2016’daki başkanlık adaylığı seçimleri esnasında
(Amerika’nın Margaret Thatcher’a verdiği cevap olan) eski dışişleri bakanı
Madeleine Albright, şu lafıyla kendisini yerin dibine soktu: “Hillary Clinton’ı
desteklemeyi reddeden kadınların cehennemdeki yerleri hazır.”
Yaşları 35’in altında olan, Demokrat Parti adayı
Bernie Sanders’ı destekleyen milyonlarca genç kadını aşağılamasının yanında
Albright’ın esasen Clinton’a da saygısı yoktu, zira o, cinsiyeti yüzünden oy
kullandığını söylüyordu. Uzmanlar bu yaklaşımı, kaba bir ifadeyle, “vajina oyu”
olarak niteliyor.
Albright’ın kibirli yorumu, kampanya boyunca işittiğim
en aptal iki açıklamadan biriydi. Diğeri de Trump’ın “başkan seçilirseniz, IŞİD
konusunda ne yapacaksınız?” sorusuna verdiği cevaptı: “IŞİD’e yapacağım şey
dünyayı şoke edecek!” Medya korkak olduğu için soruyu soran muhabir, bu aptalca
cevaba tek bir karşılık bile vermedi.
Cumhuriyetçi ve Demokrat kongre üyeleri vaazlarında ne
derse desin, program konukları, girişimciler, emek düşmanlığını propaganda
edenler, revizyonist tarihçiler, ana akım medyanın kuklaları ve rahat
malikânelerin sâkinleri bize ne söylerse söylesin, Amerikan orta sınıfını
yaratan şey, işçi sendikalarının gücü ve örtük şiddet tehdididir.
Gerçek budur. Elbette sivil itaatsizlik pratikleri ve
o “güç” dağınık ve ürkek bir hâlde bulunduğundan, hoş kelimelere,
seminerlerdeki ağdalı konuşmalara, “misyon bildirilerine” ve ekip oluşturma
pratiklerine kapalı olduğundan, müesses nizam, bizden tartışmalarda söylenen
her şeye inanmamızı ve sokaklara dökülmenin kötü, haysiyetsiz ve gereksiz
olduğunu düşünmemizi istiyor. “Sokaklara dökülmek gereksizdir” diyenler, en
büyük yalancılar.
Tarihe bakalım. Orta sınıf ellilere dek yekvücut
olamadı. Ondan önce politik anlamda orta sınıf yoktu. Gayet cömert olan bu on
yıl dâhilinde örgütlü işçi sınıfı da güçlendi. ABD’deki işçilerin yüzde 35’i
sendika üyesiydi.
Üstelik bu rakamlar, işçilerden istifade eden
“beleşçiler”i içermiyor. Bu kişiler, sendikalar sayesinde yüksek ücretler,
sosyal yardımlar alıyor, çalışma koşullarına kavuşuyor, bunun karşılığında
işyerlerine sendika sokmuyorlardı.
Geçmişi bugünkü acınası durumla kıyaslayalım: bugün
özel sektörün sadece yüzde altısı sendikalı. Gerçekte 1947’de işçilere kan
kusturan Taft-Hartley Kanunu’nun yürürlüğe girmesine rağmen, elli yıl önce
etkili bir işçi sınıfının olduğu görülüyor. Bugün hayalmiş gibi görünse de o
günlerde emekçi kadınlar ve erkekler ham da olsa ciddi bir güce sahip.
Buradan süreç akıp feminizmin eşiğine dayandı. ABD
tarihinde geriye dönüp baktığımızda, yetişkin kadınlara oy kullanma hakkının
1920’de verildiğini görüyoruz. Kadınların erkeklerle aynı iş karşılığında aynı
ücreti almasını sendikalar sağlıyor.
Bu gelişmenin sorumlusu kongre, hayır kurumları ya da
Kilise değil. Örgütlü işçi sınıfı. Bu, o dün de bugün de geçerli. Eğer bir
kadın erkek kadar ücret almak istiyorsa, bu güvenceyi elde edebilmesini
sağlayacak tek güç işçi sendikası.
Dolayısıyla kongreye dilekçe göndermek, belediye
binası önünde gösteri düzenlemek, kız kardeşleri içine alan dedikodu gruplarına
girmek veya New York Times’da iğneli ve zeki köşe yazıları yazmak yerine
kadınlar birilerini ürkütecek işler yapmalılar. Onlar erkeklerin ürktüğü şeyi
yapmalı, yani güçlenmelidirler. Bunun için de sendikalı olmalıdırlar.
Eğer kadınlar, erkekler bir dolar alırken kendilerinin
neden 77 sent aldığını sorguluyorlarsa, feministler soylulara has
entelektüelizmlerini ve söylemlerini (ne kadar dokunaklı olursa olsun) terk
etmeli ve birilerinin içine korku salan işler yapabilmelidirler. Onlar, en
“ilkel” olanı benimsemeyi bilmelidirler.
Hillary Clinton’ın “süslü feminizm”i şarlatanlıktan
başka bir şey değil. Onun her iki yolu da arşınlaması imkânsız. O, hem New York
Borsası ve finansal sermayenin övgüye mazhar olan ismi, hem de “ücret
eşitliği”nden yana bir kişi olamaz, çünkü bu iki husus birbirine karşıt. New
York Borsası ücret eşitliğine karşı, sendikalara düşman, Clinton da öyle.
David Macaray
20 Ocak 2017
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder