıyor. Ne olursa olsun, ikinci kongre daha toplanmadan alelacele bir karara varmaları gerçekten şaşırtıcı. Dolayısıyla, kurultay fikri Batılı delegelere ait olamaz. Zaten karar, 29 Haziran 1920’de toplanan Halk Komiserleri Konseyi’ne ait. Kurultayın toplanmasını ise bizzat Lenin istiyor ve bu isteğini Orjonikidze’ye gönderdiği “her şeyin acil ve şifreli olarak aktarıldığı” bir telgrafta dile getiriyor. O telgrafta Lenin, ayrıca Orjokinidze’yi “Zinovyev’in kendisine uluslararası planda önem arz eden bir görev vereceği konusunda” bilgilendiriyor.

Mikoyan da hatıratında, “Bakû Kurultayı’nın Komintern İcra Komitesi ve Haziran 1920’de Moskova’da düzenlenen Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’ne katılıp şehirde kalan delegeler tarafından örgütlendiğini” söylüyor. Fakat Mikoyan, devamında şu tespitini aktarıyor:

“Komünist Parti (b) İcra Komitesi ve Komintern İcra Komitesi, Doğu halklarına bir dizi ülke adına çağrıda bulunacak İdari Kurul’u meydana getirdi ve bu komitelerin tüm Doğu ülkelerinden gelecek işçi temsilcileriyle birlikte bir kurultay düzenlemesi gerektiğini söyledi.”

Bu alıntının devamında, kurultay çağrısının Batılı partilere mensup delegelere değil, bu idari kurula ait olduğu iddiasına yer veriliyor. İlginç bir yaklaşım dâhilinde İran, Türkiye ve Ermenistan işçilerine hitaben kaleme alınmış olan çağrıyla toplanan kurultayın kapsamı sonrasında Asya’daki tüm etnik grupları içerecek şekilde genişletiliyor.

Bu kararın üçüncü versiyonuna Sovyet tarihçi Sorkin’in çalışmasında rastlıyoruz:

“Haziran 1920’nin sonunda, Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’nin gerçekleştirdiği toplantıda Komintern’in ikinci kongresine gelmiş olan delegelerle birlikte Doğu Halkları Kurultayı’nın toplanmasına karar verildi.”

Kurultay kararı öncelikle Lenin’e ait. Kurultayı esas olarak kimin örgütleyeceğine de o karar veriyor. Öte yandan, Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’nin 20 Eylül 1920 tarihli toplantısına sunduğu raporunda Zinovyev de kurultayın icra komitesince toplandığını söylüyor, ama Rus Bolşevik partisinin merkez komitesinin aldığı inisiyatiften nedense söz etmiyor.

Kurultayın toplanması kararının kaynağına ilişkin bu detaylı inceleme önemli, çünkü görünüşe göre bu acele karar, o dönemde Sovyet heyeti başkanı Krasin ile İngiliz heyeti arasında Londra’da süren, ticaret anlaşması ile ilgili müzakerelerle bağlantılı.

Kurultayın örgütlenme süreciyle ilgili olarak Orjokinidze ve Stasova, Doğu Sorunu konusunda deneyimi olan Bolşevikleri seçiyor. Bu sebeple, Mikoyan, Neriman Nerimanov ve Said Galiyev “Orgbüro” içerisinde görevlendiriliyor. Bu örgütlenme bürosunun ilk toplantısında kurultaya katılacak delegelerin İran, Türkiye, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Türkistan, Hive, Buhara, Afganistan gibi hem Sovyet toprağında yaşayan hem de yaşamayan milletlerden seçilmesi gerektiğine karar veriliyor.

Sorkin’in aktardığına göre, bu örgütlenme bürosunun bir sonraki toplantısında “Nerimanov, A. I. Mikoyan, E. D. Stasova, G. K. Orjokinidze, Mustafa Suphi, M. D. Hüseyinov, A. G. Karayev gibi yoldaşlar hazır bulunuyor.” Bir dizi toplantı yapan örgütlenme bürosu, delegelerin katılımıyla ilgili kuralları belirliyor. Hakkında çok fazla şey bilmediğimiz bu kararlar içerisinde sadece bir kararı net olarak biliyoruz, o da “kurultaya sadece komünistlerin değil, milliyetçi devrimci örgütlerin temsilcilerinin ve Doğu ülkelerinde faal olan antiemperyalizm eğilimli, parti dışı kişilerin de çağrılması” ile ilgili. Bu anlamda, kurultay çağrısının sadece Doğu’nun “köleleştirilmiş” halklarına yönelik olmadığı görülüyor. Stasova, Mustafa Suphi ve Hintli temsilci Muherci gibi devrimcilerin yanında, bir de kurultaya tesadüfen katılmış, hiçbir hazırlık yapmadan şehre gelen, partili hareketin dışında duran, ama antiemperyalist olan kişilerden söz ediyor. Stasov ayrıca, Bakû’ye yaptıkları yolculuğu ticaret yapmak için kullanan, şehre gelip halı, deri mamuller satan hanlardan ve beylerden bahsediyor.

Sorkin gibi Sovyet tarihçilerinin örgütlenme bürosunun delegelerin seçimiyle ilgili belirlediği ölçütlere karşı çıktığı gerçeğini dikkate aldığımızda ve Stasova’nın hatıratında aktarılanlar üzerinde durduğumuzda, buradan “parti dışı antiemperyalistler” konusunda kurallara katı bir biçimde uyulmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Zira kurultayda ana hedef, kapitalist Batı’yı paniğe sürüklemek adına, mümkün olan en büyük kitleyi toparlamak.

Bunun yanında, Geylan şehrinde faal olan antiemperyalist halk hareketi Cengeli hareketinin lideri Mirza Küçük Han gibi devrimci demokratların, onca şöhretine rağmen kurultaya davet edilmemesi, ama öte yandan Enver Paşa gibi Alman emperyalizmiyle işbirliği içerisinde hareket eden isimlerin kurultayda hazır bulunması üzerinde durmak gerekiyor. Ayrıca kurultaya katılan delege sayısının net olmadığını belirtmek gerek. Fransızca ve Rusça olarak yayımlanan resmi rapora göre, kurultayda 37 milletten 1.891 delege bulunuyor. Bunların 1.273’ü komünist, geri kalanı ise partisiz.

Kurultaya katılan ve milliyetini belirtenlerin toplam sayısı 1.257. geri kalan 266 kişi milliyetini belirtmemiş. Formu dolduramayanların sayısı ise yüzün üzerinde. Dolayısıyla, 360 kişinin kim oldukları bilinmiyor. Resmi rapor, ayrıca kurultaya 55 kadının katıldığını söylüyor.

Komintern İcra Komitesi’ne sunduğu 20 Eylül 1920 tarihli raporunda Zinovyev, “partisizler grubunun partiler grubundan daha büyük olduğunu” söylüyor. Sorkin ise kurultaya ait, henüz yayımlanmamış olan belgeler üzerinden, bize katılımcıların dağılımını şu şekilde aktarıyor:

“Delegeler listesinde 2.050 isim var. Taslaklar da aynı sayıyı veriyor. Bakû’de çıkan Kommunist gazetesi kurultayın başlarında 1.891 delegenin bulunduğunu söylerken, kurultayın sonuçlarını ele alan baş makalede oturumlar süresince yaklaşık 2.000 delegenin hep birlikte karar aldığını ifade ediyor. […] Partinin değerlendirmesinde 1.926 delege siyasi görüşlerine göre şu şekilde tasnif edilmiş: 1.071 komünist, 334 sempatizan, 1 sol sosyalist devrimci, 1 anarşist, 11 Komünist Bund üyesi ve 9 İranlı devrimci.”

