22 Şubat 2022

Uluslararası Hukuk ve Efsaneler


Carl Schmitt'e göre, "savaş ilânı, bir düşmanın tanımlanmasından başka bir şey değildir.” ABD ve Batı’nın tarihsel düşmanı Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasından sonra, onun yerini Rusya aldı. Bu düşman ilân etme süreci, yaklaşık yirmi yıl sürdü.

İlgili süreçse, Der Spiegel tarafından yayınlanan 6 Mart 1991 tarihli belgede de ortaya konduğu biçimiyle, ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya tarafından eski Sovyetler Birliği ile yapılan anlaşmaları açıkça ihlal ederek Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ın NATO’ya girdiği, daha doğrusu, NATO’nun genişlemeye başladığı 12 Mart 1999 tarihinde başladı.

Süreç, NATO’nun Baltık ülkeleri gibi Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan ülkeler dâhil olmak üzere diğer tüm Doğu Avrupa ülkelerine genişletilmesiyle devam etti.

Şimdiki fırtına ise, NATO’nun ve askerî faaliyetlerinin Ukrayna’yı da içerecek bir biçimde genişleme ihtimali üzerinden koptu. Ukrayna, 2014’teki “Maydan Devrimi” denilen gelişmenin ardından şiddet olayları ile ağır hasar almış bir ülke. Bu sürecin sonunda Kırım koptu, iç savaşın ardından, Donbas’ta bir cumhuriyet kuruldu.

Esasen Ukrayna’ya NATO'ya katılım daveti yapılması, bununla birlikte, ona silâh desteğinde bulunulup ekonomik destek sağlanması ile Donbas kavgasının fitili yeniden tutuşturuldu. Burada amaç, Ukrayna'yı 2015’teki Minsk anlaşmalarının öngördüğü barış çözümünü kabul etmemeye zorlamaktı.

Rusya'nın, dün, bugün veya yarın Ukrayna'nın işgaline başlayacağını açıkladığı anda Biden, Rusya'yı kesin bir dille düşman olarak tanımlayıp müzakere sürecini sonlandırmış oldu. Yani aslında savaş ilânı çoktan gerçekleşti. Savaşı Biden ve Dışişleri Bakanı Blinken başlattı. Böylece müzakere sürecini açık tutmak için yapılan gevezelikler de son bulmuş oldu. Kelimelerin savaşından mermilerin savaşına geçiş yapmak için bir bahaneye ihtiyaç vardı, bunun için de hakiki ya da yalandan bir kazanın gerçekleşmesi gerekiyordu.

Bu saatlerde Donbas bölgesindeki ateşkes ihlallerinin yoğunlaşarak Rusya'nın askeri müdahalesini kışkırtması tesadüf değil. Elbette diplomasiye hâlâ yer var, barış imkânı henüz yitirilmiş değil, ancak diyalog kapısını yeniden açmak için bizi bu çıkmaza sürükleyen Batı'nın diline doladığı, yalan üzerine kurulu efsaneleri bir bir boşa düşürmek gerekiyor.

İtalyan dışişleri bakanı, ABD’den kendi kulağına fısıldanan lafı yineleyerek, NATO'nun Ukrayna ve Gürcistan'a kapılarını açma tercihinde bulunmasının kendisi açısından vazgeçilemeyecek bir yönelimin sonucu olduğunu, çünkü her egemen devletin istediği ittifakları seçme hakkına sahip olduğunu söyledi. Bakana göre Rusya’nın Ukrayna’yı NATO dışında tutma niyeti kabul edilemezdi, çünkü aslında bu niyet, Rusya’nın Avrupa’yı kendi nüfuzu altına alma arzusunun bir yansımasıydı.

Oysa gerçekte Avrupa’yı kendi nüfuzu altına almak isteyen Rusya değil, NATO’dur. NATO, şuan Doğu Avrupa ülkelerinin politik ve askerî kurumlarına sinmiş durumdadır. Asıl mesele başkadır. Blinken ve tüm NATO müttefiklerinin hep bir ağızdan haykırıp durdukları o vazgeçilemeyecek ilkedir mesele.

Her ülke, en uygun gördüğü dış politika ve askeri politika seçimlerini yapma gibi egemenlikten kaynaklanan bir hakka sahiptir. Ancak Birleşmiş Milletler anlaşmasının imzaya açıldığı günden beri devletlerin egemenliğinin ağırlığı, ülkelerin barış içerisinde bir arada yaşayabilmesi adına azaltılmıştır.

Diğer milletlere savaş açma yetkisi egemen devlet olma hakkının bir sonucu olmaktan çıkartılmakla kalmamış, ayrıca üye ülkeler de “güç kullanma tehdidinden kaçınmalı” (Madde 2(4)) kuralına tabi kılınmışlardır. Ukrayna’nın egemen bir devlet olarak NATO’ya katılma “özgürlüğü”, asıl vazgeçilmemesi gereken böylesi bir ilke ışığında değerlendirilmelidir. Hiçbir devlet, komşularını tehdit etme özgürlüğüne sahip değildir. NATO'nun askerî aygıtının Moskova'dan birkaç yüz kilometre uzaklıktaki Rusya sınırlarına dek genişletilmesi, nesnel anlamda bir tehditten başka bir şey değildir.

NATO, kuruluşunda imza edilen anlaşma gereği, savunma amaçlı bir ittifaktır. Dolayısıyla teknik açıdan veya politik anlamda hiçbir ülkeyi tehdit edemiyor olmalıdır. Ama NATO, varolduğu söylenen bu vasfını 24 Mart 1999 günü yitirmiştir.

O gün NATO Yugoslavya’ya saldırmış, bu ülkeyi 78 gün bombalamış, neticede ülke bölünmüş, Kosova diye bir ülke kurulmuştur. NATO’nun işlevini ve görevlerini yeniden tanımlamak amacıyla Nisan 1999’da Washington’da yapılan toplantılar dâhilinde ittifak savunma değil, saldırı konsepti üzerinden tanımlanmaya başlanmış, onun dünya genelinde askerî ve politik harekâtlar, ayrıca savaşlar yürütmesine karar verilmiştir.

Dolayısıyla bugün giderek tırmanan gerilimi durdurmak için önce NATO konusunda ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilen efsanelerden kurtulmak gerekmektedir. Ayrıca bugün Ukrayna, kendi istediği için değil, NATO istediği için bu ittifaka girmektedir. Çünkü NATO, 2 Nisan 2008’de Bükreş’te düzenlediği zirvede “açık kapı” politikasını uygulayacağını açıklamıştır.

Bugün Ukrayna’nın NATO’ya girmesi için gerekli iznin İtalya da dâhil tüm üye ülkelerin izniyle mümkün olabileceğinden kimse bahsetmiyor. Yani bugün kurnaz bir kişiliğe sahip olan İtalyan dışişleri bakanı, İtalya’nın Ukrayna’nın NATO’ya girişine onay vermeyeceğini açıklasa, savaşın çarkları birden duracak, kelimelerin savaşı yerini mermilerin savaşına bırakmayacak.

Mecliste NATO anlaşmasında yer alan ve “her genişleme adımı üye ülkelerin güvenliğini dikkate almalıdır” diyen onuncu maddeyi anımsatan Dışişleri Bakanı Luigi Di Maio ve Başbakan Mario Draghi, ABD’ye boyun eğmeyip savaşı önleyebilecek adımlar atma cesaretini gösterebilecek mi, hep birlikte göreceğiz.

Domenico Gallo
22 Şubat 2022
Kaynak

, , ,

Komplocu Manifestosu

“Pirüpak bir isyan kadar güzel.”


Bugün Büyük Reset ve onun kuracağı dünyaya karşı direniş çağrısı yapan, güçlü bir dile ve ilham verici içeriğe sahip bir kitap, Fransa’da elden ele dolaştırılıyor.

Asıl şaşırtıcı olansa kitabın, Seuil gibi Paris’in önemli yayınevlerinden biri tarafından basılmış olması.

Tabii bu noktada sol da dâhil sistem yanlısı kaynakların Komplocu Manifestosu’na saldırmaları bizi hiç şaşırtmadı.

Bu yazarı bilinmeyen çalışma, Fransa’daki Tarnac komünü içinden çıkan Görünmez Komite’nin kaleminin ürünü. “Aşırı solcu” olarak görülen bir grubun elinden çıkmış olmasına rağmen Manifesto’yu eleştirenler, kitabı “zaten böyle şeyler yaparlar” denilerek alaya alınan “sağcı çevreler”le aynı torbaya atıp topa tutuyorlar.

Görünen o ki sistemi hedef alan ve mevcut tasnifleri tümüyle aşan bir muhalefetin hayalini kurmak, bu kişilerin temel politik amaçlarıyla çelişiyor veya belki de bu, onların zihinsel melekelerinin menzilinin ötesine uzanan bir şey.

Yaklaşık üç yüz sayfa olan Komplocu Manifestosu, yaptığı analiz dâhilinde, hem Kovid dümenine, hem de ona en çok ihtiyaç duyulduğu bir zamanda solun gösterdiği acizliğe yumruk sallıyor:

“Mart 2020’den beri her yerde ve her dilde artık kurtulmamızın mümkün olmadığı bir distopyanın kapısından içeri girdiğimizi söyleyen, benzer duygu ve düşüncelere rastlıyoruz.

Bazıları, ‘Yeni Normal’ denilen bu çılgınlık hâline alışmaya çalışıyor. Bunlar, direnmedikleri takdirde daha az çile çekecekleri umudu içerisinde.

Bazıları da devletin adım adım ve itina ile yüzlerine kapattığı kapılardan çıkmanın yolunu bulmaya çalışıyorlar.”[1]

Kitaba göre son iki yıl, mantık konusunda hassas olan insanlar için gerçek bir sınav işlevi gördü.

“Sanki her şey bizi delirtmek için yapıldı.”[2]

Aralıksız süren psikolojik bombardıman karşısında ayakta kalmaya çalıştığımızdan[3] söz eden kitap, “hiç şüphe yok ki insanları öldürücü bir salgın yaşandığına ikna etmek için ilk kez çaba harcandığı”nı söylüyor.[4]

Kitap, ayrıca dünya genelinde sürdürülen aşı kampanyasının tıbbi açıdan makul bir yanı olmadığını düşünüyor:

“Aşılar birçok insan için virüsten daha tehlikeli, hastalığa karşı bağışıklık kazanmanıza katkı sunmuyor. Hatta aşılar, daha öldürücü varyantların ortaya çıkmasına neden oluyorlar.”[5]

Manifesto, Temmuz 2021’de gündeme gelen ve Fransa’da büyük isyan dalgasının kıvılcımını çakan “Sağlık Kartı” konusunda ise onun sağlıkla alakasının bulunmadığını söylüyor.

“Sağlık kartı, halkın içerisindeki uslu, söz dinleyen kişileri isyancılardan ayırma imkânı veren bir gözetleme pratiğidir, nihayetinde de gönüllü dijital takip sistemine yol açacaktır.

Davranışlarımızı uygun olan/olmayan diye ayıran bu tür bir kart sayesinde bizi, bu kartı elimizden almakla tehdit edip dilediklerini yapmaya zorlayabilecekler.

Sağlık kartı, aynı zamanda finansla alakalı. Amacı ise elektronik üzerinden, sensörler ve nesnelerle bağlantı içerisinde, 5G ile kurduğumuz ilişkilerimizin ürettiği tüm verilerle anlam kazanan dijital kişisel kimliğe doğru büyük bir adım atılmasını sağlamak.

Birbirine bağlı nesnelerin bulunduğu pazar, 2025 itibarıyla 1,5 trilyon avroluk bir değere kavuşacak. Bu anlamda aşının amacı, bu kartın çıkartılıp yaygınlaşmasını sağlamaktır.”[6]

Manifesto, bir yandan da hepimizi, bize dayatılan tedbirlerdeki akıldışılığı sorgulamaya davet ediyor. Ona göre, insanların dışarıda maske takmasına neden olan psikolojik manipülasyon, ileride başka şeyleri de sindirmemizi sağlayacak bir yöntem aslında.[7]

“1918’deki İspanyol gribinden beri en kötü yönetime tanık olduğumuz bu pandemi dönemi, tüm toplumları eskiden tarikatlara atfedilen zihinsel manipülasyon tekniklerine mahkûm etti.”[8]

Tebaa hâline getirilen insanlar birbirlerinden kopartıldı, dış dünyadan uzaklaştırıldı, hayatlarının temelini teşkil eden rutinlere yabancılaştırıldı ve bu insanlara bazen “hain” ve “muhalif” olarak da nitelendirilen kötülük kaynağının tehdidi altında oldukları söylendi.

Kitabın tespit ettiği biçimiyle bu, “aslında yaşama sevincimize yönelik bir saldırıdır. Bu toplumun sahipleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri geliştirilmekte olan tüm psikolojik teknikleri kullanarak bize saldırdılar.”[9]

Kitap, bu noktada CIA’in sorgu kitapçığının okunmasını öneriyor. Kitapçık, tutsakların direnişini kırmak ve onların hapishane yönetimiyle işbirliği kurmalarını sağlamak için kullanılan yöntemlerle bugün tecrübe ettiğimiz süreç dâhilinde kullanılan yöntemler arasındaki benzerlikleri ortaya koyuyor.[10]

“İki yıldır kuzu kuzu geri çekilmemizi sağlamak, dünyamızı küçültmek ve bizi kolay etki altına girebilen varlıklar hâline getirmek için verilen, birbiriyle çelişen emirlere ve uyarıcılara sistematik olarak maruz kalmadığımızı söyleyebilecek tek bir kişi var mıdır?”[11]

Tüm bu süreci mantıksal düzeyde besleyen “biyopolitika, kalıcılaşmış olağanüstü hâl ile neticeleniyor[12], bu da “diktatörlük”ten gayrısını ifade etmiyor.[13]

“Gerçekte biyopolitikanın yaydığı sağlık anlayışına bir de hastalık tanımı denk düşüyor. Bu tanım dâhilinde, esasen bu dünyada Makine’nin dışında hayatın mümkün olmadığı söyleniyor.”[14]

“Karşı karşıya olduğumuz tehdit, virüsün kendisi değil, teknoloji düzleminde hızla yürürlüğe giren transhümanizm projesidir.”[15]

Burada asıl tehlikeli olan hususu gayet sarih bir dille ortaya koyan kitap, şunu söylüyor:

“Bizi kendi dünyalarına kapatıp, tüm çıkış yollarını ortadan kaldırmayı kendi çıkarına gören herkes, düşmanımızdır.”[16]

Hatta bu noktada bazı isimler de veriyor: Bill Gates, Mark Zuckerberg, Emmanuel Macron, Rockefeller Vakfı, ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı İleri Düzey Araştırma Projeleri Kurumu (DARPA), Bolloré, Cargill, Avrupa Komisyonu, Dünya Sağlık Örgütü, Goldman Sachs, Louis Dreyfus, Bayer-Monsanto ve en genel anlamda tüm ilâç endüstrisi.[17]

Kitap, bilhassa Rockefeller Vakfı üzerinde duruyor ve onun geleneksel tıbba savaş açtığından, bugünkü tıp endüstrisinin arkasındaki güç olduğundan söz ediyor.[18]

“1917’de Fransa’da vereme karşı yürütülen ilk halk sağlığı kampanyasının arkasında Rockefeller vardı. Yirminci yüzyıl boyunca modern tıp, Amerikan tıbbı olma vasfını hiç yitirmedi. Bu Amerikan tıbbını inşa edense Rockefeller Vakfı’ydı.”[19]

“Rockefeller Vakfı, büyük ilâç tekellerinin atasıdır. Belirli bir bütünlüğü olan program, kendisini farklı kanallarda ortaya koyuyor.”[20]

“Rockefeller gibi hırsız baronlar, bir bütün olarak toplumu kontrol edemezlerse, ekonomik güçlerini muhafaza edemeyeceklerini iyi biliyorlar.”[21]

Öjeni sahasında yürüttüğü çalışmalarla[22] Rockefeller ailesi, uzun zamandır sırtından para kazandığı küçük insanları zerre sevmez, hatta çoğu zaman o insanları planlarına dâhil etmekten rahatsız olur.

Manifesto, en genel manada mücrim yönetici sınıf konusunda şunu söylüyor:

“Bu sınıfın yoksula yönelik öfkesinin haddi hududu bulunmamaktadır. Yoksulların yaşamaya devam ediyor, bir araya geliyor, hatta bayram yapıyor oluşu bile dünyanın sahibi olmanın verdiği zevki mahvetmeye yetiyor.”[23]

Ama bu sınıf, nedense küçük insanların kulak kesildiği noktada pek konuşmuyor.

Bunun yerine, kendilerinden daha az imtiyaza sahip kişilere hayatlarını adamış, onlarla ilgilenen “yardımsever” milyarderler pozu kesiyorlar.

“Hayırlı olduğunu düşündükleri projeler ve teknolojilerden çokça bahsediyorlar. Bizim onların hayır işlediklerini, yoksulların hayrına çalıştıklarını düşünmemizi istiyorlar. Öyle olsa, bunu davul zurna ile duyurmak istemez, hepimize bildirmek için uğraşmazlardı.”[24]

Bu iki yüzlülük, politikada da karşımıza çıkıyor. Şirketlerin tepesindeki köle sahipleri, “duyarcılık” denilen dogmanın savunduğu tüm gökkuşağı renklerini sahipleniyorlar.

Güvenlik hedefi doğrultusunda bu insanlar sansürü savunuyorlar, teknoloji severliği yayıyorlar, Büyük Reset korosu ile kimlik siyaseti uzmanları aynı ilahiyi mırıldanıyorlar. “Bu biyopolitikayı teşvik eden STK’ların tamamı, Amerika’nın büyük vakıfları tarafından finanse ediliyor.”[25]

Manifesto, Mart 2020’de birden ortadan kaybolduğunu düşündüğü sol konusunda da eleştirisini eksik etmiyor.

“Onlarca yıldır yenilgilerden başını kaldıramamış, mevcut düzen konusunda şikâyetini de eksik etmemiş kesimler, ileri atılma cüretine ihtiyaç duyulan bir momentte birden geri çekildiler.”[26]

Sorunun kökenlerini, solun Auguste Comte’un on dokuzuncu yüzyılda kurduğu pozitivist hareket ve bu hareketin dillendirdiği “düzen ve ilerleme” sloganı ile kurduğu bağlarda aramak gerekiyor.[27]

“Herkesin eğitimli, ilerici, iyi, dost canlısı ve eleştirel düşünen kişiler olarak tanıdığı, her zaman dayanışmadan, fedakârlıktan ve toplumsal eşitsizliklerden bahseden solcular, son iki yıl boyunca özgürlüklerimizin son noktasına kadar kısıtlanmasını istediler.

İlericilik temelde gericidir. Onun her daim amacı, düzeni muhafaza etmektir. […] Aydınların sosyalizmi, yöneticilerdeki muhafazakârlıkla aynı şeydir. Bu gerçekler hiç bu kadar aşikâr olmamışlardı.”[28]

Manifesto’nun ifadesiyle, bugün sol, mayasını ortaya koymuştur: Sol, kendisindeki akılcılıktan ötürü akıldışı, bilimcilikten ötürü gerici, hassasiyetinden ötürü hissiz, kendisindeki hijyen yüzünden hastalıklı, insan sevgisinden ötürü nefret dolu, ilericiliği yüzünden karşı-devrimci, eğitimli olduğunu düşündüğü için aptal ve hep iyinin yanında olmak istediği için kötüdür.”[29]

Bugünse o tarihin yanlış tarafındadır, yönetici sınıfın safındadır. Solun, sistemin muhaliflere karşı kullandığı “komploculuk” suçlamasına ortak olma konusunda bu kadar hevesli olmasının sebebi budur.[30]

Bu “komploculuk” meselesini ele alan Manifesto, kimi temel gerçekleri açıklığa kavuşturuyor.

“Eğer ortada komplocular, komplo teorisyenleri varsa bunun sebebi, ortada komploların olmasıdır.”[31]

“Kullandığımız her masum nesnenin, işediğimiz pisuarın sahip olduğu her bir detayın, bir dükkân vitrinindeki her bir ışığın ardında bir tasarımcı vardır.

Uydurma haber içerisinde kullanılan her bir terim bile kasıtlıdır, son çevrilen dümende bile belirli bir amaç söz konusudur.”[32]

“Son iki yıl içerisinde hayatlarımıza neleri sokuşturuyorlarsa, gözümüzün önünde ne çeviriyorlarsa, hepsi bir planın parçasıdır. Bu plana atıfta dâhi bulunmadan, Kovid sürecinin açtığı yaraların iyileşeceği sürece dâhil olmak isteyenlere veya gerçekle gösteri arasındaki mesafeyi ortaya koymaya cüret edenlere yönelik saldırılardaki sertlik, bir planının varlığının teyidi niteliğindedir.”[33]

“Bugün bir fikri ve hissiyatı olan herkese ‘komplocu’ deniliyor” diyen kitaba göre son iki yıl, bilgilenme ve yalanla gerçeği ayırt etme konusunda epey vakit sunmuştur.[34]

“Bu sebeple hem sistem hem de hâlen daha uykuda olanlar konusunda endişelenmek için çok sebep vardır. Uykuda olanlar, düzenin iftiralarını ve salak klişelerini yinelemektedir. “Sol dönüşmüştür.”[35]

“Gerçekte bizim suçumuz, üzerinde yaşadığımız dünyayı anlamaya çalışmak, anlama cüretini göstermek, anlama çabasını kendi zeminimizde durarak, kendi araçlarımızla yapıyor olmaktır.”[36]

“Komploculara yöneltilen iftiralarda amaç, sistemi eleştiriden muaf tutmak, gelecekte yürütülecek operasyonlar için sis perdesi oluşturmaktır. Komplo teorisi suçlaması, bariz bir yalanı korumaya yarar.”[37]

“Komplo karşıtı söylem, bu dünyanın sahipleri komplo kurma konusunda tekel olma hakkı kazanmak için kullanılmaktadır.”[38]

Yönetici klik, kendisini tehdit altında hissettikçe, bu söyleme daha fazla sarılmaktadır. Oysa bu, daha önce de birçok kez duyduğumuz eski söylemin aynısıdır.

Komplocu Manifestosu, bugün muhaliflere karşı kullanılan “antisemitizm” suçlamasının, aynı zamanda Fransa’da emek karşıtı reformların gündeme gelmesiyle 31 Mart 2016’da başlayan Gece Ayakta hareketi ve Sarı Yelekliler hareketi için de kullanıldığını söylüyor.[39] İngiltere’de eski İşçi Partisi başkanı Jeremy Corbyn de aynı şekilde hedef tahtasına konuldu.

Sansür ve artık ifrata varıp saçma sapan bir hâl alan karalama kampanyaları el ele ilerliyor. İnternet bu tür içeriklerle dolu.

“Kamu güvenliğini kimse tehdit edemez. Size ‘sözde terörist’ yaftasının yapıştırılması için bir şey yapmanıza gerek yok.”[40]

Kitabın önemli bir yönü de onun Kovid darbesi konusunda belirli bir tarihsel bağlam sunuyor olmasıdır.

Kitabın da bize anımsattığı biçimiyle, Soğuk Savaş’ın Sovyet bloğunu dağıtmasından kısa bir süre sonra, 1998-2001 arası dönemde dünya, canlı bir küreselleşme karşıtı harekete şahitlik etti.

Bu süreç, 11 Eylül ve “Terörle Mücadele” konsepti ile sona erdi.

“Yöneticilerin kendi halkına karşı duyduğu korku, her zaman yabancılara karşı korkudan daha fazladır. Dıştaki düşmandan çok içteki düşmandan korkulur. Dıştaki düşmanla mücadele öncelikle, içteki düşmanla mücadele için bir gerekçe olarak iş görür.”[41]

11 Eylül’den 2019 yılına gelen Manifesto, bize Hong Kong’daki isyanları, Lübnan, Katalonya, Şili, Irak ve Kolombiya’daki ayaklanmaları, ayrıca Fransa’da hâlen devam eden Sarı Yelekliler başkaldırısını anımsatıyor (ki Dünya Ekonomi Forumu başkanı Klaus Schwab da Büyük Reset ile ilgili kitabında bu başkaldırının kendilerini endişelendirdiğinden bahsediyor.)

Kitabın tespitiyle, dünyayı yönetenler, 2019 yılının güz aylarında “maçın bitiş düdüğünü çalmaya karar vermişler.”[42] Bunun için de “bir şeyi denemek zorunda kalmışlar. Ellerini ne pahasına olursa olsun yeniden güçlendirmek için adım atmışlar.”[43]

“Bu, bugün salgınla mücadele bahanesi ardında aşırı saldırgan ve koruma amaçlı bir karşı-devrimin neden yaşandığını izah ediyor. Saf insanlar da her zaman bunu inanılması güç buluyorlar.”[44]

“Bu profesyonel yalancılar dünyası”[45] karşısında sergilenen çocukça tavra rağmen biz, bugün aslında “yalanlara inanmayanların salgını”na[46] şahitlik ediyoruz.

Manifesto’nun da ifade ettiği biçimiyle, “Mart 2020’den beri herkes büyük bir kafa karışıklığı yaşadı. Ama bu kafa karışıklığı, kısa zamanda yerini aydınlanmaya bıraktı. Kendilerine olanı biteni görme imkânı sunan herkes, son iki yılda her şeyi net bir biçimde görebildi.”[47]

Biz muhalifler, komplocular, muktedirleri çıldırtıyoruz. Kitapta da denildiği gibi, biz aklımıza mukayyet oluyor, korkunun esiri olmuyoruz. Bilinçleniyoruz. Tartışıyoruz. Okuyoruz. Daha da kötüsü, anladığımıza inandığımız şeyleri paylaşıyoruz.

“Her şeyin ötesinde biz nerede, nasıl bir dünyada yaşadığımızı biliyoruz.”[48]

Benim en çok da bu son cümle ilgimi çekti. Yeni kitabım The Withway’in konusunu özetliyor sanki. Yaşadığımız yeri bilmek, bizim biçareleşmemizi ve kendi varoluşumuz dâhilinde kaybolmamızı, tümüyle uzaktan kumandanın sanal ağına bağımlı olmamızı isteyen iktidarın asıl tehdit gördüğü şey, bizim yerle, mekânla kurduğumuz ilişkinin keyfini çıkartıyor olmamızdır.

Kitaptaki birçok pasaj, okur olarak beni cesaretlendiren cümlelerle dolu:

* “Biz, tüm bir medeniyetin ürettiği, bugün açığa çıkan, belirli bir sonuçla mücadele ediyoruz. Bugün her yerde kendisini ortaya koyan antropolojik ve dünyevi yıkım, medeniyetin doğduğu, yani bizim ‘doğa’dan koptuğumuz gün başlamış olan sürecin bir sonucu.”[49]

* “Dünyayla ve başkalarıyla kurduğumuz bağları koparttığımız her durumda bir şeyleri yok ediyoruz.”[50]

* “Dünyaya ait olmamızı, kendimizi güçlü kılmamızı sağlayan ilişkiler, hep birlikte belirli bir yer meydana getirirler. Biz, bu kışkırtıcı ve hoş olmayan yere doğru ilerliyoruz. Bu yer soyutlanamaz, modellenemez, mekânsallaştırılamaz, eşitlenemez, dolayısıyla uzaktan yönetilemez, o sadece bir yerdir. Eğer dünyayı yönetenler, her şey olmak, her yerde olmak, her şeyi ele geçirmek istiyorlarsa, o vakit onlar hiç olacaklar, hiçbir yerde olacaklar.”[51]

* “Farklı katılım biçimleri, başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerle dünyayla kurduğumuz ilişkiler, dünyayla kurduğumuz ilişkilerle kendimizle kurduğumuz ilişkiler arasında ayrım yaptığımıza dair bir kanaat söz konusu. Bu, analiz için geliştirilmiş bir kanaat aslında. Kendimiz, başkaları ve dünya karşısında varlığımız, esasen aynı imzayı taşır. Biz, ilişki kurduğumuz şeyden bir şeyler alırız, üstelik bu, bir bütün olarak kâinat için de geçerlidir. Her bir mikro saniye, kâinatın bir ucundan gelen parçacıklar bizim üzerimize yağar, özellikle yıldızlardan gelen ışık için geçerli bir sözdür bu.”[52]

* “Yaşamak, ne kendiliğinden organik bir merkez hâline gelmektir ne de güç, örgütlü bir güç olma iradesidir. Yaşamak, bizi kuşatan şeylere katışmaktır. O, muazzam bir iştirak hâlidir.”[53]

The Withway’de de dile getirdiğim gibi, birlikteliğin, ortaklığın her düzeyine dönük vurgu, o destansı özgürlük mücadelemizde barikatların diğer tarafında olanların sahiplendikleri, insanı insanlıktan çıkartan, güçsüzleştiren, sanayi yanlısı siyasetle doğrudan çatışma hâlindedir.

Komplocu Manifestosu’nun ifadesiyle, “solun benimsediği biyopolitika, dünyayla kurduğumuz, kendimizi yaşayan her şeyin parçası kılma sürecinde bizi besleyen, büyüten, ışıldamamızı sağlayan ilişkilerden bizi kopartan, bizi bunalıma sürükleyen, zayıflatan, öldüren tüm yolları içermektedir.”[54]

Manifesto’nun da izah ettiği gibi, solun dili yalan söyleyen, aldatıcı bir dildir, karanlık bir ajandayı maskelemektedir. Onun dilinden duyduğumuz “toplumsal mesele” ifadesi, bize olumlu bir şeymiş gibi çınlar. İki yüz yıldır birçok reformcunun ve devrimcinin iyi niyetlerine dair bir şeyler anımsatır. Ama bugün solun kendisi taklittir, hileli bir üründür.[55]

Solun amacı, hakiki, birbirine bağlı insanların ayağını yerden kesip toprağı yağmalayan, zehirleyen, tepedeki mafyanın amaçlarına uygun kıvama getirmektir.

Karınlarını doyuracakları topraktan mahrum olan mülksüzleri ağalar kâr elde etsin diye fabrikalara sürmek, artık çok kolaydır.

“Bu köksüzleştirilmiş, birbirinden kopartılmış, takatten düşürülmüş insanların aptal muamelesi gördükleri düzene karşı direnmeleri mümkün değildir, vasıftan ve karakterden yoksun olan bu insanlar, devlete çalışan mühendislerin elinde şekillendirilecek bir avuç kilden başka bir şey değildir.”[56]

Köke sahip olmanın, bir yere bağlanmanın ve kültürel aidiyetin tehlikeli bir zemin olduğunu, bu kişilerin üzerinde bulundukları kaygan zeminde zamanla milliyetçiliğe veya ırkçılığa doğru kayacağını düşünen insanlar, “sol” düşünce üzerinden sistemin tuzağına düşmektedirler.

“İki yüz yıldır toplum sorunu üzerinde duran sol, paha biçilmez bir hizmette bulunuyor. Ahlakî anlamda yetkeye sahip, bir yerlerde, kendi tarzında, o yeri önemseyerek yaşayan insanları susturuyor. Bu yıkım makinesi, başarılı oldu ve bugün hayatlarımızı giderek daha fazla dümdüz ediyor.”[57]

“İlerleme kılıfı ardında yıkım sürecini örgütleyenler, en çok da hayatla kendi varlığımız temelinde, bulunduğumuz yer üzerinden, dünyaya aidiyetimiz zemininde ilişki kurabileceğimizi söyleyen fikirden korkuyorlar. Onlar bizi, varoluşumuzdan, bildiklerimizden, hissettiklerimizden, düşündüklerimizden kopartmak için her türlü aracı kullanmaya mecburlar.”[58]

“Toplum sorununun ötesine, ancak fiziken ve manen bütünleşmiş, yeni bir coğrafya kurgulayarak geçebiliriz.”[59]

Bu soldan acilen kopulmalı, onu arkamızda bırakmalı ve ondan farklı düşünmeliyiz.

Burada bizim de kabul ettiğimiz, solla ilişkilendirilen konuları reddetmek gerektiğimizden söz etmiyorum. İdrakimizin ve direnişimizin derinliğini kısıtlayan, kökleri derinde olan bir dogma olarak soldan kurtulmamız gerekiyor. O, tepedeki mafyanın kendi iktidarını korumak için imal ettiği ideolojik bir inançtan başka bir şey değildir.

Manifesto, tam da harekete geçme çağrısıdır. Bu, hakiki muhaliflere, bize dayatılan, giderek güçlenen zorbalıkla dövüşmek için yeni bir zeminde tekrar örgütlenmelerine dönük bir çağrıdır.

“Bunun için ‘komplo’ denilen konu başlığını farklı bir biçimde ele almalı, komplo kurma sanatına yeniden vakıf olabilmeliyiz.”[60]

“Sarı Yeleklilerin iyi yanı, gündüz vakti meydanları işgal etmeleri, geceleri de hız kameralarını kırmalarıydı.”

“Komplocu faaliyetin tarih boyunca yüzleştiği tek lanet sınır, bu faaliyetin sızmalara açık olmasıdır. Bu sorunun tek çaresi de komplo sayısını artırmak, böylelikle komploların çok sayıda, çok çeşitli ve çok yaygın olmasına bağlı olarak, bir kişi düştüğünde başkalarını da aşağı çekmeyeceği bir tarzı oluşturmaktır.”[61]

Manifesto, bu direniş komplosunun sadece basit bir aykırı düşünceden değil, hizipleşmeden, kopuştan kaynaklandığını söylüyor.[62]

Manifesto’ya göre, efendilerine iyi niyetlerini bildirip duranlar için bir şey yapılamaz, çünkü onlar, toplumsal varlıklarını borçlu oldukları, yalanlar üzerine kurulu derme çatma evlerinin yıkılacağından korkuyorlar.[63]

“Topyekûn kontrolü özgürlüklerini geri almanın koşulu olarak görüp o kontrolü teslimiyetçi bir yaklaşım dâhilinde kabul edenler için hiçbir şey yapılamaz.”[64]

Oysa onların asıl çıkarına olan, Fransa’da uydurma belgelerle ezilmeye çalışılan yeni ayaklanma ruhudur. Bugün bu uydurma belge kullanımı, 1944’te Alman işgali döneminde ulaştığı seviyeye çıkmıştır.

Günümüzde birçok değerli insan, savaş döneminde direnişe mensup bir savaşçının ruhunu kendi içinde keşfederken, bazıları da bugünün işbirlikçileri olduklarını cümle âleme göstermişlerdir.[65]

Dolayısıyla hizipleşme dâhilinde bu çizgiden kopup yeni açığa çıkan fay hattından yana olanlarla birleşmek gerekmektedir.

Yönetici sınıflar, kendileriyle dövüşmek yerine birbirimizle dövüşmemizi sağlamak adına böl-yönet taktiğini her daim kullanmışlardır.

Bugün de bu taktik geçerlidir. Zira bugün kendisini radikal olarak takdim eden birçok isim, gerekli arka plana veya her şeyle ilgili “doğru” görüşlere sahip olmayan başka insanlarla yan yana direnmekten korkmaktadır.

Manifesto, Fransa’nın bu ayrışma tehlikesiyle en son yüzleştiği, seksen yıl önceki momentle bugün arasında bir analoji kuruyor.

“Eğer Direniş’in başında kimlerin Katolik, kimlerin Protestan, kimlerin komünist, kimlerin anarşist, kimlerin Fransız, kimlerin Ermeni, kimlerin cumhuriyetçi, kimlerin kral yanlısı, kimlerin işçi, kimlerin akademisyen olduğunu sorup dursaydık, bir şeyler yapmaya asla cesaret edemezdik.”[66]

Pirüpak isyanın güzelliği, 2018’de yaşanan Sarı Yelekliler ayaklanmasının başında Paris’teki bir duvara düşülen cümlede dil buldu. Oysa “saflığa, paklığa dönük her türden vaaz, aslında ahlaksızların imzasıdır.”[67]

“Komplo kurmadaki haz, aslında hiç beklemediğimiz bir yerde bile kardeşlerimiz olduğunu görmenin, o kucaklaşmanın verdiği hazla ilgilidir.”[68]

Zorluklarla boğuştuğumuz bu son iki yılın intikamını ancak düne kadar hiç müttefik olamayacakmış gibi görünenlerin kuracakları bu yeni komplo alabilir.

“İntikam almak istiyoruz. İki yıldır maruz kaldığımız psikolojik işkencenin intikamını alın. Aşı vurulacak diye büktüğünüz kolların, aslında ölmemesi mümkün olan, toprağa verdiğimiz insanların, kaybettiğimiz dostların, anti depresanların, uğradığımız yıkımın, zorla susturulan dilimizin, yutmak zorunda kaldığımız yalanların, mantığı ayaklar altına alan hakaretlerin, ruhumuzda açılan yaraların, uyarı dahi yapılmadan terk edilen yaşlıların, hiçbir sebep yokken kötü muamele gören çocukların intikamını alın.”[69]

Peki bu tarihsel intikamı kimden alacağız?

“Biz, onların kim olduklarını biliyoruz. Binlerce yıldır yaptıkları işleri izliyoruz. Nesiller boyu onlarla, onların her çeşidiyle ilgili her türden bilgiyi topluyoruz.”[70]

“Dünyayı yönetenler, bugün bizzat kendilerinin yarattıkları sorunlara çözümler ürettiklerini iddia ediyorlar. Oysa biz biliyoruz ki asıl sorun onlar. Doğa İçin İş Dünyası Koalisyonu, küresel ‘Yeşil Yeni Mutabakat’ veya ‘Büyük Reset’ konusunda itirazlarımızı dillendirmeye bile gerek yok. Onlarla tartışmayacağız. […] Onlardan kurtulacağız. Burada mesele, başka bir düzene geçiş değil, onların yok olması.”[71]

Manifesto, son bölümde pirüpak olması istenen direnişin ileride karşılaşacağı manzaraya dair bir şeyler söylüyor. Bu direnişe “yöntemin, azmin ve basiret”in eşlik etmesi gerektiğini söyleyen kitap, “güvenilir müttefikler”in bulunmasının şart olduğundan bahsediyor, “mantıklı hedeflere cüretli saldırıların gerçekleştirilmesi” önerisini dillendiriyor, son olarak da “şurası kesin ki en nihayetinde bizim şahsımızda hayat muzaffer olacak” diyor.[72]

Komplocu Manifestosu’ndan (Paris: Éditions du Seuil, 2022) yapılmış alıntıların tamamının çevirisi bana ait, sayfa numaraları kitabın PDF versiyonuna aittir.

Paul Cudenec
17 Şubat 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] s. 51.

[2] s. 11.

[3] s. 14.

[4] s. 8.

[5] s. 144.

[6] s. 68.

[7] s. 144-45.

[8] s. 153.

[9] s. 145.

[10] s. 145.

[11] s. 149.

[12] s. 216.

[13] s. 217.

[14] s. 232.

[15] s. 9.

[16] s. 25.

[17] s. 225.

[18] s. 247.

[19] s. 248-49.

[20] s. 253.

[21] s. 250.

[22] s. 255.

[23] s. 20.

[24] s. 20.

[25] s. 222.

[26] s. 44.

[27] s. 258.

[28] s. 275.

[29] s. 39.

[30] s. 40.

[31] s. 36.

[32] s. 173.

[33] s. 58.

[34] s. 8.

[35] s. 87.

[36] s. 88.

[37] s. 33.

[38] s. 37.

[39] s. 225.

[40] s. 89.

[41] s. 60-61.

[42] s. 79.

[43] s. 83.

[44] s. 48.

[45] s. 158.

[46] s. 158.

[47] s. 26.

[48] s. 188.

[49] s. 305.

[50] s. 230.

[51] s. 281-82.

[52] s. 284.

[53] s. 284.

[54] s. 231.

[55] s. 280.

[56] s. 280-81.

[57] s. 281.

[58] s. 281.

[59] s. 282.

[60] s. 308.

[61] s. 310.

[62] s. 31.

[63] s. 27.

[64] s. 28.

[65] s. 296.

[66] s. 312.

[67] s. 311.

[68] s. 311.

[69] s. 303.

[70] s. 304.

[71] s. 304.

[72] s. 313.

21 Şubat 2022

, ,

AGRA


Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın ve Rockefeller Vakfı’nın 2006’da kurduğu Afrika Yeşil Devrim İttifakı (AGRA), o dönemde kıtadaki açlık krizini ortadan kaldıracak çözüm olarak takdim edilmişti. Bu ittifak sayesinde Afrika, üretim devrimini gerçekleştirecek, böylece aç insan sayısı azalacak, geçim yolları gelişecek, yeni iş imkânları oluşturulacaktı. “Sürdürülebilir yoğunlaşma” hedefini güttüğünü söyleyen AGRA, aynı topraktan daha fazla ürün alınacağı vaadinde bulunuyordu. Esasında ittifakın isminde yer alan “yeşil” kelimesi, altmışlarda Asya’yı kasıp kavuran “kızıl devrimler”e yönelik karşıtlığı ifade etmek için kullanılıyordu.

Bu epey iddialı proje, sürecin başında Afrika’daki tarım sektörünü dönüştürecek, artan nüfusu besleyecek bir yardım aracı olarak geliştirilmişti. Bugünse AGRA, aradan geçen on beş yıla, akıtılan bir milyar dolara rağmen, herhangi bir başarı elde edebilmiş değil.

AGRA’yı farklı çevreler eleştiriyor ve bu eleştiriler giderek yoğunlaşıyor. Afrika Gıda Güvenliği İttifakı (AFSA), yaklaşık 200 milyon gıda üreticisini içeren 35 yapının bir araya gelerek kurduğu, kıtadaki en büyük sivil toplum ağı olarak, güçlü bir kampanya yürüttü ve bu süreçte AGRA’nın odaklandığı 13 ülkede üretim devrimini gerçekleştiremediğini, bu anlamda yanlış yönetilmiş bir çalışma olduğunu söyledi. Güney Afrika’daki dinî liderler de Gates Vakfı’na yönelik itirazlarını dillendirdiler. Aralarında ABD’li iki vakfın ve gene ABD’den, Birleşik Krallık’tan, Almanya’dan ve Kanada’dan gelen yardım kuruluşlarının bulunduğu, AGRA bağışçılarının hiçbirisi, bu tür eleştirilere tek bir cevap bile vermedi.

Bu itirazlar, 2 Eylül 2021 günü AGRA’nın her yıl düzenlediği Yeşil Devrim Forumu’nun açılışından önce gerçekleştirilen basın konferansında yoğun olarak dillendirildi. Bu konferansta sivil toplum liderleri bağışçılardan AGRA’ya para akıtmamalarını istediler.

Bu konferansta Güney Afrika Dinî Cemaatler Çevre Enstitüsü yönetici direktörü Francesca de Gasparis şunu söyledi:

“Afrikalı çiftçilerin ihtiyacı olan şey, yukarıdan aşağı doğru inşa edilmiş, kârın güdümünde olan ve sanayiye hizmet eden çiftçilikten çok, iklim değişikliklerine karşı direnci artıracak komünal çözümler bulunmasına yönelik olarak sunulacak destektir.”

AFSA, kendi bünyesinde bulunan, kırk farklı ülkede faaliyet yürüten 35 ağ örgütlenmesinin pratikte Afrikalı çiftçilere destek sunma çabalarını baltaladığını söylemekteydi.

AGRA’nın inovasyondan sorumlu başkan yardımcısı Aggie Asiimwe Konde, bu eleştiriyi doğru bulmuyor: Ona göre kendi ittifakları “çiftçileri bilgilendiriyor, teknolojiye erişimi sağlıyor, üretimi ve çiftçilerin gelirlerini artırıyor.” Konde, ayrıca ittifakın başarılı olduğunu düşünüyor, bunu da “çiftçi gelirlerinin, mahsuldeki çeşitliliğin, piyasaya entegrasyonun tanık olduğu artış” üzerinden gerekçelendiriyor.

Yeşil Devrim Başarılı mı?

AGRA, 2006’da büyük hedeflerle kuruldu. İttifakın hedefi, 2020 yılı itibarıyla küçük toprak sahibi otuz milyon çiftçi ailesinin gerçekleştirdiği üretimi ve gelirleri iki katına çıkartmak, öte yandan gıda güvensizliğini yarı yarıya düşürmekti.

Belirledikleri o son tarih geçti. Bağımsız araştırmacılar, AGRA’nın o allı pullu vaatlerinin gerçekleşmediğini söylüyorlar.

“AGRA, zaten ilerleme sağladığı hususunda herhangi bir delil öne süremez.” Tufts Üniversitesi’nde Küresel Kalkınma ve Çevre Enstitüsü’ne araştırma görevlisi olarak çalışan, ayrıca Tarım ve Ticaret Politikası Enstitüsü’nde Gıdanın Geleceği bölümü bünyesinde danışmanlık yapan Timothy A. Wise söylüyor bunu.

Wise, 2020’de bir etki değerlendirme çalışması yaparak, AGRA’nın ve bağışçılarının belirlediği hedeflere ulaşamadığını tespit etti. AGRA’nın kendisinden verilerini isteyenlere o verileri vermeyeceğini söylemesi ardından Wise, bu çalışmasının kapsamını genişletti ve daha fazla gerçeğin açığa çıkmasını sağlayan başka bir çalışmaya imza attı.

Araştırmasında belirttiği üzere Wise, “AGRA’nın öncelik verdiği 13 ülkeyi belirledi ve bu ülkelerde üretim devrimi denilen müdahalenin gelirleri artırıp artırmadığına, gıda güvenliğini geliştirip geliştirmediğine baktı. Sonuçta üretim sahasında önemli bir iyileşmenin yaşanmadığını tespit etti.”

Wise, Conversation sitesi için kaleme aldığı son makalesinde şunları söylüyor:

“Küçük toprak sahibi otuz milyon çiftçi, 13 ülke içerisinde çiftçilerin büyük bir çoğunluğunun hedef alındığını ortaya koyuyor. Eğer ittifak, mahsulü ve gelirleri iki katına çıkartıp gıda güvensizliğini yarı yarıya düşürmüşse, bunun verilerde de bir karşılığı olması gerekirdi.”

Ama veriler böyle bir şey söylemiyor. Wise’ın tespitine göre, bir sepet temel gıda ürünü bazında üretim, son 12 yıl içerisinde yüzde 18 artmış. Bu da demek oluyor ki üretimin iki katına çıkartılacağı hedefine ulaşılamamış. Hatta AGRA’dan önce üretim sahasında gerçekleşen artışın üzerine güç belâ çıkılabilmiş.

Ayrıca gelirler ve gıda güvenliği alanında da önemli bir iyileşme yaşanmamış. Birleşmiş Milletler’in son açıkladığı rakamlara göre, AGRA’nın odaklandığı ve “gıda güvensizliğini yarı yarıya düşüreceğim” dediği 13 ülkede “yeterince beslenemeyen” insanların sayısı 2006’dan bu yana yüzde 30 artmış.

Wise 2 Eylül günü düzenlenen basın konferansında şunu söyledi:

“5 yılın ve akıtılan bir milyar doların ardından AGRA, Afrika tarımında üretim devrimi gerçekleştirme hedefine ulaşamadı. Çiftçilerin elde ettiği mahsulde önemli bir artışa tanık olunmadı. Artık bu ittifaka bağışta bulunanlar, Afrikalı çiftçilere ve cemaat liderlerine kulak vermelidirler.”

Wise, konuşmasında eleştirisinin kapsamının AGRA’yı aştığını, kendisinin esas olarak Afrika hükümetlerinin önemli kaynaklar tahsis ettiği, tahminen her yıl tohuma, gübreye ve diğer girdilere bir milyar dolarlık teşvik sunduğu, tüm Yeşil Devrim pratiğini eleştirdiğini söyledi. Conversation’daki yazısında ise şu tespiti yaptı:

“Araştırmamız, bir bütün olarak, Yeşil Devrim sürecindeki ilerlemeyi değerlendirdi. Bugüne dek bu sürecin projeye akıtılan milyarlarca dolara rağmen son 15 yıl içerisinde gözle görülür, somut sonuçlar üretmesi gerekirdi. Ama üretmedi.”

Afrika ve Almanya’da faaliyet yürüten sivil toplum örgütleri, Wise’ın araştırmasından istifade ederek bir rapor kaleme aldılar. Boş Vaatler ismini taşıyan rapor, ülkelere AGRA’dan çıkma ve Yeşil Devrim sürecini sona erdirme çağrısında bulunuyor. Rapor, bunun yerine küçük ölçekli gıda üreticilerine, bilhassa gençlere ve kadınlara destek sunulması, çevre dostu ve iklim değişikliğine dirençli çiftçilik faaliyetlerinin geliştirilmesi önerisini dillendiriyor.

Raporda söylendiğine göre, mısır üretimini desteklemek için çok fazla para akıtıldı. Toplam üretim yüzde 87 arttı. Ama bu artışın önemli bir kısmı, teşvik alan çiftçilerin mısır ekilen tarlaları genişletmesi ile bağlantılı. Mahsul ise 12 yıl içerisinde sadece yüzde 29 oranında artarken, mısır ekilen tarlaların yüzölçümü yaklaşık yüzde 50 arttı. Ama buralardaki çiftçilik faaliyeti pek de sürdürülebilir değil.

Darı gibi aynı ölçüde önemli olan, kuraklığa dirençli ve daha besleyici ürünler karşısında mısıra önem verilmesi de AGRA’nın müdahalelerinin olumsuz yanlarından biri. Rapora göre darı üretimi dörtte bir oranında düştü.

Kıta Genelinde Açlık Arttı

Ürün çeşitliliği azalınca beslenme süreçlerindeki çeşitlilik de azalıyor, bu da aç insan sayısının artmasına katkıda bulunuyor.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) 12 Temmuz 2021 tarihinde yayımladığı yıllık açlık raporuna göre dünya, 2019-2020 arası dönemde açlıkta eşi benzeri görülmemiş bir artışa tanık oldu. Kurumun “yetersiz beslenme” ile ilgili yaptığı yıllık hesapsa bize 2019’daki düzeye göre yetersiz beslenen insan sayısının yüzde 25 arttığını söylüyor. Yani 2019’da yetersiz beslenen insan sayısı 720 milyon iken 2020’de bu sayı 811 milyona çıkmış.

Alt Sahra Afrikası’nda 2020 yılında 44 milyondan fazla insan kötü beslenme sorunuyla yüzleşti. Bu rakam, ailelerine ekmek bulmak için mücadele eden kıta nüfusunun yüzde 30’una denk düşüyor. FAO’nun dediğine göre 2020’de nüfusun yüzde 66’sı “orta düzeyde veya yüksek düzeyde gıda güvensizliği” sorunuyla karşı karşıya kaldı. Bu oran 2014’te yüzde 51’di. Buna göre, sadece altı yıl içerisinde yeterli gıda bulamayan insan sayısı 244 milyon arttı.

Wise’ın üzerinde durduğu bir konu da AGRA’nın kurulduğu 2006 yılından beri Alt Sahra Afrikası’nda açlığın azalmak şöyle dursun yaklaşık yüzde 50 oranında artmış olması. Wise bu konuyla ilgili olarak, “demek ki Yeşil Devrim Afrika’da yanlış yönde ilerliyor” diyor.

AGRA’nın Savunması

AGRA, Wise’ın Tufts Üniversitesi’ne bağlı Küresel Kalkınma ve Çevre Enstitüsü himayesinde gerçekleştirdiği araştırmayı kınadı ve onun “bilimsel değerlendirme sürecine ait emsal değerlendirmeyle ilgili temel akademik ve meslekî ölçütleri karşılamadığını” söyledi. AGRA’da personel ve strateji müdürü olarak çalışan Andrew Cox, araştırmanın “ahlaka ve mesleğe aykırı olduğunu” söyledi. Tufts Üniversitesi idarecileri ise Wise'ın yöntemlerini savundular.

AGRA’nın inovasyondan sorumlu başkan yardımcısı Konde, verdiği bir mülâkatta örgütünün başarılı olduğu iddiasında bulundu: “Biz çalışmalarımızda 9,5 milyon çiftçiyi hedef aldık, bugün bu sayı 10 milyona çıktı. Bunlar çok az teknolojiye sahip insanlar.” Ardından da kendi paylarına düşen görevleri yerine getirmediğini söylediği Afrikalı hükümetleri suçladı: “Ne yazık ki 2003 tarihli Maputo Bildirgesi’nde dile getirildiği biçimiyle tarıma ayırdıkları bütçe payını yüzde 10’a sadece Gana, Ruanda ve Nijerya çıkarttı. Geriye kalan ülkeler bu payı sadece yüzde 2’de tuttular.”

Konde, AGRA’yı eleştirenlerin talepleri üzerinde de durdu:

“İklim değişikliğinin ve Kovid pandemisinin yol açtığı belirsizlikler dikkate alındığında, ülkelere böylesi bir dönemde AGRA’dan çıkmaları çağrısında bulunmak talihsizliktir. Ben bu çağrıyı yapanların hangi çiftçileri temsil ettiklerini merak ediyorum. AGRA, çiftçilerin seçeneklerini artırmanın önemine inanıyor, daha fazla çiftçinin teknolojiye erişip bu teknolojiyi uygulayabilmesini istiyor.”

Devamında Konde şunları söylüyor:

“Parayla ilgili değerlendirmelerimizi yaptık. Gördük ki harcadığımız her bir dolar karşılığında on dolar üretmiş. Bugün asıl üzerinde durmamız gereken konu, Afrikalı çiftçilerin bilgiye ve teknolojiye erişim imkânı bulması olmalı.”

AGRA yetkilileri, kurumun bütçesinin ve katkılarının ulusal verilere tesir edemeyecek kadar küçük olduğunu söylüyorlar. Örneğin kurumun personel ve strateji müdürü Cox, ABD’deki Bilmek Hakkımız isimli STK’nın başkanı Stacy Malkan’a yazdığı epostada, “Veriler, bölgesel veya alt birimler dâhilinde yaptığımız işleri anlayabilmek için yeterli olmayacaktır” diyor.

Eleştirenlerse “AGRA, madem 30 milyon çiftçiye ulaşıyor ve bu çiftçilerin pratiklerini dönüştürüyor, ortada bu türden bir etkiyi somut olarak gösteren deliller olmalı” diyorlar. Bugün AGRA, hâlen daha son hazırladığı Yıllık Rapor’un artan mahsul, gelir artışı ve gelişen gıda güvenliği konusunda deliller sunduğunu iddia ediyor.

Wise, yeni yayınlanan belgeleri inceledi, verileri eleştiriye tabi tuttu. İddiasına göre alelacele kaleme alınmış olan bu veriler, gerekli dayanaklardan yoksun ve sadece kısa bir dönem içerisinde ilgili ülkelerde, o da az sayıda ürün çeşidinde yaşanan gelişmeye işaret ediyorlar. Öte yandan, AGRA’nın on beş yıl içerisinde yol açtığı etkileri belgelendirmemesi üzerinde duran başka eleştirmenler de var.

Zambiya’da faaliyet yürüten, küçük toprak sahibi çiftçilerin geçim yollarını ekolojik toprak kullanımı sürecinin yönetilmesine destek sunmak suretiyle iyileştiren Ekolojik Toprak Kullanımında Katılımcı Yönetim (PELUM) isimli derneğin koordinatörü Muketoi Wamunyima, geçen yıl başka arkadaşlarıyla birlikte kaleme aldığı ve AGRA’ya gönderdiği mektupta ittifakın yol açtığı etkilere ilişkin delilleri istedi. İttifak ise bu talep karşılığında Andrew Cox’un elinden çıkma uzun bir mektup kaleme aldı. Gelgelelim mektup istenilen delilleri içermiyordu. Wamunyima, yaptığı bir değerlendirmede şunu söylüyordu:

“Zambiya’da çalışan sivil toplum örgütleri gibi biz de AGRA’nın geliştirdiği modele itiraz ediyor, hükümetimize AGRA’nın yaklaşımının küçük toprak sahibi gıda üreticilerinin ihtiyaçlarını karşılamadığını söylüyoruz.”

Ruanda, AGRA’nın planında yıldız gibi parlayan ülke olarak görülüp övülüyor. Ülke, 2006’dan beri mısır üretimini dört katına çıkartmış. Ama Boş Vaatler başlıklı rapora göre “Ruanda mucizesi” esasen temel gıda ürünlerinin üretiminde önemli bir artışa tanıklık etmemiş, çünkü çiftçiler daha fazla besleyici olan ürünler yetiştirmekten vazgeçmişler. Birleşmiş Milletler’in son hazırladığı açlık rakamlarına göre Ruanda’da yetersiz beslenen insan sayısı AGRA’nın kurulduğu günden beri yüzde 41 artmış.

Afrika Biyolojik Çeşitlilik icra direktörü Mariam Mayet, şunu söylüyor:

“Yıllardır belgelerle ortaya koyduğumuz üzere Afrika’da Yeşil Devrim ölümcül sonuçlar doğurmuş, toprağın sağlığını azaltmış, tarımda biyolojik çeşitliliğin yitirilmesine sebep olmuş, çiftçilerin egemenlik alanlarını ortadan kaldırmış, ayrıca Afrikalı çiftçileri önemli bir kısmı Kuzeyli olan çokuluslu şirketlerin hayrına ve çıkarına olacak şekilde tasarlanmış olan bir sistemin içine hapsetmiştir.”

Afrika Tek Ürün Yetiştirilecek Yer Değil

AGRA’nın inovasyondan sorumlu başkan yardımcısı Konde, AFSA’nın eleştirilerini görmezden geliyor ve ısrarla, “Biz görüşlerini aktarsınlar diye bizden şikâyetçi olanları Afrika’da Yeşil Devrim Forumu’na davet ettik ama gelmediler” diyor.

AFSA Genel Koordinatörü Million Belay ise davet edildiğini doğruluyor, ama bu davetin son dakikada gönderildiğini söylüyor. Belay, Cezire’nin sitesine yazdığı makalede daveti neden geri çevirdiklerini şu şekilde izah ediyor:

“AFSA olarak biz, en temelde Yeşil Devrim yaklaşımını kabul etmiyoruz. Bu strateji, çiftçilerimizi borçlandırdı, çevremizi mahvetti, sağlığımıza zarar verdi, tohumlarımızı ve kültürümüzü yok etti. Biz, tohum yasalarımızı, biyolojik güvenlik standartlarımızı alelacele değiştirmeye niyetlenen, ayrıca Afrika’nın şirketlere hizmet eden tarım faaliyetlerine yönelik aşırı bağımlılığını kalıcı kılmak adına gübreleme kurallarını ve mevzuatını kurumsal bir çerçeveye kavuşturmak isteyen faaliyetlere itiraz ediyoruz.”

Belay, bilhassa AGRA’nın forumun “tek bir yere odaklanmış sesi” olacağı iddiasına karşı çıkıyor:

“Afrika tek bir ürünün yetiştirileceği yer değildir. Biz Afrika’nın bir olmasını istemiyoruz. Afrika tek sesle konuşmaz, Yeşil Devrim Forumu’nun ağzıyla asla konuşmaz. Afrika, ses çeşitliliğine sahip zengin bir kıtadır. Ondaki ses çeşitliliği, Afrika’nın ortam, kültür ve gıda yetiştirme tarzları açısından sahip olduğu çeşitlilik kadar çoktur. Bu sesler şarkı söylemek isterler, ama bu şarkılar tek tonda değildirler. Onlar doğayla, birbiriyle uyum içerisindedirler. Hükümet liderleri ve bağışçıları, işte bu çeşitliliğe değer vermeli, ona destek sunmalıdır.”

Kenya’da faaliyet yürüten Biyolojik Çeşitlilik ve Biyolojik Güvenlik Derneği Koordinatörü Anne Maina da aynı fikirde. O da beslenme imkânlarının, üretimin, biyolojik çeşitliliğin, ayrıca iklim değişikliğine yönelik direncin artırılmasının, gelirlerin yükseltilmesinin ancak tüm küçük toprak sahibi çiftçilerin göçebe çobanların, balıkçıların, avcı-toplayıcıların ve yerli halkların katılımı ile gerçekleşebileceğini söylüyor. “Bu gelişme, yüksek girdilerle üretilen, pahalı tek türlü tarımla mümkün değil” diyor.

AGRA’daki teknokratlar, geçmişte eleştirilerinde daha saldırgan bir dil kullanırlarken, bugün Etiyopya’nın eski başbakanı ve ittifakın yönetim kurulu başkanı Haylemeryem Dessalegn AfrikaArguments.com sitesinde yayınlanan makalesinde uzlaşmacı bir üsluba başvuruyor:

“Afrika’daki gıda sistemlerini dönüştürmek için bulunan çözümler farklı yaklaşımların gündeme gelmesini sağlıyor. Bu türden iki karşıt kutup arasında salınan tartışmaların kimseye faydası olmaz, hele ki bu tür dönemlerde kısırlaştırıcıdır. Kıtada daha sağlam ve daha dirençli gıda sistemleri inşa etmek için bize mahsul ve toprakla ilgili olarak geliştirilen en son bilimsel bilgileri zirai ekolojiyle birleştiren yaklaşımların harmanlandığı bir karışım lazım.”

Kim mevcut durumla ilgili ne söylüyorsa söylesin; bildiğimiz tek şey var, o da bugün Afrika’daki açlık krizinin sürdürülebilir bir yaklaşım dâhilinde acilen çözüme kavuşturulması gerektiğidir.

Julius Sigei
22 Ocak 2022
Kaynak

Yeşil Karşı-Devrim