“İcraatta bulunmadan konuşmanın haksızlık olduğunu
öğrendik.” Böyle diyordu Gudrun Ensslin.
Bu cümle bize, ezilenlerden bahsedip ezilenlerin
koşullarını dönüştürmek için bir şey yapmamanın, eyleme dönüşmeyen sözün
eksikliğini anlatıyor. İmge ile gerçeğin ters yüz olduğu bu dönemde Gudrun’un
pratiğin içinden gelen bu sözü, bugün çok daha anlamlı.
Geç modernizm, yazıyı yok etti. Görüntü ile bütünleşen
bir yazı var artık. Bununla birlikte yazı, bugün etkisini, sarsıcılığını
yitiren bir yapıda. Bir gösteri ve görüntü-yazı çağındayız ve görüntü-yazının
edilgenleştirdiği, unutkan kıldığı, hareketsiz bıraktığı bireyleriz. Okuduğumuz
bir görüntü-yazı veya Twitter/Facebook’ta yaptığımız bir paylaşımla
sorumluluğumuzu yerine getirdiğimizi düşünüp rahatlıyoruz. Artık hiçbir şey
sarsıcı değil. Görüntünün böylesine yoğun akışı ve dolayımı, her şeyi sıradan
kılıyor. Hız, hakikati ve hislerimizi yok etti.
Ama gerçek hayatsa, gösteri dünyasının ötesinde
akmaya, bize içine hapsolduğumuz medya alanlarının ötesinde saldırmaya devam
ediyor. Bizse içine düştüğümüz tüketim, ayrıcalıklar elde etme ve bunları
koruma döngüsünün içinde sıkışıp duruyoruz.
İnsanlar tüketmeli ki edilgenleşsin. İnsanlar yiyip
içsin, eğlensinler ki yaşadıkları coğrafyada ve dünyanın her köşesinde bu
imkânlara sahip olmayan insanları düşünmesin. Çünkü düşünürlerse, bir şeyler
yapmak zorunda kalabilirler.
Geç kapitalizmde eğlenme, “hayatın tadını çıkarma”,
dar anlamıyla mutluluk, sistemin rıza üretim aracına dönüşmüş durumda. Sistem,
bir yandan şiddet tekeli üzerinden ürettiği korku ve insanların bir şeylerin
değiştirilebileceğine dair inancını yok etmesiyle varlığını korurken, diğer
yandan enformasyon aygıtlarının kullanımı ve yapay refahın üretimiyle kendini
var ediyor. Bu döngüyü kıracak eylemselliğin yokluğundaysa, “tepkinin” veya
vicdan rahatlatmanın yegâne alanı, imge oluyor. Bu alansa, ânlık üretimin, her
şeyin bir ânda var olup, tekrar yok olduğu ve tüm çarpıklığın beyinlerde
normalleştiği bir alandan ötesi değil.
Ne yapmalı? Oturup sahteleşen bir dünyayı, hakiki
kimliklerin yerini tiyatral profillerin aldığı, tepkinin imgeden ibaret olduğu
bir dünyayı izlemeli ve bu gösteri toplumunun bir parçası mı olmalı? Yoksa bu
döngüyü kıracak, eylem-söz ve yazı birlikteliğini tekrar tarihin hizasına
oturtacak bir çizgiyi ortaya çıkarmak için harekete mi geçmeli?
Devrimciliğin temelde eylem olduğunu biliyoruz.
Sartre’ın sözüyle, “dünyanın neresinde bir mazlumun kanı dökülürse, dünyanın
geri kalan halklarının bundan sorumlu olduğu” gerçeğini de biliyoruz. O zaman
sorumluluklarımızı içselleştirme, madun olanla bütünleşme, gönüllü köleliğin
üretimi olan ayrıcalıkları değil, özgürlüğün getireceği zorluğu göze alan bir
mücadele hattını ortaya çıkarmalıyız.
Artık görüntü-yazının dolayımıyla başlayan
hareketsizliğimizi ve unutkanlığımızı aşıp yaşama müdahale edeceğimiz bir çağ
başlatmalıyız. Böyle bir çağ, konuşmanın haksızlığını yok edip, icraatın
özgürleştiriciliğini ortaya çıkaracak, yeni bir toplumun kapısını
aralayacaktır. Yenilme-yenilmeme tartışmaları, ânda dolayıma kavuşan özgürlükle
aşılacağı gibi, yeryüzünün bir köşesinde halklar, bombalarla, açlıkla,
susuzlukla katledilirken, yeryüzünün diğer köşesinde eğlencenin uyuşturucu
türünden bir araca dönüştüğü, yapay ve ikiyüzlü koşulları parçalayacaktır.
Devrimci bir hakikatin var edileceği bir seçenek için
harekete geçelim.
Bekir Sami Paydak
18 Aralık 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder