Başka bir ifadeyle, vahyedilen din, her şeyden
önce kolektif çıkarlarla ilgiliydi. Amirî’nin ifadesiyle, “dinler özel fayda
veya bireysel avantaj için tesis edilmezler, amaçları her zaman kolektif
refahtır.”[1] İhvan-ı Safa ise “Din kelimesinin Arapçada tek bir lidere yönelik
komünal itaati ifade ettiğini” söylemektedir.[2] Dinin Tanrı ile birey
arasındaki manevi aşk ilişkisi veya metafizik âleme dair kanaatler kümesi
olarak düşünmeye şartlanmış modern Batılılar, genelde bu türden görüşler
karşısında sıkıntı yaşarlar. Böylesi ifadelerin dile getirildiği dönemlerde kolektif
örgütlenmeden çok dine dair düşünceler gündemdedir. Oysa Müslümanlar açısından
Allah, kamusal düzeni, müşterek çıkarları temsil etmektedir. Bu anlamda
Allah’ın mülkü denildiğinde bu, mülkün tek tek hiçbir insana ait olmadığını,
tüm insanlara (veya ona hizmet edenlere) ait olduğunu ifade etmektedir. Mülk
herkese ait olduğundan, kamu otoritesi, hükümet tarafından idare edilir.
Hukukullah, (hudud cezaları veya Kitap’ta belirlenen vergiler türünden)
Allah’ın hakları belirli kişilere değil, tüm ümmete aittir ki bunlar da hükümet
eliyle idare edilir.[3] İmam, Allah’ın ve Müslümanların vekilidir, tek ve aynı
işi yapar.[4] İbn-i Teymiyye’nin ifadesiyle, “nerede genel bir ihtiyaç
mevzubahis ise orada Allah’ın yükümlülüğü mevcuttur.”[5] Hz. Ali’nin sözüyle,
“özel meseleler insana, toplumla ilgili meseleler ise Allah’a aittir.”[6] Allah
bu anlamda kimi şeyleri özel bireylerin kontrolünden çıkartır. Antik çağda
insanlar kölelerini tanrıya satarak onları azat ederlerdi: o, artık tanrının
kölesi olduğundan, asla insana ait olamazdı. Aynı şey, İslam’da Allah’ın sahip
olduğu her şey için de geçerlidir. Allah’ın sahip olduğu her şey, çekişme ve
rekabet içerisindeki insanların bulunduğu alana asla ait değildir; bireysel
çıkarın ötesindedir, özel istekten etkilenmez, nötrdür, bitaraftır, eşit öneme
sahiptir, kamusal iyiye aittir, bu nedenle kamu otoritelerince, yani Allah’ın
temsilcilerince idare edilir. Hâsılı kamusal alan, ancak Allah’a müracaat
etmekle mümkündür.
Devlete
Ait Görevlerin Bölünmesi
Hz. Muhammed, Medine’de kamusal alanı işte bu
şekilde oluşturdu. Ama görüldüğü üzere, bu alanda farklı tipte birçok liderin
bulunması mümkün. Yöneticiliğin din ve devlet ayrımı olarak bilinen tarz dâhil
bir dizi tarz üzerinden ayrıştırılması mümkün. Ama bu tespit yanlış anlamaya
müsait. Ortaçağ’da İslam bir değişime maruz kaldı. Bu dönemde Allah’ın yönetimi
yeryüzünde icra edildi. Bu yönetim dinî önemi haiz değildi. Yani Allah’ın
bahşettiği yetkinin tamamı tek bir kişideydi. Âlimler halkın yönetilmesi
görevini üstlendiler. Allah’ın halifesine baskı görevi verildi. Sonrasında bu
görev sultanlara geçti. Böylelikle din ve iktidar ayrıştı. Bu, Ortaçağ
Avrupa’sında da görülen türden bir ayrımdı. Allah’ın kılıcı bir kurumun, kitabı
başka bir kurumun elindeydi artık. Ama kılıç da kitap da Allah’ındı. Sadece
ikisi aynı kişiye verilmiyordu. Aynı şekilde emirler, sultanlar ve krallar bir
tür seküler yönetici olarak hareket ediyorlardı. Yani bunlar, her türden
toplumda karşımıza çıkacak türden yöneticilerdi, şeriata has bir durum asla söz
konusu değildi. İslamî hiçbir yanları yoktu. Zira dinî hiçbir rol
üstlenmiyorlardı. Bazen İslam dışı kaynaklardan geliyorlardı. Hatta görüş olarak
da İslam dışıydılar. Bu yöneticilerin asıl rolü dinî kurumların korunmasından
ibaretti.
İki kurum arasındaki çizginin belirgin olmadığını
söylemek lazım. Gazali’nin bu çizgiyi netleştirmeye dönük çabalarına karşın,
Ortaçağ’da Müslümanlar, farklı insanların yönettiği, farklı kurallarla idare
edilen, farklı amaçlara sahip iki ayrı örgüt anlayışına hiçbir zaman sahip
olmadılar. Yani bu dönemde on birinci yüzyıldan sonra kilisede yaşanan
reformlarla birlikte Avrupa’da gelişen kilise-devlet ayrımından söz etmek
mümkün değildi. İki alanın ayrıldığı, dinin özelleştiği, sosyo-politik düzenin
sekülerleştiği bir süreç daha düşük düzeyde yaşandı. Bugün Batı’da hükümet
genel anlaşma üzerinden seküler hedefler üzerinden hareket eder. Dinî bir rol
üstlenmez. Seküler hedefler dinî hedeflerle çatıştığında seküler olan dinî
olana galebe çalar. Bugün Batı’da sekülerizm kamu yararından bahseder. Din özel
çıkarlar alanına aittir ve bu özel çıkarlar müşterek refah adına zapturapt
altına alınmalıdır. İslam, Batı’da Müslüman azınlıkların çoğalması bağlamında
özel çıkarlar formunda değerlendirilir. Ama Müslüman dünyada bu türden bir
gelişme yaşanmamıştır. Burada kamusal alan Allah’a aittir. Sadece O, ilgili
alanı artık tek bir kurumla yönetmemektedir.
Ortaçağ’da Müslümanlar için asıl önemli olan kurum
dinî kurumdur, devletin kendisi değil. Oysa siyasî düşünce ile ilgili kitaplar
daha çok devlete odaklanmaktadır. Esasında Müslümanlar, devleti dinin
oluşturduğu toplumda bir tür fazlalık olarak görmüşlerdir. O, dinî emirlerin
yerine getirilmesi için vardır ve güçlü insanlarca değil, düşünen insanlarca
yönetilmelidir. Yöneticiler, insanların kanını emen, onları katleden, sakat
bırakan kişiler olmamalıdır. Dindar liderler, inananlarla daha fazla ilişkiye
sahiptirler. Kılıç sahiplerinin ilişkilerine kıyasla bu ilişki daha samimidir.
İslamî siyasi düşünce ile
ilgili çalışmalar sadece sultanlara odaklanamaz. Tüm kamu düzeninin ele
alınması şarttır. Müslümanları yönetmeyen veya yönetmek istemeyen, âlimler,
felsefeciler, tasavvufçu düşünürlere de bakılmalıdır. Bu isimlerin siyasi
düşünce kapsamında ele alınacak düşünceleri tartışmalı olabilir. Bizim devlet
dediğimiz kuruma odaklanmasalar bile bu kişiler, siyasetle yoğun bir biçimde
ilgilenmişlerdir. İslam dünyasında siyasi düşünce ile ilgili çalışma sadece
devlete odaklanamaz.
Patricia
Crone
[Kaynak:
God’s Rule: Government And Islam, Columbia
University Press, 2004, s. 393-396.]
Dipnotlar
1. İlam, 105 (al-naf al-khassi, al-faida
al-juz’iyya, al-maslaha al-kulliyya).
2. RIS, iii, 486 (inna ma'na al-din fi lughat
al-'arab huwa al-ta’a min Jama’a li-ra'is). Bu tespit etimolojik açıdan da
doğrudur. Dâna lahu teslim olmak ya da birine itaat etmek anlamına geliyor
(aynı şekilde aslama da teslim olmak demek).
3 Johansen, 'Sacred and Religious Elements in
Hanafite Law', özellikle s. 297 ve sonrası.
4·Simnâni, Rawda, i, §37 (yanûbu ‘an allâh
wa-rasûlihi), §517 (nâ'ib 'an al-muslimin).
5. Ibn Taymiyya, Hisba, 26 = 54 (wa-mâ ihtaja ilayhi al-nâs hâjatan ‘animatan
fa’l-haqq fihi li’llah).
6. Aktaran: EI, s.v. 'Bahâis', col. 917a.
0 Yorum:
Yorum Gönder