Springer,
isyancı politikayı devrimci politikaya tercih ediyor. Bu tercihini ise şu tür
bir zemin üzerinden dillendiriyor: İsyancılar, “bu işi şimdi yapalım”
derlerken, devrimciler, “tarihin bekleme odası”nda oturup, hiçbir zaman
gelmeyen o devrim için bitmek bilmeyen planlar hazırlıyorlar. Evet, “isyancı”
dediği kişiler bazen o işi gerçekten de yapıyorlar, bazen de yapmıyorlar. Ama
bu, şu gerçeği değiştirmiyor. Görünmez Komite’nin 2007’de Fransa’da duyurduğu,
ama hâlen daha somutlaşmamış olan “yaklaşan isyan” ile ilgili sözleri de salt
retorikten ibaret.
Bize
bu noktada Springer’ın öne çıkarttığı versiyonun demokrasi temelli olmasını,
elitist olmamasını ummaktan başka bir şey düşmüyor. Springer, ortaya koyduğu
fikir dâhilinde, bize isyanı takip eden gün elektriğin kesilmemesi, metronun
çalışmaya devam etmesi ve çöplerin toplanması için gerekli örgütleme pratiğine
dair detayları sunmuyor.
“Birbirimizi
kurtaramayız, ancak kendimizi kurtarabiliriz” (Springer, 2014: s. 262-263)
fikrini temel alan, “amaçsız araçlar” üzerinden uygulamaya konulan
kendiliğinden kişisel faaliyetlerden türemiş, kesintisiz isyanlara ben şahsen
pek güvenemiyorum.
Kişinin
kendisini isyan üzerinden kurtarmasında sorun yok, peki ama diğer insanlara ne
olacak?
Bookchin’in
çizdiği hattı eksik, ama bir yandan da ilginç bulduğumu belirtmeliyim. İnsanın
özgürlüğünü reddeden ve onlara zulmeden, reforma tabi tutulması imkânsız araçlar
olarak devlete ve hiyerarşilere kararlı bir biçimde karşı çıkan bir isim olarak
Bookchin, iktidarı alma zorunluluğu denilen meseleye, başkaları gibi, çocukça
yaklaşmıyor:
“Her devrim, aslında basit
bir değişimi gerçekleştirmeye dönük her bir girişim, her daim iktidardaki
elitlerin direnişiyle karşılaşır. Bir devrimi savunmak için ortaya konulan her
bir çaba, fiziki, kurumsal ve idari gücü bir araya getirmeye, başka bir
deyişle, hükümet kurmaya ihtiyaç duyar. Anarşistler, devletin ilgası çağrısında
bulunuyor olabilirler, ama burjuvazinin kontrolsüz bir teröre başvurarak tüm
gücüyle iktidara geri dönmesine mani olmak için bir tür baskı aygıtına ihtiyaç
vardır. Liberter bir örgütün ‘devlet’ inşasına dönük yersiz korkudan kaynaklı
olarak, devrimci kitlelerin desteği söz konusu iken iktidarı alma imkânı varken
iktidardan uzak durması, en iyi hâliyle bir kafa karışıklığının, en kötü
hâliyle de cesaretsizliğin bir neticesidir.” (Bookchin, 2014: s. 183).
Graeber,
bu tartışmaya anarşist stratejinin “bir yandan iktidar karşısında giderek
genişleyen özgürlük alanlarını kazanmakla, bir yandan da yönetim
mekanizmalarını ifşa etmekle, gayrimeşru hâle getirmekle ve parçalamakla
alakalı olduğunu, devlet iktidarını almakla bir alakasının bulunmadığını” (2002:
s. 73) söyleyerek katılıyor. Graeber, gerçek demokratik uygulamaların, ancak bu
türden özerk alanlarda mümkün olabileceğini düşünüyor.
Bense
bu yaklaşımın kapitalist devlet içerisinde Zapatistler gibi paralel bir devlet
inşa etmekle alakalı olduğunu düşünüyorum. Bu tür deneyimler nadiren işe
yarıyorlar. Kolombiya’da hâkim olan paramiliter örgütlenme biçimlerinde veya
İtalya gibi ülkelerde varolan mafya tipi örgütlerde kötü sonuçlara da yol
açabiliyorlar. Aslında bu tür örgütler, haraç, şiddet ve rüşvet üzerine kurulu
şer yuvaları olarak iş görüyorlar. Kolombiya’daki FARC türünden solcu devrimci
gerilla hareketleri bile bu tür bir örgütlenmenin verili kusurlarıyla uğraşmak
zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla, anarşistlerin devlete paralel inşa ettikleri
bir iktidar yapısının da benzer sorunlarla yüzleşmeyeceğinin hiçbir garantisi
yok. STK yönetimleri, bu anlamda önemli bir örnek olarak karşımızda duruyor.
Bunlar, iktidardaki güçlerin radikal özerklik fikrini kendi amaçları
doğrultusunda örgütlediklerinin ve tehlikesiz hâle getirdiklerinin birer
ispatı.
Benim
ayrıca anarşist ve otonomcu fikriyatın önemli ölçüde dayandığı “özgür birey”
anlayışının anarşistlerdeki ve otonomculardaki iktidarı alma ve onu takviye
etme yönündeki isteksizliklerine kaynaklık ettiğine dair de şüphelerim var.
Radikal
bireycilik eleştirisi şu şekilde yapılıyor. Özgür birey anlayışı, büyük ölçüde
Weber’in kapitalizmin yükselişiyle ilişkilendirdiği şahsileştirilmiş Protestan
diniyle baharatlandırılmış liberal kurumların, hatta bedeni ve kişiliği özel mülkiyetin
konusu olarak gören yaklaşımın damgasını taşıyor. Reclus, tüm ömrünü özgür bir
birey olarak yaşadığını gururla ifade eden, ama kendisini bir biçimde liberal
ve Protestan gelenekle ilişkilendiren bir isim. (Reclus’un babası Protestan bir
papaz, Reclus da bir süre babasının çalıştığı papazlık okulunda eğitim görmüş.
Bkz.: Chardak, 1997). Reclus’taki anarşizm anlayışı, liberal teoriye ve
Yahudi-Hristiyan geleneğine dayanıyor. Reclus, pazarı redde tabi tutup, liberal
teoriyle kapitalist uygulamaların sınıfsal ve çevresel sonuçlarını
eleştirdikten sonra antikapitalist düşünceye ulaşıyor.
Bunda
tabii ki bir sorun yok. (Marx da klasik politik ekonomiyi ve kendisindeki
liberal ve Yahudi-Hristiyan kökleri redde tabi tutarak aynı sonuca ulaşmıştı.)
Eleştirinin eleştirdiği şeyin çok daha büyük bir kısmını bir araya getirip
aksettirdiği bir dönemde farklı fikirler tuhaf bir biçimde örtüşebiliyorlar.
Marx ve Proudhon’da böylesi bir durum söz konusu. Ama Springer’da farklı bir
sorun var. O, anarşist düşünceyi liberal ve neoliberal köklerle
ilişkilendirenlere “oksimoron”dan söz ediyor. Örneğin Nozick’in Anarchy,
State, and Utopia (“Anarşi, Devlet ve Ütopya” -1974) çalışmasıyla ilgili
olarak bu tür bir tepki geliştiriyor. Oysa anarşizmin liberal fikirlere
yakınlığı, akli planda ifşa edilmesi gereken bir mesele. Çünkü bu mesele, dün
olduğu gibi bugün de gerçek ve önemli kimi sonuçlara yol açıyor.
1984’de MIT profesörleri Michael Piore ve Charles Sabel, The Second Industrial Divide (“İkinci Endüstriyel Bölünme” -1984) isimli bir kitap yayımladı. Dediklerine göre ta 1848’de endüstriyel kapitalizm, kendi örgütlenme süreci dâhilinde elinde bulundurduğu teknolojik imkânlar bağlamında bir seçenekle karşı karşıya geldi. Bu noktada kapitalizm, ya Marx’ın öngördüğü ve benimsediği seri üretime dayalı fabrika üretimine ya da Proudhon’un savunduğu, kendi aralarında birlik oluşturmuş olan işçilerin kendi işlerini ve hayatlarını demokratik araçlarla kontrol altında tuttukları bir yola doğru evrilecekti. Yazarların iddiasına göre kapitalizm, 1848 sonrası yanlış seçeneği seçti ve sonrasında seri üretime dayalı fabrika üretimi tüm kötülükleriyle birlikte endüstriyel kapitalizme hâkim oldu. Ama yetmişli yıllarda yeni bir tercihle karşı karşıya kalan kapitalizm, yeni teknolojiler ve örgütlenme biçimleri geliştirdi. Esnek uzmanlaşma ve küçük miktarlarda, niş ürünler üretme imkânının doğmasıyla birlikte Proudhon’un rüyası bir kez daha gerçekleşme imkânına kavuştu.
Piore ve Sabel, “esnek uzmanlaşma” denilen bu yeni endüstriyel örgütlenme biçimlerini güçlü bir dille savunuyorlar. Bu örgütlenme biçimi, Üçüncü İtalya denilen, orta ve kuzey İtalya’da kurulan sanayi bölgelerinde karşılık buldu. Muteber bir isim olarak görülen Piore ve Sabel, MacArthur bursu üzerinden aldıkları paralar ve dönemin ilerici addedilen düşünürlerinden ve kurumlarından gördükleri destekler sayesinde Prudoncu vizyonu benimsemeleri konusunda sendikaları ikna etmeye çalıştı, bu bağlamda yeni teknolojilere karşı çıkma gereği duymadı. Sabel, Uluslararası İşçi Örgütü’nün etkili bir danışmanı hâline geldi.
Marksist
soldaki birçok insan, bu sapmadan derinlemesine etkilendi. Bu tartışmaya sonrasında
ben de dâhil oldum ve Postmodernliğin Durumu (1989) isimli kitabımla bu
süreci eleştirdim. Ayrıca Sabel ile 1987’de Baltimore’daki Amerikalı
Coğrafyacılar Birliği’nde şiddetli bir tartışma içine girdim. Burada ben özetle,
esnek uzmanlaşmanın sermaye için geliştirilmiş, onun esnek bir zeminde birikmesi
için gündeme getirilmiş bir taktikten başka bir şey olmadığını söyledim. IMF
eliyle yürütülen ve ülkelerin emeğin esnekleştirilmesi politikalarını
benimsemeleri konusunda ikna edilmesine veya bu yönde kandırılmasına dönük
kampanya, bu taktikle güdülen niyetin basit bir işaretiydi (bu kampanya,
hâlihazırda IMF dayatmalarıyla Yunanistan’da sürüyor.)
Geriye
dönüp baktığımızda Piore ve Sabel’ın desteklediği, Proudhon adı altında ilerici
radikalizm ambalajına sarılmış olan bu fikir, emeğin güçsüzleşmesi ve emeğin
üretimdeki payının giderek düşmesi konusunda yol açacağı sonuçlarla birlikte, neoliberalleşme
sürecinin ana unsuruydu. Bu yaklaşım, yeni üretilen servetin neredeyse tamamını
yüzde birlik kesimin eline teslim ediyordu. Bu anlamda, bizim Bookchin’in
“küçük üretici birliklerinin kapitalizmi yavaş yavaş tüketeceğine dair Prudoncu
efsane” (2014: s. 59) dediği şeyin ardındaki gerçeği görmemiz gerekiyor.
Kapitalizmin
Yeni Ruhu’nu (2007) yazan Luc Boltanski ve Eve Chiapelin gibi
otonomcular, daha da ileri giderek, yetmişli yıllar boyunca yeni kontrol
biçimleri ve ağ temelli yeni örgütlenme biçimleri üretmek adına sermayenin
otonomcuların ve anarşistlerin işçi sınıfı içerisinde ortaya koydukları
pratiklere el koyduğunu söylediler.
Kapitalist
anarşizm, bu anlamda gerçek bir sorundur. Nozick, Hayek ve başka isimlerin
geliştirdikleri teori, kapitalist anarşizmin merkezinde durur. Ayrıca o,
piyasadaki özgürlükleri esas alan bir öğretiye sahiptir. Kapitalist anarşizm,
Marx’ın Kapital’de tüm incelikleriyle ortaya koyduğu biçimiyle, zamanla
icat edilmiş en başarılı merkezsiz karar alma biçimi hâline gelmekle kalmamış,
aynı zamanda servetin ve gücün kudretini giderek artıran oligarşinin ellerinde
yoğunlaştıran bir unsura dönüşmüştür. Merkezileşme ile merkezsizleşme arasında
cereyan eden bu diyalektik, sermaye içindeki en önemli çelişkilerden biridir
(bu konuda On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu isimli çalışmama
bakılabilir). Bu noktada umarım Springer gibi merkezsizleşmeyi hiç bozulmadan
geleceğe kalacak bir iyilik olarak görüp savunan isimler, onun yol açacağı
sonuçlara ve sahip olduğu çelişkilere daha yakından bakarlar.
Asi
Şehirler’de (2013a) de dile getirdiğim biçimiyle, merkezsizleşme ve
otonomi, daha fazla eşitsizliğe yol açan, gücü daha fazla belirli ellerde
yoğunlaştıran en önemli araçlardır. Bu anlamda, Bookchin’in şu tespitine insan
katılmadan edemiyor:
“Sırf her şeye karşıymış
gibi görünmek için çalışıp duran biri gibi algılanma pahasına, şunu söylemeliyim:
merkezsizleşme, yerelcilik, kendine yeterlilik, hatta konfederasyon, her biri
tek başına ele alındığında, rasyonel bir ekolojik topluma ulaşma konusunda
hiçbir güvence vermez. Esasında tüm bu unsurlar, şu veya bu dönemde dar görüşlü
cemaatleri, oligarşileri hatta despotik rejimleri desteklemişlerdir.” (2014: s.
73-74).
Bu
arada belirtmem gerek ki Bookchin, burada tümüyle merkezsiz antikapitalist
seçenekler peşinde koşan Gibson-Graham’ın duruşunda esas sorunlu bulduğu hususu
dile getiriyor.
Proudhon’un
sol anarşizmi, kendi içinde tutarlı bir teoriye sahip değilken, sağcı
kapitalist anarşizm, insanları baştan çıkartacak ölçüde güçlü bir insani
özgürlük anlayışına dayanan, iç tutarlılığa sahip bir teorik yapı üzerinden
konuşuyor. Marx’ın Proudhon’un teorisini Kapital’de eleştirirken
kullandığı birikimden istifade ediyor. Marx’ın bu teoriyi eleştirirken
Proudhon’un anlayışını gerici bulduğu üzerinde nedense kimse durmuyor.
Bu
türden eleştiriler, beni Marx ile Proudhon arasındaki ilişkiyi tartışmaya itti.
Marx’ın Kapital’i İçin Elkitabı isimli çalışmanın iki cildinde (2010: s.
6, 2013b: s. 189) tespit ettiğim biçimiyle, Marx, Proudhon gibi Fransız
sosyalist geleneğine mensup isimlerden kendisinin kabul ettiğinden daha fazla
istifade etti ve Proudhon’u kimi noktalarda haksız yere eleştirdi (aynı durum
Mill, Malthus, hatta Ricardo eleştirileri için de söz konusuydu. Zira Marx’ın
yöntemi buydu.) Marx, “proletarya diktatörlüğü” tabirini ürettiğini düşündüğüm
Jakoben Auguste Blanqui’den de epey istifade etti. Bu “proletarya diktatörlüğü”
tabiri, Marx’ın nadiren kullandığı, kullansa bile tırnak içine aldığı bir
tabirdi. Tırnak içine almış olması, sonrasında bizim gibi Marksistlerin başına
epey dert açtı. Marx, ayrıca Fourier (Kapital’deki emek süreciyle ilgili
bölüm onunla girişilmiş bir muhabbetten ibarettir), kendisinin hayran olduğu (anonim
şirket biçimi altında sermayelerin birliğini ilerici bir adım olarak görmesine
rağmen hayranlık duyduğu) Saint-Simon, Cabet ve Robert Owen’dan da beslendi.
Blanqui’nin 1832’de jüri önünde sunduğu savunma, dinleyenleri şaşkına çevirmiş
bir ifadeydi (Corcoran, 1983).
Fakat
Marx’ın bu düşünürlere tabi oluşu, aynı zamanda klasik politik ekonomiden
beslenmesi, bir yandan da sermayenin nasıl biriktiğini anlamak için kendi
teorik aygıtını üretme çabası içerisinde olan Marx’ın yürüttüğü yoğun eleştirel
sorgunun damgasını taşıyordu. Marx’ın bu insanlarda neleri kabul ettiği ve
onlara dair sorgusu dâhilinde neleri redde tabi tuttuğu, cevaplanması zor,
karmaşık bir sorudur.
Gelgelelim,
Marx’ın her şeyi Proudhon’dan intihal ettiği, çaldığı iddiası da saçma sapan bir
iddiadır. Örneğin emeğin sermaye tarafından sömürülmesi fikrini Blanqui,
Proudhon’a kıyasla daha güçlü bir biçimde dile getirir. Ayrıca bu fikir,
sosyalist Rikardocular tarafından da kabul görmüştür. Marx, bu fikri ilk
dillendirenin kendisi olduğunu hiçbir zaman söylememiştir. Marx, aslında teorik
düzeyde eşitliği, özgürlüğü ve mütekabiliyeti temel alan piyasadaki alışverişin
kanunlarını ihlal etmeden kapitalistlerin sömürüyü nasıl gerçekleştirdiğini ortaya koymuştur. Piyasadaki
alışverişin kanunlarının eşitliğin temeli hâline gelmesiyle gücün kapitalist
sınıfın elinde toplaşması için gerekli koşullar oluşmuştur. İşte Proudhon’un
gözden kaçırdığı husus budur. Marx, işgücünün metalaşmasının önemi üzerinde
dururken, o muhtemelen Blanqui’ye onay vermeden onun fikrinden istifade
ediyordu, ama işgücünün metalaşmasının sermaye teorisi açısından sahip olduğu
önemi gören Blanqui değil, Marx oldu.
Marx’ın
Grundrisse’de Proudhon’un para anlayışına ve onun para sistemindeki bir
reformla barışçıl bir şekilde sosyalizme geçilebileceğine dair fikrine yönelik
eleştirisi doğruydu (ayrıca her ne kadar burjuvalar sabote etmiş olsalar bile,
Proudhon’un “düşük faizli kredi veren banka” fikri de felâketle sonuçlanmış bir
fikirdi).
Marx’ın
Proudhon’un ebedi adalet teorisine yönelik eleştirisi de etkili bir eleştiri.
Marx, bu eleştiri dâhilinde adalet teorilerinin evrensel değil özgül
olduklarını, burjuva toplumunda ise liberal kapitalizmin yükselişine has bir
gelişme olarak gündeme geldiklerini söylüyor. Bu anlamda, evrensel adaleti
devrimci bir strateji olarak benimseyip, bu hedef doğrultusunda hareket etmenin
burjuva hukukunun sosyalizmde somutlaşması gibi bir tehlikeye yol açacağı
üzerinde duruyor. Bu, esasen insan hakları anlayışlarına eleştirel yaklaşan
herkesin aşina olduğu bir sorun. Marx öte yandan, birlik, birleşme süreçlerine
dair fikirlere başvururken, Proudhon’dan çok Saint-Simon’dan istifade ediyor.
Proudhon’un
önemli şeyler söylediğine tabii ki hiç şüphe yok. Ama o, kusursuz bir toplumsal
anarşizmin temsilcisi olarak da görülemez. Politik ekonomiye pek vakıf olmayan
Proudhon, 1848 devriminde işçilere destek sunmadı, sendikalara ve grevlere
karşı çıktı, ayrıca dar bir yaklaşımla, sosyalizmi “işçilerin birbirlerine
karşılıklı destek sundukları birliğin somut hâli” olarak tarif etti. Çalışan
kadınlara karşı düşmanca bir tutum içinde bulunan Proudhon’un destekçileri,
1860’larda Fransa’da kurulan işçi komisyonlarında Paris’teki atölyelerde
kadınların çalışmasına yasak getirilmesine yönelik yoğun bir kampanya
yürüttüler. Bu kampanyaya karşı gelişen harekete ise başında kadınların
eşitliğini ve çalışma hakkını ısrarla savunan Eugene Varlin’in bulunduğu
Uluslararası İşçi Derneği’nin Paris Şubesi öncülük etti (Harvey, 2003).
Hayat
hikâyesini kaleme alan Edward Hyams’e göre Proudhon’un Pornography: The
Situation of Women [“Pornografi: Kadınların Durumu”] isimli kitabı, “kadın
hareketine aşırı ölçüde düşman olan kesimlerin kadınların özgürleşme sürecine
karşı geliştirdikleri, dar görüşlü ve alabildiğine gerici her türden anlayışı
içermekteydi.” (1979: s. 274). Tamam, neticede Marx da aynı meselede sütten
çıkmış ak kaşık değildi. Anarşizm ve Marksizm, dün olduğu gibi bugün de cinsiyet
meselesi konusunda sorunlu bir tarihe sahip, ama Proudhon’un bu konuda ifrata
varmış, uçlarda dolaşan bir isim olduğunu görmek gerekiyor.
Asıl
tuhaf olansa Komün’den önce, 1860’larda Marksistler ve anarşistlerin arası o
kadar gerilimli değildi. Reclus ve birçok Prudoncu, Enternasyonal’in
toplantılarına katılıyordu. Hatta bir yerde Marx’ın Reclus’tan Kapital’i
Almancadan Fransızcaya çevirmesini istediğini okuduğumu hatırlıyorum. Reclus,
sonrasında kitabı çevirmedi.
Marx,
o dönemde Proudhon’un Fransız devrimci işçi sınıfına yönelik duygu ve
düşünceleri, bunun yanında, kısmen de eleştiri oklarını tam da bu sebeple
kendisine yönelttiği için onun en büyük hasmı olduğunu düşünüyordu. Ama aslında
bahsi geçen dönemde Paris Komünü içerisinde farklı hizipler arasında ideolojik
çatışmalar yaşanmaktaydı. Örneğin merkezci ve şiddet araçlarının
kullanılmasından yana olan bir tür Jakobenizmi yüklenmiş Blankistlerle Prudoncu
merkezsiz birlikçilik fikrinin farklı versiyonlarını savunanlar arasında yoğun
bir ihtilaf söz konusuydu. Varlin gibi komünistlerse azınlıktaydı.
Sonrasında
Marx, Engels ve Lenin, Komün’ü kahramanlıklarla dolu, ama bir yandan da ölümcül
kusurları bulunan bir olay olarak görüp sahiplendi. Bu yaklaşım ve Komün’ün
işçi sınıfıyla ilişkisi, tarihsel bağlamda incelemeye yoğun olarak tabi
tutulurken, onun saf anlamda kentli olan bir toplumsal hareketin ürünü olduğu
gerçeği ve işçi sınıfıyla ilişkisi üzerinde pek durulmadı.
Ben
Komün’ü, hem kentteki yaşam alanlarında hem de işyerlerinde varolan,
burjuvaziye ait güç ve hâkimiyet yapılarına karşı bir isyan olması sebebiyle,
sınıfsal bir olay olarak görüyorum (Harvey, 2003). Ayrıca “Komün’de kim
kaybetti?” sorusunu cevaplarken, Marx ve Bakunin’e işaret edilmesinin anarşist
ve Marksist gelenekler arasındaki derin uçurumun oluşmasına katkıda bulunduğunu
düşünüyorum (görünüşe göre Springer, bu uçurumu daha da derinleştirmek için
elinden geleni yapıyor.).
Toplumsal
anarşizmin kolektif faaliyetlerin, dayanışma ilişkilerinin veya farklı örgütsel
formların inşasının önemini göz ardı etmesine neden olan şey, onun duygusal
temelinde bulunan bireycilik değil. Springer’ın ifadesiyle, “anarşist
örgütlenme pratiğini sadece hayal gücümüz sınırlandırır. Bu hayal gücünde tek
ölçütse dışarıdaki bir otoriteden bağımsız olmak ve hiyerarşi dışı bir düzlemde
hareket etmektir. […] Bu, güvenlik için teşkil edilmiş gönüllü itfaiye
teşkilâtından, gıda üretimi için oluşturulmuş, halka ait bahçelere, kooperatif
evlerinden, kıyafet dikimi için kurulan kolektiflere dek başka her türden
örgütlenme biçimini içerir” (2014: s. 253). Fakat bu türden listelerin aldatıcı
bir yanı vardır. New York’ta kooperatif evlerde yaşamanın “keyfini” yaşayan
biri olarak ben temin ederim ki, bu tür evlerin özgürlükçü veya ilerici bir
yanı bulunmamaktadır. Anarşistler, bu söylediğime muhtemelen “işin başında
anarşistler olmazsa tabii ki özgürlükçü ve ilerici olamaz o evler” cevabını
vereceklerdir. Bu da gündeme “anarşistlerin kurdukları da dâhil, her türden
hegemonik iktidar biçimine karşı gerçek manada anarşist olan hangi örgütsel
biçimler çıkartılabilir?” sorusunu getirecektir. Muhtemelen anarşistler, devlet
hariç her türden toplumsal örgütlenme biçiminin kullanılabileceği cevabını
vereceklerdir.
Tam
da bu sebeple anarşistler, çoğu vakit yerli toplulukları en gözde birliktelik
biçimi olarak görürler. Çünkü bu topluluklar, devlete benzemeyen bir şeyler
meydana getirmeden, komünal eylem biçimlerine başvurma becerisine sahiptirler.
Chomsky’nin Güney Şili’deki Mapuçe yerlilerine verdiği desteğin arkasında bu
tür bir fikir vardır (Mapuçe yerlileri, İspanyol işgalcileri ve Şili hükümetini
yüzlerce yıl kendilerinden uzak tutmayı bilmişlerdir). James Scott da Güneydoğu
Asya dağlarındaki yerli halkları ön-anarşist bir biçime sahip olduklarını aynı
fikir üzerinden söylemektedir.
Oysa
kimi yönlerden bu tür bir eşleştirme tuhaftır. Birçok yerli halk, bugün Batı
anarşizminin dayandığı radikal bireyciliği anlamsız bulmakta, bu halklar,
ilişki temelli kolektivizme değer vermekte, ahengi ve manevi değerlere bağlı
üyeliği ana kültürel değerler olarak görmektedirler.
Bugün
Mapuçe yerlileri örneğinde maalesef metalaşma süreci, para ve tüccar
kapitalizmi bu yerlilerin yaşadıkları topraklara nüfuz etmekte, İspanyol
sömürgeciliğinin veya Şili devletinin ana kültürel değerlere verdiği zarardan
daha fazla zararı vermektedir.
Marx’ın
tespit ettiği biçimiyle, “para topluluk bağlarını çözdüğü vakit para topluluk
hâlini alır.” Bugün birçok yerli halkın başına gelen, tam da budur.
Bu
toplumsal düzenler ve sahip oldukları değerler sistemi çok kıymetlidir. Fakat
öte yandan şu da görülmelidir: Kuzey Amerika ve Avrupa’daki halkların Mapuçe
yerlileri, Asya’nın dağlarında yaşayan kabileleri veya Zapatistler gibi
yaşaması gerektiğini söyleyen bir politik programın yol alması pek mümkün
değildir. Bu tür bir program, bugün Amazon havzasında ve dünyanın insan eli
değmemiş diğer bölgelerinde hâlihazırda yürürlükte olan, mülksüzleştirme
yoluyla sermaye biriktirme uygulamalarına mani olamaz. Ekvador’da Otovalo veya
Bolivya’daki (bir milyondan fazla Almara yerlisinin yaşadığı) El Alto’da
karşımıza çıkan örneklerde, piyasa kurallarının benimsenmesiyle birlikte ortaya,
müteşebbis ruhlu tüccar kapitalistlerin damgasını vurduğu, canlı bir yerli
kültürü çıkmıştır.
Devlet
meselesi, kimsenin aşmaya hazır olmadığı önemli bir kavramsal eşik. Birçok
anarşiste ve anarşist olmayan kişiye göre, devlete ve onu destekleyen, kuşatan
(parlamenter demokrasi ve politik partiler türünden) hiyerarşik kurumlara
itiraz etmek ve karşı olmak, müzakere dahi edilmeyecek ideolojik bir konum. Tabii
bu, anarşistlerin kimi durumlarda devletle (örneğin baskıcı politik eylemler
karşısında başka bir seçeneğin bulunmadığı koşullarda) ilişki kurmadıkları,
hatta oy kullanmadıkları anlamına gelmiyor (örneğin önemli bir bölümü, 2015’te
Yunanistan’da yapılan seçimde oy kullanmıştı).
Ama
anarşizmden koptuktan sonra bile Bookchin, devleti hiyerarşik hâkimiyetin,
sömürünün ve baskının aracı olarak kullanılan bir yapı şeklinde değerlendirmeye
devam etti, buradan da onun reforma tabi tutulamayacağını söyledi.
Ben,
bu görüşe katılmıyorum. Devlet, son yirmi yıl içerisinde Marksizm içerisinde
süren, tarafları birbirinden ayıran (Holloway’in de önemli bir parçası olduğu)
büyük bir tartışmanın ana konusuydu. Ben, hâlen daha Gramsci’nin ve son
döneminde Poulantzas’ın görüşlerinin okunmaya değer olduğunu, Bob Jessop’ın
Marksist konumu mevcut gerçeklere uyarlamak için mücadele yürüttüğünü
düşünüyorum.
Benim
konuyla ilgili görüşümse çok basit: devlet, birçok çelişkiyle yoğrulmuş farklı
coğrafi ölçeklerde varolan, önemli ölçüde tahrip olmuş bir kurumlar yığınıdır.
Bu çelişkilerin bazıları, devlet önemli bir kısmıyla hiyerarşik kontrolle,
sınıfsal ayrışmaların takviye edilmesiyle ve (gerekli olduğu durumlarda baskı
uygulayarak) insandaki kapitalizm dışı özgürleşme arzularını uyumlu kılma ve
baskılama çabasıyla tanımlı olsa bile, karşıt güçleri örten veya baskılayan
amaçlar değil de özgürleştirici amaçlar doğrultusunda kullanılabilirler
(örneğin devlet, halk sağlığı hizmeti düzleminde ortalama insan ömrünün
artırılmasında önemli bir rol oynamıştır).
Devlet,
özel mülkiyeti koruma pratiğiyle yargıda gücü tekelinde bulundurur. Para ve
mübadele araçları, şiddet araçları, polislik faaliyetleri ve baskı araçları
konusunda da güç ondadır. Bunlar, devletin sermayenin devamlılığı için gerekli
olan işlevlerdir. Bunun dışında, uzak ara en fazla etkili olan kapitalistler ve
milliyetçiler gibi farklı çıkar gruplarının elindeki güçlerle tercihe göre
belirli ilişkiler içerisine girer. Fakat devlet, dün olduğu gibi bugün de büyük
ölçekli fiziki ve toplumsal altyapıların inşası konusunda önemli bir rol
oynamaya devam etmektedir. Devrimci (veya isyancı) her türden hareket, bu
türden altyapıları nasıl temin edeceği sorusuna kafa yormak zorundadır.
İster
kapitalist olsun isterse olmasın, toplumun yeniden üretilmesi gerekir, bu
anlamda devlet, yeniden üretimde önemli bir role sahiptir. Son dönemde devlet,
giderek daha fazla sermayeye ait bir araca dönüşmüş, demokratik kontrol
mekanizmaları (ki burada paranın gücüne tabi kaba demokrasiden bahsetmiyoruz)
devre dışı kalmıştır. Bu da (benim de destekleyebileceğim bir fikir olarak)
doğrudan demokrasiyle ilgili radikal talebin daha fazla dillendirilmesine neden
olmuştur. Oysa bugün bile elimizde devlet iktidarının özgürleştirici amaçlar
doğrultusunda, ilerici bir biçimde kullanılabileceğini gösteren örnekler
mevcuttur. Latin Amerika gibi yerlerde karşımıza çıkan bu örnekler, sola mensup
ilerici güçlerin mücadele edecekleri ve ilişki kuracakları bir alan olarak
devletten vazgeçilmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Burada
tuhaf olan, otonomcular ve anarşistler, burjuva iktidarını etkisiz kılma ve
devrimci dönüşüm için zorunlu olan, geniş ölçekli altyapılar inşa etme
becerisine sahip örgütler kurma ihtiyacıyla yüzleştikçe, neticede bir tür
devlete benzeyen bir şey inşa ediyorlar. Meksika devleti içerisinde iktidarı
almaya dönük her türden girişimden uzak durmalarına rağmen, Zapatistlerin
yaptıkları bunun bir örneği.
Bookchin,
bu konuda epey ilginç bir konum alıyor. Bir yandan “insan, her türden devlet
eliyle özgürleşebilir, bu özgürlük az çok daimi kılınabilir lafı, alabildiğine
oksimorondur” (2014: s. 39) diyor. Bir yandan da anarşistlerin “uzun zamandır
her türden hükümeti devlet olarak görüp mahkûm etmelerinin, bu görüşü tüm örgütlü
toplumsal hayatın ortadan kaldırılması için kullanılacak bir reçete olarak
görmelerinin yanlış olduğunu” söylüyor. “Bir hükümetin, ortaklaşmacı hayatın
sorunlarıyla başa çıkmak için usulüne göre ve adilane bir biçimde inşa edilmiş
kurumlar bütünü” olduğunu söyleyen Bookchin, devlete karşı çıkanların hükümete
karşı çıkmamaları gerektiği iddiasında bulunuyor:
“Liberterler, hukuka, doğal
olarak hükümete muhalefet ederlerken, kendi kuyruğunu yutan yılan kadar salak
görünüyorlar” (2014: s. 13).
“Birlikte
karar alma pratiğinin toplumu verili hâliyle yürürlükten kaldırdığını” söyleyen
Bookchin, çoğunluğun oyunu alma denilen basit işlemin yeterli olduğunu iddia
ediyor. Ona göre, “bir yandan da yönetmeliklere ve biçimsel de olsa bir
anayasaya ciddiyetle bağlı olunması gerekiyor, zira demokratik bir içerikle
formüle edilip onaylanmış, liderlerin ve üyelerin sorumlu tutulacakları
kurumsal bir çerçeve olmadan, açık bir biçimde dillendirilmiş sorumluluk
ölçütleri ortadan kalkarlar. […] Otoriterlikten kurtulmayı en iyi, güç ve
liderlik ‘yönetim’in biçimleridir iddiası ya da gücün ve liderliğin
gerçekliğini örten liberter metaforlar değil, net, kısa ve detaylı bir işlem
dâhilinde tahsis edilmiş güç güvence altına alabilir.” (2014: s. 27). Burada
bana öyle geliyor ki Bookchin, belirli bir devlet türünün yeniden inşa
edilmesinden bahsediyor (veya belki de Bookchin başka bir şeyi kastediyor).
Hardt
ve Negri de kısa süre önce yataycılığın sınırlarını, liderliğin sahip olduğu
önemi kabul ettiler, hatta “iktidarı alma meselesini yeniden düşünmenin
vaktidir” dediler. Bu hat dâhilinde Negri, bu sorunların bir kısmı ile ilgili
görüşlerinin değiştiğini ve benim görüşlerimle yakınlaştıklarını söyledi
(2015). Buna karşın Springer, hâlihazırda anarşistlerin savundukları belirli
örgütlenme biçimlerine dair eleştirimi yanlış aktarıyor. Konuyla ilgili yorumum
şu şekilde:
Springer,
benim “merkezsiz fikriyatın nahif ve ümitvar hareketlerini küçümsediğimi”, ayrıca
“bugünlerde solun önemli bir kısmında hiyerarşi teriminin bu kadar gayri
popüler oluşu karşısında sitem ettiğimi” söylüyor. Ardından şu tespitini
aktarıyor:
“Bu bağlamda David Harvey,
açık ve gür bir biçimde işitilen şu mesajını iletiyor: ‘Anarşistler (ve
otonomcular) ne cüretle, dünün tükenmiş fikirleri denilen havanda su dövmek
zorunda olduğumuz koşullarda yeni ve farklı bir şeyleri düşünmeye teşebbüs
ediyorlar?’ […]” (2014: s. 265).
Springer’ın
yaptığı ilk alıntının yer aldığı Asi Şehirler’de benim asıl şikâyet
ettiğim husus, “bir bütün olarak solun her şeyi tüketen ve örgütlenmeyi fetişleştiren
yaklaşımın esiri olması” (2013a: s. 125) ile ilgiliydi. Bu konuda aslında
Bookchin’le aynı şeyi söylüyoruz: “Hiçbir örgütsel model, gerçek hayatın zorunluluklarıyla
yekten çelişecek ölçüde fetişleştirilmemelidir” (2014: s. 183).
Springer
ve diğer birçok otonomcu ve anarşist, yegâne örgütlenme biçiminin yatay,
merkezsiz, açık, mutabakata dayalı ve hiyerarşisiz olması gerektiğini
düşünüyor. Ben de bu yaklaşımla ilgili olarak şunu söylüyorum:
“Fikrimi net bir biçimde
ortaya koymak adına, şunu belirteyim: Ben, yatay ilişkilerin kötü olduğunu söylemiyorum,
hatta bu tür ilişkilerin mükemmel bir hedef olduğunu düşünüyorum, ama bir
yandan da yatay ilişkilere vurgu yapan görüşün örgütlenme düzleminde
hegemonyayı elinde bulunduran bir ilke olarak sahip olduğu sınırların görülmesi
gerektiği üzerinde duruyor, ‘ihtiyaç hâsıl olduğunda bu görüşün ötesine geçilebilmeli’
diyorum” (2013a: s. 70).
Örneğin
müştereklerin yönetilmesinde (Elinor Ostrom’un çalışmasının da ortaya koyduğu
biçimiyle) bırakalım dünyayı, şehir ve biyolojik bölge gibi geniş ölçeklerde
mutabakata dayalı yatay ilişkiler kurmak imkânsız olmasa bile zor (küresel
ısınma konusunda bu tür ilişkilerin kurulamadığı görüldü). Bahsi edilen
ölçeklerde, kurumsallaşmış yönetişimin biçimleri yanında örgütlü düşüncede de
ciddi ayarlamalar yapmayı gerekli kılan karar alma süreçlerindeki “konfederal”
veya “iç içe geçmiş” yapılar oluşturmadan yol almak imkânsız. Ayrıca iç içe
geçmiş yapılar bile belirli bir hiyerarşiye sahip olabilirler.
Çalışmamda
tespitimi desteklemek adına, hem Murray Bookchin’den hem de David Graeber’dan
alıntı yaptım. Graeber, o alıntıda, merkezsiz toplulukların “kendilerini çevreleyen
ekonomik, toplumsal veya politik sistemlerle baş etmenin yolunu bir şekilde
bulunmak zorunda olduklarını” söylüyor, “bu, oldukça çetrefilli bir meseledir,
zira hayat, kurucu ilkelerinden sürekli tavizler vermeden o büyük yapılarla
anlamlı bir yoldan bütünleşmek için alabildiğine farklı hatları takip ederek
örgütlenmelerinin hayli güç olduğunu ispatladı” (Graeber, 2009: s. 239) diyordu.
Ben,
sonrasında söz konusu toplulukların ne tür tavizlerde bulunacağı meselesini ele
aldım. Ardından da Bookchin’in konfederalizm temelli örgütlenen belediyeci
liberterizm önerisinin “farklı ölçeklerde müştereklerin yaratılması ve kolektif
kullanımı meselesiyle baş etmek adına dillendirilen en gelişkin radikal öneri”
(2013a: s. 85) olduğuna kanaat getirdim. Bu düzlemde, Bookchin’in hem
birbirleriyle hem de doğayla alışverişlerini akıl düzleminde düzenleyen,
biyolojik bölgeleri temel alan birleşik belediye meclisleri anlayışında
karşılık bulan “belediyeci liberterizm” önerisine destek sundum. Tam da bu
noktada, “pratik politika dünyasının anarşizmden ilham alan ütopik düşüncenin
ve anarşizmin kentle ilgili yazılarının meydana getirdiği o uzun tarihle
kesişmesi hâlinde verimli sonuçlar doğuracağını” söyledim (2013a: s. 138). Her ne
kadar kısa süre önce özgürleştirilmiş olan Kobani’de PKK’nin himayesinde kimi
adımlar atılsa da, Bookchin’in örgütlenmeye dair fikirlerinin belirli sınırları
olduğu görüldü. (Kobani deneyimi konusunda bkz.: TATORT, 2013).
Sonra
bu fikirleri nelerin sınırlayabileceğini dillendirmenin önemli olduğunu
düşündüm. 2000’lerin başında El Alto’daki devrimci kalkışmaların can verdiği
örgütlenme biçimlerine yakından baktıktan sonra “yataycılar”ın destekledikleri,
diğer nispeten konfederal olan, kimi örneklerde dikey yapıları kesen örgütlenme
biçimleri de dâhil tüm iç içe geçen örgütlenme biçimlerine bakmak gerektiğini
tespit ettim. Neticede dikey ve yatay her türden iç içe geçen, kesişen
örgütlenme biçimlerini temel alan, alabildiğine ütopik bir taslağın New York
gibi büyük şehirleri yönetirken işe yarayabileceği sonucuna ulaştım (2013a: s. 151-153).
Springer’ın
dünün tükenmiş fikirleri denilen havanda dövdüğümü söylediği su (2014: 265) işte
bu!! Ben, sadece Springer’ın mutabakata dayalı yataycılığı kabul edilebilecek
yegâne örgütlenme biçimi olarak takdim edip fetişleştirmesinin sorunlu olduğunu
söyledim. Oysa bu başka seçenekleri dışlayan ve fikriyatla pratiği tekeline
alan dogma, uygun ve etkili çözümleri keşfedeceğimiz yolda ilerlememize mani oluyor.
Graeber’ın
her telden anarşistin son yıllarda benimsedikleri (veya kimi örneklerde yerli
halkların pratiklerinden aldıkları) “zengin ve giderek çeşitlenen örgütsel araçları”
ben de sahipleniyorum. Bu araçlar, solun politik örgütlenme biçimleri
repertuvarına önemli katkılar sundular.
Ayrıca
demokrasinin yeniden icat edilmesi denilen o önemli hedefin herkesin ana
meselesi hâline gelmesi gerektiğini ben de kabul ediyorum. Ama bir yandan da
ben, demokrasiyi yeniden icat ederken bir yandan da kendi içinde tutarlı bir antikapitalist
politikanın peşinden gitmemiz gerektiğini söylüyorum. Bugün birçok anarşistin
ve otonomcunun kendilerini bağladıkları örgütlenme biçimlerinin ötesine uzanmamızın
şart olduğunu ortaya koyan birçok delil olduğundan bahsediyorum.
Örneğin
Negri ve tanıdığım bir dizi Yunan anarşisti gibi ben de destekliyorum Syriza’yı.
Podemos’a ben de destek sunuyorum. Ama ben, bu partileri onlar devrimci oldukları
için değil, farklı bir politika türüne ve farklı bir muhabbete alan açtıkları
için destekliyorum. Politik gücün harekete geçirilmesi önemli bir meseledir,
devlet, radikalleşmenin gerçekleşme ihtimalinin bulunduğu bir alan olarak görmezden
gelinmemelidir. İşte bu tür konularda ben, birçok otonomcu ve anarşist
arkadaşımdan ayrışıyorum.
Ama
bu ayrışma, ortaklaştığımız antikapitalist mücadelelerde birbirimize yardım etmemize
ve işbirliği kurmamıza mani değil. Dürüstçe dile dökülen fikir ayrılıkları,
verimli işbirliklerine mani olmamalı. Buradan da ben şu sonuca ulaşıyorum:
radikal coğrafya neyse o olsun: özel kişilerin malı olan her türden “izm”den kurtulsun.
David Harvey
10 Haziran 2015
Kaynak
Kaynakça:
Böhm S, Dinerstein A ve Spicer A (2008) “(Im)possibilities of autonomy: Social
movements in and beyond capital, the state and development”, Social Movement
Studies 9: s. 17-32.
Boltanski
L ve Chiapello E (2007) The New Spirit of Capitalism, Çeviri: Elliott G.,
Londra: Verso, s. 23.
Bookchin
M (2014) The Next Revolution: Popular Assemblies and the Promise of Direct
Democracy. Londra: Verso.
Bookchin
M (1971) Post-Scarcity Anarchism. San Francisco: Rampart Press.
Bowles
S ve Gintis H (1977) Schooling in Capitalist America: Educational Reform and
the Contradictions of Economic Life. New York: Basic Books.
Chardak
H (1997) Elisée Reclus: L’Homme qui aimait la Terre. Paris: Editions
Stock.
Yayına
Hz.: Clark J ve Martin C. (2004) Anarchy, Geography, Modernity; The Radical
Social Thought of Elisée Reclus. Lanham, MD: Lexington Books.
Corcoran
P (1983) Before Marx: Socialism and Communism in France, 1930-48. Londra:
Macmillan.
Dunbar
G (1978) Elisée Reclus: Historian of Nature. Hamden, CT: Archon Books.
Ealham
C (2010) Anarchism and the City: Revolution and Counter-Revolution in
Barcelona, 1898-1937. Oakland: AK Press.
Fleming
M (1988) The Geography of Freedom. Montreal: Black Rose Books.
Folke
S (1972) “Why a Radical Geography must be Marxist”. Antipode 4: s. 13-18.
Gibson-Graham,
J K (2006) The End of Capitalism (As We Knew It): A Feminist Critique of
Political Economy. Minnesota: University of Minnesota Press.
Graeber
D (2002) “The New Anarchists”. New Left Review 13: s. 61-73.
Graeber
D (2009) Direct Action: An Ethnography. Oakland: AK Press.
Harvey
D (1975) “Class Structure and the Theory of Residential Differentiation”. Yayına
Hz.: Peel R, Chisholm M ve Haggett P., Bristol Essays in Geography içinde.
Londra: Heinemann Press, s. 354-369.
Harvey
D (1977) “Labor, Capital and Class Struggle Around the Built Environment”. Politics
and Society 7: s. 265-295.
Harvey
D (1984) “On the History and Present Condition of Geography: An Historical Materialist
Manifesto”. The Professional Geographer 36: s. 1-11.
Harvey
D (1987) “Three yths in search of a reality in urban studies”. Environment
and Planning D: Society and Space 5: s. 367-386.
Harvey
D (1989) The Condition of Postmodernity: An Enquiry into the Origins of
Cultural Change. Oxford: Blackwell.
Harvey
D (2000) Spaces of Hope. Edinburgh: Edinburgh University Press.
Harvey
D (2003) Paris: Capital of Modernity. New York: Routledge.
Harvey
D (2009) Cosmopolitanism and the Geographies of Freedom. New York:
Columbia University Press.
Harvey
D (2010) A Companion to Marx’s Capital. Londra: Verso.
Harvey
D (2013a) Rebel Cities: From the Right to the City to the Urban Revolution.
Londra: Verso.
Harvey
D (2013b) A Companion to Marx’s Capital, Cilt 2. Londra: Verso.
Harvey
D (2014) Seventeen Contradictions and the End of Capitalism. Londra:
Profile.
Hawken
P (2007) Blessed Unrest, How the Largest Movement in History is Restoring
Grace and Beauty to the World. New York: Viking.
Holloway
J (2010) Change the World without Taking Power. New York: Pluto Press.
Hyams
E (1979) Pierre-Joseph Proudhon: His Revolutionary Life, Mind and Works.
Londra: John Murray.
Yayına
Hz.: Johnston R J ve Claval P, eds. (1984) Geography Since the Second World
War. Londra: Routledge.
Negri
A (2015) “An interview with Toni Negri: From the Refusal of Labour to the Seizure
of Power”. Roar Magazine Ocak 2015 (Roar, erişim tarihi: 20 Mart 2015).
Nozick
R (1974) Anarchy, State, and Utopia. New York: Basic Books.
Peake
L and Sheppard E (2014) “The Emergence of Radical/Critical Geography within
North America”. ACME 13: s. 305-327.
Pelletier
P (2009) Elisée Reclus: Geographie et Anarchie. Paris: Les Editions du
Monde Libertaire.
Piore
M ve Sabel C (1984) The Second Industrial Divide: Possibilities for
Prosperity. New York: Basic Books.
Reclus
E (1982) L’Homme et la Terre, Yayına Hz.: Ghiblin B., 2 Cilt (kısaltılmış
hâli) Paris: La Découverte.
Scott
J (2012) Two Cheers for Anarchism. Princeton, Princeton University
Press.
Sitrin
M ve Azzelini D (2014) They Can’t Represent Us: Reinventing Democracy from
Greece to Occupy. Londra: Verso.
Smith
N (1992) “History and Philosophy of Geography: Real Wars, Theory Wars”. Progress
in Human Geography 16: s. 257-271.
Smith
N (2003) American Empire: Roosevelt’s Geography and the Prelude to
Globalization. Berkeley: University of California Press.
Springer
S (2014) “Why a Radical Geography must be Anarchist”. Dialogues in Human
Geography 4: s. 249-270.
TATORT
(2013) Democratic Autonomy in Northern Kurdistan: The Council Movement,
Gender Liberation and Ecology. Porsgrunn, Norveç: New Compass Press.
The Invisible Committee (2009) The Coming Insurrection. Los Angeles, Semiotext(e).
0 Yorum:
Yorum Gönder