19 Temmuz 2023

Askerî Kentçilik


Neoliberalizm, Küresel İsyan Dalgası ve Askerî Kentçilik

Emperyalist ülkelerin ezilen toplumsal kesimlerinin ve “Küresel Güney” olarak adlandırılan ezilen coğrafyalarının metropol yoksullarının, neoliberal yıkıma ve yoksullaşmaya karşı kendiliğinden isyanlarının patlak verdiği bir dönemdeyiz. Yoksullar, yoksullaşmakta olan küçük burjuvazi, göçmenler neoliberal otoriter devletlerin baskıcı ve yoksullaştırıcı politikalarına karşı tepkisel isyan provaları, öfke patlamaları sergiliyorlar. Atina, Paris, Londra, Kahire, İstanbul, Sao Paolo, Buenos Aires gibi metropoller ve gelişmekte olan kentler, kendiliğinden isyan dalgasının sahneleri ve stratejik merkezleri hâline geliyorlar. Sintagma, Puerta del Sol ve Tahrir meydanları, İnci Meydanı veya Taksim Meydanı-Gezi Parkı gibi sembolleşen müşterek kent mekânları, belki yeni yüzyılda ezilen devrimlerin birebir gerçekleştiği alanlar olmayacak; ancak bir gerçeklik var ki o da kent meydanlarının, sokaklarının, mahallelerinin 21. yüzyılın esas çatışma ve mücadele alanları olacağı.

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Asya, Afrika ve Latin Amerika’da geçimlik tarım üreticiliğinin emperyalist dünya ekonomisi tarafından küresel piyasalara zorla dâhil edilmesi, kırsal kesimde yarı-proleter yığınları ve yoksullaşmış köylü nüfusunu, sömürgecilik ise ezilen ulusları ortaya çıkardı. Lenin ve Mao’nun Marksizmin devrimci diyalektiğini harekete geçiren teorik ve pratik-politik hamleleri ile ezilen ulusların ulusal kurtuluş savaşlarının, bu ulusların ezilen sınıflarının (sanayi proletaryası ve yoksul köylülük) devrimciliği ile birleştirilmesi, Marksist devrimciliği geçtiğimiz yüzyılda dünyanın ezilen uluslarının yaşadığı coğrafyalara, özellikle de kırlara taşımıştı.

19. yüzyıl, Avrupa’da kendiliğinden kitlesel ayaklanmalar (1830-1848 ayaklanmaları) ve Paris Komünü gibi deneyimlere sahne olsa da, 20. yüzyıl, Batı merkezli Marksizmin hayal ettiği gibi kent devrimleri çağı olmamış, ezilen halkların yaşadığı bölgelerde köylü tabanlı ulusal kurtuluş savaşlarının çağı olmuştu. Sovyet Devrimi ve Çin Devrimi’nin açtığı yol, Küba, Vietnam, Nikaragua devrimleri, Filistin başta olmak üzere Ortadoğu’daki gerilla mücadeleleri ile devam etti. Bu dönem, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin “revizyonist” olarak adlandırılan bürokratikleşmiş yönetimine ve Batı Avrupalı reformist-parlamentarist komünist partilere karşı Batılı olmayan, “aydınlanmamış”, kentleşmemiş ve az sanayileşmiş ezilen halkların devrimciliğinin ön plana çıktığı bir dönemdi.

“Pasifleştirici ve yozlaştırıcı kente karşı devrimci kırlar” çağrısı o dönemin teorik eserlerine de yansımıştı. Regis Debray Devrimde Devrim’de, “kırsal alanlar ve dağ ormanlarını bağımsızlık cephesinin gerçek silâhlı yumruğu” olarak tanımlarken, “şehirlerin radikalizmi yumuşattığını, insanları tüketici haline getirdiğini, burjuvalaştırdığını ve yozlaştırdığını” ifade ediyordu. Fidel Castro’ya göre de “şehir, devrimcilerin ve olanakların mezarlığı” idi. Devrimin ana stratejisi, kapitalizmin ve emperyalist güçlerin karargâhı olan kentlerin kırlardan toplanıp gelen devrimci ordularla kuşatılması, ikmal yollarının kesilmesi ve ele geçirilmesiydi.

Türkiye’de 1971 devrimci kopuşu öncesinde en çok tartışılan konulardan biri, devrimin kentlerden mi yoksa kırlardan mı başlaması gerektiği üzerineydi. Bu tartışma, esasında Türkiye’nin demokratik devrimini tamamlayıp tamamlamadığı sorunu üzerinde düğümlenen bir başka tartışma konusunun türevi olarak gündeme geliyordu. Tartışmanın her iki kanadı da, yani Sosyalist Devrim (SD) ve Milli Demokratik Devrim (MDD) kanatları, Marksizmin ilerlemeci tarih anlayışını politik hatlarının merkezine oturtan “aşamalı devrimcilik” yaklaşımından köken alsalar da, yorum farklılıkları devrimcilik ve reformizm arasında beliren bir fark ile sonuçlandı.

Sosyalist Devrim kanadı, Türkiye’de burjuva devriminin tamamlandığını, parlamenter demokrasinin oturduğunu ve artık sıradaki aşamanın başat olarak kentli işçi sınıfının öncülüğünde yürütülecek bir sosyalist devrim olduğunu savunurken, esas olarak kırlarda silâhlı mücadeleyi amaçlayan 1971 devrimci kopuşunun önderleri diğer kanattan, yani Türkiye’de hâlâ tasfiye edilmesi gereken bir feodalite varlığını ön plana alan, kentli işçi sınıfının öncülüğünü kabul etmeyen ya da “fiili değil ideolojik öncülüğü” onaylayan, Milli Demokratik Devrim kanadı içerisinden çıktı. “Şehir gerillacılığını” tümüyle reddetmemekle birlikte esas olarak kırlardan kentleri halk savaşı ile kuşatma stratejisi o dönemin ideo-politik atmosferi içinde Çin, Küba ve Vietnam devrimlerinin Sovyet revizyonizmine karşı diri ve mücadeleci tutumuyla da yakınlık içerisindeydi. Yine de, esas olarak Türkiye’de kırların devrimcileşmesi, kapitalizmin daha az geliştiği, feodal üretim ilişkilerinin güçlü olduğu ve yoğun bir ezilen kırsal nüfus barındıran Kürt coğrafyasında Kürt ulusal hareketinin öncülüğünde gerçekleşti.

İçinde bulunduğumuz yüzyılda da kırlardan kentlere yürüyen ezilen devrimciliği farklı coğrafyalarda sürdürülüyor. Nepal’de yaşanan devrim süreci, Hindistan’daki Naksalist hareket son yıllarda öne çıkan mücadele örnekleridir. Ayrıca, kapitalizmin doğayı, ormanları, suyu metalaştırma politikalarının, gıda krizlerinin karşısında köylü/yerli isyanları yaşanmaya devam ediyor. 1994’te Chiapas isyanıyla yola çıkan Zapatista hareketi, küreselleşme ve neoliberal saldırının kırsal bölgelerdeki etkilerine cevap olarak gelişti.

Bu sayılan örneklerin haricinde, 21. yy başında dünya genelinde yükselmekte olan mücadele biçimi ise kapitalist metropollere yığılan, ama “kentli olamayan” yoksulların yoksullaşmakta olan “kentli” küçük burjuva kesimleri ile birlikte giriştikleri heterojen ve çok katmanlı kitlesel isyan hareketleridir. Neoliberal kapitalizmin son 30 yılda küresel ölçekte yarattığı yıkımlara bağlı olarak, yapısal kriz konjonktürünün de etkisiyle dünya genelinde kentlerde kendiliğinden isyan dalgaları yükseliyor ve bu isyan dalgaları, “kendiliğindenlik dönemi”nin ritmine uyarak hızla yükselip hızla inişe geçiyorlar. Ayaklanmaların yaşandığı coğrafyalar, küresel kapitalizmin potansiyel zayıf halkaları olarak beliriyor. Şimdilik bu küresel isyan dalgasında yoksullaşmakta olan kentli küçük burjuvazinin belirgin ideolojik etkisi ve buna bağlı olarak isyanların yıkıcı olmayan asilik boyutunda kaldığı açık olsa da, gelecekte kent paryalarının, yoksul proleterlerin, dışlanan göçmenlerin, yoksullaşan orta sınıfın öfkelerini birleştiren devrimci ayaklanmaların nesnel koşulları birikiyor. Nesnel durum, kendi başına yeterli olmamakla birlikte, ezilenlerin eşitlikçi devrimleri için çeşitli olanakların varlığını gösteriyor.

21. Yüzyılda Kentler ve Ezilenler

Kentler, binlerce yıldır siyasal iktidarın, iktidara bağlı ideoloji üretim kurumlarının ve sermayenin en yoğun biçimde temerküz ettiği alanlar olmuştur. Neolitik dönemle birlikte sınıflı toplum yapısının ortaya çıkardığı kent-kır ayrımı, kapitalizmin doğuşu ve gelişimi ile birlikte daha derinleşti. Kapitalizm, devlet zoru ile yarattığı mülksüzleştirme sonucunda kırsal alanlardan sermayenin yoğunlaştığı kent merkezlerine metalaştırılmış insan kitlelerini, yani ucuz emek gücünü sürerken, aynı zamanda sermaye birikimini de hızlandırmış oldu. Kapitalizmin doğum ve büyüme dönemlerinde genel olarak Batı coğrafyası için geçerli olan bu gelişmeler 20. yüzyılda hızlandı, sosyalizm deneyimlerinin geriletilmesi sonrasında ise küreselleşen sermayenin dünya genelindeki etkisi ile ezilen halkların coğrafyalarında da benzer etkiler yarattı. Bu gelişmeleri demografik verilerle de görmek mümkündür.

20. yüzyılın başında 1,8 milyarlık dünya nüfusunun 1/10’u kentlerde yaşıyordu. 2008 yılında ise BM’nin yaptığı açıklamaya göre, insanlık tarihi boyunca ilk defa kentlerde yaşayan nüfus kırlarda yaşayan nüfusu geride bırakmıştır. BM raporuna göre 2050 yılında dünyanın tahmini nüfusunun 9,2 milyar olacağı ve bu nüfusun yaklaşık %75’inin kentlerde yaşayacağı öngörülüyor. Bunun anlamı şudur: Önümüzdeki 40 yıl içerisinde kentler, artan bir hızla, yaklaşık yedi milyar insana ev sahipliği yapacak ve bu insan topluluklarının ezici çoğunluğu Asya, Afrika, Latin Amerika kentleri gibi dünya yoksullarının yaşadığı megakentlerde yaşayacak. Dünya Bankası’nın 2001 tarihli raporunda “üçüncü dünya kent nüfusu patlamasının sonucunda 2030-2040 yıllarında iki milyar gecekondu sakini olabileceği” belirtiliyor. BM Kentsel Gözlem Projesi, 2020’de “dünya genelindeki kent yoksulluğunun toplam kent nüfusunun %50’sine ulaşabileceği” konusunda emperyalist merkezleri uyarıyor. Bir bakıma Fanon’un “yeryüzünün lanetlileri” olarak adlandırdığı geniş insan grupları, 20. yüzyıldan farklı olarak, büyük oranda megakentlerde hayatlarını sürdürmeye çalışacaklar.

30 yıl öncesine kadar dünyanın 30 büyük megakentinin 13’ü gelişmiş kapitalist ülke metropolleriydi. Bu sayı 2010 yılında 8’e indi. 2050 yılına gelindiğinde ise dünyanın 30 büyük kentinin neredeyse tamamı Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın sefalet içinde yaşayan insanlarla dolu megakentleri olacak. “Küreselleşme” adı verilen yeni emperyalizm biçimi, burjuvazinin bütün dünyayı kendi suretinde yeniden dizayn etme girişimidir ve büyük ekonomik-politik-sosyal yıkım süreçleriyle işler.

Kapital’de Marx’ın tanımladığı biçimiyle, sermaye esas olarak bir toplumsal ilişki ve iktidar biçimidir; hâkim olduğu, yayıldığı alanlarda her şeyi, her ilişkiyi metalaştıracak biçimde işlev görür. Neoliberalizm, metalaştırmanın alabildiğine yaygınlaşması ile karakterize edilebilecek bir süreç olarak, artı sermayenin yoğunlaştığı emperyalist metropollerde bile sınıfsal, politik eşitsizlikleri gitgide artırırken, bu sürecin yıkıcı etkileri dünyanın yoksul coğrafyalarında daha da belirgindir. Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın önemli üretici güçlerini barındıran tarımsal ekonomilerinin tahrip edilmesinin, devlet zorunun köy nüfuslarını azaltmasının, sanayisizleşme, esnek istihdam ve özelleştirmelerin sonucunda kapitalizm tarihindeki en büyük kitlesel ucuz emek gücüne kavuşmuş oldu. Emek gücünü formel ya da informel sektörlerde ucuza da olsa piyasada satabilmenin avantaj sayıldığı bir dünyada, işsizlik ve yoksulluk yapısal hâle gelmiştir. Dünyanın yoksullarının sürüldüğü megakentler işsizlik ve yoksulluk deposudur. Metropol, hem şehrin hem de kırın eşzamanlı ölümüdür.

Yedek işçi ordusunu artırarak bir yandan sermaye birikimini büyüten emperyalist merkezler, diğer yandan ise sefalet içindeki bu insan yığınını nasıl kontrol edebileceği üzerine düşünüyor. Dünya Bankası’nın 2000 yılının başlarındaki raporu, “kent yoksulluğunun gelecek yüzyılın en önemli, siyasal patlamalara yol açabilecek sorunu” hâline geleceğinden bahsediyor. Gelecekteki sorun, nesnel durumun, yani kendiliğinden siyasal patlamaların nasıl yönetileceği ve kontrol edilebileceği üzerinde düğümlenecektir.

Neoliberalizmin “Güvenlik Devleti”

Güvenlik, burjuva toplumunun en yüce toplumsal kavramıdır, toplumun tümünün yalnızca, üyelerinin her birinin kişiliği, hakları ve mülkiyetinin korunmasını garanti altına alma durumunda oluşuna ilişkin polis kavramıdır.

[Karl Marx]

2000 yılında yapılan Dünya Bankası ölçümlerine göre, dünya genelinde sınıflar arası gelir eşitsizliği 0,67 gibi oldukça yüksek bir GINI katsayısına ulaşmıştı. Neoliberalizmin ezilen sınıflar üzerindeki yıkıcı etkisi arttıkça, dünya genelinde kapitalizmin metalaştırma politikalarına ve yaşamı metalaştırarak tahakküm altına alan biyoiktidarlara karşı ayaklanmalarda da artış görülüyor. Çünkü meta ilişkisinin yayılmaya dönük hareketi, liberal teorisyenlerin iddia ettiği gibi rasyonel ve kendiliğinden değil, zora ve şiddete dayalı bir harekettir. Devletlerin şiddet tekelinin sağlamış olduğu “şiddet durumunun” sarsıntı geçirmesi postmodern kapitalizmin demokratik maskeli devlet iktidarlarının faşist yüzlerini göstermelerine yol açıyor. Bu durum, son yıllarda güncelleşen “güvenlik devleti” tartışmalarının da temelini oluşturuyor.

“Güvenlik devleti” başlığı altında tanımlanan otoriter-metalaştırıcı devlet pratiklerinin geçmişi liberal kapitalizmin doğumuna kadar gider. Tarihsel gerçekler, tarihsel ilerlemeci ve modernleşmeci paradigmanın aksine klasik liberalizmin kapitalist devletin doğumundan bu yana, ezenlerin kadim aracı olan devlet iktidarının “daha incelikli” yöntemlerle kullanılabilmesinin önünü açtığını gösteriyor. Liberal siyaset ve iktisat teorisinin kuruluşunda Hobbes’un Leviathan’ı, Locke’un mülk sahibi özgür burjuva bireyi, Smith’in piyasayı düzenleyen “görünmeyen eli”, burjuva iktidarının yönetsel, ekonomik ve ideolojik temel taşlarını oluşturur. Burjuva teorisyenlerinin, Aydınlanma filozoflarının “genel çıkar”, “kamu yararı” ve “özgürlük” söylemlerinin ardında, burjuvazinin kendi suretinde tasarladığı “mülk sahibi, rasyonel, özgür” insan bireyinin tüm insanlar adına evrensel bir özne olarak koyutlanması gizlidir. Liberalizmin koyutladığı evrensel insan-öznenin kendi yansımasında bulduğu devlet tasavvuru da özel mülkiyeti korumak için geniş ezilen yığınlarının, alt sınıfların özgürlük ve haklarını “güvenlik adına” askıya alabilen burjuva devlet iktidarıdır. Burada Descartes’in cogito’su, Kant’ın transandantal aklı ve Hegel’in “tinin kendi üzerine hareketinin zirvesi” olarak gördüğü burjuva devlet iç içe geçer.

Neoliberal-postmodern kapitalizmde devlet aygıtının güvenliğe yaklaşımında esasa dair bir değişiklik olmadığını belirtmek gerekir. Yaşanan değişiklik, ölçeklerde ve teknolojik gelişimin yarattığı imkânlarda izlenebilir. Sermayenin küresel yayılım ve dolaşımının kolaylaşması, teknolojik takip ve izleme-gözetleme olanaklarının artması, teknolojik istihbarat ile otoriter biyopolitik yaklaşımların kolayca birleşmesini sağlıyor. Neoliberal-postmodern kapitalizmin otoriter devlet modelinde çok-kültürlülük maskeli yeni ırkçılık politikaları, hukuk devleti vurgulu baskıcı yasal düzenlemeler, parlamentarizm ve yerel yönetimler ardına gizlenmiş küresel tekelci sermaye-merkezi devlet işbirliğine dayalı sınıfsal baskı politikaları iç içe geçer. Bu devlet yönetim modeli, bir anlamda “olağan” hukuk devleti vurgusunun altından her daim çıkmaya hazır kapitalist tekelci devlete içkin olağanüstü hâlin kalıcılaştığı bir modeldir.

Carl Schmitt’in “Egemen, istisna hâline karar veren kişidir” tespiti, Walter Benjamin’in “olağanüstü hâl, istisna değil kaidedir” sözü ile birlikte ele alınmalıdır. 21. yüzyıl başında ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in “Teröre karşı savaş doktrininin” “geçici bir önlem olmadığını, bunun yeni normallik olarak düşünülmesi gerektiğini” söylemesi ise yakın zamanlara dair bir örnektir.

Neoliberal devletin, sermayenin temerküz ettiği metropollerde sermaye birikiminin sürdürülebilirliğinin sağlanması, kentsel rantın büyütülmesi için uyguladığı “kentsel dönüşüm” politikaları, küresel kapitalizmin ihtiyaçlarıyla uyumlu olduğu gibi, aynı zamanda kitlesel hâlde kentlere sürülen ezilenlerin, kent yoksullarının kent merkezlerinden uzak tutulması, denetim altına alınması ve üst-orta sınıfların mekânsal ayrışma ile korunması amaçlarıyla birliktelik gösterir. Kent merkezlerinden yoksul nüfusun sürülmesi, evlerinden atılması yoluyla yapılan mutenalaştırma politikaları ve emlak spekülasyonları, alınan yüksek güvenlik önlemleri ve şehir hayatının polisiye denetim altında tutulması ile birlikte yürütülür. Sınıfsal ayrışmayı ve polis şiddetini aynı mekânda birleştiren, Ortaçağ’ın feodal şatolarını andıran, kamera sistemleriyle, dikenli teller ve çitlerle korunan finans kuleleri, yüksek güvenlikli siteler, devasa AVM-rezidanslar, neoliberalizmin sembolik şiddet göstergeleridir.

Ezenlerin Saldırısı ve Yeni Askerî Kentçilik

Gerçekte, burjuvazinin, konut sorununu kendi modeliyle çözmek -yani sorunu sürekli yeniden ortaya çıkaracak bir şekilde çözmek- için yalnızca bir yöntemi vardır. Bu yönteme ‘Haussmann’ denmektedir.

[Friedrich Engels]

Tabii ki sınıf savaşı var, savaşı açan benim sınıfım, yani zenginler ve kazanan da biziz!

[Warren Buffett, 2006]

Emlak piyasası, artı sermayenin soğurulması amacıyla kullanılır; böylece sermaye, kısa vadede kent rantları üzerinde yapılan spekülasyonlarla büyük kârlar elde eder. Arazi spekülasyonlarının en çok yapıldığı metropol merkezleri, yoksulların yaşadığı mahallelerin yıkılarak yerine AVM, rezidans, pahalı tüketim alanları yapılması yoluyla, âdeta işgal edilir. Kapitalizmin tarihi bu yöndeki girişimlerin örnekleriyle doludur.

Eski askerî kentçilik, kapitalizmin hızlı gelişme döneminde sömürgeci kent savaşlarından tecrübe edilen baskı tekniklerinin, askerî taktiklerin Avrupa kapitalizminin metropollerinde kullanılmasıyla şekillenmişti. 1840’larda Mareşal Thomas Robert Bugeaud -1847’de ilk Batı tarzı kentsel savaş kitabını, La Guerre des Rues et des Maisons’u [“Sokakların ve Evlerin Savaşı”] yazdı- Cezayir’de sömürgeciliğe karşı halk isyanını bütün mahallelerin yıkımı yoluyla bastırdıktan sonra onun uyguladığı kentsel yıkım ve planlamaya dayalı savaş taktikleri Paris sokaklarında ve meydanlarında uygulandı. Bugeaud’nun Paris ezilenlerinin, proleterlerinin devrimci başkaldırılarını bastırmak için şehri geniş askeri otoyollar ve bulvarlar inşa etmek gerekçesiyle yeniden düzenleme planı, daha sonra Baron Haussmann tarafından devam ettirildi. 19. yy’da Baron Haussmann’ın Paris’te kentsel rant için yaptığı dönüşümler hem Bonapartist rejimin sermaye birikimini hızlandırma politikasının parçası olmuş, hem de 1848 devrimci ayaklanmaları ile bunalan burjuva devlet aygıtının gelecekteki isyanları engelleme politikasına dönüşmüştü. (Hausmann ve Bonapartist rejimin bu girişimleri, yine de 1868 kapitalist krizine ve 1871 Paris Komününe engel olamamıştı.)

Haussmann tarzı askerî kentçilik politikaları, emperyalist merkezlerin gündemine tekrar ve bu defa daha yoğun biçimde girdi. NATO askerî uzmanları, sosyalizm deneyimlerinin yenilgiye uğratılmasından bu yana bir yandan “entegre olmamış boşluk” olarak adlandırdıkları Ortadoğu’yu küresel kapitalist pazara entegre etmek için zora ve rızaya dayalı yöntemler geliştirirken, diğer yandan neoliberal yıkım süreçlerinin (özelleştirme, tarım ekonomisinin çökertilmesi, Dünya Bankası Yapısal Uyum Programları vb) sonucunda kanser hücresi gibi büyüyen kentleşme olgusunu da göz ardı etmediler. Kentlerdeki potansiyel isyan tehdidine yönelik “yeni askerî kentçilik doktrini” geliştirildi. Stephen Graham’ın sözleriyle, “Yeni askerî kentçiliğin temelinde, altyapılarının yanı sıra, şehirlerin komünal ve özel mekânlarını -sivil nüfusuyla birlikte- hedef ve tehdit kaynağı olarak yorumlayan bir paradigma kayması yatmaktadır.”

1997 ve 1999 yıllarındaki NATO toplantılarında “21. yy’ın özellikle ilk 30 yılının devrimci ayaklanmalar dönemi olacağı” ve bu ayaklanmaların “Ortadoğu, Basra Körfezi, Kuzeybatı Afrika, Latin Amerika gibi emperyalizmin zayıf halkalarında ve Avrupa metropollerinde gerçekleşeceği” öngörülerek “21. yüzyıl konsepti” belirlendi.

1976-1992 yılları arasında ezilen dünyanın 39 ülkesinde 146 IMF isyanı yaşanmıştı. Bu isyanlar, yoksullar ve mülksüzleştirilmiş toplulukların toplumsal adalet taleplerini ve öfkelerini ortaya çıkaran yiyecek ayaklanmaları, kitlesel protestolar ve genel grevlerden oluşuyordu. Şubat 1989’da patlak veren Caracazo ayaklanması, kent yoksullarının yıkıcı enerjilerini göstermesi bakımından emperyalist-kapitalist merkezler için uyarıcı oldu. NATO-IMF-Dünya Bankası-BM gibi küresel emperyalist örgütler kendileri açısından çözüm yolları aramaya başladılar. Yeni askerî kentçilik uygulamaları İsrail ordusunun Gazze ya da Cenin’de kullandığı yöntemlerden, 1992 Los Angeles ayaklanmasından ve ABD ordusunun 1993 Mogadişu yenilgisinden çıkarılan sonuçlarla geliştirilmeye başlandı. Gecekondu milislerinin elit komando birliklerine %60’lık zayiat verdirdiği Mogadişu direnişi, askerî teorisyenleri MOUT (Military Operations on Urbanized Terrain -Kentleşmiş Bölgede Askerî Operasyon) olarak bilinen Pentagon programını geliştirmeye yöneltti. Bu politika, esasında neoliberalizmin metropolleri işsiz ve yoksul ezilen yığınları ile doldurmasının yarattığı endişe ile ilgiliydi. Kentsel rantların sermaye birikimi için önemli “fırsatlar” sunduğu, kentlerin “marka değeri” ile küresel piyasalara sunularak artı-sermayenin soğurulmaya çalışıldığı bir ortamda, güvenlik doktrinleri kent merkezlerinin proleter yığınları tarafından ele geçirilmesinin, öfkeli ve dışlanmış ezilenlerin ayaklanmasının oluşturduğu potansiyel “tehditler” göz önüne alınarak hazırlandı.

ABD ordusunda istihbarat görevlisi olarak çalışan ve bir dönem Türkiye’de de görev yapan Ralph Peters, ABD Kara Harp Akademileri dergisinde bu durumu şu sözlerle belirtiyordu: “Geleceğin savaşları dünyanın bozuk şehirlerini meydana getiren sokaklarda, kanalizasyonlarda, yüksek binalarda ve geniş alanlara yayılmış evlerin aralarında olacaktır.” Gelecekte sokak çatışmalarının büyüyeceğini ve devrimci ayaklanmalarla karşılaşılabileceğini ise şöyle ifade ediyordu: “ama bu çarpışmalar bir başlangıç sadece, gerçek drama daha var.”

David Harvey’nin tespit ettiği gibi, “askerî planlamanın bugün yoğun biçimde odaklandığı sorun, sabırsız ve devrimci potansiyele sahip kent menşeli hareketlerle nasıl başedileceği”dir. 1950’li yıllarda nükleer savaş planlarının, 1960’lı yıllarda kontrgerilla stratejilerinin hazırlanmasına yardımcı olan RAND, son dönemde dikkatini şehirler üzerine yoğunlaştırdı. RAND’ın 1990’lı yılların başında geliştirdiği projeler “demografik değişimlerin gelecekteki çatışmaları nasıl etkileyeceği” üzerineydi. Bu projelerde en çarpıcı nokta, “dünya yoksulluğunun kentleşmesinin isyanların da kentleşmesine” yol açacağına dair yapılan vurgudur. RAND teorisyenleri, megakentlerin yeni dünya düzeninde en zayıf halka hâline geldiği gerçeğinin farkındadırlar. ABD’li kentsel savaş teorisyeni Keith Dickson, kapitalizm ve işgal karşıtı ayaklanmalar konusunda şunları söylüyor:

“Batılı askeri kuvvetler için, kentsel alanlarda gerçekleştirilecek asimetrik bir savaş bu yüzyılın en büyük başarılarından biri olacaktır. Şehirler stratejik olarak üstünlük kazanacaktır ve onu her kim kontrol ederse dünyada bundan sonra meydana gelecek olayların gidişatını da o belirleyecektir.”

ABD Deniz Kuvvetlerinin Urban Century [“Kent Yüzyılı”] adlı raporuna göre ise “modern kent içi savaş operasyonları 21. yüzyılın önde gelen meydan okumalarından biri hâline gelecektir.”

Soğuk Savaş sonrasında 1990’lı yılların başında geliştirilen RMA (Revolution in Military Affairs -Askerî Sahada Devrim), 2004 yılındaki Yeni Manhattan Projesi ve Urban Resolve 2015 projesi gibi emperyalist askerî programlar, metropollerde ezilen kitlelerin devrimci ayaklanmalarının önlenmesi ve/veya bastırılması amacıyla geliştirilmiş militarize denetim teknolojilerine dayanır. 11 Eylül sonrasında ABD ordusunun Kabil, Bağdat, Felluce gibi kentlerde edindiği deneyimler, Seattle’daki küreselleşme karşıtı ayaklanmalar ve Katrina kasırgası sonrasında New Orleans’ta yaşananlar, 21. yüzyıl başında metropollere dönük “kriz yönetimi” adı verilen yeni kontrgerilla yöntemlerinin geliştirilmesinde laboratuvar işlevi gördüler. İnsansız hava araçları, yüksek teknolojili gözetleme sistemleri, biyometrik kontroller (parmak-avuç izi, iris tarama, ses ve yüz tanıma, yürüyüş tarzı, hareket tanıma teknikleri), kent içi mekânın sınıfsal ayrımlara ve güvenlik ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edilmesi, kent içi muhalif grupların ve ezilenlerin kent çeperine sürülmesine dayanan kentsel dönüşüm politikaları askerî kentçilik stratejileri için geliştirilen yöntemlerdir. Ses bombaları, göz yaşartıcı-kusturucu gazlar, plastik mermiler, şok bombaları “düşük yoğunluklu çatışma” adı verilen metropol ayaklanmalarına yönelik polis saldırılarında şimdilik yeterli görülüyor.

Askerî birliklerin sömürge şehirlere hâkim olmak için yüksek teknolojili gözetleme ve hedef vurma tekniklerini kullanım çabaları ile polisin askerileştirilmesi arasındaki çizgi giderek muğlâk hâle gelmiştir. ABD’nin Irak işgal komutanı olan Ricardo Sanchez’in çarpıcı ifadesi, küreselleşme denilen yeni emperyalizmin gerçekliğini, yani sömürgeci işgaller ile ülke içi polisiye baskı politikaları arasındaki birlikteliği ortaya çıkarır:

“Her Amerikalının buna inanmaya ihtiyacı var; eğer burada, Irak’ta başarısız olursak bir sonraki savaş meydanı Amerika sokakları olacaktır.”

Emperyalist metropollerde askerî kentçilik uygulamaları hem sert anti-terör yasalarıyla beslenir, hem de “ezilen öteki”yi şeytanlaştıran politik sağın yükselişi ile iç içe geçer. Yeni oryantalizm, ırkçılık ve burjuvazinin “uygarlaştırıcı gücüne” duyulan tarihsel ilerlemeci iman, yeni muhafazakâr sağın belirgin özelliklerindendir. Küresel emperyalizmin “geri halklara” karşı yürüttüğü “uygarlaştırıcı istilaları”, emperyalist metropollerde göçmenlere karşı uygulanan “iç şehir oryantalizmine” yansır. Askerî kentçilik ve karşı ayaklanma doktrinleri, bu yönüyle Huntington’ın “medeniyetler savaşı” tezinin devamı niteliğindedir ve kapitalist medeniyete karşı yönelen her tür muhalefeti hedef alır.

Askerî doktrin, “düşük yoğunluklu kentsel askeri operasyonlar” hâlini almıştır, artık kent ayaklanmaları ve dördüncü nesil savaştan bahsedilmektedir. Birçok askerî-güvenlik teorisyeninin “dördüncü nesil savaş”tan söz ederken esas anlatmak istediği şey, yüksek teknolojiye sahip devlet orduları ve ordulaşmış polis güçleri ile kapitalist düzen karşıtı savaşçıları, isyancıları, protestocu sivilleri karşı karşıya getiren asimetrik mücadeleler ve konvansiyonel olmayan savaşlardır. Bu savaşların gelecekte daha da şiddetlenmesi, neoliberal yıkım sürecinin ve baskıcı devlet yönetim pratiklerinin altında ezilen kitlelerin ayaklanmalarının devrimci önderlikler altında büyümesi ve şiddetlenmesi ile olacaktır.

“Asimetrik savaş” olarak adlandırılan bu devrimci ayaklanmalarda, kapitalist-emperyalist güçleri en çok endişelendiren şey, “isyancı kitlelerin politik birlikteliği” ve ahlaki-moral üstünlükleridir. ABD’li askerî stratejist Thomas Hammes, kentsel çatışmaların en önemli niteliğinin, “üstün niteliklere sahip bir siyasî iradenin, doğru bir şekilde uygulandığında, kendisinden daha büyük bir ekonomik ve askerî gücü yenilgiye uğratabilme ihtimali olduğunu” dile getirmiştir.

Türkiye’de Devletin Dönüşümü ve Askerî Kentçilik

24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi ile neoliberal-muhafazakâr modele geçiş yapan Türkiye’de son 30 yıllık dönemde kentlere iki kitlesel sürgün yaşandı. Bunların ilki 1990’lı yıllarda Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaş yıllarında yaşanan sürgünlerdi. İkinci sürgün ise neoliberalizmin yıkım süreçlerine bağlı olarak 21. yy başlarında kırlardaki nüfusun önemli oranda azalması ve kentlerde yaşanan büyük nüfus artışıdır. Bunun anlamı, tarımda yaşanan mülksüzleştirme sonucunda kentlere daha çok proleter, daha çok yoksul ve işsiz insan kitlesinin yığılmasıdır. Yakın zamanda yaşanan Soma maden katliamı, esasında böyle bir mülksüzleştirme ve sürgünün en çarpıcı sonuçlarından biridir.

Türkiye’de neoliberal devlet, emperyalist merkezlerin hazırladığı anti-terör yasalarından ve güvenlik doktrinlerinden fazlasıyla yararlandı. Devlet güçlerinin ve burjuva fraksiyonlarının kendi aralarındaki iç savaşlarda, emperyalizmin gerektirdiği yeni rollere uygun olarak devlet aygıtı yapılandı ve bu süreçte ordunun iç güvenlikteki etkisi azaltılırken, çalışma sahası onlarca ülkeye kontrgerilla eğitimi verecek şekilde artırıldı. İç güvenlik ise çok büyük oranda polis güçlerine teslim edildi ve askerîleşmiş polis aygıtı, en basit toplumsal taleplerin dile getirildiği kitle gösterilerinde bile “karşı ayaklanma” ve “önleyici savaş” doktrinlerini sert biçimde uyguladı. Kadîm devlet gelenekleri, emperyalist askerî-güvenlik doktrinleri ile güçlendirilmiş biçimiyle etkilerini somut olarak Roboski’de, Reyhanlı’da, Gezi Parkı eylemleriyle başlayan Haziran Ayaklanması’nda gösterdi. Haziran Ayaklanması, 1980 sonrasının öfke birikiminin küresel isyan konjonktürü ile birleşmesinin sonucu olarak, devletin hegemonyasında kısmî sarsılmalara yol açabildiği için yoğun polis saldırıları ile karşılandı. 2013 ve 2014 yıllarında 1 Mayıs protestoları öncesi Taksim Meydanı’nın kapatılması ve kitlelerin kent merkezinden uzakta, semtlerinde durdurulması, önleyici savaş doktrininin uygulamalı örnekleriydi. Son olarak Soma’da yaşanan madenci katliamı sonrasında Soma’nın binlerce polis ile abluka altına alınması ve fiilî olağanüstü hâl uygulaması askerî kentçilik politikalarının çarpıcı örneklerindendi.

Türkiye’de Tayyibî devlet eliyle yürütülen askerîleşmiş polis yöntemlerinin ve mülksüzleştirme yoluyla yapılan kentsel dönüşüm politikalarının neoliberal/muhafazakâr otoriter devlet mekanizmasının işleyişi açısından somut, rasyonel gerekçeleri olduğunu belirtmek gerekir. Son yıllarda polisin, rejimin baskı aygıtları içerisindeki fizikî ve ideolojik gücünün artışı, aslında Soğuk Savaş yıllarında ordu güçleri tarafından uygulanan kontrgerilla talimnamelerinin, karşı-ayaklanma ve iç savaş doktrinlerinin Türkiye şartlarında 21. yüzyıla uyarlanmış versiyonundan başka bir şey değildir. Küresel emperyalizmin yeni eğilimlerine uygun olarak gelişen bu değişim süreci, aynı zamanda Türkiye’de devlet güçleri arasındaki iktidar savaşlarıyla da örtüşen bir karakter izledi. Rejimin dış görünümünde birtakım değişimler olmakla birlikte, ana eksen, yani NATO ve diğer emperyalist kurumlara bağlı faşist devlet yapılanması devamlılık içindedir. İlim Yayma Cemiyeti’nden, MTTB’den, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden gelen Soğuk Savaş’ın devletçi, anti-komünist Siyasal İslamcılarının, kapitalist “ilerlemeye” iman eden muhafazakârların bu dönüşümde baş aktör olarak yer almaları, geçiş döneminde yaşanan değişiklikleri olduğu kadar sürekliliği de gösteriyor.

Türkiye, küresel güvenlik işbölümüne uygun biçimde, dünyanın en kritik jeopolitik çatışma merkezlerinden biri olan Ortadoğu’da küresel kapitalist işgalin ön cephesi olmanın verdiği askerî-politik imtiyazlar ve görevlerle donanmış olarak, sert anti-terör yasalarıyla ve askerîleşmiş polis uygulamalarıyla en temel demokratik hakların bile terör suçu kapsamında değerlendirilebildiği bir ülke konumundadır.

Yüzyılımızın Yeni Devrimci Ayaklanmaları

Eleştiri silâhı silâhların eleştirisinin yerini alamaz, maddî güç ancak maddî güçle yenilebilir.

[Karl Marx]

Zorbalık büyük olduğu ölçüde, şiddet kaçınılmaz ve zorunlu olur. Zorbalık kırıcı olduğu ölçüde, hayat olan şiddet, kahramanlığa varasıya katı ve talepkâr olur.

[Jean Genet]

19. yüzyılın Batılı kent yoksulları ve proleterleri, 20. yüzyılın yoksul köylü yığınları ve ezilen halkları, 21. yüzyılda kent çeperlerine sürgün edilen dünya yoksulları, işsizleri, proleter yığınları, göçmenleri olarak karşımıza çıkıyor. Engels’in 1845’te İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu isimli kitabında aktardığı Manchester deneyimlerindeki kadın ve çocuk işçiliği, sefalet içindeki yaşamlar ve 1872’de Konut Sorunu’nda gösterdiği sermayenin kentsel dönüşüm yağması bugün Çin’de, Hindistan’da, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika metropollerinin varoşlarında daha geniş ölçekli olarak görülüyor.

Zola’nın Germinal’de anlattığı madencilerin çalışma koşulları, 200 yıl sonra bu defa ezilen halkların yaşadığı coğrafyalarda devlet ve burjuvazi işbirliğiyle devam ettiriliyor. Dickens ve Hugo’nun romanlarında anlatılan kent yoksullarının sayısı, günümüzde üçüncü dünyanın kentlerinde milyarlara ulaşmış bulunuyor. Shenzen’de hapishane koşullarında iphone üreten proleterler, Karaçi ve Dakka’da tekstil fabrikası yangınında katledilen kadın ve çocuk işçiler, Güney Afrika Marikana’da veya Soma’da katledilen madenciler, Latin Amerika favela ve barriolarında ve Avrupa’nın göçmen mahallelerinde öldürülen yoksullar, küreselleşen dünyada ezilenlerin kaderlerinin de küreselleştiğini gösteriyor. Âdeta Marx’ın Kapital’in önsözünde dediği gibi: “De te fabula narratur!

Önceki sayfalarda anlatılmaya çalışılan neoliberal politikalar, otoriter askerî kentçilik modelleri, kentsel dönüşüm politikaları, yeni oryantalizm ve yeni ırkçılık eğilimleri, anti-terör yasaları küresel sermayenin devrimcilere, dünya ezilenlerine, yeryüzünün lanetlilerine karşı giriştiği topyekûn bir saldırıdır. Bu saldırıya, ezilenler, yüzyılımızın ilk küresel isyan dalgası ile karşılık vermeye çalışıyorlar. Kapitalizm, geleceğini kentlere yığılan ezilenleri kontrol etmek ve isyanlarını baskılamakta görüyor. Peki, Marksizmin ve diğer ezilen devrimciliklerinin geleceği neye bağlı?

Yaşanmakta olan süreç, kent merkezli ayaklanma dalgasının yükselişi, tarihsel ilerlemeciliğin ve Batılı Marksizmin doğrulanması olarak kabul edilebilir mi? Metropol ayaklanmalarının ön plana geçişi, 20. yüzyılda Lenin ve Mao ile açılan bir parantezin kapandığı anlamına mı geliyor? Yaşanan değişim, isyan ve devrim coğrafyasının kentlere kayıyor olmasıdır. Bu bakımdan 20. yüzyıl devrimciliğinden farklı bir yönü elbette vardır. Ama kendiliğinden ayaklanmaların nasıl karşılanması gerektiği sorusu yeni bir soru değildir; 20. yüzyıl başında da Avrupa merkezli Marksizm kendiliğindenci bir daralma içerisindeydi.

Lenin ve Mao’nun teorik-pratik müdahaleleri, Marksizmi muhalif bir entelektüel akım olmaktan çıkarıp saray ve saltanatları yıkan güçlü bir ideo-politik akım hâline getirmişti. Marksizm, farklı kesimlerden ezilenlerin mücadelelerinin ortak dili olmuştu. Çağımızın isyanlarının güçlü politik devrimler üretebilmesi için öncelikle dünyanın paryalaştırılan, köleleştirilen, açlığa ve sefalete mahkûm edilen, “aydınlanmamış” ezilen yığınlarıyla devrimci bir ilişkilenme tarzının geliştirilmesi gerekiyor. 20. yüzyılın devrimci barbarlarını, büyük oranda ezilen coğrafyalarının “kentleşmemiş” köylü nüfusunun oluşturmasına benzer biçimde, yüzyılımızın devrimci barbarları da çoğunlukla metropollere sürülen “kentlileşmemiş” ezilen yığınları olacaktır.

Kentli “yeni orta sınıfları”, “beyaz yakalıları” ön plana çıkaran bir “kent hakkı ve kentsel devrim” vurgusu, devrimin öznesini “bilinçli işçi sınıfında” bulan tarihsel ilerlemeci geleneğe aittir. Kentsel yaşamın ve müşterek mekânların geniş kitleler yararına dönüştürülmesini içeren reformist öneriler, ancak ezilenlerin ezenleri yenilgiye uğratacağı bir politik devrim ile anlam ve uygulanabilirlik kazanacaktır.

Emperyalizmin askerî-güvenlik ve politik-ideolojik aygıtları tepeden tırnağa hiyerarşik bir örgütlülük, merkezî komuta ve işbölümü içerisindeyken, ezilenlerin kendiliğinden ayaklanmaları, öncü-politikayı reddeden postmodern kendiliğindencilik övgüsüne terk edilmemelidir. Devrim-restorasyon dikotomisi içerisinde, her zaman ezenlerin, iktidar güçlerinin daha örgütlü olduğu göz önüne alındığında, ezilenlerin ancak onlarla birlikte ayaklanmalara girişecek, barikatlarda birlikte yer alacak, epistemoloji alanından “bilinç taşıma” kibrinden uzak, ezilenlerin haklı isyanlarının ontolojisine içkin bir politika yürütecek ve ezilen kitlelerin pratiğinden öğrenecek, somut güç ilişkilerine göre devrimci politikanın seyrini tayin edebilecek politik önderliklerle başarılı olabileceği, var olan ezilme, sömürülme ilişkisini ortadan kaldırabileceği gerçeği ortadadır. Mısır’da, Tunus’ta neoliberal İslamcıların ve ordunun restoratif girişimleri, Ukrayna’da kitle hareketinin öncülüğünü yapan faşist örgütlenmelerin iktidarı ele geçirmesi, Yunanistan’da ayaklanmanın kolektif enerjisinin SYRIZA eliyle düzen içine çekilmesi, devrimci politik örgütlenmeden yoksun kendiliğinden ayaklanmaların enerjilerinin “kötüye kullanımına” yakın zamandan verilebilecek örneklerdir.

“Proletaryanın Carnot ya da Moltke’si” ve “General” sıfatlarıyla anılan Engels, 1848 ayaklanmalarının yenilgisi üzerine yazılarında şöyle diyordu:

“Ayaklanma, savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır. […] Ayaklanma, değerleri her gün değişebilen çok belirsiz büyüklükler ile yapılan bir hesaptır; düşman güçler, her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna uğradığınızın resmidir.”

Askerî bakımdan daha üstün güçler çıkarılarak güç dengesi sağlanamasa da bundan daha önemli olan, moral dengelerin değişmesi, ayaklanmanın politik inisiyatifi isyancılara geçirmesidir. Devrim mücadelesi çok katmanlı bir mücadeledir ve metropollerde, barikatlarda verilen devrimci mücadele -Gramsci’nin deyişiyle, “manevra savaşı”- uzun erimli mevzi savaşlarının, politik örgütlenme ve hegemonya mücadelelerinin parçası olmak durumundadır. İyi örgütlülüğe sahip ezilen ayaklanmaları, askerî anlamda devlet güçlerine yetişemese de politik etki gücüyle geniş kitleleri etkileyebilir. Böylece Engels’in dediği gibi, “ayaklanmanın verdiği moral yükseltilerek sürdürülebilir” ve “her zaman en güvenilir yanda gitmeye çalışan sallantılı grupları da yanına alır”.

Lenin, Rusya işçi sınıfının 1905 yenilgisi üzerine yorumlarında ayaklanma saflarında moral bozukluğu ve yenilgi psikolojisi doğuranın ayaklanmanın kendisi değil, örgütsüz ve dağınık ayaklanma girişimleri olduğunu söyler. Kendiliğinden ayaklanmalar, devrimci bir politik ortam yaratırlar (Lenin’in deyimiyle, “uygulama her zaman olduğu gibi teorinin önüne geçer); bir anlamda mevcut suni dengenin sarsılmasına yol açarlar. Ancak, örgütsüz ve kendiliğindenci bir ayaklanma kısa süre sonra kendisinden daha kararlı ve birleşmiş, merkezî komutaya sahip ve askerî bakımdan kendisinden güçlü zor aygıtlarının hedefi hâline gelecek ve ayaklanmanın yenilgisi kaçınılmaz olacaktır. Askerî yenilginin kendisinden çok daha önemli olan, politik yenilgidir.

Mao’nun gerilla savaşına stratejik bir derinlik kazandırarak onu politik ve askerî yönleriyle bir bütün olarak ele alması, 21. yüzyılın demografik değişimleri ile birlikte göz önüne alındığında, metropollerde ezilenlerin ayaklanmaları için de geçerli kabul edilebilir. Emperyalizmin askerî-güvenlik teorisyenlerinin “asimetrik savaştan” korkularının esas sebebi de budur: Üstün nitelikli politik bir iradenin isyancı kitleleri politik birliktelik içine alması ve moral üstünlük sağlaması, kendilerinden çok daha büyük güçleri yenilgiye uğratabilme olanağı yaratır.

Yaşanan isyan dalgası -şimdilik- geri çekiliyor. Bu geri çekiliş, kendiliğindenliğe uygun bir durumdur: bir anda patlayan, hızla kitleselleşen, kent meydanlarında kısa süreli denetim kurarak sokak ve barikat çatışmalarında devleti geçici geri çekilmeye uğratan ama çabuk sönümlenen ayaklanmalar. Küresel isyan dalgası, bizlere kapitalist krizin semptomunu gösteriyor: Neoliberal saldırı ve otoriter devletlerin baskısı, doğanın ve yaşamın metalaştırılması, toplumsal eşitsizlikler arttıkça ezilenlerin tepkileri, öfke patlamaları da yükselecektir. Ancak aynı zamanda Marksizmin de semptomunu gösteriyor: Ayaklanan kitlelerin enerjisi ve öfkesi, politik mücadele için tek başına yeterli olmadığı gibi, verili ezilme durumu da dolaysız bir ilişkiyle devrimcilik üretmez. Yine de, yaşanan ayaklanmaların pratik-politik devrimcilik doğurabilme ihtimalinin yükseldiği bir dönem içerisindeyiz. Lenin’in, ezilenlerin devrimci kudret mücadelelerinin koordinatlarını belirleyen, ayrım çizgilerini netleştiren teorik-politik tutumunun güncellenmesi bir ihtiyaçtır.

Uğuray Aydos
İştirakî
dergisi
Sayı: 3-4

Kaynaklar:
Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, Metis Yayınları, Çev: Gürol Koca.

David Harvey, Asi Şehirler, Metis Yayınları, Çev: Ayşe Deniz Temiz.

Stephen Graham, Kuşatılan Şehirler-Yeni Askerî Kentçilik, NotaBene Yayınları, Çev: Levent Aydeniz.

Andy Merrifield, Metromarksizm-Şehrin Marksist Bir Hikâyesi, Phoenix Yayınları, Çev: Nihal Ünver.

Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, NotaBene Yayınları, Çev: Tonguç Ok.

Friedrich Engels, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, Sol Yayınları, Çev: Kenan Somer.

0 Yorum: