İlk başta Gates Vakfı, Ebola krizine müdahale etme
konusunda gönülsüzdü. Afetlerde yapılan yardımlara bağışta bulunmak, esasen
şirketin somut sonuçlar doğuran stratejik ve uzun vadeli çözümlere vurgu yapan
işletme modeliyle çelişiyordu.
Ancak sağlık alanında dünyanın önde gelen yardım
kuruluşlarından biri olarak Bill ve Melinda Gates Vakfı (BMGV) bu sürecin
dışında durmanın itibarına zarar vereceğini düşündü. Sonuç olarak 10 Eylül 2014’te
vakıf, Ebola salgınına müdahale etmek için 50 milyon dolar ayıracağını duyurdu.
Kısa bir süre sonra Gates, kendi blogunda ulusal sağlık sistemlerinin acilen
güçlendirilmesi gerektiğine dair bir yazı yazdı. BMGV ise bahsi edilen paranın
tamamının, kısa vadede afet yardımlarına ve yereldeki sağlık altyapısına dönük
yatırımlara tahsis edileceğini açıkladı.
Ama vakıf, Ebola’yla mücadeleye yapacağı
katkılarda asıl olarak vakfın uzun vadeli stratejik hedeflerini gözetmekteydi. Söz
verilen paranın küçük bir kısmı, sürece müdahale edenlere verildi: bu noktada
Dünya Sağlık Örgütü beş, UNICEF beş, Hastalık Kontrol Merkezi 2 milyon dolar
aldı. Geri kalanı ise güya “hastalığın başka yerlere yayılmasına mani olma ve
hastaları tedavi etme noktasında etkili olabilecek tedavilerin, aşıların ve
teşhis süreçlerinin geliştirilmesine dönük olarak kamu ve özel ortaklıklarının
yürüttükleri çalışmalar”a tahsis edildi. Pratikte burada esasen vakfın kendisinden
bahsedilmekteydi. Yatırım yapılan alan, zaten vakfın para sağladığı,
biyomedikal AR&GE çalışmaları, Büyük Veri girişimleri ve aşı geliştirme
çalışmalarından oluşmaktaydı. Bu çalışmalara bir de ABD’de kurulacak bir
kamu-özel işbirliği de eklendi. Bu şirket, neticede ülkelerin sağlık
sistemlerinin sahip olduğu yetkileri aşmak için kurulacaktı. Vakıf, acil
durumlara yönelik müdahalelere ne kadar para harcadığını hiçbir zaman açıklamayıp,
bu yönde attığı adımların hesabını hiç vermediyse de gene de elimizde paranın
pratikte nasıl harcandığını gösteren, Ebola ile bağlantılı bağışlarla alakalı
raporlar var:
1. İyileşen hastalardan alınan kan örneklerinin
miktarını artırmakla yükümlü büyük bir kamu-özel konsorsiyumuna 5,7 milyon
dolar verildi. Konsorsiyumun içerisinde ilâç firmaları, özel vakıflar,
üniversiteler, aynı zamanda ABD Kara Kuvvetleri’ne bağlı USAMRIID denilen
biyolojik savunma birimi var. Bu fonlar bakım işine değil, biyomedikal
sanayinin ileride kâr etmesini sağlayacak uzun vadeli araştırmalara tahsis
edilmiş. Bir yönüyle bu teşebbüs hızlı hareket etmek zorunda kalmış: Bu noktada
BMGV, Ebola bulaşmış kişilerden kan ve plazma toplama işinin hızlandırılmasını
önermiş. Her ne kadar proje, hastalara tedavilerinde katkı sunacak herhangi bir
şey sunmasa da DSÖ, kriz koşullarında bu önerilen adıma onay vermiş.
Ebola sayesinde BMGV, ulusal sağlık sistemlerini
ulusüstü kamu-özel işbirlikleriyle ikame edecek dünya sağlık yönetişimi
konusunda gerekli desteği elde etme imkânı buldu. Raporda analizcilerin de dile
getirdiği biçimiyle: “Birçok bileşen arasında önceden kurulmuş resmi ve
gayriresmi ilişkiler sayesinde konsorsiyumun hızla kurulabilmesi için gerekli
zemin oluştu. Konsorsiyum, sürece olağanüstü bir hız ve kapsamda cevap
geliştirdi. […] Sürecin başından itibaren görüldü ki bu tür ittifaklar, önceden
küresel salgınlarla mücadeleye kıyasla daha fazla sayıda işin hâllolmasını ve
sınırları aşan daha fazla pratiğin ortaya konulmasını sağladı.”
2. BMGV’nin 10 Eylül’de yaptığı basın açıklaması, brincidofovir isimli, tartışmalara yol
açan antiviral ilâcın geliştirildiğini duyurdu. İlk başta çiçek hastalığının
tedavisi için düşünülen bu ilâç sıkıntılı bir süreç yaşadı. Patentin sahibi
olan Chimerix, ilâcı piyasaya sürmek için gerekli denemeler konusunda gerekli onayı alamadı. 2014 yılının başında şirket, ahlakî olmayan bir yola
başvurup sosyal medya kampanyası başlattı ve FDA’ya baskı uygulamaya çalıştı.
Bir gecede brincidofovir Ebola ilâcı
ilân edildi. Bu gelişmenin sektörü şaşkına çevirdiğini söyleyen bir analizci, “İlgili
sahada faaliyet yürüten tek bir kişi bile bu ilâcın farkında olmadığını” iddia
etti.
İlâca BMGV’nin destek vermesiyle birlikte ahlakla
ilgili tüm o cümleler uçup gitti. DSÖ, Batı Afrika’da yürütülecek geniş ölçekli
denemelere hemen onay verdi, böylece yoksul insanların deneysel tedavi
çalışmalarında ilâç şirketlerince kobay olarak kullanılmasının önünü açılmış
oldu. Hatta DSÖ, “Batı Afrika’daki Ebola salgınının bu özel bağlamı dâhilinde
henüz başarısını ispatlamamış müdahaleleri gerçekleştirmek, ahlakî açıdan kabul
edilir bir adımdır” dedi. Öte yandan FDA ise denemesi yapılmamış olan ilâcın
Ebola hastalarında tedavi amaçlı kullanılmasına izin verdi. BMGV ve büyük ilâç
tekelleri içerisindeki ortakları, böylece deneysel tedavi alanına yaptıkları bu
küçük yatırım sayesinde, sektörün kısa vadede canlanmasını sağladılar ve
ileride ilâç onayı süreçlerini hızlandırabilecek bir emsale sahip oldular.
3. DSÖ’nün güvenlik protokollerinin denenmesi ile
ilgili engelleri ortadan kaldırması ile birlikte, ileride Batı Afrika’da yapılacak
büyük ölçekli ilâç denemelerinin yolu açıldı. Hemen bu durumdan istifade etmek
isteyen BMGV, “ileride gündeme gelecek muhtemel tedaviler konusunda bilgi elde etsin”,
bunun için klinik denemeler yapsın diye Klinik Araştırmalar İdaresi’ne 6 milyon
dolar bağışladı. Eski USAMRIID çalışanlarının kurduğu idare, önde gelen
sözleşmeli araştırma teşkilâtı olarak, bilhassa gelişmekte olan ülkelerde, yeni
ilâçları piyasaya sürmek için uğraşan ilâç şirketlerine test destek hizmeti
sunan bir firma.
4. ZMapp denilen ilâcın üretim ve test işlemlerini
hızlandırmak adına, Rockefeller Üniversitesi’ne ve Mapp Biopharmaceuticals
şirketine toplam 1 milyon doların üzerinde bağış yapıldı. Bu, Mapp’in USAMRIID
ve Savunma Bakanlığı’na bağlı olan, yeni askerî teknolojilerin
geliştirilmesinden sorumlu DARPA isimli kuruluşla birlikte geliştirdiği bir
deneysel ilâç.
5. “Ebola aşısının üretimi ve geliştirilmesi
sürecinin hızlandırılması için” dünyanın altıncı en büyük ilâç şirketi olan GlaxoSmithKline’a
3 milyon dolar bağışlandı. BMGV fonları, büyük olasılıkla, bu şirketin Ulusal
Sağlık Enstitüleri ile birlikte geliştirdiği, hâlâ piyasada olan, Ebola
virüsünün Zaire’de görülen versiyonu için geliştirilmiş aşısının hızla test
edilmesini güvence altına almak için kullanıldı. Kısa süre önce GlaxoSmithKline’ın
ismi, Adalet Bakanlığı’nın açtığı davada dolandırıcılıktan ve güvenlik
önlemlerini ihlal etmiş olması sebebiyle suçlu bulundu ve 3 milyar dolar ödedi.
Sektörün çıkarttığı yayınlarda şirketin Ebola aşısı araştırma sürecine kendi
çıkarını düşünerek dâhil olduğundan ve halkla ilişkiler çalışması yürüttüğünden
bahsediliyor.
6. Söz konusu süreçte Tony Blair Africa Yönetişim
İnisiyatifi 700.000 dolar aldı. Bu vakıf, Afrika devletleriyle Batılı STK’ların
iç içe geçeceği sürece destek verme ve neoliberal reformların uygulanmasını
sağlama amacını güdüyor. Her ne kadar kendi yayınlarında “Afrika’nın
geleceğinin Afrikalı liderlerin elinde olduğunu” söylese de bu yardım kuruluşu,
esasen emperyalist merkezin çıkarları adına faaliyet yürütüyor. En önemli
bağışçıları arasında Dünya Bankası ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı
bulunuyor.
7. Fio Corporation, veri toplama ve akıllı telefon
cihazları üzerinden bu verileri paylaşma imkânı sunan bir sistemin
geliştirilmesi için 736.048 dolar aldı. Şirket, ön saf sağlık çalışanları ile
uzak bölgelerde sağlık alanında çalışan yöneticiler ve örgütler arasında
elektronik haberleşmeyi sağlayacağını vaat etti. Yatırımın görünürdeki amacı,
salgınların sahada takibini sağlamak, ama aslında o, Gates’in hayalindeki
küresel sağlık gözetleme ağının oluşturulması için atılan ilk adım.
BGMV’nin diğer önemli hamlesinin salgınla bir
alakası yok, Ebola’nın yol açtığı karışıklıktan istifade etmekle bağlantılı bir
adım bu. Mart 2015’te vakıf, CureVac isimli özel ilâç şirketinin 52 milyon
dolarlık hissesini aldığını duyurdu. Bu, genetiği değiştirilmiş mRNA’dan yararlanan
aşılar geliştirme işi yapan bir şirket. Böylece ilk kez BMGV’nin ticari ilâç
işinde başarı elde etmeyi kendisine dert edindiği açığa çıkmış oldu. Vakıf,
dünya genelinde devletlerin aşı satın alma süreçlerinin biçimlendirilmesinde
önemli bir rol oynadığı için söz konusu yatırım, aslında çıkar çatışmasına
neden olmaktaydı. Ama eskiden büyük ticari baskıları önemsememekle övünen büyük
hayırseverimiz, bu konuda tek laf etmedi, ayrıca sektör yayınlarında ve popüler
dergilerde bu meseleye dair tek bir eleştiriye rastlanmadı. Özel kazançla kamu
çıkarı öyle iç içe geçmişti ki CureVac ile ilgili hikâye üzerinde kimse
durmadı.
Toplamda vakfın Ebola ile mücadele için ayırdığı
fonlarla ilgili kararları, dünya sağlık yönetişimi sürecinin, vakfın uzun
zamandır güttüğü siyasetine uygun biçimde hızlandırılmasına dönük adımlar
olarak görebiliriz. Gates, salgınla mücadele meselesini kendi ajandası için
ustalıkla kullanmayı bildi. Yaratılan korku iklimi, vakfın ve dünya sağlık
yönetişimi teorisyenlerinin paylaştıkları hedefe doğru ilerlemek adına büyük
bir beceriyle istismar edildi. Bu süreçte uluslararası sağlık kuruluşlarının Batı
sermayesinin çıkarlarına hizmet etmeleri sağlandı. Gates sonrasında New England Journal of Medicine’da bir
çağrıda bulundu ama bu çağrı, esasında küresel sağlık yönetimi hedefinden
sapıldığı anlamı taşımıyordu, bilâkis, ilgili yazıda, Gates’in küresel yönetici
sınıfın imtiyazlarına en kısa sürede cevap verebilecek, güçlü bir yeni kurumun
kurulması ile birlikte mevcut statükonun pekiştirilip tahkim edilmesine dönük
arzusu kendisine dil buluyordu.
ABD yetkilileri, Gates’in müdahalelerini
kavrayamadılar. DSÖ, vakfın salgınla mücadelesindeki kusurları ve kendi
önerilerini aktaran bir bildiri kaleme aldı. DSÖ bu bildiride, BM himayesinde,
muhtelif örgütsel reformların ve yeni bir ihtiyat fonunun eşlik ettiği, yeni
bir küresel sağlık acil durum işgücünün oluşturulması çağrısı yapmaktaydı. Örtük
olarak Gates’e karşı koyan bu bildiride, ulusal düzeyde sahip olunan
kapasitenin artırılması ihtiyacı üzerinde duruluyor, “piyasa temelli sistemler”
eleştiriliyor, hastalığın kontrolünde “toplumun ve kültür”ün önemine vurgu
yapılıyordu. Böylece küresel sağlık yönetiminin dizginlerinin kimde olacağına
dair mücadele için gerekli zemin de teşkil edilmiş oldu. Hayat akıp gidecek ve
biz de bu mücadelenin sonucunu hep birlikte göreceğiz.
Küresel
Sağlık Emperyalizmi
Emperyalizm ve küreselleşme ile ilgili
tartışmasında Samir Amin, şu tespiti yapıyor:
“Dünya
yönetimi ile ilgili küresel bir politik stratejiden söz edebiliriz. Bu stratejinin
amacı, devlet denilen toplumsal örgütlenme biçiminin dağılma sürecine destek
sunmak suretiyle, sisteme düşmanlık etme ihtimali bulunan güçlerin
parçalanmasını sağlamak.”
Kanaatime göre bu strateji üzerinden yürütülen ve
politika sahasında da karşımıza çıkan operasyonlar, en açık biçimde, halk
sağlığı alanında kendisini gösteriyor. “Küresel sağlık yönetişimi” ifadesi,
Bill Gates’in at koşturduğu bu dönemde sağlık yönetimi meselesini tarif etme
noktasında kullanılıyor. Muhtemelen ben, bu makalede projenin niteliğini ve
niyetlerini oldukça sınırlı bir biçimde ele aldım. Dolayısıyla bu aşamada “küresel
sağlık emperyalizmi” terimini kullanmak, buradan da aşağıdaki özelliklere sahip
sistemi bu terim üzerinden tarif etmek gerekiyor:
1. Küresel sağlık krizleri, yoksul ülkelerden
kaynaklanan sorunlar olarak görülüyor ve bu krizlerin zengin ülkeleri tehdit
ettiği üzerinde duruluyor. Bu türden krizlere yönelik cevap ise bir güvenlik
meselesi olarak ele alınıyor.
2. Ulusal sınırların ötesine uzanan sağlık
meselelerinin etkin bir biçimde yönetilebilmesi noktasında Vestfalya Antlaşması
temelli ulusal egemenlik meselesi, bir engel olarak görülüyor.
3. Yoksul ülkelerin halklarıyla ilgili kapsamlı
sağlık planlamalarına, politikalara ve programlara, zengin ülkelerin uzmanları
ve finansçıları karar veriyorlar. Vakıfların temin ettiği fonlar, ulusal sağlık
sistemlerinin bağımsız olarak işlemesine mani olacak şekilde kullanılıyorlar.
4. Varolan ulusal ve yerel sağlık hizmetleri
yönetimi, büyük yardım kuruluşlarının ve Batı kapitalizminin hedeflerine tabi
kılınıyor, bu yönetsel birimler yardım kuruluşları ve Batı sermayesiyle
işbirliğine zorlanıyorlar.
5. Sağlık hizmetlerinin verildiği sürecin ve afet
yönetiminin askerîleşmesi, uygun ve zaruri bir adım olarak kabul ediliyor. Sürece
ABD’den, NATO’dan ve müttefik ülkelerden gelen askerler dâhil oluyorlar.
6. Sağlık alanında faaliyet yürüten yardım kuruluşları,
özel şirketlerin felsefesini ve pratiklerini model olarak alıyorlar. Sağlık hizmetleri
için verilen fonlar, yatırım faaliyeti olarak görülüyorlar; dolayısıyla bağış
yaparken esas olarak somut ve hesaplanabilir yatırım kârlılığı ilkesi üzerinde
duruluyor.
7. Büyük yardım kuruluşları, Batılı ulusötesi
şirketlerin kârına kâr katacak adımlar atıyorlar, bu anlamda ulusal sağlık
sistemlerini güçlendirip temel sağlık hizmetlerine destek sunmak yerine aşı ve
ilâç gibi kâr getiren alanlara yöneliyorlar. Batılı ulusötesi şirketlerin
ürettikleri ilâçlar ve sağlık hizmetiyle alakalı ürünler, yoksullardan alınan
vergilerle finanse ediliyorlar.
8. Uluslararası sağlık yönetişimi ile ilgili
hâlihazırda faal olan sistemlerin yerini, Dünya Bankası, G7 ayrıca sağlık
alanıyla bağlantılı ulusötesi şirketler, merkezleri ABD’de bulunan önemli
vakıflar ve STK’lardan oluşan ağlar gibi küresel kapitalizme ait resmi
kurumların meydana getirdiği ulusüstü yönetişim biçimleri alıyor. Bu aşamada halkın
sağlık hizmetlerine demokratik yollardan katılımının genel kapsamı, giderek
daralıyor.
Benim “küresel sağlık emperyalizmi” dediğim ve
giderek dünya genelinde kendisini hissettiren sistem, henüz yerleşmiş değil ve
bu sürecin terse çevrilmesi mümkün. Hindistan ve Çin gibi Batılı olmayan güçlü
devletler, sahada ABD hegemonyasına karşı koymaya başladı bile. Halk sağlığı
uzmanları, büyük yardım kuruluşlarını artık daha fazla ve daha açıktan
eleştiriyorlar. Daha da önemlisi, yoksul ülkelerde açığa çıkan halk direnişi,
kendisini eşitlikçi ve sürdürülebilir bir toplum mücadelesinin parçası olarak
ortaya koyuyor. Witwatersrand Üniversitesi Rektör Yardımcısı Âdem Habib’in de
dediği gibi, “Yoksulların yüzleştiği açmazın kaynaklarla bir alakası yok.
Burada mesele, güç. Yoksullar gerekli güce kavuşurlarsa, ihtiyaç duydukları kaynaklara
ulaşırlar. Bill Gates, kendisine ait gelecek planlarını cümle âleme ilân
etti, ama insanlar henüz bu planları işitebilmiş değiller.
Jacob
Levich
[Kaynak: American Journal of Economics and Sociology, Cilt 74, Sayı 4 (Eylül 2015), s. 727-733.]
0 Yorum:
Yorum Gönder