15 Mayıs 2021

,

Taşların Dili Olsaydı


Kenanîler üzerimde buğday dövüp ekmek pişirdiler. İbrahim’in çocukları, beni dua tapınağına götürdüler. Benimle inşa ettiler ağlama duvarını.
Sonra Romalılar geldi. Elenleşmiş Yahudiler, beni bir çiçek bahçesine koydular ve burada şarap içip Stoacıların erdemleri üzerine derin düşüncelere daldılar, pirlerin ve sakallı hahamların kabilelerle ilgili hikâyeleriyle alay ettiler.
Makkabiler çıktı sahneye. Elenleri seven herkesin evlerini ve bahçelerini yağmaladılar. Bense o an son muharebede harabeye dönecek olan Masada Kalesi’nin duvarına yerleştirildim.
Yüzlerce yıl çorak tarlalarda yapayalnız bir taş idim. Sonra bir gün keşişler ve münzeviler gelip bir manastıra kattılar beni.
Başımı çevirip baktığımda baharı, zeytin bahçelerini, badem ağacındaki çiçekleri gördüm. Ama o din adamlarının bokunun kokusundan başım döndü.
Bu yüzden fetih ordularındaki atların nal seslerini memnuniyetle karşıladım. Müslüman Araplar, Osmanlılar ve Haçlılar geldi sırayla. Önce cami, sonra kilise oldum. Hela taşı kadar dünyevi, kutsal emanetler kadar semavi idim.
Kutsal mekânların yıkılmasıyla boş tarlalardaki bir çakıl taşına dönüşmek, en büyük pişmanlığımdı.
Yüzlerce yıl işlendikten sonra nihayet kıymetli bir amaca hizmet ettim. Artık üzerimde hamur yoğruluyor, pideler pişiriliyordu.
Koyunlar benim gölgemde otladılar, çocuklar benim etrafımda kovalamaca oynadılar, O haylaz horoz, şafak vakti benim üzerime çıkıp insanları uykularından uyandırdı.
Sonra kurşun deldi etimi. Osmanlı askerleri kaçtı, ama ben olduğum yerde, kıpırdamadan kaldım. Kimsenin bir işine yaramıyordum, sadece yüzlerindeki gülümsemeyle çocuklar üzerime oturuyor, babaanneler bilgelerle ve büyücülerle ilgili masallar anlatıyordu. Çalan müziğe eşlik eden o ufak esmer ayaklar da söylenen şarkılar da canımı hiç acıtmadı benim.
Felâket kapıyı çaldı. Kurşunlar yağdı, kanlar aktı.
Çocukların babaanneleri kaçtı.
Evler yağmalandı, zeytin ağaçları kesildi, bana gene bir şey olmadı.
Masalcılar ve o masalları dinleyenler, yüzlerce yıl pürüzsüzleştirmişti tenimi.
Etrafımda sadece otlar ve devedikenleri kalmıştı.
Yahudi kurtuluş ordusunun dışkısı gübrelemişti toprağı.
Uzaktan yanan köyleri gördüm. Diğer yanda bahçeler, evler, kiremitler ve havuzlar duruyordu.
Yalnız değildim. Asfalt yollar döşenmişti. Sadece Yahudi kasabalarına ve şehirlerine gidiyordu. Kaldırım taşları temizlendi, benim etrafıma istiflendi.
“Bunların amacı ne?” diye sordum kendi kendime.
Tel Aviv’de içi köy odaları gibi döşenmiş, üstü açık bir restoranda zeytin ve peynir servis ediliyordu. Ama kimse, ne kurtuluş sürecinde yanan o zeytin ağaçlarından ne de kıyımdan geçirilen kuzuların kemiklerinden ve kafataslarından bahsediyordu.
Tepemdeki o ışıl ışıl parıldayan güneş kadar yapayalnızdım. Issız yolun kıyısında tek başıma duruyordum. Ta ki esmer yalınayaklı çocuklar, annelerinin babalarının ayakkabılarını giyip gelene kadar. O çocuklar, asfalt yoldan hızla geçip giden arabalara taş attılar, sonra gelip benim arkama saklandılar. Sıkılan kurşunlar, benim granit postumdan sekip gitti. Bir dakika veya bir saatliğine de olsa bir iki can kurtarmışımdır.
Zırhlı araçlar geldi, yaralıları ve ölüleri kimsesizler mezarlığına gömüp gitti. Mezar taşı bile olamadım (ancak çok sonra olabildim).
Toprağa düşen yalınayak oğulların ve kızların anıtı, abidesiydim artık.
Şimdi bir duvarın parçasıydım. Gettoyu tecrit eden, dikenli tellerle taçlandırılmış, devasa bir duvarın.
Budanmış portakal ağaçlarıyla kaplı tarlalar ve çayırlar o duvarla bölündü.
Bir gün o kasvetli yalnızlığım sona erdi. Beni bir kamyona yüklediler. Bir hapishane duvarı oldum.
Tüm saygınlığımı yitirdim, doğallığımdan eser kalmadı, anlamsızlaştım: duygunun mekânından kopartılıp kederin ıssız diyarına sürgün edildim.
Bana “ne taraftan baktığına bağlı” dediler. Çünkü arkamda, kutsal kitaplarına göre seçilmiş halk olduğunu söyleyenlerin lüks evleri, asma bahçeleri, ıslak çimleri, önümde, uzak geçmişte kalmış bir millete ait hatıralarda yaşayan, mülksüzleştirilmiş insanlar duruyor.
Onların çocukları, büyücülerin ve bilgelerin hikâyelerini değil, direnişçilere, şehitlere, duvarsız bir millete dair düşüncelere dair hikâyeleri dinleyebiliyor.
Umarım bir gün bu duvar yıkılır, onlarla birlikte o kasvetli yalnızlığıma geri dönerim.
James Petras
24 Aralık 2007