31 Ocak 2017

,

İslamcılık ve Arap Dünyası


Süleyman Murad Söyleşisi

Perry Anderson
2016

 

İslam, kamuoyunun daha önce hiç bu kadar dikkatini çekmemişti. Ne var ki bu imaj, İslam teolojisi, İslam tarihi ve bu dine ait uygulamalara dair yanlış bilgilerle ve cehaletle yüklü.

Mosaic of Islam [“İslam’ın Mozaiği”] isimli çalışmasında Perry Anderson ve ünlü İslam tarihçisi Süleyman Murad, Muhammed’den bugüne İslam’ın kabulü ve bu dinin uzun tarihini açık ve kolay anlaşılır bir üslupla aktarmayı amaçlıyor. Kitaptan alınan bu parçada Anderson ve Murad, Şiilerle Sünniler arasındaki karşıtlığı, Arap Baharı’nın sebep ve sonuçlarını, İsrail’in Ortadoğu’daki konumunu ve Panarabizmin tarihini tartışıyor.

Bugün Ortadoğu’da Sünnilerle Şiiler arasındaki karşıtlıkların düşmanlığa varacak şekilde yeniden nüksetmesini nasıl izah edebiliriz? İki toplum arasındaki gerilim yüzlerce yıldır bu ölçekte değildi. Bugün bu gerilimlerin ardındaki dinamik nedir?

Panislamist olarak görebileceğimiz üç önemli isim var günümüz İslam’ında: Mısır’da Kutub (1906-1966); İran’da Humeyni (1902-1989); ve Hindistan-Pakistan’da Mevdudi (1903-1979). Üç isim de Müslümanların aralarındaki farkları aşmalarını ve çürümüş kapitalizmle ateist komünizm denilen iki kötülüğe karşı muzaffer olmayı mümkün kılacak İslam birliğinin oluşmasını istediler. Üç düşünür de Müslümanların iki değirmen taşının arasında ezildiği bir dönemde yaşanıldığını, inananların bu iki taştan birini seçmeye zorlandığını düşünüyordu. Üçü de alternatif olarak İslam’a işaret ettiler. Ama burada bir koşul öne sürdüler, buna göre Müslümanlar birleşmek zorundaydı. Sünni dünyada Mevdudi ve Kutub panislamizmi vaaz ettiler. Her iki isim de düşüncelerinin geniş kalabalıklarla buluştuğunu göremedi. İdeolojik ortamı dönüştürmekse İran Devrimi’ne nasip oldu. Humeyni’nin ilk özgün projesi, görkemli sonuçları öngören bir tür panislamizmdi. Bu projeye göre, Sünniler ve Şiiler tüm Müslümanların düşmanı olan ABD ve SSCB’ye karşı birleşecekti. Ama Saddam İran’a saldırıp İslam Cumhuriyeti’nin bekasını tehdit edince, Humeyni savunmacı bir konum alıp genel vizyonundan kimi tavizlerde bulunmak zorunda kaldı. Kuşatma altında olan bir ülkenin tüm müminleri birleştirmesi pek mümkün değildi. Bunun yerine panşiizme meyledildi. İran rejimi Şiilerin bulunduğu yerlerle iletişimi sağlayacak kanallar açtı, silah, para, uzman gönderdi. Yemen, Suriye, Lübnan, Irak ve Bahreyn’deki Şiilere tavsiyelerde ve yardımlarda bulundu. Geçmişte kurulan hiçbir Şii hanedanlığı bugün görülen, tüm Şiilik formlarına karşı hoşgörüyle yaklaşan tutuma sahip olmamıştı. Geçmişte insanlar hep Şiiliğe döndürülmeye çalışılmıştı. Herkes On İki İmamcı olmak zorundaydı. Humeynizm bu yöntemi elinin tersiyle itti. Zeydiler, Aleviler ve Dürziler değişmeye zorlanmadılar, İran kaynaklı saldırgan bir içeriğe sahip, teolojik talimatlarla yüzleşmediler. Bu, Şii dayanışması için gerekliydi. Burada strateji, Batı’nın saldırısına hedef olan İran Devrimi’nin bölgeden destek bulması amacıyla oluşturulmuştu. Modern İran tarihinde, 1908-1911’deki anayasa hareketinden 1953’te Musaddık’ın devrilişine, oradan bugüne dek bu, sık sık karşılaşılan bir temaydı. Humeyni’nin politikasının ulaştığı başarı, 1982 sonrasında Lübnan’da en büyük güç olarak sahneye çıkan Hizbullah gibi bir ürün verdi.

Dönüştürücü bir etkiye sahip olan ikinci olaysa, Sovyetler’in 1979’da Afganistan’ı işgal etmesiydi. Bu olay panislamizmi başka bir yöne sevketti ve ona Sünni bir içerik kazandırdı. Kızıl Ordu’yu ülkeden kovmayı başaran Afganların bu başarısı Şah’ın devrilişi ile kıyaslanacak ideolojik bir etkiye yol açtı. İranlılar, Batı’yı Sünniler de Doğu’yu yenebileceklerini ispatladılar. İslam hem kapitalizme hem de komünizme karşı muzaffer olmayı bilmişti. Ama Humeyni’nin panislamizminin İran-Irak savaşı ile panşiizme kapanmaya mecbur edilmiş olmasında görüldüğü gibi, Sünni panislamizmi de aynı savaşın basıncı üzerinden pansünnizme doğru büzüştü. Yola seküler bir lider olarak çıkış yapan Saddam Hüseyin, Sünnilerin yardımını almak için dinî söylemi devreye soktu. Zira Saddam, o dönemde savaşı kaybettiğini gördü ve sahneye Iraklıların çoğunluğu Şii olmasına karşı Sünnilerin savunucusu olarak çıkmak istedi. Ardından Körfez Savaşı (1990-1991) yaşandı, 2003’te Amerika Irak’ı işgal etti, ülke Sünni ve Şii toplumları arasında bölündü. Böylece pansünnizm ile panşiizm arasında düşmanlığın tohumları da atılmış oldu.

Pansünnizmin köklerini Kutub veya Mevdudi’ye ne ölçüde dayandırabiliriz?

Mevdudi ve Kutub’un fikirleri, Panislamcılar, bilhassa Sünni olanlar arasında yaygın biçimde okundu. Tuhaf olan şu ki bugün pansünnizm selefi bir nitelik azandı. Selefilik, Suudi monarşisinin ortaya attığı bir yorum. Kimi kolları artık Suudi tanımına da uymuyor (özellikle Kaide ve IŞİD). Bu akım Sünni dünyada kök buluyor. Suudi Arabistan, ondan daha düşük düşeyde Katar, pansünnizmi panşiizmin müdafisi olan İran’a karşı savunuyor. Her iki taraf da birbirine paranoya ile bakıyor. Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın doğusunda büyük bir Şii nüfusu yaşıyor. Bahreyn’in çoğunluğu da Şii. Birleşik Arap Emirlikleri’nde çok sayıda İranlı yaşıyor. Umman’da halkın çoğunluğu önşiilikten çıkan ilk kollardan biri olan İbadiyye hareketine mensup. Yemen’de Zeydiler güçlü. Dolayısıyla Suudi Arabistan, Irak’ın güneyinden Körfez’e oradan Kızıl Deniz’in alt kısmına kadar uzanan bir Şii kuşağı ile kuşatılmış durumda. Suriye’de Aleviler hâlen daha iktidarda. Lübnan’ın önemli bir kısmı Hizbullah’ın hâkimiyeti altında. Şam’ın güneyinde Ürdün var. Buradan da bir başka Şii hattı kuzeye doğru uzanıyor. Bir de buna İran’ın nükleer silah sahibi olma ihtimalini de eklersek, mezhepçi gerilimin tüm bileşenleri ile neden yaşandığını anlamak kolaylaşır. Zira İranlılar da Suudiler gibi düşünüyorlar. Onlar da kendilerini Batı’nın iradesine boyun eğdirmeye dönük, Amerika kaynaklı bir baskıyla karşı karşıya oldukları kanaatindeler. Sonuçta da ortaya bölge genelinde Şiilerle Sünniler arasındaki şiddetin ateşine bir biçimde benzin döken karşılıklı bir paranoya açığa çıkıyor.

Tarif ettiğiniz dinamiğin tarihi Arap Baharı öncesine uzanıyor. Arap Baharı’nın önceden varolan çelişkiler üzerindeki etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Arap Baharı eski düzende parçaladı, yeni bir düzen tesis edemedi, bu sebeple militanlar için geniş bir alan meydana getirdi. Bugün hiçbir Arap ülkesi istikrara sahip değil. Bu tespit sadece Irak ve Suriye değil, Mısır, Tunus, Sudan, Ürdün ve Lübnan için de geçerli. Suudi Arabistan’da da istikrar yok. Bu ülke, kuzeydoğusunda temel insan hakları için gösteriler düzenleyen Şiileri ezdi ve askerlerini 2011’de demokratik bir ayaklanmanın yaşandığı Bahreyn’e gönderdi. Bu çelişkileri yönetmeyi bilen tek ülke ise Türkiye, ama Erdoğan elindeki tüm fırsatları çöpe attı, paranoid çıkışlarıyla bugün kimileri açısından alay konusu haline geldi, muhalefetin ülke içerisinde ortaya koyduğu protestoları uluslararası komplonun parçası olarak değerlendirdi, Kürdleri, kendisine karşı çıkan herkesi suçlama yoluna gitti.

Günümüzün Haçlı devleti olarak takdim edilen İsrail, dinî tutkuların tüm bölgeye yayılması noktasında ilk Haçlılar türünden bir rolü ne ölçüde oynayabilir?

Panislamistlere göre, İsrail küçük bir nüfusa sahip küçük bir ülkeydi ve bu haliyle onun haçlı devletleri gibi Müslüman dünya birleştiği vakit sökülüp atılabileceğine inanıldı. Ama Araplar, İsrail’le ne zaman savaşsalar yenildiler. Tuhaf ki 1973 savaşı, Suriye ve Mısır’da zafer ve ulusal tatil olarak kutlanıyor, oysa iki savaşta da Araplar ağır, utanç verici bir yenilgi aldılar. İslamcılığın rağbet görmesinde İsrail’in yol açtığı tehdit hiçbir zaman en temel faktör olmadı. Arapların büyük bir çoğunluğu Yahudi devleti olarak İsrail’e düşman. Ama bu düşmanlığa bir de Filistinlilere yönelik yaygın bir kayıtsızlık eşlik ediyor. Filistinlilerin davası İslamcıların gündeminin merkezine hiçbir zaman oturmadı. Panislamizmin önde gelen teorisyenlerinin fikriyatında Filistinlilerin kaderi kendisine kıyıda köşede bir yer bulabildi. Hatırlandığında da İsrail tek başına bir tehdit değil, gerçek tehdit olan Amerika ve Batı’nın temsilcisi olarak değerlendirildi.

Günümüz İslamcılığını asıl canlandıran ve cazip kılan, İran şahının devrilmesidir. Bu bölgede gerçekleşen ve güçlü bir yöneticiyi deviren ilk devrimdir. Müslüman dünyada bu devrimin yol açtığı değişime denk başka bir değişim yaşanmamıştır. Cezayir Devrimi (1954–1962) sömürgeci bir güç olan Fransa’ya karşı yapıldı. Mısır’da krallığın devrilişi (1952) pek heyecan yaratmayan bir darbeydi. Suriye, Irak ve Libya’dakiler de öyle. Oysa İran’da kitle gösterileri orduyu etkisizleştirip şahı devirdi. Bu, eşi benzeri olmayan bir olaydı. Arkasında Humeyni ve mollalar vardı. Devrim, panislamistlerin dinin değişime yol açabileceğine dair argümanlarını teyit etti. İslam alternatifti artık. Mevdudi veya Kutub nezdinde sınırlı biçimde kabul gören bu ideoloji daha geniş bir kitleye kavuştu ve daha fazla talep edilir hale geldi.

Afganistan’da selefiler de bu kervana katıldılar ve panislamizmi kendi tayin ettikleri yöne soktular. Mısır’da Sedat, üniversiteler ve sendikalarda sosyalistlerin ve komünistlerin popülaritesini kırmak için radikal Sünni grupları kullandı. Ardından bu grupların çok güçlendiğini anladı ve özellikle 1978’de İsrail’le imzaladığı Camp David Anlaşması sonrası bu grupları ezmeye başladı. Bu, daha birçok yerde tanık olduğumuz bir yola işaret ediyordu. O dönem askeri rejimler kendileri için tehlikeli gördükleri komünistlere ve İslamcılara karşı bu yolu yürüdüler. Birini diğerine karşı maniple ettiler. İsrail istihbaratı, Filistin’de Fetih’e karşı denge unsuru olsun diye Hamas’a destek verdi. ABD, Afganistan’da komünistlere karşı cihadcı unsurları güçlendirdi. Ama bu hamle, aynı cihadcılar Amerikalıları hedef almaya başlayınca ters tepti.

Anlaşılan, modern dönemde İslam’ın en şiddete meyyal kısmına katkı sunan unsurlar, tuhaf bir biçimde İslam’ı birleştirme yönünde hayal kuran kesimler. Tekfir etme ve mürted suçlamaları bu noktada ciddi bir rol oynuyorlar. Bu fikrin kaynağı nedir?

Tekfir terimini on üçüncü yüzyılda İbn Teymiyye’de buluyoruz. Terim, o dönemde Moğolların safına geçenler ve diğer yoldan sapmış Müslümanlar için kullanılıyor ama bugün terimin kullanımı Vehhabilerle birlikte başlıyor. Temelde cihadın Müslümanlara karşı yürütülmesi mümkün değil. Dolayısıyla selefilerin kitleleri Sedat veya Suudi prenslerine karşı cihad için seferber etmeleri imkânsız. Bunun için söz konusu yöneticilerin artık Müslüman olmadıklarının ispatlanması gerekiyor. Vehhabizmin özü bu. Usame Bin Ladin’in Körfez Savaşı sonrası Amerikan askerlerinin Suudi Arabistan’a yerleştirilmesine dönük eleştirisine baktığımızda, Suudi ailesinin o noktada mürted olduğuna dair ifadelere rastlıyoruz. Ladin takipçilerine şunu söylüyor: “Onlar artık Müslüman değil, dolayısıyla onlara karşı cihad etmeliyiz. İslam’ın düşmanlarını Kutsal Topraklar’a davet ettikleri için dinden döndüler.” Aynı durum Mısır’da da geçerli. Selefiler dindar yobazlar olabilirler ama onlar İslam’ın temel hukukunu gözetmek zorundalar. Takipçilerinizi Müslümanlara karşı cihada sevk edemezsiniz, önce o insanlara o kişilerin artık Müslüman olmadıklarını ispatlamanız gerek. Dolayısıyla tekfir mekanizması selefizm için çok önemli. Kâfirleri öldürmeniz için fetvaya ihtiyaç yok. Ama Müslümanları öldürebilmeniz için size o insanların artık Müslüman olmadığını ve neden mürted olduklarını izah eden bir fetva gerek.

1980’de Sedat’ı vuran Teğmen Halid İslambuli’nin o gün Mübarek’i de öldürmemesinin sebebi bu. Sedat mürteddi ama İslambuli’nin elinde Mübarek’i öldürebileceğini söyleyen bir fetva yoktu. İslamî terörizme dair eskiden beri yapılagelen analizler militanların ne dediklerine pek bakmıyorlar, sadece ekonomik faktörlere veya tarihsel koşullara değiniyorlar. Bu noktada militanların en genel anlamda bir tür ideoloji ve din ile harekete geçtiğinden söz ediyorlar, ama onların eylemlerini meşrulaştıran ifadeleri göz ardı ediyorlar. Katar Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanının tespitiyle, İslamî terörizm, ancak onun teolojisini anlayıp onun karşısına başka bir teoloji çıkartarak yenilebilir. Bu gerçeği inkâr ettiğimiz sürece militan İslam karşısında galip gelmek pek mümkün değil.

Kaynak

0 Yorum: