21 Şubat 2013

,

Marksizm ve Devrim


“Devrimin gerçekleşmesi için nüfusun çoğunluğunun ‘tamamen’ proleterleşmesinin zorunlu olduğunu sanmak kadar büyük bir yanılgı olamaz. Bugün çoğu kez yalnızca düşünce düzeyinde kalan teorik çatışmalar, işçi hareketinin salt bazı özel sorunları için sözkonusu olan görüş ve taktik ayrılıkları, yarın proletarya devrimi bütün anlaşmazlık konularını alevlendirdiği, yığınların davranışıyla yakından ilgili belli noktalar üzerinde yoğunlaştığı ve bizi savaşımın ateşi içinde dostla düşmanı ayırmak, düşmana kesin darbeyi indirmek için kötü bağlaşıkları atmak zorunda bıraktığı zaman, işçi sınıfını çok daha derinden etkileyecek ve çalkalandıracaktır.”[1]

Lenin, bu sözleri revizyonizmin fiilî Marksizm içindeki hâkimiyetini kırmak için söylemiştir. Revizyonizmin Marx’tan ve Marksizmden önceki sosyalizmin bir kalıntısı olduğunu düşünüp Marksizmi devrim temelinde tanımlanmaması durumunda Marx öncesi sosyalizmin hâkim olacağını gördüğünden, Marksist teorik-pratiğinde devrimi sürekli olarak öne çıkarmıştır. Devrimin temel alınması, “savaşımın ateşi içinde dostla düşmanı ayırmak” amacıyla verilen teorik mücadelenin aslî görevidir. Marx’la teorik alana giren devrim fikri devrimcileşmiş ve bunu da kendisini devrimci kolektif bir dinamik ile tanımlaması sayesinde başarmıştır. “Teorik çatışmalar” ve “ayrılıklar” işçi sınıfının devrimci niteliğini süreklileştirmek için gereklidir.

Tüm nüfusu ya da tüm işçi sınıfını örgütleme isteği, bu anlamda devrimin, teoride ve pratikte, geri çekilmesine neden olur. Teorik ve politik pratiğin ölçeği tüm toplum üzerinden kurulduğunda, devrimcilik “tehlikeli” ve “bölücü” görülmeye başlanır. Devrimin temel alındığı bir teorik-pratikse verili teorik bütünlüğü parçalar, böler, saflaştırır ve devrimci olan öğeleri merkeze oturtur. Bu durum, politik devrimin parçalı ve kısmî yapısından kaynaklanır.

Lenin’e göre, devrimci teorinin maddî zemini işçi sınıfıdır. Rusya ölçeğinde yaşanan gelişmelerin işçi sınıfının öncülüğünde anlaşılması gerektiğini vurgularken, genel olarak politikanın doğasının da değiştiğini söylemektedir. Kapitalizmin neden olduğu değişim süreci dâhilinde verilecek iktidar mücadelesinin biçim ve içeriği de değişmiştir. Devlet ve tüm iktidar kurumları, bu değişime uyum sağlamak için çok yönlü çatışmaların içine girmişlerdir. Devrimci politika da eski tarzını sürdürmek konusunda diretmemeli ve yeni oluşan dinamiklere yüzünü çevirmelidir. Bu nedenle;

“Kapitalizm olgusu, ya kapitalizmin yok etmekte olduğu küçük üreticinin bakış açısından ya da kapitalizmin yaratmakta olduğu mülksüz sınıfın bakış açısından değerlendirilebilir. Bunun ortası yoktur.”[2]

Ne Yapmalı? adlı çalışmasıyla Lenin, devrimcilerin politikanın değişen doğasına nasıl uyum gösterecekleri konusunda genel bir çerçeve çizmiştir. Yaşanan gelişmeler, işçi sınıfının Avrupa’da olduğu gibi Rusya’da da düşman arazisinde meşru zeminlere hapsedilmesine neden olmuştur. Teorik mücadelelerini işçi sınıfı üzerinden yürütenlerin politik mücadelelerini disiplinli bir örgütle, partiyle yürütmeleri gerekir. İşçi sınıfının karakteristik özelliklerinin politik alanda da karşılığı olmalıdır. Devrimci politikanın maddî zemini, partidir.

Nasıl olursa olsun iktidara gelme planları yapan Avrupalı işçi partileri, işçi sınıfının gelişen doğasından uzaklaşmış, hükümet olma hesaplarında işçi sınıfının sayısal çoğunluğunu öne çıkartmışlardır. “Genel olarak sosyalizmin nihaî hedefi olarak sözü edilen şey bana bir şey ifade etmiyor: Önemli olan hareketin kendisidir.”[3] diyen Bernstein gibi Marksistler, işçi sınıfının doğal hareketliliğine dayanan burjuva politik bir eğilim içine girmişlerdir. Oysa Marksizm için tek başına hareket hiçbir şeydir. Aslolan, hareketin devrimcileşmesidir.

İşçi sınıfının kapitalizmin mezar kazıcısı olabilmesi için kolektif devrimci mücadeleye doğrudan katılması gerekir. Özellikle Fransa’da yaşanan budur. Ancak Fransa’da ve Avrupa’da işçilerin birliği sağlanamamış, onların kolektif ve devrimci bir niteliğe kavuşmasını sağlayacak aslî unsur olan partiler ya kurulamamış ya da süreç içinde başarısız sonuçlar alınmıştır.

Politikada önemli olan, bizzat hareketin kendisi değil, onun devrimcileşmesidir. Monarşilere karşı yürütülen politik mücadelelerin gerçekleştiği hareket zemini içinde bir tek işçi sınıfının kolektif ve devrimci olma ihtimali vardır ve Marx da ısrarla bu noktaya vurgu yapmıştır. Dönem dâhilinde işçi sınıfı, hareket zeminini devrimcileştirecek ve gerçek politik dinamikleri kolektivize edebilecek yegâne güçtür.

Lenin ise Rusya özelinde, büyük ölçüde Marx’ın politik ölçeğine sadık kalır. Rusya’yı Avrupa’da gelişen kapitalizmin verili bütünlüğü içinde ele alır. Ancak Marx ve Engels’in uyarısı onun için önemlidir: Rusya devrimi Avrupa devrimini fitilleyebilir. Bu amaçla Rusya gerçeğine ayağını basar ve devrimci politikanın Marksist anlamda fiilîleşmesi için çalışır. Zamanla politik sürecin gerçekleştiği zemini devrimcileştirmek amacıyla, öncelikle işçi sınıfına ve partiye dönük teorik ve politik bir mücadeleye girişir. Burada önemli olan, Rusya’nın devrimini yapması, bu sayede de Avrupa’nın verili durumunu parçalayıp devrimcileştirmesidir.

Bütün nüfusun proleterleşmesi gerekmiyorsa bütün sınıfın devrimcileşmesi de gerekmez. İşçi sınıfı, toplumu dönüştürmek için onu bölmeli ve devrimci politikaya alan açmalıdır. Saflaşmada devrim tarafında olanlarla birlikte yürümeli ve toplumun işçileşmesi için değil, devrimcileşmesi için kavga vermelidir. İşçi sınıfının ayrışması ve içindeki devrim karşıtı ya da devrimcilik dışı unsurları atması bu nedenle öncelikli görevdir. Bugünden bakıldığında, verilen mücadelenin doğal sonucuymuş gibi görülen ayrışmalar (Azınlık-Menşevik/Çoğunluk-Bolşevik) aslında bilinçli olarak gerçekleştirilmiştir.

İşçi sınıfının devrimci politika zemininde bütünleştirilmesi ve kolektif devrimci bir unsur hâline getirilebilmesi için parçalanması gerekir. Ekonomik talepler üzerinden yürüyen bir sınıfın devrimciliğini koruması beklenemeyeceğinden, o ekonomi dışı, politik taleplere yönelenlerin buluştuğu bir zemine taşınmalıdır. Ancak politik gerçek içindeki ekonomik talepler ve mücadeleler devrimcilerin gündeminde olabilir. Bu da işçi sınıfını bütün olarak kucaklamayı değil, onun ekonomik talepleri aşarak iktidar mücadelesine dönük politik kavgalara sokmak suretiyle parçalanmasına ihtiyaç duyar.

Lenin, partinin (RSDİP) kurulma aşamasında onun sadece Rusların yaşadığı coğrafya ile tanımlanmasını isteyenlere karşı Çar’ın hâkim olduğu tüm Rus İmparatorluğu’nun hedef olması gerektiğini savunmuştur. Burada öne çıkan unsur, Rusların sosyalist olması değil, Rusya’nın devrimini yapmasıdır. Bu ölçek dâhilinde işçi sınıfının ve sonradan devrimci potansiyelini fark ettiği köylülüğün faaliyet alanını dikkate alarak Rusya’nın parçalanması devrimci politikanın hedefidir. Kısacası Lenin, işçi sınıfının parçalanması ve devrimci kolektif bir niteliğe kavuşması için partiye, Rusya’nın parçalanıp devrimcileşmesi için işçi sınıfına ihtiyaç olduğunu saptamıştır.

Lenin için Marksist devrimci teorinin ölçüsü işçi sınıfı, ölçeği (Rusya özelinde) Avrupa iken, Marksist devrimci politikanın ölçüsü parti, ölçeği ise (Avrupa genelinde) Rusya’dır.

Marx’la birlikte tüm Marksistler, devrimcileştikleri ölçüde kendi ölçeklerini belirleyebilmiş ve bu sayede toplumu ve tarihi parçalamanın somut maddî imkânlarını bulabilmişlerdir. Çoğunlukla teorik alanda yaşanan çatışmalar, ölçeğin teori alanında belirgin kılınması için yapılan çalışmanın sonucudur.

Marx’ın Hindistan, İrlanda ya da Meksika konusunda söyledikleri dünya genelinde Avrupa’nın devrimcileşmesine dönük vurgu dâhilinde anlaşılmalıdır. Avrupa’da yaşananlar, dünya tarihini ve tüm insanlığı değiştirecek niteliktedir. Avrupa’da yaşanan devrimlerin toplamda Avrupa devrimiyle sonuçlanması ihtimali üzerinde duran Marx, bu devrim ihtimalinin yükünü işçi sınıfının omuzlarına yükler. Çünkü o, yaşanan gelişmelerin de gösterdiği gibi, bir sınıflı toplumsal-tarihsel yapı olan kapitalizmi alaşağı edecek yegâne güçtür. İşçi sınıfı, kendi devrimini yapabilmesi için teori içi politik bir hatta muhtaçtır. Marx’ın teorik-pratiği bu ihtiyacı karşılamaya dönüktür.

Henüz 25 yaşındayken yazdığı şu satırlar devrimciliğinin ne yönde geliştiğini ele verir:

Radikal zincirlere vurulmuş bir sınıfın, bir burjuva-sivil toplum sınıfı olmayan bir sivil toplum sınıfının, bütün toplumsal sınıfların yıkılmasını oluşturan bir toplumsal sınıfın, acılarının evrenselliği ile evrensel bir niteliğe sahip bulunan ve özel bir haksızlığa değil ama haksızlığın kendisine uğratıldığı için özel hak istemeyen, artık tarihsel bir nitelikle değil ama yalnızca insanal nitelikle övünen, Alman siyasal rejiminin salt sonuçları ile değil ama tüm önkoşulları ile de çelişen bir alanın, son olarak kendini toplumun bütün öteki alanlarından kurtarmadan ve dolayısıyla toplumun bütün öteki alanlarını kurtarmadan kendini kurtaramayan, kısacası, insanın bütünsel yitimi olan ve öyleyse insanın bütünsel yeniden fethi olmadıkça kendini yeniden fethedemeyen bir alanın oluşmasında yatıyor. Toplumun özel bir sınıf içinde gerçekleşen bu yıkımını, proletarya oluşturuyor.”[4]

İşçi sınıfının teorik alana girmesi teoriyi saflaştırmıştır. Ancak Marx’ta işçi sınıfının devrimciliğine dönük kaba bir önkabul değil, bu tür önkabullerin ve kanaatlerin devrimcileştirilmesi vardır. Verili teorik alanı işçi sınıfı ile bölerken işçi sınıfı yanında yer alan, ancak ona politika dışı anlamlar yükleyenlere karşı da teorik mücadeleye girer. Buradaki ölçü devrimdir. İşçi sınıfının fiilî hareketini gören ancak ona sadece duygusal temelde ilgi gösteren çevreleri, onun devrimci niteliğini göremedikleri için eleştirmiştir. Politik alanda özellikle komünistlere ve sosyalistlere, işçi sınıfının fiilî devrimciliği dışında hareket etmeleri nedeniyle, saldırmıştır. Komünizm fikrinin politik alanda gerçek bir güç hâline gelebilmesi için onun işçi sınıfının devrimci niteliği ile buluşması gerekir:

“Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu ânda varolan öncüllerinden doğarlar.”[5]

Yani komünizm, işçi sınıfının kolektif devrimci mücadelesidir. Marx, toplumu (sosyalistler) ya da tarihi (komünistler) merkeze alan düşünce biçimlerini, işçi sınıfı eksenine oturtmak ister. Ancak buradaki işçi sınıfı, çıplak gerçekteki sınıf değil, Marksizmin “işçi sınıfı”dır. İlkinin kendisi hakkında bir bilinci ve kendinden menkûl bir içeriği yoktur. İşçi sınıfının kıta genelindeki hareketliliğine devrimcilik atfeden, Marksizmdir. Sınıfın teorik alandaki devrimciliği teori içi mücadeleye, politik alandaki devrimciliği politika içi mücadeleye hizmet eder.

Devrimin teorideki fiilî varlığı çatışmalara neden olur. Çatışmaları aşmak için genel teorik ya da ideolojik çalışma yapmak devrim fikrini bertaraf etmek zorundadır. Çatışmaları doğrudan içinde saf tutup bizzat kavganın içinde olarak aşmak zorunludur. Politika dışında ve genel teori içinde belli kavramlar arasında ortaya çıkan çelişkilerin politikaya tercümesi yapılamaz. Genel teorideki “devrim”le politikadaki “devrim” birbirinden farklıdır. “Emek-sermaye” ve “evrim-devrim” kavramları arasındaki çelişkinin politika için önemi yoktur. Önemli olan emeğin, sermayenin, evrimin ve devrimin politik nitelikleridir. Bu kavramların politik çatışmalarda karşılığı varsa teori içi anlamı vardır. Sadece kavramlar üzerinden ilerleyen saf teorinin politikaya tercüme edilmeye çalışılması politika dışı teorisisizm üretir.

Marksistler ve genel olarak Marksizm devrimsiz bir hiçtir. “Devrim” olmadan Marksistler ve genelde Marksizm, fiilî düşünce ve eylem tarzlarından birine tutunmak ve onun hareketi yönünde ilerlemek zorunda kalır. İlk aşamada tutundukları tarzın genel tarihsel ve toplumsal biçimi ile kendilerini tanımlar ve Marksizmi bu tarzın gelişkin hâli olarak anlar. Tarih ve toplumdaki devrimci dinamiklerle politika alanında değil, felsefe ve kültür alanında buluşur. Doğal olarak Marksizm, ya bir felsefe (gelişkin düşünme biçimi) ya da kültürel bir form olarak kabul görür. Felsefe ya da kültür olarak algılanan Marksizmin devrim gibi sorunu olamaz. Bu noktada en fazla devrimin edebiyatı yapılabilir. Teorik alan içinde tek başına devrimden bahsetmenin devrimcilik olduğu sanrısı yaygınlaşır. Devrim (ve Marksizm) edebîleştiği ölçüde maddî, somut niteliği kaybolur. Artık o bir imge ve hayâldir. Çeşitli ritüellerde, yazılarda, bildirilerde ya da toplantılarda tekrarlanması devrimi kültürün konusu yapar, bu da onu birbirinden farklı konularla uzlaştırır ve ehlîleştirir. Devrimin (ve Marksizmin) maddî, somut niteliğini yitirmesi, onu verili durum içindeki devrimci öncüllere yabancılaştırır. Verili durum, ya felsefî açıdan düşünce alanında resmedilir ya da onun içindeki öznelerin kimliklerini tanımlayan temel düşünsel-imgesel veri olarak ele alınır. Bu sayede devrim (ve Marksizm) artık gerçekten kendisine ihtiyacı olanların silâhı değil, onu kendi (bireysel) kültürel, sanatsal ya da genel teorik çalışmaları için kullananların oyuncağı olur.

Marksizm ve devrimin ilişkisi, her durum ve dönemde yeniden kurulmalıdır. Ne Marx’ta ne de Lenin’de bunun tarih üstü, mutlak bir ölçütü mevcuttur. Marx’ın, Lenin’in (ya da Mao ve Che’nin) sıkı takipçiliği, ilişkiyi bugünde garantileyen bir durum değildir. Marksizmi teorik alanda boğmaya çalışan bazı politika dışı teorisyenlerin “Marksizmin krizi” başlığı altında tartıştıkları mesele, aslında bu ilişkinin kurulamamasıyla ilgilidir. İlişkinin kurulmasına çalışmadan devrimi ve Marksizmi ayrı zeminlerde tartışanlar, kendi krizlerini rasyonelleştirmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.

Marx’ta devrimin birbirine bağlı iki ölçüsü vardır: ilki, devrimin kitlelerin, büyük çoğunluğun, işçi sınıfı merkezli hareketliliğine bağlı oluşu, ikincisi, devrimin sahip olduğu politik niteliktir. Kitlelerle politik düşünme ve buna bağlı politik mücadele devrimin genel ölçüsünü verir. Politik devrim toplumsal devrimi önceler. Toplumsal devrimin gerekleri ile politik devrimci mücadele tanımlanamaz. Sömürü ve zulüm koşullarında kitlelerin saf, duru ve bütünlüklü insanlardan oluştuğu fikri, politik devrimci mücadelenin içinde bu tarz insanlar ya da kolektif sınıfsal, toplumsal dinamikler bulmak isteyecektir. Ancak politik devrim sonrasında başlaması mümkün olan toplumsal devrim sürecine âit hayâllerin ve beklentilerin politik devrim öncesine dayatılması devrimciliği ve Marksizmi politika dışına iter.

Marx’ta devrim ve işçi sınıfına dayalı ölçünün belirlenmesindeki ölçek Fransız Devrimi (eleştirisi)dir. Teorik-pratiğini Fransız Devrimi’nin tarihsel başarısızlığının incelenmesi ve onun aşılması üzerine kuran Marx, farklı dinamikleri ve devrimin niteliğine dönük tespitleri bu sayede görebilmiştir. 1789 sonrasında devrimin içinde sarsılan Avrupa’nın devrimcileştiğini görmüş, Avrupa üzerinden genel teorik faaliyet tarzlarını devrimcileştirmek için yoğun bir teorik-pratiğin içine girmiştir. Lenin ise 1789 ve 1871 (Paris Komünü) üzerinden düşünür.

Marx’ın eserlerinden yola çıkılarak oluşturulan Marksizm çeşitlemeleri, genellikle Marx’ın o çalışmaları yaparken üzerinde durduğu teorik-politik zemini görmezler. Bu nedenle, ya Marx öncesi devrim fikirlerine kapılanırlar ya da devrim’sizleşirler. Devrim fikri olmadan Marx’ın okunması ile Kant’ın, Hegel’in ya da A. Smith’in okunması benzeşir. Marx’ı anlamak için onların okunması şartmış gibi görünür. Devrimin esas alınmadığı bir teorik faaliyet, Marx’ı devreden çıkartmak ve bir tür “Marksizm” ideolojisine sarılmak zorundadır. Marx’ın devre dışı bırakılması, Marksizm çeşitlemelerini Marx’ın devrimci teori içinde saf dışı bıraktığı Bakunin, Proudhon, A. Smith, Saint Simon gibi isimlere yakınlaştırır.

Devrim, tümüyle politik bir meseledir. Politika alanı dışındaki devrimler gerçekte politik niteliktedirler. Sanayi Devrimi’nin devrimci niteliği ancak politik düzlemde görülebilir. Politik düzlem dışında bu devrime dönük devrimcilik, teknolojist ve bilimci ütopyalar üretir. (Makine-insan, toplumun bir makine gibi kurulmasına dönük çabalar ve ekonomi merkezli siyaset tarzları). Verili iktidara saldırmayan bu tip düşünce akımlarının politik nitelikte görülmesi yanlıştır. Marx, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin politika alanında yürürlükte olan teorilerin içindeki izlerini anlamaya çalışır. Birincisinin teorik, ikincisinin politik bir gerçek olarak öne çıkardığı işçi sınıfını farklı bir düzlemde yeniden üretmeye çalışır. Her iki devrimde de bir araç olarak kullanılan bu sınıfın tarihi ve toplumu dönüştürecek güç olduğunu görür ve bu yönde teori ve politikasını geliştirir.

“Toplumun devrimci çıkarlarını kendinde toplayan bir sınıf başkaldırdı mı, derhâl, kendi özel durumunda, kendi devrimci eyleminin içeriğini ve maddesini bulur: Düşmanlarını ezmek, savaşım gereklerinin zorladığı önlemleri almak. Kendi eylemlerinin sonuçları onu daha ileriye iter. Kendi özel görevi üzerine hiçbir teorik araştırmaya girişmez. Fransız işçi sınıfı, henüz bu noktada değildi. O, henüz kendi devrimini yapacak yetenekte değildi.”[6]

Marx, bu sözleri aracılığıyla kendi teorik-pratiğine ilişkin önemli bir tespit yapmaktadır. İşçi sınıfının kendiliğinden ilerleyen devrimci pratiğinin onu kendi pratiği üzerine teorik çalışma yapmaktan alıkoyduğunu söylerken, bu teorik çalışmayı kendisinin yaptığını ifade etmektedir. İşçi sınıfının fiilî devrimci faaliyetinin teoride politik bir karşılığının olması gerekmiş ve bu da teoride devrimciliği politikayla buluşturmanın imkânını sunmuştur. Marksizmin aslî zemini burasıdır. İşçi sınıfının “gövde”siyle yürüttüğü mücadelesinin artık bir “kafa”sı vardır. Marx’la birlikte proletarya teorik alanda politik “düşünme”ye başlamıştır. Marx, teoride bir aydın ya da filozof olmanın ötesinde devrimci bir işçidir. Kafayla gövdenin uyumunu değil, birlikte kolektif ve örgütlü mücadelesini öne çıkartır.

Kapitalizmin gelişim ölçeğini Avrupa’yla sınırlandırırken, bu ölçeğin devrimci ölçüsünü de proletarya olarak belirlemiştir. Burada Marx, proletaryanın teoriye olan ihtiyacını görmüş ve teorik eksikliğin devrim için gerekli olduğunu anlamıştır. Avrupa’nın devrimcileşmesi için o dönemde “yeni” ortaya çıkan proletaryanın politik düşünce ve eylemin merkezine oturtulması gerekir.

Teoride işçi sınıfının düşünmesi devrimci teorinin önkoşuludur. Ancak bu durum, işçi sınıfı fiilî olarak devrimci bir pratik içinde olduğu ölçüde anlamlıdır. Avrupa genelinde bütün sınıflar kadar işçi sınıfı da ayaktadır. Ancak onu farklılaştıran, kapitalizmin somut bir olgu hâline gelmesi ve yerleşikleşmesiyle gelecekteki devrimi yapacak tek alternatif olmasıdır. İşçi sınıfının teoride düşünmesi olarak anlaşılması gereken eserlerinde Marx, teorik-politik alandaki akımları, dinamikleri ve özneleri onun etrafında birleştirmeye, devrimci teoriyi o noktaya kilitlemeye çalışır. Komünist Manifesto, bu çalışmanın en bilinen örneğidir. 1847’de kurulan Komünist Birlik için yazılmış bu broşür, birbirinden farklı görüşlere sahip ve yüzünü devrime dönmüş politik insanları biraraya getirmeyi amaçlar. Burada amaç, Avrupa’daki devrimci güçleri işçi sınıfı eksenine çekmektir. Soyut, gerçek dışı fikirlerin parçalanması ve politikanın bu sayede gerçek devrimci düzleme çekilmesi için eleştirdikleri birçok isimle biraraya gelinir. Öncelikle Avrupalı devrimcilerin birliğinin sağlanmasındaki ölçü, işçi sınıfı ve onun devrimci kolektif mücadelesidir. Toplum, işçi sınıfına, dünya Avrupa’ya doğru daraltılır:

“Birliğin ütopik görüşlerini dile getiren eski belgisi ‘tüm insanlar kardeştir’, ‘bütün ülkelerin proleterleri birleşin’ devrimci belgisiyle değiştirildi. Marx ve Engels tarafından duyurulan bu devrimci belgi, uluslararası proletaryanın her çeşit politik ve sosyal baskıya karşı savaşımının ve yeni, sınıfsız toplumun belgisi oldu.”[7]

Burada “uluslararası” kavramı Avrupa ile sınırlıdır. Proletarya da Avrupa işçi sınıfıdır. Sloganın değiştirilmesi, tüm insanlığın değil, sadece işçi sınıfının muhatap alındığını gösterir. Onun dışındaki teorilerin ve politik hareketlerin işçi sınıfı eksenine çekilmesi gerekir. Ancak bu, vazgeçilmez, mutlak bir ilke değildir. İşçi sınıfının politik alan dâhilinde aktif bir rol oynamadığı durumlarda Marksistlerin onu öncelikle politik alana çekmesi gerekir.

Henüz oluşum aşamasındayken işçi sınıfı, diğer sınıflarla politik karşıtlık ya da yakınlık kurmayı pratikte öğrenir. Politik niteliği, ancak bu dönem dâhilinde mevcuttur. İşçi sınıfı, kendi içinden verili duruma karşı politikleşen farklı bir dinamik çıkarmadıkça politika dışındadır. Ülke siyasetinde burjuvaziye eklemlenen bir sınıf, devrimci politika alanında değildir. Genel siyaset alanı devrimci politika alanına doğru daraltılmadığı ölçüde burjuvazi dışında hiçbir sınıf politika yapma imkânı bulamaz. Devrimci politika somutlandıkça genel siyaset alanını da dönüştürür, kalıpları, alışkanlıkları ve temel yönelimleri değiştirir. Bu noktada diğer devrimci hareketleri kolektivize etmesi gerekir.

Marksizm, her dönemde devrimle ilişkisini yeniden kurmak zorundadır. Gerçeği dönüştürmek isteyen her hareket, Marksizmin dikkatle üzerinde durmak zorunda olduğu maddî olgulardır. Politik alan dâhilinde yaşanan bu hareketliliklerin gerçek niteliğini görebilmek için bugün Marksizm ve devrim anlayışlarının dönüştürülmesi gerekmektedir. Marksizm çeşitlemelerinin teorik çalışmanın konusu hâline gelmesi zorunludur.

Marksizm formları parçalanmalı, bu mücadelenin ölçüsü ise devrim olmalıdır. Devrim (dolayısıyla politika) dışı Marksizmler ayıklanmalı, devrim zemininde duran bir Marksizm geliştirilmelidir. Verili teori alanında Marksizm pratiklerinin teoriyi dönüştürmesi sağlanmalı, bu amaçla, teori içi politik niteliği sürekli olarak öne çıkartılmalıdır. Teorik üretimin politikaya tercümesi yapılmamalı, Marksist teorik pratiğin doğrudan politika alanında yürürlükte olan teorik yönelimleri dikkate alması sağlanmalıdır. Buradaki ölçü, fiilî devrimciliktir.

Buna bağlı bir başka işlem de devrimle ilgili olarak yapılmalıdır. Devrimcilerin devrime dönük algı ve düşünceleri konu edinilmeli, sınıflandırılmalı, gerçeğe denk düşmeyen, politikanın dışındaki unsurlar atılmalıdır. Devrimciliği söylemselliğe ve edebiyata indirgeyenlerin devrimciliklerinin yönü ya devrime çevrilmeli ya da bertaraf edilmelidir. Devrimci teorilerin ele alındığı düzlemde bu teorilerin içindeki ütopik, gerçek dışı ve dolayısıyla, politika dışı unsurlar ayıklanmalı ve devrimci faaliyetlerin kolektif bir zemine oturtulması sağlanmalıdır. Soyut ve hayâlî bir işçi, halk ya da muğlâk bir mazlum tarifinden çıkartılıp işçilerin, halkın ve mazlum kesimlerin kolektif devrimci hareketleriyle birleşmesi sağlanmalıdır. Buradaki ölçü, fiilî Marksizmdir.

Her iki işlem de teori ve politika alanında yürüyen kolektif bir çalışmanın konusudur. Kolektif çalışma zemini olmadan birbirinden ayrı kanallardan yürüyen bu işlemler ister istemez farklı yönlere kayar ve denize varamadan kurur. Devrime ve devrimciliğe dönük çalışma olmadan Marksizm, basit bir entelektüel faaliyet alanı hâline gelir ve tarihsel-toplumsal anlamını yitirir. Yok olmamak adına kaçınılmaz olarak Marksizm dışı fiilî düşünce akımlarıyla ilişkiye geçer. (Nietzsche, Freud, Sartre, Chomsky, Heiddeger, Foucault vb.)

Marksizme ve Marksistlere dönük çalışma olmadan Marksizm için devrim ve devrimcilik, tarihsel-toplumsal anlamını yitirir. Yok olmamak adına devrimcilik dışı unsurlara sarılır (anarşizm, küçük-burjuva radikalizmi, komploculuk, reformizm, parlamentarizm, revizyonizm, ekonomizm vb.).

Devrimin gerçek bir olgu, devrimciliğin gerçek bir güç olabilmesi için Marksizm ve Marksistler şarttır.

Marksizmin gerçek bir olgu, Marksistlerin gerçek bir güç olabilmeleri için devrim ve devrimcilik şarttır.

Derviş Okan
2003

Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yay., Çev.: Şiar Yalçın, 1995, s. 101.

[2] V. I. Lenin, Reddettiğimiz Miras, Ürün Yay., Çev.: H. Doğru, 1975, s. 77.

[3] Akt.: Tony Cliff, Lenin: Partinin İnşası, Z Yay., Çev.: Tarık Kaya, 1994, s. 71.

[4] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., Çev.: Kenan Somer, 1997, 207-8.

[5] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., Çev.: Sevim Belli, 1992, s. 58.

[6] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yay., Çev.: Sevim Belli, 1988, s. 48-9.

[7] Friedrich Engels-Biyografi, Sorun Yay., Çev.: O. Özügül, Süheyla-Saliha Kaya, 1997, s. 90.

17 Şubat 2013

,

Kılıçsız İslam


Gönül bir gemidir sen dümenisin
Yelken açmak ister bu dervişlerin

[Âşık Virani]


Söyleten Allah, söyleyen Peygamber, söylenen Kur’an’dır ve söylemenin kıyam ile kılıçtan ari bir anlamı yoktur.

İslamî kesimlerin hâlâ bu hakikati tartışmaya açıyor olmaları anlaşılır bir durum değildir. Söz konusu hakikat ancak kıyam ile mümkündür ve tanımlıdır. Allah’ın, Peygamber’in ve Kur’an’ın “insan” donunda kavranması hatalıdır, esas tartışılması gereken burasıdır.

Bugün insan nedir? Aydınlanma ve modernizmin icat ettiği bir sahte tanrıdır. Yahudilerin çok sayıda tanrısı vardır ve Yehova bunun en yücesidir. Yehova’nın isminin değiştirilip “insan” yapılması ve hiyerarşik olarak Allah’ın onun altına yerleştirilmesi, Yahudileşme temayülüdür.

“Evrenin sırrı matematiktir” deyip ebced ilmine dalmak ve İslam’ı oraya bükmek, yontmak ciddi bir hatadır. Matematik nihayetinde sayılan ve çitlenen koyunlardır. Matematik ve geometrinin merkezde durduğu masonizm ise enisonu taş ustalığıdır. İslam’ın buraya bükülmesi, saray duvarlarının sağlamlaştırılması ve beşerin koyun misali bu saraylara bağlanmasını ifade eder.

Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki kavga biraz da Antik Mısır ile Antik Elen’in kavgasıdır. Küçük adaların, küçük kabilelerin federasyonu felsefî tartışmaları da belirler Elen’de. Benzer bir durum Nil Nehri’nin böldüğü toprakların bütünlüğü ve piramitlerin gölgesinin sakin kalması meselesi için de geçerlidir. Bütün antika tartışmalar bu iki büyük dini de etkiler. Filistin Elen işgali ile Hristiyanlığın rahmi hâline gelir. İslam ise Hristiyanlık ve Yahudilik geriliminde bir devrim olarak doğar, var olur. Dindiği, diz çöktüğü, sakinleştiği, yerleştiği anda bir kolunu Hristiyanlığa bir kolunu Yahudiliğe kaptırır. Esasta din dışı ve din karşıtı bir hareket olarak doğan İslam, zamanla sarayın resmî, formel ideolojisine dönüşür. Demek ki saraylar yıkılmadan İslam var olamaz.

Hristiyanlık “Yahudiliğin” Yahudilik de “Hristiyanlığın bir karikatürü” der İslam’a. Her ikisi de paganizmle hesaplaşırken İslam üzerinden kavga ederler. Bu kavga içinde kimi Müslümanlar, Kur’an’ı bizatihi Hz. Muhammed’in yazdığına kani olurlar, kimileri de Allah’ın antropomorfizmine.

İslam üzerinden kavganın amacı, İslam’ı kendi hizalarına getirmek içindir. İslam, bir kabilenin ilahiliğine, beşerin kutsîliğine kılıç çalma pratiğidir. Yahudilerin ve Hristiyanların asla affedemedikleri, bu kılıçtır. Kılıcın kına sokulması için birileri Araplığına, Farslığına ya da Türklüğüne ikna edilir, birileri de insan olarak zillullah olabileceğine.

Hristiyanlık tarihi, baba-oğul-kutsal ruh üçlüsünün hiyerarşisi ve neliği üzerinedir. Vaftiz ve aşai rabbani ayini üzerinden çok sayıda ihtilafa ve yol ayrımına tanık olunmuştur. Her iki ritüel de süreç içinde Farisîlerin tefelerini yırtıp atan, servet masalarını tekmeleyen İsa bir kez daha çarmıhlansın diyedir.

Hiza insandan yana çekiliyorsa orada kasıt, hizayı çekenin maddî çıkarlarıdır. Hz. Ali’nin hizanın hakikatten yana çekilmesi ile ilgili vurgusu bu noktada manidardır. Demek ki Ali ve Ehl-i Beyt, tam da bu nedenle tasfiye edilmiştir. Peygamber’in ocağını çökertenler, ordularını “peygamber ocağı” olarak vaftiz etmenin yolunu bulmuşlardır.

Bazılarına vahiyden önce bazılarına göre vahiyden sonra, Peygamber kayalıkların üzerine çıkıp intihar etmek istemiştir. Birinci iddianın sahipleri Muhammedciler; ikinci iddianın sahipleriyse Allahçılardır. Ama her ikisi de kıyam ve din için belirli bir başlangıç noktası belirlenmesi gayreti açısından ortaktır. Peygamber’in yardan aşağı düşerken tuttuğu eldir kılıç.

Aradan kılıç ve kıyam çekilince, Allahçılar dini Kur’an, Muhammedciler Hadis üzerinden inşa etmişlerdir. İnşa pratiğinde kılıç ve kıyamın olmaması temel şarttır. Peygamber sonrası Allah’ın varlığı ile Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olup olmadığına dair tartışmalar kılıçsızlığın ve kıyamsızlığın ürünüdür ve nafiledirler. Bugünkü Müslüman’a kılıç ve kıyam tarihi değil, bu tartışmalar ve tartışmaların ürettiği fıkıh, kelâm birikimi kalmıştır. Söz konusu birikim, her daim pazarda karşılık bulmuş, bu malın alıcısı da satıcısı da hiç eksik olmamıştır. Aklı, nakli ve kalbi karşı karşıya getirenler kılıçsızlığın kurbanlarıdır. Akla güzelleme yaparak İslam’ı belirli liberal güçlere hoş göstereceğini zannedenler, bu kılıcın keskinliğini unutmuş gibidirler.

19’culuk gibi teşebbüsler, salt meseleyi Allah’ın varlığını ispatlamaya indirgemişlerdir. Bu ispat arayışı, Allah’ın anbean kendi mevcudiyetine dair deliller sunmasını silmekle sonuçlanacaktır. Kıyamsız ve kılıçsız, Allah Kur’an’da, Kur’an da Peygamber’de ölür.

Allah’ın fani bir varlık olarak insana ve onun aklına ispatlanmaya ihtiyacı olmasa gerektir. Bu türden bir ispat gayreti, insanın Allah değil, Allah’ın insan önünde diz çöktürülmesidir. Sırf insan için var olmaya indirgenen Allah, kulluğun değil, özgürlüğün tanrısıdır ve bu öz, insanın kul değil köle hâlidir.

Allah’ın ve Kur’an’ın tartışmaya açılması Muhammed’in olmaması, O’nun kılıcının ve kıyamının yeryüzünden silinmesi ile ilgilidir. Yahudi’ye yaranmak için Allah’ı, İsevîye yaranmak için Muhammed’i tartışmaya açmak, Müslüman’a temel ayıracı, kıyamı ve kılıcı, unutturmuştur. Bu unutmada, Yahudi-Hristiyan’a öykünerek belli noktalarda muktedir olanların zihinleri kendi hesapları için silmelerinin de payı büyüktür.

İslam ordularının doğu kapısı Kûfe, batı kapısı Şam’dır. Doğuda mecazî olarak olan aslında Yahudilik, batıda olan Hristiyanlıktır. Muaviye’nin Beyaz Saray’ı Bizans’a göre şekillendirilmiştir. Belki de Hz. Hüseyin’i gizde Kûfe’ye çağırıp satan da Yahudiliktir. Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki ezeli rekabet ve kavga, İslam içi kavgayı tetikleyen ana unsurdur. Kıyam ve kılıç, nihayetinde Kerbelâ kumuna gömülmüştür.

İslam, Hristiyanlık ile Yahudilik arasında süren kadim kavganın ortasına konulmuş kılıçtır. Savaş da barış da ondadır. İslam’ın uzandığı yerlerde Hristiyan ya da zahirî de olsa Yahudilerin Müslümanlaşması, tam da barışın tesisinin İslam ile mümkün olabilmesi ile ilgilidir. Zevahiri kurtarmak adına, saf Müslüman olmak için, “Hristiyan ve Yahudi olandan uzaklaşalım” diye merkeze kilitlenmekse, savaştan kaçmaktır.

İnsan ölünce vücuttaki kan kalbe toplanır. Demek ki arınma (tezkiye) adına İslam’ın değdiği yerlerden uzaklaşmayı politika zanneden bir tür İslamcılıkta esasen İslam ölüdür. Kanın toplandığı kalb, Mekke-Medine, Kur’an, Muhammed, Hadis ya da saf sahabî pratiği olabilir. Kan işlemiştir ve elbette ki kirlidir. Kirli kandan kurtulmak isteyenler, ellerini hiç kirletmek istemeyenlerdir.

Böylesi bir ispat için Kur’an’ın araç olarak kullanılması daha da sorunludur. Böylelikle Kur’an kitaplardan bir kitaba dönüşecek, giderek tefsir-meal Kur’an’ın yerine ikame edilecek, “asıl Kur’an bu” denilecektir. Esas mesele, herkesin küçüklükten itibaren Kur’an dersleri alıp O’nu kendi dili ve sentaksından okumasıdır belki de. Tefsir-mealciler, Kemalist yapının ürettiği bir marjinal sektör olarak iktisadî ve sosyolojik bir marazdır aslında. Dolayısıyla kendilerine fazla anlam ve değer vehmetmemeleri gerekir.

19’culuk, bilimcilik denilen hastalığın kabul edeceği bir Kur’an yazmaktadır. Allah’ın gene insan denilen faninin bilimine kapatılması doğru değildir. Allah, sadece insana göre, insanca ve insan için var olan bir şey olmamalıdır. İnsan için zorunluluklar, ihtiyaçlar ve tercihler vardır. Maddiyattaki sıra budur. Dolayısıyla Allah’ın varlığı, Peygamber’in kulu ve elçisi oluşu, Kur’an’ın ilahi kelam olma vasfı ancak maddî zorunluluklar düzeyinde anlaşılabilecek gerçeklerdir. Amerika’ya göç edenin İslam’ı Amerikalılara uyumlu kılmak zorunda kalması kaçınılmazdır. 19’culuk Amerikan vizesi, insancıllaşmış Kur’an ve kılıçsız İslam’dır. Bilgisayarın görüp gösterdiğine tapmayı Müslümanlık saymamak gerekir.

“İnsan” denilen, aslında Yahudi-Hristiyandır. Bu gelenekte İsa’yı silen tarikatlar, Eski Ahit’e, Tanrı’yı geri plana iten Yeni Ahit’e abanırlar.

Hz. Muhammed, Allah’a, vahye ve risalete ancak kıyam ile erişebilmiştir. Karanlık perdelerin yırtıldığı an kıyam anıdır. İslam’da ise Allah, Muhammed, Kitap teslis değil tevhidle anlamlıdır. Tevhidî mücadelenin kulu olan her Müslüman için söz konusu üçlü içe ve dışa dönük devrimci bir kavgada tanımlıdır.

Kıyam eden, samimi ve hakiki bir akıl ve yürekle hedefe kilitlenen her insanın ulaşacağı gene Allah olacaktır. Bu insanın eylemli sözü, sözlü eylemi bir “Kur’an”, devrimci kolektifi ise bir “Muhammed” illaki bulacaktır. Bundan gayrısı namümkündür, Allahsızlıktır, Kitapsızlıktır, Nebisizliktir. Bunlarsız akıl ve kalb samimi ve hakiki olamaz.

Tasavvuf, her türlü din dışı unsurun İslam’a ısındırılması pratiğidir aslında ama zamanla İslam’ı ikame etmiş, ısınma pratiğinde din dışı unsurlara benzeme çabası üzerinden O’nun yerini almıştır. Hakikatin kılıcı kına sokulunca kula manevî planda ölüme örgütlenmek düşmüştür. Bu yol, zamanla İslam ve hakikat için asla ölmeyecek ve sadece kendisi için yaşayacak insanların bahanesine dönüşmüştür.

Hristiyanlık ile Yahudilik arasına konan kılıçtır İslam. Kılıçsız, İslam ya yoktur ya da diğer iki dinin güç imkânlarına örgütlenmiş olarak var olabilmektedir.

Eli baltasız, asasız, kılıçsız olana Allah görünmez, konuşmaz, yoktur. Yok olana bağlanan, Allah’ın kudretini sömürmek için ya Muhammed ya da Kur’an’ı kullanır. Sonuçta elde sadece bir harf ve bir rakam kalır. İbrahim baltasız, Musa asasız, Muhammed kılıçsız, yoktur. “Biz ne Yahudiyiz ne İsevi, İbrahim dinindeyiz.” diyen Kur’an’ın İslam’ında baltanın, asanın işlevi kılıçta mevcuttur. Parçalamak, ayırmak ve kesmek tevhidî mücadele için şarttır. Dolayısıyla Allah’la, Peygamber’le veya Kur’an’la bireyliği üzerinden belirli bir empati ve ilişki kuranın yok ettiği, bu tevhidî mücadeledir. Birey ve insan merkezinden Allah ulaşılamaz, Peygamber izlenemez ve Kur’an (Alâk suresine atfen) okunamaz.

Ulaşmak, izlemek ve okumak için mülkiyetin karşısında fakir olmak şarttır. Aradaki perdelerin yırtılacağı kolektif huruc için dervişlik, emri bil maruf’tur. “Fukara” anlamında dervişlerde tahta da olsa bir kılıç vardır ve nefsle, mülkiyetin kara perdesiyle mücadele esastır.

Allah’a ulaşılamaz, O’nunla bir olunamaz. Ulaşmak ve olmak, ancak sonsuzda mümkündür. Tasavvufun sonsuzluğu ânda bulması, iç cihadın imkânlılığını gösterir. Ama sonsuzluk, gene de Allah’a mahsustur.

“Efendim efendim canım efendim
Ben senin kulunam sen benim sultanım.” [Âşık Virani]

Eren Balkır
17 Şubat 2013

16 Şubat 2013

,

Anakronik


“Marx’ın intihalciliği” sakızını çiğneyip duruyorlar. Diyorlar ki, “Marx’ın özgün bir fikri yoktu, o, kendinden önceki isimlerden bazı cümleleri aşırmaktan başka bir şey yapmadı.”

Tarihsel bir kişiliğe “bud” misali tapmanın elbette ki anlamı yok. “Put” sözcüğü, o bildiğimiz “Buda” heykelciklerine atfen üretilmiş. Marx’ın heykelciklerini pazara çıkarmanın kıymeti kalmadı. Ama gene de şu söylenmeli: Marx’ın “intihalciliği” tespiti, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa bir devrim coğrafyası olmasaydı, geçerli olabilirdi. Demek ki intihalcilik eleştirileri, ya coğrafyanın devrimden temizlendiği momentte arz-ı endam ediyor ya da bu eleştiriler, devrimi coğrafyadan arındırmak için dillendiriliyor.

Liberal ağız, kapitalizmin zamana hüküm koyma derdini mutlak, ilahi bir ilke olarak üstleniyor. Zamanın tarihe doğru daralmasına karşı direnç, hep bu ağızda ve ağızdaki sakızda karşılığını buluyor. Marx’ın kelâmı, tam da Avrupa devriminde anlam ve değer kazanıyor. Politik niteliğini burada buluyor. Avrupa’dan çıktığında sudan çıkmış balığa dönüyor. İşte o vakit Lenin oluyor nefesin adı.

Velhâsıl; Marx, politikleşmiş ve devrimcileşmiş bir coğrafyanın örgütlediği tarihsel bir kişilik. O, politikanın ve devrimcinin koşulladığı bir hurucun kolektif öznesi. O özneye örgütlenmişsen Marksistsin, örgütlenmemişsen ve onu burada tasfiye etmenin derdindeysen liberal.

* * *

Anakronizm, Leonardo da Vinci’nin 1498 tarihli Son Yemek tablosundaki portakaldır. İsa’nın son yemeğini anlatan resimde, on beşinci yüzyılda Portekizlilerin kıtaya getirdikleri portakal da kendisine yer buluyor. Burada İsa’nın güncelle bağı kurulmak istenmiş olabilir ya da bu resim, Avrupa’daki sömürgeci zenginliğin kendisine İsevî bir dayanak bulmak istemesi olarak da anlaşılabilir.

İkinci anakronizm türü ise Bizans sarayının sergilendiği bir Türk filminde kralın düşmanına “mikrop” demesidir. Mikrop, ilk kez 1675’te keşfedilmiş ama nasıl olmuşsa, iki yüz yıl önce Bizans sarayında, üstelik bir küfür olarak kullanılabilmektedir.

Mekânın topluma ve coğrafyaya doğru daralmasına dönük itiraz ise muhafazakâr kesimde dil buluyor. Bunların itiraz biçimleri de liberallerle ortak yönler taşıyor. Her ikisi de anakronizm batağına batmaya mecbur.

Liberalizm ve muhafazakârlık, su olup efendilerinin düşmanlarına ait dayanakları eritmek derdindedir. İlki zamanı, ikincisi mekânı bu amaçla kullanır. İkisi arasındaki rekabetin halesine kapılmamak gerekir. Sonuçta iki yaklaşım da toplumsal-tarihsel dayanaklarımızı çürütmek, parçalamak gayesini güder. Dayanakları zayıf ya da eksik olanların muhafazakâr veya liberal birikime yaslanması, bu noktada kaçınılmazdır.

* * *

İsmail Beşikçi, özellikle doksanlarda, Kürd hareketinin koşulladığı ve var ettiği tarihsel bir kişiliktir. Bilim insanı namusu ile Kürd’ün maruz kaldığı zulme bakmış, bilimi namluya sürme konusunda önemli adımlar atmıştır.

Ancak ya Kürd hareketi onun ya da o Kürd hareketinin genel bağlamından çıktı ki bugün aykırı bir pozisyona savruldu. Bir tür anakronizme meyyal laflar sıralıyor son demde. Beşikçi, tarihin her momentinde bugünkü “Kürdistan”ı arayıp buluyor ve bu “Kürdistan”ı bitmiş, kemale ermiş bir olgu olarak zamana teşmil ediyor. Bu tepkinin liberallerdeki “bırakın şu silâhları artık” sakızını çiğnediğini görmek gerekiyor. Tüm tarihte kafadaki Kürdistan’ı aramak, bu andaki Kürdistan’ı silme çabasının bir sonucu.

Olumlu ya da olumsuz anlamda Kürd hareketini öldürmek, bu türden zaman ve mekân tasarımlarının eşliğinde gerçekleşiyor. İsmail Beşikçi, diyelim on altıncı yüzyılı anlatırken, aklının bir köşesinde bugünün muhayyel Kürdistan’ı konuşuyor ve o günkü dinamikleri bu Kürdistan’a göre ayrıştırmaya ve anlamaya çalışıyor. Anakronik bir üslupla, İsa’ya portakal yediriyor ama İsa’ya portakal yedirmenin onu zehirleyeceğini görmüyor. Belki de görüyor.

* * *

Lenin, Marksizmin dünyevîleşmesi geriliminde tanımlı. Bu ise ancak burjuvazinin toplum ve tarih dayatmasından kurtulmakla mümkün. Burjuvazi ve düşman, “Çar” mecazı üzerinden, karşıya alınıyor. Bu amaçla komünist hareket “öncü parti” kavramıyla tanışıyor. Lenin’in Kautsky’den “intihal” ettiği bu fikriyat, Rus topraklarında dönüşüyor. Zamana hüküm koymak isteyenler, kavramın kronolojisini çıkartırken, arada bir sızı misali yaşanan hurucu, dönüşümü, sıçramayı görmüyorlar ve kavramı kendi kirli sularında eritip yok edeceklerini zannediyorlar.

Öncü parti meselesinin masonizme, karbonarilere ve Hristiyan tarikatlara dek uzanan bir yanı var. Meselenin burjuva sele kapılmaya, rüzgâra saçlarını kaptırmaya karşı kolektif bir direnç oluşturma yönü görülmeli. Karbonariler de parçalanmış İtalya’nın birliği mücadelesinde pazarın ve egemenlerin oyununa kapılmamak için sırra çekiliyorlar ve o şekilde hareket ediyorlar. Öykünme burada.

Öncü parti, kitlenin kendiliğinden mücadelesinin dışında, onu arkadan itip toparlayan, yeri geldiğinde öne geçip hedefe götüren bir lokomotif. Öncü partinin devrimden ve politikadan azade olanların bir gizli tarikatı olarak örgütlenmesi, tabiî ki sorunlu.

Öncü parti, tıpkı Kürdistan gibi, iki yönden çekiştiriliyor ve genel bağlamından çıkartılıyor. Ondaki politik ve devrimci boyut es geçiliyor. Öncü partiyi tarihten ve toplumdan silmek için o, ya zamana ya da mekâna teşmil ediliyor. Lenin, içi sızlamayanların, derisinde bir milim yara izi istemeyenlerin ikonasına ya da şeytanına dönüşüyor.

* * *

Murat Çakır, çok şey söyleyen ama hiçbir şey anlatmayan İsmail Beşikçi eleştirisinde, öncü parti meselesini hiç anlamamış olan Rosa’nın eteğine tutunup, “emekli ol İsmail Hoca” diyor. Milliyetçiliği küçük burjuva olarak etiketleyip, “demokratik cumhuriyet”i proleter ilân ediyor. Mazlumların milliyetçiliği ile zalimlerin milliyetçiliğini eş kefede değerlendirdikten sonra, çıkınındaki tüm ulusötesi ve ulusaşırı, dünyacı ezberini İsmail Beşikçi’nin suratına çalıyor.

“Ne mozaiği, mermer mermer!” diyen Alpaslan Türkeş gibi, tüm dünyayı mermer pürüzlüğünde görmeyi arzulayan Çakır, esasında yeryüzü haritasında bir Kürdistan görmek istemediğini aşikâr ediyor ve onca Kürdün muradını hiç yerine koyuyor. Paris’te kahvaltı, Londra’da öğle yemeği, New York’ta akşam yemeğini yiyen burjuvaların pratik hayatını hayal olarak mazlumlara pazarlıyor, “böyle olmak varken, niye daha Kürdistan diye tutturuyorsunuz” diyor. Oysa Kürd, Paris’te vuruluyor, Londra’dan kovuluyor, New York’un dayağını ve hançerini yiyor.

Doksanların politik bir çentiği olarak İsmail Beşikçi, Murat Çakır gibilerin hayal dünyalarını bozan tehlikeli bir unsur gibi görünüyor. Bazı Ak Partici borazanlar gibi, İsmail Beşikçi’yi Kemalizmin yanına atmaya yelteniyor ama pazarını düşündüğü için bunu yapamıyor ve arkadan dolanıyor.

Tarihsel annesi Rosa Luxemburg da Marx’tan aldığı ezberle millet ve parti meselesinde bu türden çentiklere, kesiklere hep alerji geliştiriyor. Luxemburg, Lenin’in öncü partisini despotik buluyor. Politik ve devrimci dönüşümü görmezden geliyor.

Marx, yaşadığı dönemde Avrupa’nın Ruslar tarafından fethedileceği korkusu içinde yaşayan aydınlar içinde düşünüyor ve doğu meselesini buradan ele alıyor. Osmanlı’nın parçalanmasına bu nedenle karşı çıkıyor, zira o dönemde Osmanlı, Avrupa’yı Ruslara karşı koruyan bir istinat duvarı görevi görüyor.

Rosa da kendi ülkesi Polonya’nın bağımsızlığına bu nedenle karşı çıkıyor. Marx ve Bakunin arasındaki kavga da böylesi bir jeopolitik boyuta sahip. Lenin-Rosa arasındaki gerilim de aynı ortamda doğuyor. Sonrasında Rosa’ların katli ardından yoldaşları, onları ihbar edenin Moskovacı Karl Radek olduğunu söylüyorlar.

Avrupalı solcular, sol komünistler, Rus coğrafyasının devrimcileşmesini ve politikleşmesini asla anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Bugün Avrupa’da anakronik anlamda Rosacı olmak, politika ve devrim dışılık demek oluyor. Bugün kimileri, troçkistleşmemek için Rosa’nın eteğine sarılıyorlar. Troçkistleşmek, İngiliz-Amerikan çizgisine çekilmek gibi bir anlama sahip.

* * *

Sınıf, millet ve din bayrağı altında toplaşıp zalime, sömürene karşı başkaldırmış tüm âdemoğlunu zamansız-mekânsız bir “ezilen” bayrağı altına toplamak nafile. Öyle bir bayrak yok. O, devrimsizliğin ve politikasızlığın bayrağı sadece. Bu açıdan, ezilenciliğin zaman ve mekân bağlamında muhafazakâr ve liberal külliyattan beslenmesi tesadüf değil. Tarihteki belli bir başarının ezberlenmesi ve bunun tüm zamana veya mekâna teşmil edilmesi, çıkışsız.

Sınıfın, milletin ve dinin politik ve devrimci anlamda dönüşüme uğradığı momentler elbette önemli. Ama bu momentlere ilişkin malumatını satanlardan da uzak durmak gerek. Zira onlar, o momentin ölümüne dair basit birer mecaz. Mecazın sürekli yinelenmesi, asıl söylenecek sözü de öldürüyor. Devrime ve politikaya dair edebiyat, hem devrimin ve politikanın öldüğü noktada vücut buluyor hem de ters yönde devrim ve politika imkânlarını da öldürüyor.

Kürdistan’ı on altıncı yüzyılda arayıp bulmak, bugünkü Kürd mücadelesinin ya bitimine işaret ediyor ya da bitirilmesi iradesine. Oysa mücadele, hâlâ devam ediyor.

1789’u bugünde aramak, bugünkü kurtuluş mücadelelerini Avrupa tasarımına bağlamak, 9. Senfoni’den başka marş tanımamak anlamına geliyor. İlerlemeci bir tasarımla, “geleceğin sosyalizmi için yolları temizliyoruz” deniliyor ama asıl temizlenenin sosyalizmin dayanakları olduğu görülmüyor.

Ezilencilik, Marx, Lenin gibi politik-devrimci momentleri silmek için var. Bu yaklaşımı, sınıfın, milletin ve dinin toplumsal-tarihsel planda var ettiği tüm politik-devrimci momentlerin silinmesi muradı olarak okumak mümkün.

Eren Balkır
16 Şubat 2013

11 Şubat 2013

Zoka


Post-sovyetik dönemdi, Sovyetler’in çözülmesi üzerinden birkaç yıl geçmiş idi ve Rusya ile ilgili olarak ana akım medyada şu haber geziniyordu: “Rusya’da ılımlı kapitalizm tartışılıyor.” Tersten anlaşıldığında, bu başlığın tartıştırılmak istendiği açık. Sosyalizmin çözüldüğü Rusya’da halkın sömürü karşısında eski rejimi arzuladığı bir momentte geri dönüşün önlenmesi için fikriyatın ve pratiğin belli bir noktada sabitlenmesi zaruri.

“Ilımlı kapitalizm” tabirinde liberal bir hava hâkim. Liberaller, “tamam, Marksistlerin eleştirdikleri kapitalizm kapitalizmin o ilk, vahşi aşamasıydı ama artık o dönem çok geride kaldı.” diyorlardı. Dolayısıyla, kapitalizme karşı mücadele etmek gereksizdi. Özetle, yeni türeyen Rus oligarkları, batılı fikir babaları ile birlikte halka “sosyalizmi unutun, artık kapitalizm var, onun da ılımlısına razı olun.” demiş oluyorlardı.

Aynı dönemde, esas olarak seksenlerin başına kadar uzanan başka bir kavram daha tartışmaya açılmıştı: Ilımlı İslam. Burada da batılı efendiler, “mücadeleyi ruh bellemiş o İslam’ı unutun, yeni koşullara uyum sağlamış, diz çökmüş İslam’la idare edin.” diyorlardı.

“Ilım” sözcüğünün bir anlamı, ölçülülük, itidal, bir diğer anlamı ise “ekinoks”. Bu anlamda, “ılımlı İslam” tasarımının yıllar boyu “biz kapitalizmle sosyalizm arasında ya da dışında üçüncü yoluz. Kur’an’ın emrettiği şekliyle, ‘vasat’ ümmetiz.” diyenlerin faaliyetlerinin bir sonucu olduğunu görmek gerekiyor.

Müslüman halk kütlesinin mevcut cüssesine sırtını yaslayarak liberal bir feyz ile üçüncü yolculuk yapmak, bugünün ılımlı İslam tasarımlarının yolunu açmıştır. Rusya’da önerilen kapitalizm de yetmişlerle birlikte komünist parti içinde yapılan tartışmaların bir ürünüdür. Stalin sonrası iki klik ortaya çıkmış, kliklerden biri, Latin Avrupa’daki komünist partilerin sağ reformist yönelimlerinin de etkisiyle, kapitalizmi çağırmıştır. Nihai darbe Gorbaçev ve Yeltsin ile gelmiş, sonuçta sosyalist birikimi ölçü alacak bir tür kapitalizm modeli önerilmiştir. Söz konusu kliğin altmışlarda Ortadoğu coğrafyasına önerdiği “kapitalist olmayan yol” formülü de aynı minvaldedir. Nihayetinde Sovyetler, etrafına hendek kazarken, kendi kazdığı hendeğe düşmüş, ilk düşüş, zafiyet Afganistan’da yaşanmıştır. Bu zafiyet, esasen Amerikan emperyalizminin kurduğu bir tuzakla ilgilidir.

Bu dönemde ellilerle birlikte Sovyetler’in kuşatılması için sivriltilen politik İslam da kendi etrafına hendekler kazmış, ancak o da doksanlarla birlikte, Körfez sermayesinin de çekim gücüyle, kendi hendeğine düşüp ılımlılaşmak zorunda kalmıştır. Ilımı, yani ölçülülüğü tümüyle emperyalist dünya nizamı ile ilgilidir. Artık ölçü insan ve bireydir, zira Soğuk Savaş döneminde komünizmle araya kazılan hendeğin bir ucunda “insan”, diğer ucunda “birey” bayrağı dalgalanmaktadır.

Soğuk Savaş döneminde ABD-Sovyetler kavgasında Müslümanları ABD yanlısı kılmak için Kur’an da istismar edilmiştir. Misal, Rum Suresi’nin konusunu teşkil eden Persliler-Romalılar savaşında Müslümanlara Allah’ın Romalıların safında olduğu söylenmiştir. Bunun gerekçesi de Romalıların ehl-i kitap oluşudur. Bu surede Allah, Romalıların yenildiğini söyler ama birkaç yıl sonra gerçekleşecek savaşta onların kazanacakları haberini verir. Kimi müfessirler, ABD desteği ile kaleme aldıkları yorumlarda, bu ayetin haber değil, “müjde” verdiğini söylemiş, Allah’ın ve Peygamber’in aslen Romalıların safını tuttuğunu iddia etmişlerdir. Oysa ayetin devamında, “Müslümanlar da bir gün sevinecek” denilmektedir. Ama ayet, ısrarla Müslümanların bugün kitapsız olan Sovyetler’e karşı ehl-i kitap olan ABD’nin desteklenmesi yönünde yorumlanmıştır.

Esasında Persliler ve Romalılar arasındaki savaşın o günün jeopolitik gerçeği dâhilinde bölgedeki Müslümanlar için anlamı, Yahudilik-Hristiyanlık kavgasıdır. Dolayısıyla, söz konusu yorum kasıtlıdır. Sonuçta lânetlenmişlerin ve yoldan sapmışların karşısında hak yolunu sürdürmesi gereken Müslümanlar, gündelik çıkarlar uyarınca, yoldan sapmış ve ılımlı İslam için gerekli zemini teşkil etmişlerdir. Bu zemin, İslam’ın mücadelesini belirli bir coğrafyaya ve belirli bir tarihsel kesite kapatmıştır.

Mücadele, kapanmaya gelmez. Mücadeleyi ruh bellemiş İslam’ın silinip yerine diz çökmüş bir İslam’ın hâkim kılınması, ancak İslam’ın kendine kapatılması ile mümkündür. “Ilımlı kapitalizm” türünden tartışma başlıkları fikri ve ameli ne yönde kıstırıyor, boğuyorsa, “ılımlı İslam” tartışmaları da benzer sonuçlar üretmektedir.

İslam düşmanı kimi Hristiyan sitelerinde “siz kanmayın İslam sözcüğünü ‘barış’ diye çevirmelerine, İslam Arapçada teslimiyet demek ve teslimiyet de elindeki kılıcı ile Muhammed’e teslimiyetten başka bir şey değil.” denmesi boşuna değil. Ele göre kendisini yıkıp kuran Müslümanlar, bu sözlere her şeylerini eğip bükmek zorunda kalıyorlar. İslam’ı barış yurduna indirgiyorlar, Muhammed’in ordusuna teslimiyeti geçersizleştiriyorlar ya da Muhammed’i devre dışı bırakıp Kur’an’ı kendine kapatıyorlar. Sonuçta ayrı ayrı ya da bütün olarak geride, Allah’tan, Kur’an’dan ve Hz. Muhammed’den azad olmuş bir fikrî bütünlük kalıyor.

Siyaset alanında tezgâhlar kuruluyor, tezgâhlara mal taşıyan tüccarlar, kendi çıkarlarına uygun tezgâh sahipleri buluyor. Tezgâhta satılan, sömürülenlerin ve mazlumların kanı-teri. Bu açıdan, sömürülenlerin ve mazlumların kan ve ter dökerek verdikleri zulme ve sömürüye karşı mücadeleler içinde ol mücadelelerden kaçanlar, kendi tezgâhında ya da atölyesinde mutlak, bütünlüklü, dört başı mamur, kendine kapalı, havada asılı mallar üretme yoluna gidiyorlar.

Bu tarz malların üretilmesi, onların satılabilmesi için şart. Ama gene de her eylemlilikte malın bir yerinden kan ve ter sızıyor. Bu durum, siyaset alanında köşe başlarını bu tarz mallar üretenlerin tutmasına mani değil. İslamcılık, sosyalizm, Marksizm… Hepsi, kendi özgünlükleri ölçüsünde öne çıkartılıyor ve tezgâhlarda satılıyor. O tezgâhlarda satılan, sömürülenlerin ve mazlumların kanı-teri olduğuna göre, kendine kapalı bir İslamcılık, sosyalizm ya da Marksizm satılabilmek için o kandan ve terden kurtulmalı.

Hristiyanlardaki İslam düşmanlığı, İslamcılık formülünü kansız ve tersiz bir yerde oluşturmayı dayatıyor. Liberallerin ya da faşizmin saldırısı da aynı şekilde sosyalizmi ve Marksizmi böylesi bir yere zorluyor. Ilımlı İslam, Hristiyanlığın yanına kaçtığından beri onun ölçülerine göre kendisini kuruyor ama öte yandan da mücadeleci özü kurumaya yüz tutuyor.

“Ilımlı İslam”, Müslümanların önünde duran ulemanın ikna edilmesi gayretinden başka bir şey değil. Ulema, esas olarak neoliberalizme, Yahudi-Hristiyan teolojisine, tekellerin nizamına ikna ediliyor. İkna gayreti dâhilinde İslam, kendine kapatılıyor. Avam, havassın bu türden teşebbüslerini ağzı açık izliyor ve “vardır bir bildikleri” diye düşünüyor. Sonuçta satılabilir bir meta hâline getirilen İslam, O’nu bugüne getiren kandan ve terden arındırılıyor. Zira, bir yerinden kan ve ter sızan bir metanın satılma ihtimali de bulunmuyor.

Bu aşamada İslamcılık, kendine kapalı bir biçimde formüle ediliyor ama bu işin kökü Hz. Muhammed’e hatta Hz. Âdem’e kadar uzatılıyor. Bunu duyan avam da ne kadar köklü olduğunu düşünerek ve asıl insanın kendisi, kendisi dışındakilerin de hayvan, yeryüzünün sadece kendi yurdu olduğuna inanarak mutlu oluyor. Bugünde güçlü olmak isteyen mazlum ve sömürülen kişi, bu türden tarihyazımları ile kandan ve terden kurtulabileceğini zannediyor. Kan ve terden temizlenmiş bir metanın taşıyıcılığı, satıcılığı veya alıcılığı, kişinin kandan ve terden kurtulduğu huzurlu ve mutlu bir âna işaret ediyor.

Oysa kökün bu denli derine uzatılmasında esasında belli bir hinlik var. Kanın ve terin mücadelesi silindiğinden, belirli bir dönem politik bir anlamı, varoluşsal ve direnişe dair bir değeri olan namaz, şahsî bir eyleme indirgeniyor. Kökün derine uzatılması ile politik muhteva sulanıyor ve İslam’ın sömürücülere/zalimlere salladığı kılıç elinden alınıyor. Bu eylemin dışında bir değeri bulunmayan tüm fıkhî, amelî hususlar kendinden menkul kültürel motiflere dönüşüyor.

Adamın biri elinde bir tabak hurma ile Peygamber’in yanına gelir. Peygamber, “bu sadaka mı hediye mi?” diye sorar. Adam “sadaka” diye cevap verir. Bunun üzerine Peygamber, hem öğrencisi hem koruması olarak görev yapan ashab-ı suffanın kaldığı kulübeyi göstererek “oraya götür” der. Adam elindeki hurmalarla kulübenin kapısına yönelir. Kapıda Peygamber’in torunu Hasan durmaktadır. Uzanır tabaktan bir hurma alır, tam ağzına atacakken Peygamber durdurur onu ve “biz Ehlibeyt’iz, bize sadaka yakışmaz.” buyurur. Sadaka tasdik etmektir ve Peygamber’in konumu tasdik etmeyi gerektiren bir konum değildir.

Ömrünü Peygamber gibi yaşamak ya da diş fırçalamakla geçiren bir Müslüman’ın özdeşlikle yerle yeksan ettiği, işte tam da belli bir mücadelenin komutanı ve onun karargâhıdır. Ilımlı İslam, esasında o komutanlığın ve karargâhın artık zihinlerde ve amelde belirli bir hükmünün kalmamasıdır. Batı, Muhammed’siz Kur’an’a ve Kur’an’sız “Allah”a hazır ve razıdır.

Eren Balkır
10 Şubat 2013

10 Şubat 2013

,

Devrimci Politik Cüret

Politika, hata yapma cüretidir. Teori ise ilkokul düzeyindeki bir algı ile ancak “hatalardan ders çıkartma” düzeyinde ele alınan bir pratiktir. Neyin hata olduğunu söyleyen ise her zaman düşmanın kendisidir.

Hattizatında neyin hata olduğunu söyleyenin, düşmana karşı kolektif devrimci pratiğin bizatihi kendisi olması gerekir. Arada böylesi bir dolayım yok iken, hata diye giderilmeye çalışılan, her zaman düşmanın “düzelt” dedikleridir. Düşmanın bize çekidüzen vermesi, “legalizmi istismar” bile değildir.

Demek ki aslında hatayı giderme pratiğimiz, düşmanın alanının genişlemesi ile ilgilidir. Dolayısıyla, daha fazla akıllanıp daha fazla “kitap yüklü eşek” oldukça düşmanın eli kuvvetlenmektedir. Biz, kavga için neyi ne kadar öğreneceğimizi bile, bu konudaki ölçü ve ölçeği dahi, düşmandan almaktayız. En hızlı devrimcimiz akademisyen olmakta, teorik dünyamız kampüslerle sınırlı kalmaktadır.

Mevcut teorik faaliyet eleştirisi gene de, “burjuva aklından kurtuldum, benim önümde diz çökün” diyenlere kanmamızı gerektirmez. Onların kurtuldukları ve hatanın bizatihi kendisi olarak gördükleri şey, kolektif devrimci pratik ve politikadır. Esasında öylesine burjuva aklıyla donatılmışlardır ki adım atmanın kendisi, Yahudilerin Şabat gününde olduğu gibi, dal kırmak bile, günahtır. Onlarda burjuva akıl nihayet Yehova’ya, her tür fani insanî pratik Tanrı’ya küfre dönüşmüştür. Sonuçta mevcut teorik faaliyet eleştirisi geçersizleşmiş, teori, hiç dokunulamayacak bir yere fırlatılmıştır. Marx’ın tabiriyle, “çamurlu çizmeleri ayağına geçirmesi gereken teori”, modernizm ve aydınlanma eleştirileri ile kirden çamurdan uzak, fildişi kulesine saklanmıştır.

Modernizm ve aydınlanma eleştirisi, esasen bu tanrısallık için gereklidir. Burada Marx denilen faninin insanî pratiği de ezeli-ebedi “ekoloji” ya da “kadın” üzerinden ezilme imkânı bulur. Ekoloji ve kadın, bu kesimlerin tanrısının “Esma-ül Hüsna”sıdır. Böylesi bir eleştiri, her şeyi kişiselleştirip ezmeye ve boşa düşürmeye mecbur olan liberalizme akrabadır. Her eleştiriyi ya da pratik adımı, “bunu sen söylüyorsun” diyerek kişiselleştiren ve talileştiren şahıs, aslında örtük olarak tanrısal bilginin kendisinde olduğunu söylüyordur. Tanrısal bilginin kendisinde olduğunu iddia eden ise, gündelik çıkarlarının, paranın, mülkün tahakkümü altında olmayı yüceye çıkartmış ve kabullenmiş kişidir. Liberal yaklaşım açısından, bir gün sonrasını düşünmeyen, kısa günün kârı deyip tüm hayatı çıkarına göre tasnif etmeyen, kariyer planlaması yapmak yerine kendisinin görmeyeceği bir gerçek için dövüşen kişi ahmaktan başka bir şey değildir. Ahmaklık hata yapmaktır, hata yapmak, politik olmanın gereğidir, dolayısıyla, liberal yaklaşım için politika dışılık en akıl kârı uğraştır.

Teorik, ideolojik ve pratik düzeylerde her şeyi tüketmiş kişi, genel tüketim ideolojisinin kulu olduğunun farkında değildir. Allah kadar birey de bu tüketimin meşru zemini olabilir, olmaktadır. Tüketimde tüm nesneler dünyası, para tanrısının önünde diz çökmüştür ve bu durum, bireye yalancı bir özgürlük hissi verir. Buradan türeyecek özgürlükçü politikanın bir atımlık barutu vardır.

Özgürlükçü politikadan çok politikanın özgürleş(tir)mesinden söz etmek gerekir. Che’nin tespitiyle, sabrı devre dışı bırakıp özgürlüğü hemen şimdi istemek, özgürlüğe ihanettir. Tarihin belirli bir momentindeki burjuva aklına, aydınlanmaya ve modernizme karşı çıkıp soyut bir “ezilenler” kurgusu ile bugünde özgürlük istemek, burjuva aklının somut burjuvalardan çıkıp genele yayılması demektir.

Örneğin “İhsan Eliaçık Müslümanları laikleştiriyor” deyip, genel, ezbere bir laiklik eleştirisi yapmak, dolayısıyla Eliaçık’a özünde “hiçbir şey yapma” demek, burjuva aklının kalıcılaşması ve sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Eliaçık’ın saldırdığı hurafeleri ezberindeki batılı aydınlanma eleştirmenlerinin veya postmodernistlerin kafasındaki kilise ile bir tutmak, kiliseyi ülkedeki devlet İslam’ı ile eşleştirmek, hakkaniyetli bir tutum değildir.

Her genç kuşak, biraz da hata yapmama noktasında teoriye, oradan da politik faaliyete örgütlenmektedir. Teori, özünde salt hata yapmamak üzerinden edinilmekte ve buradan da ezbere dönüşmektedir. Devrimci örgütler, gizlilik meselesini daha doğru yapmak ya da örgütsel dayanışma ruhunu daha iyi kurmak yönünde kendilerini öne çıkartmaktadırlar. Ama bu öne çıkartma gayreti asla tek başına politik değildir. Sırf gizliliği daha iyi hallediyor ya da örgüt ruhunu daha doğru kuruyor ve iyi bir “aile” oluyor diye bir örgüt, politika yapıyor değildir. Bunlar yapılırken, devrimci politika adına ne türden ödünlerin verildiği görülmek zorundadır. Brecht’in anlattığı bir Keuner hikâyesinde ifade ettiği üzere, öz biçime kurban edilmemeli, devrim, örgüt, gizlilik, dayanışma ve ruh neden ve ne için var edilmiş, asla unutulmamalıdır.

Genç kuşakların teoriyle ilişkisi, dingin koşullarda, böylesi bir seyir izlemektedir. Daha temkinli, daha akıllı, daha bilgili ve daha vuzuh sahibi olmak, politikanın ön şartıymış gibi sunulmaktadır. Hepsinde de aynı hava hâkimdir: “Eski kuşaklar yapamadı, biz yapacağız.”

Bu yaklaşım tarihselliği anlamsızlaştırmakta, toplumsallığı ise boşa düşürmektedir. Her yenilgide düşmanın gölgesi daha fazla düşmektedir üzerimize. Kimimiz, bu gölgeye sığınarak konuşmayı politiklik zannetmekte kimisi farkında olup “şimdilik, hayatın devamı için bu gölgeye sığınmak gerek” demektedir. Devrim de sosyalizm de kendi bireyliği ölse ölecekmiş gibi durmaktadır. Bu indirgemeci tavır, yani devrimi de sosyalizmi de kendi bireysel oluşuna indirgemek, devrimin ve sosyalizmin pratiğini dirhem dirhem öldürmektedir.

Politika hata yapma cüretiyse eğer, onun sırf hatalara göre şekillendirilmiş teoriden de uzaklaşması gerekecektir. Hata yapmama derdiyle cisimleşmiş teorinin politikaya hayrı olmayacaktır. Böylesi teori, örneğin burjuva devleti, sınıfı ya da diktatöryasından da azade, soyut bir kapitalizme dönük eleştirelliğe mahkûm olacak, o teori dışında atılan her adım “zararlı” kabul edilecektir. Teori sahipleri, kadroları kendilerine mecbur ve mahkûm kılmayı iş zannetmektedirler.

Her şeyi böylesi soyut bir eleştirelliğe ve soyut bir kurguya boğmak isteyenin, somutta gayet maddî çıkarlar hesabına hareket ettiği kesindir. Bir şey ne kadar soyutlaştırılıyorsa, o denli somuttaki belirli güçlere hizmet ediliyor demektir. Bu soyutluk, kapitalizm, devlet, patriarka, küresel ısınma, halkların kardeşliği vs. olabilir.

Yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmak budur, buradadır. Hatasız “kul” olayım derken, hatalı bir sahte “tanrı” olmak böyle bir şeydir. Politika, eninde sonunda hata yapmayı içerdiğinden, teorinin ağır gölgesine sığınmak, bizi günbegün daha fazla politik gerçeğe kör etmektedir.

Birileri bir eylem yapar, başkalarına da komplo teorileri üzerinden o eylemi “hatalı” ilân etmek düşer. Birileri eylemi elbette ki somut maddî bazı ilişkiler üzerinden yapmıştır, başka türlü bir eylem yapmak zaten mümkün değildir, başka birileri de eylemin tanrı katından inmiş, pirüpak bir şey olması gerektiği telkini üzerinden, ilgili eylemi değersizleştirmeye ve maddî ilişkileri tekilleştirip kesmeye çalışır. Öte yandan, böylesi pirüpak eylemi ancak kendisinin yapabileceği vaadini de yedekte tutar ama o eylem asla gerçekleşmez. Yani gayet somut olan maddî ilişkiler havada asılı, boş, soyut varlıklara dönüştürülür, sonra da eylemin tarihsel-toplumsal anlamının olmadığı söylenir. Onu tarih ve toplum dışına atan da kendisidir, böyle olduğu için eleştiren de.

Birileri “şiddet olmazsa olmaz” der, bir örgüt çıkar şiddet eylemi yapar ya da Arap halkları kıyam eder, “şiddet” propagandası yapan o birileri, bu sefer eylemin ve kıyamın arkasında ABD emperyalizmi ya da Muhaberat buluverir. Çünkü politika cüret etmektir ve bu teorik akıllar, cüret etme imkânlarından yoksundur.

Bilim ya da felsefedeki şüpheciliğe bulaşmaksızın, esasen buradaki teorik aklın kendisinden şüphelenmek gerekir. Bu akıl, düşmana teslim olmuş akıldır ve eskilerin tabiriyle, cin çarpmış, şeytan girmiş muamelesi görmelidir.

Teori ise basiret ve feraset meselesidir. İlki derinlikle, ikincisi ayırt etme ile ilişkilidir. Sırf hataların ayıklanması üzerine kurulu bir teorik faaliyet, bu iki düşünsel pratiği sekteye uğratacaktır. Çünkü bu faaliyet, düşünsel pratikte de hata yapmamaya kilitlenip ne derinlemesine ne de ayırt etmeye yönelik bir çalışma yürütecektir. Yirmi yıl boyunca “teori ile pratiğin arasında aşılmaz bir engel vardır, bunlar ilişkisizdir anda” diyenin bugün dillendirdiği, “teori ile pratik arasında ilişki vardır ve bu ilişkiyi biz kuracağız” cümlesi, içimizdeki düşmanın fısıltısından başka bir şey değildir.

Hata yapmamayı öne alan bir öznenin bugüne ve geleceğe söyleyeceği bir sözü yoktur, sözü yoksa özne de değildir. Zaten olmamak için hatalara bu denli abanılmaktadır.

Ateistler, aslında mevcut dinler insana yakın bir tanrıya inandıkları için onlara karşıdırlar. İnsana karşıymış gibi görünen bu yaklaşım, insanî bir zaafın ürünüdür. Ateizm, hataya alerjisi olanların ideolojik refleksi, insanî hatalara hatta “insan” denilen hataya karşı pürüzsüz bir tasarıma bağlanarak kendi hata ve zaaflarını meşrulaştırmak isteyenlerin doğal bir tepkisidir. Hiçbir şey yapmak istemeyenler, kendiliğinden böylesi tepkiler üreteceklerdir. “Küçük örgütlerden sıkıldım, büyük partilere koşuyorum” diyen için de benzer bir durum söz konusudur. Aslında bu kişi, hiçbir şey yapmadığı ve söylediklerinin hiçbir anlam ifade etmediğinin belli olmadığı bir yer istemektedir.

Sömürü ve zulümle şu veya bu şekilde, az ya da çok, derdi olanların, “dert” denilen fazlalarının, yüklerinin emretmesiyle verecekleri politik mücadelede hatasızlığa kilitlenmiş teoriyi ellerinin tersiyle itecekleri kesindir. Çünkü onların yakacakları bir dünya, kıracakları bir zincir vardır.

Eren Balkır
9 Şubat 2013

08 Şubat 2013

,

Stalingrad Savunması

Stalingrad Savunması

(23 Ağustos 1942 – 2 Şubat 1943)




Stalingrad

Havan topları gölgesinde açlık ve yıkım
Çelik gibi direniyor kent
Stalingrad sokakları kana belenmiş
Binlerce barikatın üzerinde
Granitten bir kadın gülüyor

Düştüğü yolda buz kesmiş gamalı haç
Artık biliyor önüne çıkan her kentte
Bir Stalingrad bulacağını

Orkestra dans ettiriyor subayları kafelerde
Kemikleri donduruyor zemheri
Ama hapishanelerde hava tıpkı Kızıl Ordusu Korosu
Şarkı söylüyormuşçasına alev alev

Karanlıkta bir radyo
Yedi işçi ellerindeki yedi bardağı
Şerefine kaldırıyor Lenin’in
Sonra Stalingrad çiftliğe gelip
Ambara giriyor, fırlatıyor bir adam kasketini
Gülümseyerek tüfeğini hazırlıyor

Düştüğü yolda buz kesmiş gamalı haç
Artık biliyor önüne çıkan her kentte
Bir Stalingrad bulacağını

Stormy Six
1975

06 Şubat 2013

, ,

Suphilerin Yolunda

Mustafa Suphi ve 1920 konjonktürü ile ilgilenmek, basit anlamda bir entelektüel tarih merakının neticesi değil. Olmamalı.

Bu momentte var edilen komünist hareketin temel zeminini anlamak zorunlu. Neo-ittihatçılık olarak Kemalizmle ve neo-Kemalizm olarak tayyibî rejimle mücadelenin ipuçlarını burada aramak gerek. Aydın, bürokrat ve asker zemininden çıkıp işçi-köylü kitlesi ile hemhal olmanın işaret fişeği orada.

Söz konusu konjonktüre bakıldığında, Kemalizmin nasıl bir karşı-devrim ideolojisi olarak teşkil edildiği daha açık görülüyor. Ülkenin inşası sürecinde ilkin sosyalistler, ardından Müslümanlar, sonrasında da Kürdler tasfiye ediliyorlar. Komünist hareket, bu tasfiye sürecinde daha başta başsız kalmanın cezasını çekiyor. Hareket, zamanla Kemalist kadroların Balkanlı ve Avrupalı gerçeğine göre hizaya çekiliyor. Kaderi bu momentte çiziliyor. Bakû, Çerkes Ethem, Karadeniz’in “kanlı karanlık sular”ı, Müslümanlarla kurulan ilişkiler, Kürdistan gerçeği, ekalliyet ve “işçi-köylü safındayız” diyen bildiriler unutuluyor.

Unutma hâli bugünü koşulluyor ve kendisine “sosyalist ya da komünist” diyenler, son referandumda Kemalist safta hizalanarak, “hayır” diyorlar. Müslüman’ın “evet”ine, Kürd’ün “boykot”una karşı Kemalist yuvasına kaçıyorlar. AKP’ye karşıtlık, emredilen AKP karşıtlığı siyaseti, herkes gibi onları da kör ediyor. Aslen neyle ve ne için mücadele edildiği, bir kez daha unutuluyor. Bir kısmı Kürd’ü, bir kısmı da Müslüman solu AKP karşıtlığı düzleminde önemsermiş gibi görünüyor. Ama buradaki hinlik, anında gün yüzüne çıkıyor. Kürd’e ve Müslüman’a karşı tiksinti, bunların alamet-i farikası oluyor. Çünkü bunlar, Kemalist elite göre, bizzat bu elitin dünyasına örgütlenmiş solcular. Her şeyden arınmış, diyalektikten kopartılmış, maddeden soyutlanmış, biricik bireyliklerini satmayı solculuk olarak pazarlamaya mecburlar.

İktidarı alma hedefi, kendinden menkul bir değer ve anlam taşımıyor. Ancak AKP karşıtlarında kızgınlık ve haset, tam da “göbeğini kaşıyan” adamlardan ya da “takunyalı gericiler”den nefret eden Kemalistlerin kibrine örgütleniyor. Batılı, modernist ve aydınlanmacı kafa, komünist hareketi bir kez daha ele geçiriyor. İşgal harekâtının ve asimilasyon politikasının neticesi olan bu fetih, söz konusu kafayı kırarak ilerleyen Suphilerin ve yanı başında getirdiği Kızıl Alay’ın güzergâhını siliyor. Ama Kemalizmin örgütlediği solcular, Suphileri “basit bir iktidar imkânı”, “devlete memur olma şansı” ya da sıradan bir “cinayet vak’ası” düzeyinde ele alıyorlar. Suphiler, bunun dışında bir değer taşımıyorlar.

İkbal, gündelik çıkarlar, huzur, güvende olma, kısa vadeli amaçlar vs. için Kemalist siyasete örgütlenmek, bu ülkede devrim olmasın diye uğraşan Kemalizmi besliyor, esasta görülmeyen bu. Kürdlerle ve Müslümanlarla ilişkilenme, kendini örgüt zanneden güdük bir birlikteliğin zarar görmemesi ya da tersten büyüyüp şişmesi üzerinden değerlendiriliyor. Oysa tam da ölçü, hiza, göz-kulağın kilitlendiği nokta ve hedef, devrim olmalı.

Kemalizme örgütlenenler, “nasılsa devrim olmayacak” ya da “olsa bile ben görmeyeceğim” diye düşünüyorlar ve efendilerinin huzurlu kucaklarına sığınıyorlar. Birgül Ayman Güler’in dilindeki “Türk Ulusu”nun bir gün sosyalist olacağı beklentisiyle, kitleleri avutmayı siyaset zannediyorlar. Kemalizm, o biricik küçük burjuva bireyin imgesi, simgesi veya mecazı hâline geliyor.

Entelektüel gıdasını Odatv’den, Yalçın Küçük’ten ya da Silivri’den alanların anlamadıkları ve asla anlamayacakları hakikat işte bu. Onlar, vazgeçmişliklerini ya da hiç olmamışlıklarını genele yayarak meşrulaştırmak istiyorlar. Devrim’siz kafa, her şeyi düzlüyor ve politik bir iki laf bilmesi üzerinden kendisini politik zannediyor, politika yaptığını düşünüyor. Komünist içinse devrim’siz politika, politikasız devrimcilik, anlamsız.

Kemalizmi “mazlum bir milletin örgütlü ideolojisi” olarak satanlara kanmamak gerekiyor. Bu topraklarda millet ideolojik planda örgütlenirken esas dert, Osmanlı ve Batı emperyalistlerinin ezdiği canların üzerine bir saray inşa etmek. Faşizmin sırrındaki liberalizm de burada. Batıcı, ilerlemeci, aydınlanmacı akıl, milleti birey nezdinde inşa ediyor. O bireye de kutsal bir put olarak “Atatürk” adı veriliyor. Komünist hareketin putun önündeki sunakta kimlerin kurban edildiğini görüp anlamadan yol alması mümkün değil. Sarayda yaşama arzusu komünist hareketi içten çürütüyor. Tarih ise sarayları yakmayan devrime “devrim” demiyor.

Dolayısıyla, AKP’ye kızıp CHP’nin koltuk altına sığınanların, Suphilerin, Dersimlilerin, Ağrılıların, 12 Eylül’de toprağa düşen yiğitlerin katilleriyle ortaklaştıkları gerçeğini anlamaları zorunlu. Gündelik çıkarlar için işlenen bu günahın kefareti yok.

Mustafa Suphi’lerin yolunda, mazlum milletlerin, işçilerin, köylülerin kurtuluşu için “inkilâbî cehennem ocakları” kurmak yazılı. Kemalizmse inkilâptan, cehennemden, ocaktan kaçanların sığındığı yerin adı. Onu unutup, sığ AKP eleştirilerine bel bağlamak, orta sınıf şehirli korkakların işi.

“Bu vatan bizim” diyerek, üç kuruşluk mülküne sıkı sıkıya sarılmayı yüceltmenin ve mülkiyetçi bir ideoloji üzerinden mülk sahiplerinin duygularına oynamanın komünist siyasetle bir ilişkisi yok. Çek senetleri ve para kasalarını “vatan” olarak görenlerin çıkarlarına işçileri, köylüleri, mazlumları örgütlemek, karşı-devrimcilik. Komünistlerin bu vatanı mutlak, ezeli-ebedi malı-mülkü olarak görenlerin siyasetine devşirecek tek bir kadrosu olmamalı.

Onların, vatanın mevcut sahiplerine yaranarak, onlara hoş görünerek atabilecekleri tek bir adım yok. Bu açıdan Kürd ile nasıl savaşılacağına dair kontrgerilla talimnameleri hazırlayan, öğreti güncelleyen Doktrin Merkezi’nde subaylara “sizin tek çıkış yolunuz var, o da sosyalizm” diye akıl verenlerin bahsini ettikleri sosyalizm, savaşmayan, bölmeyen, mazlum işçi-köylü ekseninde bütünlemeyen küçük burjuva bir gevezelikten ibaret. Bu sosyalizm, Kürd’e ve Müslüman’a düşman.

Kimse, “aslında faşist olan İnönü idi, Kemal devrimciydi” türünden entel salvolara kalkışmasın. Kemalizme karşı sınıfsal kinini bileylemeyen, kendisini devrimci ya da komünist addetmesin.

Çünkü söz konusu sosyalizm, Ankara hükümeti ya da Kemalist cumhuriyet ile süreç içerisinde Moskova hükümeti ya da Sovyetler arasında kurulan ilişkilerin tanımladığı bir ideoloji. Bu ideolojinin gündelik çıkarlar üzerinden şekillendiği açık. O nedenle, işçi-köylü-asker şuraları olarak gerçek zeminde, toprakta kavga veren sovyetlerle bir devlet olarak “Sovyetler”i ayırmak lâzım. İkincisini düşmana karşı savunmak ama birincisini bugünde somutlayarak bu savunuyu yapmak zorunlu. Aksi takdirde, mücadele bir yanıyla eksik olacak. Devletler katındaki müzakerelerin ve anlaşmaların koşulladığı bir tür sosyalizm fikriyatına karşı, yerde, avamda, tüm kiri pasıyla, kanıyla teriyle ilerleyen hatta varolmak şart. Evet biliyoruz; düşman, işçi-köylü-asker şuralarının Anadolu ve İran’a uzanan koçbaşını kırdı. Böyle diye Kemalizmin çoban olduğu sürüye kurt ya da kuzu olunamaz. Teorik ve pratik düzeyde işçi-köylü-asker şuralarının hakiki mücadelesi, kendi komünist militanlarını yetiştirmeli. Bu, geleceğin devriminin bugüne yönelik verdiği bir emir.

Eren Balkır
6 Şubat 2013

03 Şubat 2013

,

Afrika'nın İşgali


Afrika’nın kapsamlı işgali başladı. Birleşik Devletler, Libya, Sudan, Cezayir ve Nijer’den başlayarak, 35 Afrika ülkesine askerî birlikler konuşlandırıyor. Associated Press’in Noel’de bildirdiğine göre, bu gerçek, İngiliz-Amerikan medyasında asla yer bulmuyor.

Esasında işgalin “İslamcılık”la bir işi yok, esasta derdi, kaynaklara temelde madenlere el konulması ve rakip Çin’le husumetin tırmandırılması. Çin’in aksine ABD ve müttefikleri, Irak, Afganistan, Pakistan, Yemen ve Filistin’de sergilenen şiddeti tekrarlamaya hazırlanıyorlar. İşbölümü gereği, tıpkı Soğuk Savaş’ta sürekli yinelenen dünyadaki komünist fesadın “kızıl tehdidi”nde görüldüğü üzere, batılı gazetecilikle popüler kültür, İslamî aşırıcılığın tehditkâr yayına karşı kutsal savaş için gerekli kılıfı örüyor.

On dokuzuncu yüzyılın sonundaki Afrika’da yaşanan kapışmayı hatırlatacak biçimde, ABD Afrika Komutanlığı (Africom), Amerikan rüşveti ve silâhlarına teşne olan işbirlikçi Afrika rejimleri arasından seçilen bir ricacılar şebekesi kurdu. Geçen yıl Africom, Afrika Girişimi Operasyonu’nu başlattı, operasyona ABD ordusunun komutasında hareket eden 34 Afrika ulusunun silâhlı güçleri ile birlikte yürütüldü.

Africom’un “askerden askere” isimli doktrini, generalden kıdemli subayına her rütbeden ABD’li askeri ihtiva ediyor. Bunlarda bir tek güneş kaskı eksik.

Görünüşe göre Patrice Lumumba’dan Nelson Mandela’ya Afrika’nın gururlu kurtuluş tarihi, bugün yeni efendilerin siyah sömürge seçkinlerince unutturulmuş durumda. Frantz Fanon’un elli yıl önce uyardığı gibi, bu seçkinlerin “tarihsel misyon”u, esas olarak kamufle edilmiş olmasına karşın azgın bir kapitalizmin “teşvik” edilmesi üzerine kurulu.

Bu konuda çarpıcı bir örnek olarak Doğu Kongo’daki stratejik madenleri kontrol eden asi grup, M23 verilebilir. Bu grubun ipleri, Washington’un kuklası olan Uganda ile Ruanda’nın ellerinde.

Afrika savaşı, NATO için uzun süre önce planlanmış olan bir “misyon”. Bu misyon dâhilinde, uzun süredir kıtada kaybettiği sömürgeleri yeniden ele geçirmek için azimli bir çalışma içinde olan Fransa da önemli bir rol oynuyor. Arap dünyası, Mübarek’lerden ve Washington ile Avrupa’nın destekçileri olan diğer isimlerden kurtulmaya başladığında, Afrika savaşı 2011’de acilen uygulamaya konuluyor. Emperyalist ülkelerin başkentlerinde oluşan histerinin pek abartılacak bir yanı yok. NATO bombaları Tunus’a ya da Kahire’ye değil, Libya’ya düşüyor. Bunun nedeni, Muammer Kaddafi’nin Afrika’daki en büyük petrol rezervlerini elinde bulunduruyor olması. Libya’daki Sirte şehri yerle bir olduktan sonra İngilizlerin SAS birlikleri, “asi milisler”e ırkçı bir kan banyosu ile sonuçlanan bir katliam için emir veriyorlar.

Sahra’da yaşayan yerli bir halk olan ve Berberî savaşçıları Kaddafi tarafından korunan Tuaregler, savaş esasında Cezayir üzerinden Mali’ye kaçıyor, kaçtıkları bölge Tuareglerin altmışlarda ayrı bir devlet kurmak istedikleri yer. Patrick Cockburn’ün de ifade ettiği üzere, “kuzeybatı Afrika’da batının en çok korktuğu husus El-Kaide değil, bu yerel ihtilaf (…) ne kadar fakir olursa olsunlar, Tuaregler, petrol, gaz, uranyum ve diğer kıymetli madenlerin üzerinde yaşıyorlar.”

Fransız/ABD’nin 13 Ocak’ta Mali’ye saldırması ardından, Cezayir’deki bir gaz kompleksi kanlı bir kuşatmaya sahne oluyor. Bu saldırı, David Cameron’a için bir 11 Eylül mazereti verdi. Carlton TV’nin eski halkla ilişkiler görevlisi, yaşananın “küresel bir tehdit” olduğunu ve bu tehdide karşı batının onlarca yıl şiddet uygulaması gerektiğini söylüyor. Bu adam, çok farklı etnik grupları barındıran Suriye’ye saldırılmasını ve bağımsız bir devlet olan İran’ın işgal edilmesi ile birlikte, Afrika için batının iş planlarının uygulanması gerektiğini iddia ediyor.

Bugün Cameron, İngiliz birliklerine Mali’ye gitme emrini veriyor ve RAF insansız hava aracını buraya gönderiyor, öte yandan Cameron’ın lafebesi generali Sir David Richards şu tespiti yapıyor: “Tüm dünya genelinde cihadcılara şu açık mesaj verilmeli: bize bulaşmayın ve asla ayağımıza dolaşmayın. Bu gerçekle tüm gücümüzle uğraşacağımız herkesçe bilinmelidir.” Bu sözler, tam da cihadcıların duymak istedikleri şey. İngiliz ordusunun uyguladığı terörün tüm kurbanları Müslüman. İngilizlerin “sistematik” işkence davalarının mahkemelere çıkartılıyor olması, bu generalin sözlerine tuhaf bir ironi katıyor. Sör David’in bahsettiği “güçlü” yollarına bir seferinde şu şekilde tanıklık etmiştim. Bir keresinde ona, batılıların ve onların kendi ülkesindeki destekçilerinin barbar davranışlarını tarif eden Afganlı cesur feminist Malalay Joya’yı sormuştum. General, bu soru üzerine bana, “sen Taliban’ı savunuyorsun” demişti. (Gerçi sonrasında benden özür dilemişti.)

Evelyn Waugh’dan çıkma bu soğuk esprili komedyenler, tarihin canlandırıcı esintisini ve ikiyüzlülüğü hissetmemize imkân veriyorlar. “Afrika’nın zenginliklerini çalmak için bir tür bahane olarak kullanılan “İslamî terörizm”, esas olarak bu batılılarca icat edildi. Ama artık BBC/CNN hattının kırıntılarını sindirmek ve hakikati bilmemek için ortada herhangi bir bahane kalmadı. Bu noktada Read Mark Curtis’in Secret Affairs: Britain’s Collusion with Radical Islam [“Gizli İşler: Britanya’nın Radikal İslam ile Birlikte Çevirdiği Dolap” -Serpeant’s Tail], John Cooley’nin Unholy Wars: Afghanistan, America and International Terrorism [“Kutsal Olmayan Savaşlar: Afganistan, Amerika ve Uluslararası Terörizm” -Pluto Press) ya da modern köktenci terörün doğumuna ebelik eden Zbigniew Brzezinski’nin The Grand Chessboard’u [“Büyük Satranç Tahtası” –HarperCollins] gibi çalışmalardan bahsedilebilir. Esasında El-Kaide mücahidleri ve Taliban, CIA, Pakistan istihbaratı, Servisler Arası İstihbarat ve İngiliz MI6 tarafından yaratıldı.

Başkan Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Brzezinski, bugün “teröre karşı savaş” denilen saldırının başladığı 1979 tarihinde gizli bir başkanlık talimatını anlatır. Bu talimata göre, 17 yıl boyunca ABD “bir nesli şiddete boğan” cihadcı aşırıcıları bile isteye beslemiş, silâhlandırmış ve bu kişilerin beyinlerini yıkamıştır. Kod adı Siklon Operasyonu olan bu faaliyet Sovyetler Birliği’ni yıkmak için tertiplenmiş “büyük oyun”un adıydı ama bu oyun İkiz Kuleler’in yıkılması ile sonuçlandı.

O günden beri zeki ve eğitimli kişilerin hem uyguladıkları hem de sindirdikleri haberler, Hollywood’un elindeki yalan söyleme ehliyeti ile bir tür Disney gazeteciliğine dönüşmüştür. Burada Dreamworks şirketini WikiLeaks ile ilgili, iki Guardian gazetecisinin kaleme aldıkları hain ve dedikoducu kitabından sinemaya uyarlanacak filmden ve Oscar ödüllü Kathryn Bigelow ile Leni Riefenstahl’ın yönettiği, işkence ve cinayeti teşvik eden, Führer sineması gibi efendisinin sesini aktaran Zero Dark Thirty filminden bahsedilebilir. Bunlar, bizim şöyle göz ucuyla baktığımız ve iktidarın bizim adımıza yaptıklarını yansıtan, arkasını gösteren birer aynadırlar.

John Pilger
31 Ocak 2013
Kaynak