24 Eylül 2023

Devrimci Hakikat


“İcraatta bulunmadan konuşmanın haksızlık olduğunu öğrendik.” Böyle diyordu Gudrun Ensslin.

Bu cümle bize, ezilenlerden bahsedip ezilenlerin koşullarını dönüştürmek için bir şey yapmamanın, eyleme dönüşmeyen sözün eksikliğini anlatıyor. İmge ile gerçeğin ters yüz olduğu bu dönemde Gudrun’un pratiğin içinden gelen bu sözü, bugün çok daha anlamlı.

Geç modernizm, yazıyı yok etti. Görüntü ile bütünleşen bir yazı var artık. Bununla birlikte yazı, bugün etkisini, sarsıcılığını yitiren bir yapıda. Bir gösteri ve görüntü-yazı çağındayız ve görüntü-yazının edilgenleştirdiği, unutkan kıldığı, hareketsiz bıraktığı bireyleriz. Okuduğumuz bir görüntü-yazı veya Twitter/Facebook’ta yaptığımız bir paylaşımla sorumluluğumuzu yerine getirdiğimizi düşünüp rahatlıyoruz. Artık hiçbir şey sarsıcı değil. Görüntünün böylesine yoğun akışı ve dolayımı, her şeyi sıradan kılıyor. Hız, hakikati ve hislerimizi yok etti.

Ama gerçek hayatsa, gösteri dünyasının ötesinde akmaya, bize içine hapsolduğumuz medya alanlarının ötesinde saldırmaya devam ediyor. Bizse içine düştüğümüz tüketim, ayrıcalıklar elde etme ve bunları koruma döngüsünün içinde sıkışıp duruyoruz.

İnsanlar tüketmeli ki edilgenleşsin. İnsanlar yiyip içsin, eğlensinler ki yaşadıkları coğrafyada ve dünyanın her köşesinde bu imkânlara sahip olmayan insanları düşünmesin. Çünkü düşünürlerse, bir şeyler yapmak zorunda kalabilirler.

Geç kapitalizmde eğlenme, “hayatın tadını çıkarma”, dar anlamıyla mutluluk, sistemin rıza üretim aracına dönüşmüş durumda. Sistem, bir yandan şiddet tekeli üzerinden ürettiği korku ve insanların bir şeylerin değiştirilebileceğine dair inancını yok etmesiyle varlığını korurken, diğer yandan enformasyon aygıtlarının kullanımı ve yapay refahın üretimiyle kendini var ediyor. Bu döngüyü kıracak eylemselliğin yokluğundaysa, “tepkinin” veya vicdan rahatlatmanın yegâne alanı, imge oluyor. Bu alansa, ânlık üretimin, her şeyin bir ânda var olup, tekrar yok olduğu ve tüm çarpıklığın beyinlerde normalleştiği bir alandan ötesi değil.

Ne yapmalı? Oturup sahteleşen bir dünyayı, hakiki kimliklerin yerini tiyatral profillerin aldığı, tepkinin imgeden ibaret olduğu bir dünyayı izlemeli ve bu gösteri toplumunun bir parçası mı olmalı? Yoksa bu döngüyü kıracak, eylem-söz ve yazı birlikteliğini tekrar tarihin hizasına oturtacak bir çizgiyi ortaya çıkarmak için harekete mi geçmeli?

Devrimciliğin temelde eylem olduğunu biliyoruz. Sartre’ın sözüyle, “dünyanın neresinde bir mazlumun kanı dökülürse, dünyanın geri kalan halklarının bundan sorumlu olduğu” gerçeğini de biliyoruz. O zaman sorumluluklarımızı içselleştirme, madun olanla bütünleşme, gönüllü köleliğin üretimi olan ayrıcalıkları değil, özgürlüğün getireceği zorluğu göze alan bir mücadele hattını ortaya çıkarmalıyız.

Artık görüntü-yazının dolayımıyla başlayan hareketsizliğimizi ve unutkanlığımızı aşıp yaşama müdahale edeceğimiz bir çağ başlatmalıyız. Böyle bir çağ, konuşmanın haksızlığını yok edip, icraatın özgürleştiriciliğini ortaya çıkaracak, yeni bir toplumun kapısını aralayacaktır. Yenilme-yenilmeme tartışmaları, ânda dolayıma kavuşan özgürlükle aşılacağı gibi, yeryüzünün bir köşesinde halklar, bombalarla, açlıkla, susuzlukla katledilirken, yeryüzünün diğer köşesinde eğlencenin uyuşturucu türünden bir araca dönüştüğü, yapay ve ikiyüzlü koşulları parçalayacaktır.

Devrimci bir hakikatin var edileceği bir seçenek için harekete geçelim.

Bekir Sami Paydak
18 Aralık 2017

0 Yorum: