Sonra Romalılar geldi. Elenleşmiş Yahudiler, beni
bir çiçek bahçesine koydular ve burada şarap içip Stoacıların erdemleri üzerine
derin düşüncelere daldılar, pirlerin ve sakallı hahamların kabilelerle ilgili
hikâyeleriyle alay ettiler.
Makkabiler çıktı sahneye. Elenleri seven herkesin
evlerini ve bahçelerini yağmaladılar. Bense o an son muharebede harabeye
dönecek olan Masada Kalesi’nin duvarına yerleştirildim.
Yüzlerce yıl çorak tarlalarda yapayalnız bir taş
idim. Sonra bir gün keşişler ve münzeviler gelip bir manastıra kattılar beni.
Başımı çevirip baktığımda baharı, zeytin
bahçelerini, badem ağacındaki çiçekleri gördüm. Ama o din adamlarının bokunun kokusundan
başım döndü.
Bu yüzden fetih ordularındaki atların nal
seslerini memnuniyetle karşıladım. Müslüman Araplar, Osmanlılar ve Haçlılar
geldi sırayla. Önce cami, sonra kilise oldum. Hela taşı kadar dünyevi, kutsal
emanetler kadar semavi idim.
Kutsal mekânların yıkılmasıyla boş tarlalardaki
bir çakıl taşına dönüşmek, en büyük pişmanlığımdı.
Yüzlerce yıl işlendikten sonra nihayet kıymetli
bir amaca hizmet ettim. Artık üzerimde hamur yoğruluyor, pideler pişiriliyordu.
Koyunlar benim gölgemde otladılar, çocuklar benim
etrafımda kovalamaca oynadılar, O haylaz horoz, şafak vakti benim üzerime çıkıp
insanları uykularından uyandırdı.
Sonra kurşun deldi etimi. Osmanlı askerleri kaçtı,
ama ben olduğum yerde, kıpırdamadan kaldım. Kimsenin bir işine yaramıyordum,
sadece yüzlerindeki gülümsemeyle çocuklar üzerime oturuyor, babaanneler
bilgelerle ve büyücülerle ilgili masallar anlatıyordu. Çalan müziğe eşlik eden
o ufak esmer ayaklar da söylenen şarkılar da canımı hiç acıtmadı benim.
Felâket kapıyı çaldı. Kurşunlar yağdı, kanlar
aktı.
Çocukların babaanneleri kaçtı.
Evler yağmalandı, zeytin ağaçları kesildi, bana
gene bir şey olmadı.
Masalcılar ve o masalları dinleyenler, yüzlerce
yıl pürüzsüzleştirmişti tenimi.
Etrafımda sadece otlar ve devedikenleri kalmıştı.
Yahudi kurtuluş ordusunun dışkısı gübrelemişti
toprağı.
Uzaktan yanan köyleri gördüm. Diğer yanda
bahçeler, evler, kiremitler ve havuzlar duruyordu.
Yalnız değildim. Asfalt yollar döşenmişti. Sadece Yahudi
kasabalarına ve şehirlerine gidiyordu. Kaldırım taşları temizlendi, benim
etrafıma istiflendi.
“Bunların amacı ne?” diye sordum kendi kendime.
Tel Aviv’de içi köy odaları gibi döşenmiş, üstü
açık bir restoranda zeytin ve peynir servis ediliyordu. Ama kimse, ne kurtuluş
sürecinde yanan o zeytin ağaçlarından ne de kıyımdan geçirilen kuzuların
kemiklerinden ve kafataslarından bahsediyordu.
Tepemdeki o ışıl ışıl parıldayan güneş kadar yapayalnızdım. Issız
yolun kıyısında tek başıma duruyordum. Ta ki esmer yalınayaklı çocuklar,
annelerinin babalarının ayakkabılarını giyip gelene kadar. O çocuklar, asfalt
yoldan hızla geçip giden arabalara taş attılar, sonra gelip benim arkama
saklandılar. Sıkılan kurşunlar, benim granit postumdan sekip gitti. Bir dakika
veya bir saatliğine de olsa bir iki can kurtarmışımdır.
Zırhlı araçlar geldi, yaralıları ve ölüleri
kimsesizler mezarlığına gömüp gitti. Mezar taşı bile olamadım (ancak çok sonra
olabildim).
Toprağa düşen yalınayak oğulların ve kızların
anıtı, abidesiydim artık.
Şimdi bir duvarın parçasıydım. Gettoyu tecrit eden,
dikenli tellerle taçlandırılmış, devasa bir duvarın.
Budanmış portakal ağaçlarıyla kaplı tarlalar ve
çayırlar o duvarla bölündü.
Bir gün o kasvetli yalnızlığım sona erdi. Beni bir
kamyona yüklediler. Bir hapishane duvarı oldum.
Tüm saygınlığımı yitirdim, doğallığımdan eser
kalmadı, anlamsızlaştım: duygunun mekânından kopartılıp kederin ıssız diyarına
sürgün edildim.
Bana “ne taraftan baktığına bağlı” dediler. Çünkü
arkamda, kutsal kitaplarına göre seçilmiş halk olduğunu söyleyenlerin lüks
evleri, asma bahçeleri, ıslak çimleri, önümde, uzak geçmişte kalmış bir millete
ait hatıralarda yaşayan, mülksüzleştirilmiş insanlar duruyor.
Onların çocukları, büyücülerin ve bilgelerin
hikâyelerini değil, direnişçilere, şehitlere, duvarsız bir millete dair
düşüncelere dair hikâyeleri dinleyebiliyor.
Umarım bir gün bu duvar
yıkılır, onlarla birlikte o kasvetli yalnızlığıma geri dönerim.
James Petras
24 Aralık 2007