Sorkin, ayrıca katılımcıların toplumsal konumlarını da aktarıyor: 576 işçi, 495 köylü, 437 aydın. Mesleğini belirtmeyenlerin sayısı ise 542. Öte yandan Sorkin, kurultayın milliyet temelli bileşimini resmi yayınlardan farklı aktarıyor. Buna göre, kurultaya katılanların 469’u Azerbaycanlı, 202’si Gürcü, 131’i Ermeni, 105’i Türk, 85’i Kırgız, 40’ı Afgan, 20’si Tatar, 14’ü Hintli, 14’ü Hiveli, 13’ü Başkırtistanlı, 8’i Kırımlı, 8’i Kalmuk Cumhuriyeti’nden, 7’si ise Çinli. Sorkin devamında, “kurultay çalışmalarına komünist partilerin temsilcilerinin yanında, aralarında Bulgaristan, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya’da faal olan komünist örgütlerin de bulunduğu Komünist Balkan Federasyonu’na mensup örgütlerin, ayrıca Avusturya, Büyük Britanya, Macaristan, Hollanda, İspanya, ABD, Fransa ve Japonya’da çalışan örgütlerin temsilcilerinin de katıldığını” söylüyor.

Kurultay verilerine dair uyumsuzluklar, büyük ölçüde Bolşevik liderliğin kurultaya katılım ölçütlerini açık biçimde belirlememiş olmasından kaynaklanıyor.

Stasova’nın “kurultayın gerçekleştirildiği zor ve özel koşullar”la ilgili tespitini İngiliz İstihbarat Bürosu’nun raporları da teyit ediyor. Her ne kadar kuşkuyla ele alınması gerekse de bir muhbirin büroya gönderdiği rapora göre, “İranlı katılımcıların hepsi Enzeli şehrinde ikamet ediyordu ve bunların büyük bölümü rastgele, sokaktan seçilmişti. Bu isimlere Bakû’de hangi İran şehirlerini temsil ettikleri söylenmişti.” Bu iddia doğru mu yanlış mı bilmiyoruz, ama kesin olan şu ki kurultaya katılım için herhangi bir ölçüt belirlenmemişti ve görünüşe göre, elde edilmek istenen ana sonuç, her şeyden önce kurultayı mümkün olduğu ölçüde dikkat çekici ve görkemli kılmaktı.

Şimdi de kurultayda milliyetle ilgili olarak oluşan tabloyu inceleyelim. Kurultayda “milliyet” terimi biraz muğlâk bir biçimde kullanılmış. “Sartlar, Hazarlar, İnguşlar gibi kabileleri milliyet mi sayacağız?”, “Hangi ölçütleri tatbik edeceğiz?”, “Lenin’in parametreleri mi, Stalin’in parametreleri mi yoksa başka tipte Marksist parametreler mi kullanılacak?” soruları cevapsız bırakılmış.

“Milliyetler”deki çeşitliliği incelediğimizde, Ruslar, Lehler, Türkler ve İranlılar için de Hazarlar, Abhazlar ve Cemşidiler gibi kabileler için de aynı Marksist tanım kullanılmış. Her bir milliyete mensup delegelerin sayısını belirlerken kullanılan ölçüt de net değil. Milliyete mensup halkın toplam nüfusunun ölçüt olarak belirlenmediği açık, zira çok büyük bir nüfusa sahip olan Çin, Kürtlerle aynı sayıda delegeyle temsil edilmişler. Kurultayda 12 Hintli katılımcı varken, küçük bir kabile olan Sangidilerin 14 temsilcisi var. Öte yandan, görüldüğü kadarıyla, komünist parti üyesi olma şartı da getirilmemiş. “Milliyetçi burjuva” örgütler karşısında komünist partililer nispeten güçsüz bir konumda.

Kurultayda Taciklerin 61 delegesi varken, sosyalizm mücadelesi konusunda daha köklü bir geçmişe sahip olan Gürcülerinki bunun yaklaşık iki katı. Ayrıca komünist partililerin hangi partileri temsilen kurultayda bulunduğu biliniyor, ama komünist partili olmayanların hangi örgütleri temsil ettikleri konusunda elde herhangi bir bilgi bulunmuyor.

Sovyet tarihçi Sorkin bile “milliyetçi” örgütlerin önemli bir bölümünün kurultayda temsil edilmediğini düşünüyor. Ayrıca kurultay için teşkil edilen konseyde belirli ülkeleri temsil eden kişilerin esasında o ülkelerle bir alakası bulunmadıkları görülüyor. En dikkat çekici örnek, Afgan komünistleri temsil eden Ağazade, diğeri de Türkistanlı komünistleri temsil eden Karayev. Esasında o dönemde Afganistan’da komünist hareket yok. Ağazade, aslında Bakû’de işçilik yapan İranlı bir komünist. Karayev ise Himmet partisine mensup, militan bir Kafkasyalı. Karayev’in Türkistan komünistleri temsilcisi yapılmasının nedeni, Bolşevik liderlerin ne Türkistanlı güvenilir bir Rus komünisti ne de güvenilir bir Müslüman (Rus olmayan) komünist bulamamış olması. Ayrıca Taksim Bahari’nin aslen Anadolulu olması muhtemel.

Bunun dışında, Enver Paşa, İbrahim Tali ve Bahaddin Şakir gibi ünlü şahsiyetlerin katılımı da önemli sorunlara yol açıyor. Bu isimlerin kurultaya katılımları, esasen Komintern’in ikinci kongresinde Millet ve Sömürgeler Komisyonu’na delegelerin önerdiği ve savunduğu ilkelerle çelişiyor. Bakû Kurultayı’ndaki varlığına dair bir gerekçe sunmak adına Zinovyev, St. Petersburg Sovyeti’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyor:

“Emperyalist savaşta Türk silâhlı kuvvetlerinin başında genelkurmay başkanı olarak bulunmuş olan isim, Bakû Kurultayı’na katıldı. Kendisi, kurultayda Komünist Enternasyonal’in samimi bir yandaşı olduğunu beyan etti. Ama biz, gene de kurultay katılımcılarını bu türden döneklerle ilişkilerinde dikkatli olmaları gerektiği konusunda uyardık (gelgelelim, kurultay tutanaklarında bu türden bir uyarıya rastlanmıyor -HŞ.). Enver Paşa ve adamlarının samimi olma ihtimali yok. Batı burjuvazinin bölüp parçaladığı ülkesi için hiçbir çözüm sunamayan bu adamlar, bize koruma sağlamamız için geldiler. Bu da kurultayın gücünü ve önemini bir kez daha teyit ediyor.”

Bu açıklama üzerinden akla şu soru geliyor. Peki o zaman Enver gibi “dönekler” ve Kemal Paşa’nın temsilcileri kurultaya neden davet edildiler? Birçok ismin, bilhassa komünistlerin bu isimlerin kurultayın merkezinde durmasına açıktan itiraz ettiği görülüyor. Buna karşın, Enver Paşa, Komintern İcra Komitesi’nin önde gelen yetkililerinin yardımıyla, tıpkı Zinovyev gibi, kurultaya katılma imkânı buluyor. Fakat Zinovyev’in kontrol edemediği, güçlü ve öngörülemeyen bir muhalefet açığa çıkıyor ve Enver’in sesi kesiliyor. Aslında Enver’in kurultaydaki varlığı, Lenin’in Sovyet Rusya’nın Doğu ülkelerindeki “demokratik burjuvazi”yle ittifak kurması ve onu desteklemesi gerektiğiyle ilgili tezinin ilk tatbikinin sonucu. Ortaya ne tür bir sonuç çıkartırsa çıkartsın, Bakû Kurultayı, Sovyet hükümetinin bugüne dek uyguladığı politikanın önemli bir eşiğini ifade ediyor.

Ne Sultanzade gibi doğulu bir komünistin teorilerini ne Roy’un politikasını ne de Lenin’in Komintern’in ikinci kongresinde değiştirilen politikasını uygulayan Sovyetler, Lenin’in İkinci Enternasyonal’in 1907 yılında Stuttgart’ta düzenlediği kongrede Karl Kautsky’nin başını çektiği sol kanadın savunduğu fikirlere dayanan, Ekim öncesinde geliştirdiği politikayı uygulamaya koydu. Bu politika, aynı zamanda Engels’in İtalyan sosyalistlerine önerdiği, ne emperyalist devletlerde ne de sömürgelerde yaşanan muazzam değişiklikleri dikkate almayan politikasıydı. Sovyet devleti, Lenin döneminde bile devrimci teoriler yerine, Kemalist Türkiye, Rıza Han’ın İran’ı ve Çang Kay Şek’in Çin’i gibi reformist “milli” devletleri desteklemeyi tercih etti. Devrimci teori terk edildi, onun yerine “uzlaşmacı” pratik, yani “barış içinde bir arada yaşama” siyaseti savunuldu. Bu savunu, bizatihi Doğu ile Batı, emperyalist ülkelerle sömürgeler arasındaki diyalektik karşılık bağımlılık ilişkisinin tarihsel önemini ihmal eden yanlış analizin bir sonucuydu.

Tabii bu siyasetin de meşrulaştırılması, Lenin ve teorilerinin “yeniden tanımlanması” gerekiyordu. Bu politikayı ilk uygulayan kişi olan Çiçerin, politikayı şu şekilde formüle etmekteydi:

“Doğu’yu emperyalist düşmanlarına karşı verdiği kavgada onu sadece manevi değil, maddi düzlemde de güçlendirebilmemiz için bizim Doğu ülkelerindeki ekonomik gelişmenin ve bu ülkelerdeki güçlü milli burjuvazinin varlığının yabancı emperyalizmini ülkelerden ayrılmaya mecbur edecek koşulları yaratacağı gerçeğini dikkate almamız gerekiyor. Güçlü burjuvazinin krala, padişaha, sultana, ayrıca feodalizm kalıntılarına galebe çaldığı koşullarda, ortaya her yönden gelecek saldırılara anında direnç geliştirebilecek kompakt bir milli devlet organizması çıktı. Nihayetinde bu güçlü burjuvazinin teşvikiyle üretici güçler gelişiyor ve gelişme dâhilinde, sınıf mücadelesi üzerinden komünist rejim tesis edilecek.

Bu gerçeği dikkate alan politikamız, ta başından beri, Doğu ülkelerinde burjuvazinin ortaya çıkacağı ve bilinçleneceği, sonuçta İngiliz kapitalistleri ve diğer ülkelerin kapitalistlerinin emperyalist açgözlülüklerine karşı sağlam bir duvar örebilecek bir güç hâline geleceği, neticede o emperyalistlere karşı verdiğimiz mücadelede bize yardım edeceği sürecin hızlandırılması görevini üstlendi.

Politik düzlemde milliyetçi hareketlere ve örgütlere sunduğumuz destek, bu görevi üstlenmiş olmamızın bir yansıması. Ekonomi düzleminde ise bu görev dâhilinde, belirli bir ticaret politikası belirledik ve bu politika, Doğu’ya farklı Batı’ya farklı yaklaşıyor. Örneğin Doğu’ya belirli koşullar dâhilinde, ithalat ve ihracat serbestiyeti sunuyoruz. Daha da özelde ise İran’a geçiş hakkı sağlıyoruz, yani bu ülkenin dünya pazarlarına ulaşabilmesi için topraklarımızı kullanmasına izin veriyoruz ki bu, esasen bu zamana kadar tüm çarların hiçbir vakit sunmadığı bir imtiyaz. Ayrıca doğulu tüccarlara fuarlarımıza gelsinler diye, gümrük vergileri, döviz ve mal ihracı gibi konularla ilgili belirli haklar tanıyoruz. Keşke daha zengin olsaydık da Doğu ülkelerine sanayilerini geliştirmeleri, kara ve demir yolları inşa etmeleri konusunda yardım edebilseydik, bu ülkelere öğretmenler ve uzmanlar gönderebilseydik. Mevcut koşullarda tüm bu yardımları yapan diğer devletlere mani olmadığımız gibi, mümkün olduğu noktada doğulu devletler lehine olacak şekilde aracı olup bu işlerin hızlanması için gerekli her türden aracı devreye sokuyoruz.

Diyalektik düşünemeyen insanlar, hiç şüphe yok ki devletin yüzünü burjuvaziye dönmesi gerektiğini söyleyen bu türden bir politikayı komünizmin ilkelerine ihanet olarak değerlendirecektir. Tam da bu sebeple, geçmişte Narodnikler (halkçılar) Rusya’nın ilk Marksistlerini Rusya’nın toplumsal-ekonomik açıdan kapitalizme doğru gelişmesi fikrinden yana durdukları, obşçinaların (komünlerin) varlığı ile ilgili eskiden kalma yanılsamaların ortadan kaldırılmasını istedikleri ve kapitalizme uzanan yolun temizlenmesi gerektiğini söyledikleri için sosyalizme ihanet etmekle suçladılar. O günlerde tüm sinsilikleriyle bu kişiler, ‘kendiniz için küçük işletmeler açmanın veya Bay Sermaye’nin muhasebesini tutmanın nesi kötü?’ diye soruyorlardı.

Bu anlamda, analoji düzleminde Doğu Sorunu’na da buradan bakabiliriz. Doğu’da hem çürümüş olan feodal aristokrasinin yerini alan hem de kendisini emperyalizme karşı verilen milli mücadelenin lideri olarak takdim eden burjuvazi ilerici bir sınıftır. Onun yolunu her şekilde açmalıyız, ama bizim onun saflarında yerimiz olamaz. Komünistler olarak biz, tarihte hep görüldüğü ve yaşandığı üzere, her aşamada yabancı emperyalistlerle uzlaşan ve onlardan korkan burjuva sınıfı öncülük ediyor olsa bile milli mücadelenin içinden tıpkı o burjuva sınıfı gibi çıkan proletaryayı bir araya getirip örgütleyeceğiz. Milli mücadelenin başarısı için gerekli koşulların sınıf mücadelesinin elde edeceği başarının koşullarını da yarattığını biliyoruz. Hangi kılıf ve hangi bayrak altında yürütülüyor olursa olsun, emperyalistlere karşı mücadelenin varlık mücadelemizin ayrılmaz parçası olduğunu, bu mücadelenin ezilen ve sömürülen halk kitleleri için de zaruri olduğunu söylemeye bile gerek yok.”

“Tek ülkede sosyalizm” olarak teorize edilen Sovyet pratiği, kendi mantığını da dayattı. Bu mantık, artık dünya devrimini değil, tüm makul yollardan Sovyet devletinin dünyayı fethetmesini öngörüyordu. Bu fetih, ya Çin ve Vietnam’da olduğu gibi, komünistlerin öncülük ettiği bölgesel veya milli devrimlerle ya Çekoslovakya’da yaşandığı üzere askeri darbeyle ya Angola ve Mozambik’te yaşandığı gibi, komünist olmayan kişilerin öncülük ettiği milli hareketlerin barışçıl araçlarla iktidara gelmesiyle ya Çang Kay Şek’in Çin’inde, Kemal’in Türkiye’sinde, Nasır’ın Mısır’ında, Pehleviler’in İran’ında, generallerin başta olduğu Arjantin’de vs. yaşandığı biçimiyle, baskıcı ve gerici olan “milliyetçi” hükümetlere dostane yardımlar eliyle ya da Çekoslovakya ve Afganistan’da görüldüğü üzere, açık askeri işgal yoluyla gerçekleşecekti.

O gösterişli hâline rağmen, Bakû Kurultayı’nın net bir amacı vardı ve bu amaç, giderek güç kazanan Sovyet devleti olarak sahneye çıkan gücün dünya ile ilgili geliştirdiği siyasetin genel çerçevesine uygun düşüyordu.

Bugün kimi Avrupamerkezcilerin iddiasının aksine, Bakû Kurultayı’nın ne Bolşeviklerin 1920 yazında Varşova’ya yaptığı saldırıyla ne Macar Komünü’nün ezilmesiyle ne de 1919’da Alman devriminin yaşadığı başarısızlıkla bir alakası vardı. Aslında Bakû Kurultayı’nın amacı, Batılı emperyalistleri onların zarar görme ihtimalleri bulunan Doğu’daki tehdidi büyütmek suretiyle sakinleştirmek, İngiltere-Sovyetler arasında imza edilecek ticaret anlaşması ile ilgili yürütülen müzakerelerde elde edilebilecek en büyük avantaja kavuşmak ve Doğu’nun Sovyetler’e müttefik olmasını sağlamaktı.

Hüsrev Şakiri

[Kaynak: Central Asian Survey 2/2, 1983; “Congrès des Peuples de lOrient, Bakou, September 1920, L’Expérience soviétique et le Problème National dans le Monde, 1920-1939, Paris, 1979.]

0 Yorum: