Neoliberalizm, Küresel İsyan Dalgası
ve Askerî Kentçilik
Emperyalist ülkelerin ezilen toplumsal kesimlerinin ve
“Küresel Güney” olarak adlandırılan ezilen coğrafyalarının metropol
yoksullarının, neoliberal yıkıma ve yoksullaşmaya karşı kendiliğinden
isyanlarının patlak verdiği bir dönemdeyiz. Yoksullar, yoksullaşmakta olan
küçük burjuvazi, göçmenler neoliberal otoriter devletlerin baskıcı ve
yoksullaştırıcı politikalarına karşı tepkisel isyan provaları, öfke patlamaları
sergiliyorlar. Atina, Paris, Londra, Kahire, İstanbul, Sao Paolo, Buenos Aires
gibi metropoller ve gelişmekte olan kentler, kendiliğinden isyan dalgasının
sahneleri ve stratejik merkezleri hâline geliyorlar. Sintagma, Puerta del Sol
ve Tahrir meydanları, İnci Meydanı veya Taksim Meydanı-Gezi Parkı gibi
sembolleşen müşterek kent mekânları, belki yeni yüzyılda ezilen devrimlerin
birebir gerçekleştiği alanlar olmayacak; ancak bir gerçeklik var ki o da kent
meydanlarının, sokaklarının, mahallelerinin 21. yüzyılın esas çatışma ve
mücadele alanları olacağı.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Asya, Afrika ve
Latin Amerika’da geçimlik tarım üreticiliğinin emperyalist dünya ekonomisi
tarafından küresel piyasalara zorla dâhil edilmesi, kırsal kesimde
yarı-proleter yığınları ve yoksullaşmış köylü nüfusunu, sömürgecilik ise ezilen
ulusları ortaya çıkardı. Lenin ve Mao’nun Marksizmin devrimci diyalektiğini
harekete geçiren teorik ve pratik-politik hamleleri ile ezilen ulusların ulusal
kurtuluş savaşlarının, bu ulusların ezilen sınıflarının (sanayi proletaryası ve
yoksul köylülük) devrimciliği ile birleştirilmesi, Marksist devrimciliği
geçtiğimiz yüzyılda dünyanın ezilen uluslarının yaşadığı coğrafyalara,
özellikle de kırlara taşımıştı.
19. yüzyıl, Avrupa’da kendiliğinden kitlesel
ayaklanmalar (1830-1848 ayaklanmaları) ve Paris Komünü gibi deneyimlere sahne
olsa da, 20. yüzyıl, Batı merkezli Marksizmin hayal ettiği gibi kent devrimleri
çağı olmamış, ezilen halkların yaşadığı bölgelerde köylü tabanlı ulusal
kurtuluş savaşlarının çağı olmuştu. Sovyet Devrimi ve Çin Devrimi’nin açtığı
yol, Küba, Vietnam, Nikaragua devrimleri, Filistin başta olmak üzere
Ortadoğu’daki gerilla mücadeleleri ile devam etti. Bu dönem, aynı zamanda
Sovyetler Birliği’nin “revizyonist” olarak adlandırılan bürokratikleşmiş
yönetimine ve Batı Avrupalı reformist-parlamentarist komünist partilere karşı
Batılı olmayan, “aydınlanmamış”, kentleşmemiş ve az sanayileşmiş ezilen
halkların devrimciliğinin ön plana çıktığı bir dönemdi.
“Pasifleştirici ve yozlaştırıcı kente karşı devrimci
kırlar” çağrısı o dönemin teorik eserlerine de yansımıştı. Regis Debray Devrimde
Devrim’de, “kırsal alanlar ve dağ ormanlarını bağımsızlık cephesinin gerçek
silâhlı yumruğu” olarak tanımlarken, “şehirlerin radikalizmi yumuşattığını,
insanları tüketici haline getirdiğini, burjuvalaştırdığını ve yozlaştırdığını”
ifade ediyordu. Fidel Castro’ya göre de “şehir, devrimcilerin ve olanakların
mezarlığı” idi. Devrimin ana stratejisi, kapitalizmin ve emperyalist güçlerin
karargâhı olan kentlerin kırlardan toplanıp gelen devrimci ordularla
kuşatılması, ikmal yollarının kesilmesi ve ele geçirilmesiydi.
Türkiye’de 1971 devrimci kopuşu öncesinde en çok
tartışılan konulardan biri, devrimin kentlerden mi yoksa kırlardan mı başlaması
gerektiği üzerineydi. Bu tartışma, esasında Türkiye’nin demokratik devrimini
tamamlayıp tamamlamadığı sorunu üzerinde düğümlenen bir başka tartışma
konusunun türevi olarak gündeme geliyordu. Tartışmanın her iki kanadı da, yani
Sosyalist Devrim (SD) ve Milli Demokratik Devrim (MDD) kanatları, Marksizmin
ilerlemeci tarih anlayışını politik hatlarının merkezine oturtan “aşamalı
devrimcilik” yaklaşımından köken alsalar da, yorum farklılıkları devrimcilik ve
reformizm arasında beliren bir fark ile sonuçlandı.
Sosyalist Devrim kanadı, Türkiye’de burjuva devriminin
tamamlandığını, parlamenter demokrasinin oturduğunu ve artık sıradaki aşamanın
başat olarak kentli işçi sınıfının öncülüğünde yürütülecek bir sosyalist devrim
olduğunu savunurken, esas olarak kırlarda silâhlı mücadeleyi amaçlayan 1971
devrimci kopuşunun önderleri diğer kanattan, yani Türkiye’de hâlâ tasfiye
edilmesi gereken bir feodalite varlığını ön plana alan, kentli işçi sınıfının
öncülüğünü kabul etmeyen ya da “fiili değil ideolojik öncülüğü” onaylayan,
Milli Demokratik Devrim kanadı içerisinden çıktı. “Şehir gerillacılığını”
tümüyle reddetmemekle birlikte esas olarak kırlardan kentleri halk savaşı ile
kuşatma stratejisi o dönemin ideo-politik atmosferi içinde Çin, Küba ve Vietnam
devrimlerinin Sovyet revizyonizmine karşı diri ve mücadeleci tutumuyla da
yakınlık içerisindeydi. Yine de, esas olarak Türkiye’de kırların devrimcileşmesi,
kapitalizmin daha az geliştiği, feodal üretim ilişkilerinin güçlü olduğu ve
yoğun bir ezilen kırsal nüfus barındıran Kürt coğrafyasında Kürt ulusal
hareketinin öncülüğünde gerçekleşti.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda da kırlardan kentlere
yürüyen ezilen devrimciliği farklı coğrafyalarda sürdürülüyor. Nepal’de yaşanan
devrim süreci, Hindistan’daki Naksalist hareket son yıllarda öne çıkan mücadele
örnekleridir. Ayrıca, kapitalizmin doğayı, ormanları, suyu metalaştırma
politikalarının, gıda krizlerinin karşısında köylü/yerli isyanları yaşanmaya
devam ediyor. 1994’te Chiapas isyanıyla yola çıkan Zapatista hareketi,
küreselleşme ve neoliberal saldırının kırsal bölgelerdeki etkilerine cevap
olarak gelişti.
Bu sayılan örneklerin haricinde, 21. yy başında dünya
genelinde yükselmekte olan mücadele biçimi ise kapitalist metropollere yığılan,
ama “kentli olamayan” yoksulların yoksullaşmakta olan “kentli” küçük burjuva
kesimleri ile birlikte giriştikleri heterojen ve çok katmanlı kitlesel isyan
hareketleridir. Neoliberal kapitalizmin son 30 yılda küresel ölçekte yarattığı
yıkımlara bağlı olarak, yapısal kriz konjonktürünün de etkisiyle dünya
genelinde kentlerde kendiliğinden isyan dalgaları yükseliyor ve bu isyan
dalgaları, “kendiliğindenlik dönemi”nin ritmine uyarak hızla yükselip hızla
inişe geçiyorlar. Ayaklanmaların yaşandığı coğrafyalar, küresel kapitalizmin
potansiyel zayıf halkaları olarak beliriyor. Şimdilik bu küresel isyan
dalgasında yoksullaşmakta olan kentli küçük burjuvazinin belirgin ideolojik
etkisi ve buna bağlı olarak isyanların yıkıcı olmayan asilik boyutunda kaldığı
açık olsa da, gelecekte kent paryalarının, yoksul proleterlerin, dışlanan
göçmenlerin, yoksullaşan orta sınıfın öfkelerini birleştiren devrimci
ayaklanmaların nesnel koşulları birikiyor. Nesnel durum, kendi başına yeterli
olmamakla birlikte, ezilenlerin eşitlikçi devrimleri için çeşitli olanakların
varlığını gösteriyor.
21. Yüzyılda Kentler ve Ezilenler
Kentler, binlerce yıldır siyasal iktidarın, iktidara
bağlı ideoloji üretim kurumlarının ve sermayenin en yoğun biçimde temerküz
ettiği alanlar olmuştur. Neolitik dönemle birlikte sınıflı toplum yapısının
ortaya çıkardığı kent-kır ayrımı, kapitalizmin doğuşu ve gelişimi ile birlikte
daha derinleşti. Kapitalizm, devlet zoru ile yarattığı mülksüzleştirme
sonucunda kırsal alanlardan sermayenin yoğunlaştığı kent merkezlerine
metalaştırılmış insan kitlelerini, yani ucuz emek gücünü sürerken, aynı zamanda
sermaye birikimini de hızlandırmış oldu. Kapitalizmin doğum ve büyüme
dönemlerinde genel olarak Batı coğrafyası için geçerli olan bu gelişmeler 20.
yüzyılda hızlandı, sosyalizm deneyimlerinin geriletilmesi sonrasında ise
küreselleşen sermayenin dünya genelindeki etkisi ile ezilen halkların
coğrafyalarında da benzer etkiler yarattı. Bu gelişmeleri demografik verilerle
de görmek mümkündür.
20. yüzyılın başında 1,8 milyarlık dünya nüfusunun
1/10’u kentlerde yaşıyordu. 2008 yılında ise BM’nin yaptığı açıklamaya göre,
insanlık tarihi boyunca ilk defa kentlerde yaşayan nüfus kırlarda yaşayan
nüfusu geride bırakmıştır. BM raporuna göre 2050 yılında dünyanın tahmini
nüfusunun 9,2 milyar olacağı ve bu nüfusun yaklaşık %75’inin kentlerde
yaşayacağı öngörülüyor. Bunun anlamı şudur: Önümüzdeki 40 yıl içerisinde
kentler, artan bir hızla, yaklaşık yedi milyar insana ev sahipliği yapacak ve
bu insan topluluklarının ezici çoğunluğu Asya, Afrika, Latin Amerika kentleri
gibi dünya yoksullarının yaşadığı megakentlerde yaşayacak. Dünya Bankası’nın
2001 tarihli raporunda “üçüncü dünya kent nüfusu patlamasının sonucunda 2030-2040
yıllarında iki milyar gecekondu sakini olabileceği” belirtiliyor. BM Kentsel
Gözlem Projesi, 2020’de “dünya genelindeki kent yoksulluğunun toplam kent
nüfusunun %50’sine ulaşabileceği” konusunda emperyalist merkezleri uyarıyor.
Bir bakıma Fanon’un “yeryüzünün lanetlileri” olarak adlandırdığı geniş insan
grupları, 20. yüzyıldan farklı olarak, büyük oranda megakentlerde hayatlarını
sürdürmeye çalışacaklar.
30 yıl öncesine kadar dünyanın 30 büyük megakentinin
13’ü gelişmiş kapitalist ülke metropolleriydi. Bu sayı 2010 yılında 8’e indi.
2050 yılına gelindiğinde ise dünyanın 30 büyük kentinin neredeyse tamamı Asya,
Afrika ve Latin Amerika’nın sefalet içinde yaşayan insanlarla dolu megakentleri
olacak. “Küreselleşme” adı verilen yeni emperyalizm biçimi, burjuvazinin bütün
dünyayı kendi suretinde yeniden dizayn etme girişimidir ve büyük
ekonomik-politik-sosyal yıkım süreçleriyle işler.
Kapital’de
Marx’ın tanımladığı biçimiyle, sermaye esas olarak bir toplumsal ilişki ve
iktidar biçimidir; hâkim olduğu, yayıldığı alanlarda her şeyi, her ilişkiyi
metalaştıracak biçimde işlev görür. Neoliberalizm, metalaştırmanın alabildiğine
yaygınlaşması ile karakterize edilebilecek bir süreç olarak, artı sermayenin
yoğunlaştığı emperyalist metropollerde bile sınıfsal, politik eşitsizlikleri
gitgide artırırken, bu sürecin yıkıcı etkileri dünyanın yoksul coğrafyalarında
daha da belirgindir. Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın önemli üretici güçlerini
barındıran tarımsal ekonomilerinin tahrip edilmesinin, devlet zorunun köy
nüfuslarını azaltmasının, sanayisizleşme, esnek istihdam ve özelleştirmelerin
sonucunda kapitalizm tarihindeki en büyük kitlesel ucuz emek gücüne kavuşmuş
oldu. Emek gücünü formel ya da informel sektörlerde ucuza da olsa piyasada
satabilmenin avantaj sayıldığı bir dünyada, işsizlik ve yoksulluk yapısal hâle
gelmiştir. Dünyanın yoksullarının sürüldüğü megakentler işsizlik ve yoksulluk
deposudur. Metropol, hem şehrin hem de kırın eşzamanlı ölümüdür.
Yedek işçi ordusunu artırarak bir yandan sermaye
birikimini büyüten emperyalist merkezler, diğer yandan ise sefalet içindeki bu
insan yığınını nasıl kontrol edebileceği üzerine düşünüyor. Dünya Bankası’nın
2000 yılının başlarındaki raporu, “kent yoksulluğunun gelecek yüzyılın en
önemli, siyasal patlamalara yol açabilecek sorunu” hâline geleceğinden
bahsediyor. Gelecekteki sorun, nesnel durumun, yani kendiliğinden siyasal
patlamaların nasıl yönetileceği ve kontrol edilebileceği üzerinde
düğümlenecektir.
Neoliberalizmin “Güvenlik Devleti”
“Güvenlik,
burjuva toplumunun en yüce toplumsal kavramıdır, toplumun tümünün yalnızca,
üyelerinin her birinin kişiliği, hakları ve mülkiyetinin korunmasını garanti
altına alma durumunda oluşuna ilişkin polis kavramıdır.”
[Karl Marx]
2000 yılında yapılan Dünya Bankası ölçümlerine göre,
dünya genelinde sınıflar arası gelir eşitsizliği 0,67 gibi oldukça yüksek bir
GINI katsayısına ulaşmıştı. Neoliberalizmin ezilen sınıflar üzerindeki yıkıcı
etkisi arttıkça, dünya genelinde kapitalizmin metalaştırma politikalarına ve
yaşamı metalaştırarak tahakküm altına alan biyoiktidarlara karşı ayaklanmalarda
da artış görülüyor. Çünkü meta ilişkisinin yayılmaya dönük hareketi, liberal
teorisyenlerin iddia ettiği gibi rasyonel ve kendiliğinden değil, zora ve
şiddete dayalı bir harekettir. Devletlerin şiddet tekelinin sağlamış olduğu
“şiddet durumunun” sarsıntı geçirmesi postmodern kapitalizmin demokratik
maskeli devlet iktidarlarının faşist yüzlerini göstermelerine yol açıyor. Bu
durum, son yıllarda güncelleşen “güvenlik devleti” tartışmalarının da temelini
oluşturuyor.
“Güvenlik devleti” başlığı altında tanımlanan
otoriter-metalaştırıcı devlet pratiklerinin geçmişi liberal kapitalizmin
doğumuna kadar gider. Tarihsel gerçekler, tarihsel ilerlemeci ve modernleşmeci
paradigmanın aksine klasik liberalizmin kapitalist devletin doğumundan bu yana,
ezenlerin kadim aracı olan devlet iktidarının “daha incelikli” yöntemlerle
kullanılabilmesinin önünü açtığını gösteriyor. Liberal siyaset ve iktisat
teorisinin kuruluşunda Hobbes’un Leviathan’ı, Locke’un mülk sahibi özgür
burjuva bireyi, Smith’in piyasayı düzenleyen “görünmeyen eli”, burjuva
iktidarının yönetsel, ekonomik ve ideolojik temel taşlarını oluşturur. Burjuva
teorisyenlerinin, Aydınlanma filozoflarının “genel çıkar”, “kamu yararı” ve
“özgürlük” söylemlerinin ardında, burjuvazinin kendi suretinde tasarladığı
“mülk sahibi, rasyonel, özgür” insan bireyinin tüm insanlar adına evrensel bir
özne olarak koyutlanması gizlidir. Liberalizmin koyutladığı evrensel
insan-öznenin kendi yansımasında bulduğu devlet tasavvuru da özel mülkiyeti
korumak için geniş ezilen yığınlarının, alt sınıfların özgürlük ve haklarını
“güvenlik adına” askıya alabilen burjuva devlet iktidarıdır. Burada
Descartes’in cogito’su, Kant’ın transandantal aklı ve Hegel’in “tinin
kendi üzerine hareketinin zirvesi” olarak gördüğü burjuva devlet iç içe geçer.
Neoliberal-postmodern kapitalizmde devlet aygıtının
güvenliğe yaklaşımında esasa dair bir değişiklik olmadığını belirtmek gerekir.
Yaşanan değişiklik, ölçeklerde ve teknolojik gelişimin yarattığı imkânlarda
izlenebilir. Sermayenin küresel yayılım ve dolaşımının kolaylaşması, teknolojik
takip ve izleme-gözetleme olanaklarının artması, teknolojik istihbarat ile
otoriter biyopolitik yaklaşımların kolayca birleşmesini sağlıyor.
Neoliberal-postmodern kapitalizmin otoriter devlet modelinde çok-kültürlülük
maskeli yeni ırkçılık politikaları, hukuk devleti vurgulu baskıcı yasal
düzenlemeler, parlamentarizm ve yerel yönetimler ardına gizlenmiş küresel
tekelci sermaye-merkezi devlet işbirliğine dayalı sınıfsal baskı politikaları
iç içe geçer. Bu devlet yönetim modeli, bir anlamda “olağan” hukuk devleti
vurgusunun altından her daim çıkmaya hazır kapitalist tekelci devlete içkin
olağanüstü hâlin kalıcılaştığı bir modeldir.
Carl Schmitt’in “Egemen, istisna hâline karar veren
kişidir” tespiti, Walter Benjamin’in “olağanüstü hâl, istisna değil kaidedir”
sözü ile birlikte ele alınmalıdır. 21. yüzyıl başında ABD Başkan Yardımcısı
Dick Cheney’in “Teröre karşı savaş doktrininin” “geçici bir önlem olmadığını,
bunun yeni normallik olarak düşünülmesi gerektiğini” söylemesi ise yakın
zamanlara dair bir örnektir.
Neoliberal devletin, sermayenin temerküz ettiği
metropollerde sermaye birikiminin sürdürülebilirliğinin sağlanması, kentsel
rantın büyütülmesi için uyguladığı “kentsel dönüşüm” politikaları, küresel
kapitalizmin ihtiyaçlarıyla uyumlu olduğu gibi, aynı zamanda kitlesel hâlde
kentlere sürülen ezilenlerin, kent yoksullarının kent merkezlerinden uzak
tutulması, denetim altına alınması ve üst-orta sınıfların mekânsal ayrışma ile
korunması amaçlarıyla birliktelik gösterir. Kent merkezlerinden yoksul nüfusun
sürülmesi, evlerinden atılması yoluyla yapılan mutenalaştırma politikaları ve
emlak spekülasyonları, alınan yüksek güvenlik önlemleri ve şehir hayatının
polisiye denetim altında tutulması ile birlikte yürütülür. Sınıfsal ayrışmayı
ve polis şiddetini aynı mekânda birleştiren, Ortaçağ’ın feodal şatolarını
andıran, kamera sistemleriyle, dikenli teller ve çitlerle korunan finans
kuleleri, yüksek güvenlikli siteler, devasa AVM-rezidanslar, neoliberalizmin
sembolik şiddet göstergeleridir.
Ezenlerin Saldırısı ve Yeni Askerî Kentçilik
“Gerçekte,
burjuvazinin, konut sorununu kendi modeliyle çözmek -yani sorunu sürekli
yeniden ortaya çıkaracak bir şekilde çözmek- için yalnızca bir yöntemi vardır.
Bu yönteme ‘Haussmann’ denmektedir.”
[Friedrich Engels]
“Tabii
ki sınıf savaşı var, savaşı açan benim sınıfım, yani zenginler ve kazanan da
biziz!”
[Warren Buffett, 2006]
Emlak piyasası, artı sermayenin soğurulması amacıyla
kullanılır; böylece sermaye, kısa vadede kent rantları üzerinde yapılan
spekülasyonlarla büyük kârlar elde eder. Arazi spekülasyonlarının en çok
yapıldığı metropol merkezleri, yoksulların yaşadığı mahallelerin yıkılarak
yerine AVM, rezidans, pahalı tüketim alanları yapılması yoluyla, âdeta işgal
edilir. Kapitalizmin tarihi bu yöndeki girişimlerin örnekleriyle doludur.
Eski askerî kentçilik, kapitalizmin hızlı gelişme
döneminde sömürgeci kent savaşlarından tecrübe edilen baskı tekniklerinin,
askerî taktiklerin Avrupa kapitalizminin metropollerinde kullanılmasıyla
şekillenmişti. 1840’larda Mareşal Thomas Robert Bugeaud -1847’de ilk Batı tarzı
kentsel savaş kitabını, La Guerre des Rues et des Maisons’u [“Sokakların
ve Evlerin Savaşı”] yazdı- Cezayir’de sömürgeciliğe karşı halk isyanını bütün
mahallelerin yıkımı yoluyla bastırdıktan sonra onun uyguladığı kentsel yıkım ve
planlamaya dayalı savaş taktikleri Paris sokaklarında ve meydanlarında
uygulandı. Bugeaud’nun Paris ezilenlerinin, proleterlerinin devrimci
başkaldırılarını bastırmak için şehri geniş askeri otoyollar ve bulvarlar inşa
etmek gerekçesiyle yeniden düzenleme planı, daha sonra Baron Haussmann
tarafından devam ettirildi. 19. yy’da Baron Haussmann’ın Paris’te kentsel rant
için yaptığı dönüşümler hem Bonapartist rejimin sermaye birikimini hızlandırma
politikasının parçası olmuş, hem de 1848 devrimci ayaklanmaları ile bunalan
burjuva devlet aygıtının gelecekteki isyanları engelleme politikasına
dönüşmüştü. (Hausmann ve Bonapartist rejimin bu girişimleri, yine de 1868
kapitalist krizine ve 1871 Paris Komününe engel olamamıştı.)
Haussmann tarzı askerî kentçilik politikaları,
emperyalist merkezlerin gündemine tekrar ve bu defa daha yoğun biçimde girdi.
NATO askerî uzmanları, sosyalizm deneyimlerinin yenilgiye uğratılmasından bu
yana bir yandan “entegre olmamış boşluk” olarak adlandırdıkları Ortadoğu’yu
küresel kapitalist pazara entegre etmek için zora ve rızaya dayalı yöntemler
geliştirirken, diğer yandan neoliberal yıkım süreçlerinin (özelleştirme, tarım
ekonomisinin çökertilmesi, Dünya Bankası Yapısal Uyum Programları vb) sonucunda
kanser hücresi gibi büyüyen kentleşme olgusunu da göz ardı etmediler.
Kentlerdeki potansiyel isyan tehdidine yönelik “yeni askerî kentçilik doktrini”
geliştirildi. Stephen Graham’ın sözleriyle, “Yeni askerî kentçiliğin temelinde,
altyapılarının yanı sıra, şehirlerin komünal ve özel mekânlarını -sivil
nüfusuyla birlikte- hedef ve tehdit kaynağı olarak yorumlayan bir paradigma
kayması yatmaktadır.”
1997 ve 1999 yıllarındaki NATO toplantılarında “21.
yy’ın özellikle ilk 30 yılının devrimci ayaklanmalar dönemi olacağı” ve bu
ayaklanmaların “Ortadoğu, Basra Körfezi, Kuzeybatı Afrika, Latin Amerika gibi
emperyalizmin zayıf halkalarında ve Avrupa metropollerinde gerçekleşeceği”
öngörülerek “21. yüzyıl konsepti” belirlendi.
1976-1992 yılları arasında ezilen dünyanın 39
ülkesinde 146 IMF isyanı yaşanmıştı. Bu isyanlar, yoksullar ve
mülksüzleştirilmiş toplulukların toplumsal adalet taleplerini ve öfkelerini
ortaya çıkaran yiyecek ayaklanmaları, kitlesel protestolar ve genel grevlerden
oluşuyordu. Şubat 1989’da patlak veren Caracazo ayaklanması, kent yoksullarının
yıkıcı enerjilerini göstermesi bakımından emperyalist-kapitalist merkezler için
uyarıcı oldu. NATO-IMF-Dünya Bankası-BM gibi küresel emperyalist örgütler
kendileri açısından çözüm yolları aramaya başladılar. Yeni askerî kentçilik
uygulamaları İsrail ordusunun Gazze ya da Cenin’de kullandığı yöntemlerden,
1992 Los Angeles ayaklanmasından ve ABD ordusunun 1993 Mogadişu yenilgisinden
çıkarılan sonuçlarla geliştirilmeye başlandı. Gecekondu milislerinin elit komando
birliklerine %60’lık zayiat verdirdiği Mogadişu direnişi, askerî teorisyenleri
MOUT (Military Operations on Urbanized Terrain -Kentleşmiş Bölgede
Askerî Operasyon) olarak bilinen Pentagon programını geliştirmeye yöneltti. Bu
politika, esasında neoliberalizmin metropolleri işsiz ve yoksul ezilen
yığınları ile doldurmasının yarattığı endişe ile ilgiliydi. Kentsel rantların
sermaye birikimi için önemli “fırsatlar” sunduğu, kentlerin “marka değeri” ile
küresel piyasalara sunularak artı-sermayenin soğurulmaya çalışıldığı bir
ortamda, güvenlik doktrinleri kent merkezlerinin proleter yığınları tarafından
ele geçirilmesinin, öfkeli ve dışlanmış ezilenlerin ayaklanmasının oluşturduğu
potansiyel “tehditler” göz önüne alınarak hazırlandı.
ABD ordusunda istihbarat görevlisi olarak çalışan ve
bir dönem Türkiye’de de görev yapan Ralph Peters, ABD Kara Harp Akademileri dergisinde
bu durumu şu sözlerle belirtiyordu: “Geleceğin savaşları dünyanın bozuk
şehirlerini meydana getiren sokaklarda, kanalizasyonlarda, yüksek binalarda ve
geniş alanlara yayılmış evlerin aralarında olacaktır.” Gelecekte sokak
çatışmalarının büyüyeceğini ve devrimci ayaklanmalarla karşılaşılabileceğini
ise şöyle ifade ediyordu: “ama bu çarpışmalar bir başlangıç sadece, gerçek
drama daha var.”
David Harvey’nin tespit ettiği gibi, “askerî
planlamanın bugün yoğun biçimde odaklandığı sorun, sabırsız ve devrimci
potansiyele sahip kent menşeli hareketlerle nasıl başedileceği”dir. 1950’li
yıllarda nükleer savaş planlarının, 1960’lı yıllarda kontrgerilla stratejilerinin
hazırlanmasına yardımcı olan RAND, son dönemde dikkatini şehirler üzerine
yoğunlaştırdı. RAND’ın 1990’lı yılların başında geliştirdiği projeler
“demografik değişimlerin gelecekteki çatışmaları nasıl etkileyeceği”
üzerineydi. Bu projelerde en çarpıcı nokta, “dünya yoksulluğunun kentleşmesinin
isyanların da kentleşmesine” yol açacağına dair yapılan vurgudur. RAND
teorisyenleri, megakentlerin yeni dünya düzeninde en zayıf halka hâline geldiği
gerçeğinin farkındadırlar. ABD’li kentsel savaş teorisyeni Keith Dickson,
kapitalizm ve işgal karşıtı ayaklanmalar konusunda şunları söylüyor:
“Batılı
askeri kuvvetler için, kentsel alanlarda gerçekleştirilecek asimetrik bir savaş
bu yüzyılın en büyük başarılarından biri olacaktır. Şehirler stratejik olarak
üstünlük kazanacaktır ve onu her kim kontrol ederse dünyada bundan sonra
meydana gelecek olayların gidişatını da o belirleyecektir.”
ABD Deniz Kuvvetlerinin Urban Century [“Kent
Yüzyılı”] adlı raporuna göre ise “modern kent içi savaş operasyonları 21.
yüzyılın önde gelen meydan okumalarından biri hâline gelecektir.”
Soğuk Savaş sonrasında 1990’lı yılların başında
geliştirilen RMA (Revolution in Military Affairs -Askerî Sahada Devrim),
2004 yılındaki Yeni Manhattan Projesi ve Urban Resolve 2015 projesi gibi
emperyalist askerî programlar, metropollerde ezilen kitlelerin devrimci
ayaklanmalarının önlenmesi ve/veya bastırılması amacıyla geliştirilmiş
militarize denetim teknolojilerine dayanır. 11 Eylül sonrasında ABD ordusunun
Kabil, Bağdat, Felluce gibi kentlerde edindiği deneyimler, Seattle’daki
küreselleşme karşıtı ayaklanmalar ve Katrina kasırgası sonrasında New
Orleans’ta yaşananlar, 21. yüzyıl başında metropollere dönük “kriz yönetimi”
adı verilen yeni kontrgerilla yöntemlerinin geliştirilmesinde laboratuvar
işlevi gördüler. İnsansız hava araçları, yüksek teknolojili gözetleme
sistemleri, biyometrik kontroller (parmak-avuç izi, iris tarama, ses ve yüz
tanıma, yürüyüş tarzı, hareket tanıma teknikleri), kent içi mekânın sınıfsal
ayrımlara ve güvenlik ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edilmesi, kent içi
muhalif grupların ve ezilenlerin kent çeperine sürülmesine dayanan kentsel
dönüşüm politikaları askerî kentçilik stratejileri için geliştirilen
yöntemlerdir. Ses bombaları, göz yaşartıcı-kusturucu gazlar, plastik mermiler,
şok bombaları “düşük yoğunluklu çatışma” adı verilen metropol ayaklanmalarına
yönelik polis saldırılarında şimdilik yeterli görülüyor.
Askerî birliklerin sömürge şehirlere hâkim olmak için
yüksek teknolojili gözetleme ve hedef vurma tekniklerini kullanım çabaları ile
polisin askerileştirilmesi arasındaki çizgi giderek muğlâk hâle gelmiştir.
ABD’nin Irak işgal komutanı olan Ricardo Sanchez’in çarpıcı ifadesi,
küreselleşme denilen yeni emperyalizmin gerçekliğini, yani sömürgeci işgaller
ile ülke içi polisiye baskı politikaları arasındaki birlikteliği ortaya
çıkarır:
“Her
Amerikalının buna inanmaya ihtiyacı var; eğer burada, Irak’ta başarısız olursak
bir sonraki savaş meydanı Amerika sokakları olacaktır.”
Emperyalist metropollerde askerî kentçilik
uygulamaları hem sert anti-terör yasalarıyla beslenir, hem de “ezilen öteki”yi
şeytanlaştıran politik sağın yükselişi ile iç içe geçer. Yeni oryantalizm,
ırkçılık ve burjuvazinin “uygarlaştırıcı gücüne” duyulan tarihsel ilerlemeci
iman, yeni muhafazakâr sağın belirgin özelliklerindendir. Küresel emperyalizmin
“geri halklara” karşı yürüttüğü “uygarlaştırıcı istilaları”, emperyalist
metropollerde göçmenlere karşı uygulanan “iç şehir oryantalizmine” yansır.
Askerî kentçilik ve karşı ayaklanma doktrinleri, bu yönüyle Huntington’ın
“medeniyetler savaşı” tezinin devamı niteliğindedir ve kapitalist medeniyete
karşı yönelen her tür muhalefeti hedef alır.
Askerî doktrin, “düşük yoğunluklu kentsel askeri
operasyonlar” hâlini almıştır, artık kent ayaklanmaları ve dördüncü nesil
savaştan bahsedilmektedir. Birçok askerî-güvenlik teorisyeninin “dördüncü nesil
savaş”tan söz ederken esas anlatmak istediği şey, yüksek teknolojiye sahip
devlet orduları ve ordulaşmış polis güçleri ile kapitalist düzen karşıtı
savaşçıları, isyancıları, protestocu sivilleri karşı karşıya getiren asimetrik
mücadeleler ve konvansiyonel olmayan savaşlardır. Bu savaşların gelecekte daha
da şiddetlenmesi, neoliberal yıkım sürecinin ve baskıcı devlet yönetim
pratiklerinin altında ezilen kitlelerin ayaklanmalarının devrimci önderlikler
altında büyümesi ve şiddetlenmesi ile olacaktır.
“Asimetrik savaş” olarak adlandırılan bu devrimci
ayaklanmalarda, kapitalist-emperyalist güçleri en çok endişelendiren şey,
“isyancı kitlelerin politik birlikteliği” ve ahlaki-moral üstünlükleridir.
ABD’li askerî stratejist Thomas Hammes, kentsel çatışmaların en önemli
niteliğinin, “üstün niteliklere sahip bir siyasî iradenin, doğru bir şekilde
uygulandığında, kendisinden daha büyük bir ekonomik ve askerî gücü yenilgiye
uğratabilme ihtimali olduğunu” dile getirmiştir.
Türkiye’de Devletin Dönüşümü ve Askerî Kentçilik
24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi ile
neoliberal-muhafazakâr modele geçiş yapan Türkiye’de son 30 yıllık dönemde
kentlere iki kitlesel sürgün yaşandı. Bunların ilki 1990’lı yıllarda Kürt
halkına karşı yürütülen kirli savaş yıllarında yaşanan sürgünlerdi. İkinci
sürgün ise neoliberalizmin yıkım süreçlerine bağlı olarak 21. yy başlarında
kırlardaki nüfusun önemli oranda azalması ve kentlerde yaşanan büyük nüfus
artışıdır. Bunun anlamı, tarımda yaşanan mülksüzleştirme sonucunda kentlere
daha çok proleter, daha çok yoksul ve işsiz insan kitlesinin yığılmasıdır.
Yakın zamanda yaşanan Soma maden katliamı, esasında böyle bir mülksüzleştirme
ve sürgünün en çarpıcı sonuçlarından biridir.
Türkiye’de neoliberal devlet, emperyalist merkezlerin
hazırladığı anti-terör yasalarından ve güvenlik doktrinlerinden fazlasıyla
yararlandı. Devlet güçlerinin ve burjuva fraksiyonlarının kendi aralarındaki iç
savaşlarda, emperyalizmin gerektirdiği yeni rollere uygun olarak devlet aygıtı
yapılandı ve bu süreçte ordunun iç güvenlikteki etkisi azaltılırken, çalışma
sahası onlarca ülkeye kontrgerilla eğitimi verecek şekilde artırıldı. İç
güvenlik ise çok büyük oranda polis güçlerine teslim edildi ve askerîleşmiş polis
aygıtı, en basit toplumsal taleplerin dile getirildiği kitle gösterilerinde
bile “karşı ayaklanma” ve “önleyici savaş” doktrinlerini sert biçimde uyguladı.
Kadîm devlet gelenekleri, emperyalist askerî-güvenlik doktrinleri ile
güçlendirilmiş biçimiyle etkilerini somut olarak Roboski’de, Reyhanlı’da, Gezi
Parkı eylemleriyle başlayan Haziran Ayaklanması’nda gösterdi. Haziran
Ayaklanması, 1980 sonrasının öfke birikiminin küresel isyan konjonktürü ile
birleşmesinin sonucu olarak, devletin hegemonyasında kısmî sarsılmalara yol
açabildiği için yoğun polis saldırıları ile karşılandı. 2013 ve 2014 yıllarında
1 Mayıs protestoları öncesi Taksim Meydanı’nın kapatılması ve kitlelerin kent
merkezinden uzakta, semtlerinde durdurulması, önleyici savaş doktrininin
uygulamalı örnekleriydi. Son olarak Soma’da yaşanan madenci katliamı sonrasında
Soma’nın binlerce polis ile abluka altına alınması ve fiilî olağanüstü hâl
uygulaması askerî kentçilik politikalarının çarpıcı örneklerindendi.
Türkiye’de Tayyibî devlet eliyle yürütülen
askerîleşmiş polis yöntemlerinin ve mülksüzleştirme yoluyla yapılan kentsel
dönüşüm politikalarının neoliberal/muhafazakâr otoriter devlet mekanizmasının
işleyişi açısından somut, rasyonel gerekçeleri olduğunu belirtmek gerekir. Son
yıllarda polisin, rejimin baskı aygıtları içerisindeki fizikî ve ideolojik
gücünün artışı, aslında Soğuk Savaş yıllarında ordu güçleri tarafından
uygulanan kontrgerilla talimnamelerinin, karşı-ayaklanma ve iç savaş
doktrinlerinin Türkiye şartlarında 21. yüzyıla uyarlanmış versiyonundan başka
bir şey değildir. Küresel emperyalizmin yeni eğilimlerine uygun olarak gelişen
bu değişim süreci, aynı zamanda Türkiye’de devlet güçleri arasındaki iktidar
savaşlarıyla da örtüşen bir karakter izledi. Rejimin dış görünümünde birtakım
değişimler olmakla birlikte, ana eksen, yani NATO ve diğer emperyalist
kurumlara bağlı faşist devlet yapılanması devamlılık içindedir. İlim Yayma
Cemiyeti’nden, MTTB’den, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden gelen Soğuk
Savaş’ın devletçi, anti-komünist Siyasal İslamcılarının, kapitalist
“ilerlemeye” iman eden muhafazakârların bu dönüşümde baş aktör olarak yer
almaları, geçiş döneminde yaşanan değişiklikleri olduğu kadar sürekliliği de
gösteriyor.
Türkiye, küresel güvenlik işbölümüne uygun biçimde,
dünyanın en kritik jeopolitik çatışma merkezlerinden biri olan Ortadoğu’da
küresel kapitalist işgalin ön cephesi olmanın verdiği askerî-politik imtiyazlar
ve görevlerle donanmış olarak, sert anti-terör yasalarıyla ve askerîleşmiş
polis uygulamalarıyla en temel demokratik hakların bile terör suçu kapsamında
değerlendirilebildiği bir ülke konumundadır.
Yüzyılımızın Yeni Devrimci Ayaklanmaları
“Eleştiri
silâhı silâhların eleştirisinin yerini alamaz, maddî güç ancak maddî güçle
yenilebilir.”
[Karl Marx]
“Zorbalık
büyük olduğu ölçüde, şiddet kaçınılmaz ve zorunlu olur. Zorbalık kırıcı olduğu
ölçüde, hayat olan şiddet, kahramanlığa varasıya katı ve talepkâr olur.”
[Jean Genet]
19. yüzyılın Batılı kent yoksulları ve proleterleri,
20. yüzyılın yoksul köylü yığınları ve ezilen halkları, 21. yüzyılda kent
çeperlerine sürgün edilen dünya yoksulları, işsizleri, proleter yığınları,
göçmenleri olarak karşımıza çıkıyor. Engels’in 1845’te İngiltere’de Emekçi
Sınıfın Durumu isimli kitabında aktardığı Manchester deneyimlerindeki kadın
ve çocuk işçiliği, sefalet içindeki yaşamlar ve 1872’de Konut Sorunu’nda
gösterdiği sermayenin kentsel dönüşüm yağması bugün Çin’de, Hindistan’da,
Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika metropollerinin varoşlarında daha geniş
ölçekli olarak görülüyor.
Zola’nın Germinal’de anlattığı madencilerin
çalışma koşulları, 200 yıl sonra bu defa ezilen halkların yaşadığı
coğrafyalarda devlet ve burjuvazi işbirliğiyle devam ettiriliyor. Dickens ve
Hugo’nun romanlarında anlatılan kent yoksullarının sayısı, günümüzde üçüncü
dünyanın kentlerinde milyarlara ulaşmış bulunuyor. Shenzen’de hapishane
koşullarında iphone üreten proleterler, Karaçi ve Dakka’da tekstil fabrikası
yangınında katledilen kadın ve çocuk işçiler, Güney Afrika Marikana’da veya
Soma’da katledilen madenciler, Latin Amerika favela ve barriolarında
ve Avrupa’nın göçmen mahallelerinde öldürülen yoksullar, küreselleşen dünyada
ezilenlerin kaderlerinin de küreselleştiğini gösteriyor. Âdeta Marx’ın Kapital’in
önsözünde dediği gibi: “De te fabula narratur!”
Önceki sayfalarda anlatılmaya çalışılan neoliberal
politikalar, otoriter askerî kentçilik modelleri, kentsel dönüşüm politikaları,
yeni oryantalizm ve yeni ırkçılık eğilimleri, anti-terör yasaları küresel
sermayenin devrimcilere, dünya ezilenlerine, yeryüzünün lanetlilerine karşı
giriştiği topyekûn bir saldırıdır. Bu saldırıya, ezilenler, yüzyılımızın ilk
küresel isyan dalgası ile karşılık vermeye çalışıyorlar. Kapitalizm, geleceğini
kentlere yığılan ezilenleri kontrol etmek ve isyanlarını baskılamakta görüyor.
Peki, Marksizmin ve diğer ezilen devrimciliklerinin geleceği neye bağlı?
Yaşanmakta olan süreç, kent merkezli ayaklanma
dalgasının yükselişi, tarihsel ilerlemeciliğin ve Batılı Marksizmin
doğrulanması olarak kabul edilebilir mi? Metropol ayaklanmalarının ön plana
geçişi, 20. yüzyılda Lenin ve Mao ile açılan bir parantezin kapandığı anlamına
mı geliyor? Yaşanan değişim, isyan ve devrim coğrafyasının kentlere kayıyor
olmasıdır. Bu bakımdan 20. yüzyıl devrimciliğinden farklı bir yönü elbette
vardır. Ama kendiliğinden ayaklanmaların nasıl karşılanması gerektiği sorusu
yeni bir soru değildir; 20. yüzyıl başında da Avrupa merkezli Marksizm
kendiliğindenci bir daralma içerisindeydi.
Lenin ve Mao’nun teorik-pratik müdahaleleri, Marksizmi
muhalif bir entelektüel akım olmaktan çıkarıp saray ve saltanatları yıkan güçlü
bir ideo-politik akım hâline getirmişti. Marksizm, farklı kesimlerden
ezilenlerin mücadelelerinin ortak dili olmuştu. Çağımızın isyanlarının güçlü
politik devrimler üretebilmesi için öncelikle dünyanın paryalaştırılan, köleleştirilen,
açlığa ve sefalete mahkûm edilen, “aydınlanmamış” ezilen yığınlarıyla devrimci
bir ilişkilenme tarzının geliştirilmesi gerekiyor. 20. yüzyılın devrimci
barbarlarını, büyük oranda ezilen coğrafyalarının “kentleşmemiş” köylü
nüfusunun oluşturmasına benzer biçimde, yüzyılımızın devrimci barbarları da
çoğunlukla metropollere sürülen “kentlileşmemiş” ezilen yığınları olacaktır.
Kentli “yeni orta sınıfları”, “beyaz yakalıları” ön
plana çıkaran bir “kent hakkı ve kentsel devrim” vurgusu, devrimin öznesini
“bilinçli işçi sınıfında” bulan tarihsel ilerlemeci geleneğe aittir. Kentsel
yaşamın ve müşterek mekânların geniş kitleler yararına dönüştürülmesini içeren
reformist öneriler, ancak ezilenlerin ezenleri yenilgiye uğratacağı bir politik
devrim ile anlam ve uygulanabilirlik kazanacaktır.
Emperyalizmin askerî-güvenlik ve politik-ideolojik
aygıtları tepeden tırnağa hiyerarşik bir örgütlülük, merkezî komuta ve işbölümü
içerisindeyken, ezilenlerin kendiliğinden ayaklanmaları, öncü-politikayı
reddeden postmodern kendiliğindencilik övgüsüne terk edilmemelidir.
Devrim-restorasyon dikotomisi içerisinde, her zaman ezenlerin, iktidar
güçlerinin daha örgütlü olduğu göz önüne alındığında, ezilenlerin ancak onlarla
birlikte ayaklanmalara girişecek, barikatlarda birlikte yer alacak,
epistemoloji alanından “bilinç taşıma” kibrinden uzak, ezilenlerin haklı
isyanlarının ontolojisine içkin bir politika yürütecek ve ezilen kitlelerin
pratiğinden öğrenecek, somut güç ilişkilerine göre devrimci politikanın seyrini
tayin edebilecek politik önderliklerle başarılı olabileceği, var olan ezilme,
sömürülme ilişkisini ortadan kaldırabileceği gerçeği ortadadır. Mısır’da,
Tunus’ta neoliberal İslamcıların ve ordunun restoratif girişimleri, Ukrayna’da
kitle hareketinin öncülüğünü yapan faşist örgütlenmelerin iktidarı ele
geçirmesi, Yunanistan’da ayaklanmanın kolektif enerjisinin SYRIZA eliyle düzen
içine çekilmesi, devrimci politik örgütlenmeden yoksun kendiliğinden
ayaklanmaların enerjilerinin “kötüye kullanımına” yakın zamandan verilebilecek
örneklerdir.
“Proletaryanın Carnot ya da Moltke’si” ve “General”
sıfatlarıyla anılan Engels, 1848 ayaklanmalarının yenilgisi üzerine yazılarında
şöyle diyordu:
“Ayaklanma,
savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır. […] Ayaklanma, değerleri
her gün değişebilen çok belirsiz büyüklükler ile yapılan bir hesaptır; düşman
güçler, her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne
sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna
uğradığınızın resmidir.”
Askerî bakımdan daha üstün güçler çıkarılarak güç
dengesi sağlanamasa da bundan daha önemli olan, moral dengelerin değişmesi,
ayaklanmanın politik inisiyatifi isyancılara geçirmesidir. Devrim mücadelesi
çok katmanlı bir mücadeledir ve metropollerde, barikatlarda verilen devrimci
mücadele -Gramsci’nin deyişiyle, “manevra savaşı”- uzun erimli mevzi
savaşlarının, politik örgütlenme ve hegemonya mücadelelerinin parçası olmak
durumundadır. İyi örgütlülüğe sahip ezilen ayaklanmaları, askerî anlamda devlet
güçlerine yetişemese de politik etki gücüyle geniş kitleleri etkileyebilir.
Böylece Engels’in dediği gibi, “ayaklanmanın verdiği moral yükseltilerek
sürdürülebilir” ve “her zaman en güvenilir yanda gitmeye çalışan sallantılı
grupları da yanına alır”.
Lenin, Rusya işçi sınıfının 1905 yenilgisi üzerine
yorumlarında ayaklanma saflarında moral bozukluğu ve yenilgi psikolojisi
doğuranın ayaklanmanın kendisi değil, örgütsüz ve dağınık ayaklanma girişimleri
olduğunu söyler. Kendiliğinden ayaklanmalar, devrimci bir politik ortam
yaratırlar (Lenin’in deyimiyle, “uygulama her zaman olduğu gibi teorinin önüne
geçer); bir anlamda mevcut suni dengenin sarsılmasına yol açarlar. Ancak,
örgütsüz ve kendiliğindenci bir ayaklanma kısa süre sonra kendisinden daha
kararlı ve birleşmiş, merkezî komutaya sahip ve askerî bakımdan kendisinden
güçlü zor aygıtlarının hedefi hâline gelecek ve ayaklanmanın yenilgisi
kaçınılmaz olacaktır. Askerî yenilginin kendisinden çok daha önemli olan,
politik yenilgidir.
Mao’nun gerilla savaşına stratejik bir derinlik
kazandırarak onu politik ve askerî yönleriyle bir bütün olarak ele alması, 21.
yüzyılın demografik değişimleri ile birlikte göz önüne alındığında,
metropollerde ezilenlerin ayaklanmaları için de geçerli kabul edilebilir.
Emperyalizmin askerî-güvenlik teorisyenlerinin “asimetrik savaştan”
korkularının esas sebebi de budur: Üstün nitelikli politik bir iradenin isyancı
kitleleri politik birliktelik içine alması ve moral üstünlük sağlaması,
kendilerinden çok daha büyük güçleri yenilgiye uğratabilme olanağı yaratır.
Yaşanan isyan dalgası -şimdilik- geri çekiliyor. Bu
geri çekiliş, kendiliğindenliğe uygun bir durumdur: bir anda patlayan, hızla
kitleselleşen, kent meydanlarında kısa süreli denetim kurarak sokak ve barikat
çatışmalarında devleti geçici geri çekilmeye uğratan ama çabuk sönümlenen
ayaklanmalar. Küresel isyan dalgası, bizlere kapitalist krizin semptomunu
gösteriyor: Neoliberal saldırı ve otoriter devletlerin baskısı, doğanın ve
yaşamın metalaştırılması, toplumsal eşitsizlikler arttıkça ezilenlerin
tepkileri, öfke patlamaları da yükselecektir. Ancak aynı zamanda Marksizmin de
semptomunu gösteriyor: Ayaklanan kitlelerin enerjisi ve öfkesi, politik
mücadele için tek başına yeterli olmadığı gibi, verili ezilme durumu da
dolaysız bir ilişkiyle devrimcilik üretmez. Yine de, yaşanan ayaklanmaların
pratik-politik devrimcilik doğurabilme ihtimalinin yükseldiği bir dönem
içerisindeyiz. Lenin’in, ezilenlerin devrimci kudret mücadelelerinin
koordinatlarını belirleyen, ayrım çizgilerini netleştiren teorik-politik
tutumunun güncellenmesi bir ihtiyaçtır.
Uğuray Aydos
İştirakî dergisi
Sayı: 3-4
Kaynaklar:
Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, Metis Yayınları, Çev: Gürol Koca.
David Harvey, Asi Şehirler, Metis Yayınları,
Çev: Ayşe Deniz Temiz.
Stephen Graham, Kuşatılan Şehirler-Yeni Askerî
Kentçilik, NotaBene Yayınları, Çev: Levent Aydeniz.
Andy Merrifield, Metromarksizm-Şehrin Marksist Bir
Hikâyesi, Phoenix Yayınları, Çev: Nihal Ünver.
Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, NotaBene
Yayınları, Çev: Tonguç Ok.
Friedrich Engels, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, Sol Yayınları, Çev: Kenan Somer.
0 Yorum:
Yorum Gönder