02 Aralık 2014

,

Murtaza Mutaharî’nin Kurtuluş Teolojisi

Azınlık durumundaki Şii İslam’ının tarihsel konumu, bu azınlığın öğreti seçimi ve bağlayıcı politik gerçekliğin uzlaştırılmasının güç olmasına dair can alıcı meseleyle yüzleşen ilgili dinî hareketin ekseni dâhilinde, önemli bir rol oynamıştır. Söz konusu konum, Şii teolojisi tarihi boyunca ilham veren özel bir toplumsal ve entelektüel direniş geleneği yaratmıştır.

Günümüzde bu geleneğin iki önemli ismi dikkat çekicidir. İlki, İran İslam Devriminde önemli bir ideolojik rol oynamasına karşın görece daha geleneksel bir teolojik-politik gayret ortaya koymuş olan, Murtaza Mutaharî’dir [1920-1979]. İkincisi ise, modern İslam ile anti-emperyalist devrimci milliyetçiliği birleştiren teolojik bir eğilimi temsil eden, Ali Şeriatî’dir.

Teolog olarak Mutaharî klasik bir profile sahiptir. O, Meşhed ve Kumdaki İslam üniversitelerine felsefe ve fıkıh eğitimi aldıktan sonra hayatını resmî üniversitelerin dışarıda tuttuğu, alternatif okullardan alacağı İslam eğitimine adar. Kumdaki eğitiminin sona ermesi ardından İmam Humeynî liderliğinde ilerleyen İslamî harekete katılır, onun en yakın dostlarından biri ve yeraltında teşkil edilen din adamları konseyinin başkanı olur.

Şah rejiminin yıkılması ardından Mutaharî devrimin başına getirilir, elli dokuz yaşında, 1979da suikasta kurban gidene dek bu görevi sürdürür. On dokuzuncu yüzyıl sonunda yaşamış Müslüman reformistlerin temsilcileriyle aynı çizgide hareket eden Mutaharî, işe, despotizm ve yozlaşma sonucu azgelişmişliğe ve bağımlılığa mahkûm edilmiş olan İran toplumunun mevcut durumuna dair açık bir analiz geliştirmekle başlar.

Başkalarını suçlamak için demagojik konuşmalara tevessül edenlerden farklı olarak Mutaharî, taşra insanına seslenir: Bu durumun sorumlusunun sömürgecilik ve sömürü olduğunu söyleyerek sizi kandırmak istemiyorum. Biz bu devletin içerisindeydik ama bugün bizi artık dışarıda tutuyorlar.[1]

Mutahari, Müslüman toplumların eski sömürgeci güçlerle kurdukları kültürel bağımlılık ilişkilerini sürdürmeye bir son vermedikleri sürece, emperyalist hâkimiyetin kurbanları olarak kalacaklarını söyleyen Malik Binnebinin geliştirdiği sömürgeleştirilme ihtimali kavramına yakın durur. Bu bağlamda karşı çıkılacak ana husus, içteki “çöküştür. Eğer emperyalizmle mücadele etmek gerekliyse, bunun nedeni, onun söz konusu “çöküşe karşı koymaya engel olmasıdır. Emperyalist hâkimiyet ve “çöküş, içte birbirlerini destekleyen unsurlardır.

Kurtuluş ve gelişme, modernist akımların işaret ettikleri batılılaşma değil, Müslüman toplumun medeniyet bağlamında dirilişe tabi tutulması suretiyle mümkündür. İktidar emperyalizmle ittifak halinde olduğundan, yeniden doğuşa tüm araçlarıyla mani olmaya mecburdur, dolayısıyla devrimci seçenek, politik bir zorunluluktur.

“Rehberliğin teolojik-politik statüsü, ancak toplumsal değişim için belirli bir seferberliğe önderlik edebildiği ölçüde temin edilebilir bir statüdür. Mutaharî’ye göre, rehber, sorumlu olduğu katarın yönünü, yönelttiği tarafı bilendir. Dünya, bugün bilimsel ve teknik rekabetin alanına dönüşmüştür, dolayısıyla toplumun seferber edilmesi zorunludur. Bulunduğu yerde kalmakla yetinmek ve sadece başkalarını suçlamak veya eleştirmek, rehberlik değildir.[2]

“Dinî düşüncenin yeniden doğuşunun amacı, toplumsal değişimi kitlesel seferberlik aracılığıyla gerçekleştirmektedir. Bu bakış açısı üzerinden kitlelerin cehaleti Mutaharî’ye göre, yeniliğin inkârı”dır ve statükonun güvence altına alınmasıdır. Verili nizamı sarsmak için düşüncenin ve İslamî pratiklerin ıslah edilmesi zorunluluktur. Cahil kitlenin en kötü özelliği, yeniliği inkâr etmek ve statükoyu yandaş bir üslupla savunmaktır. Mutaharî’ye göre, İslamî diriliş, modern bilimsel ruhun gelişiminden korkmak değildir, aksine onun gerçek manada başarılı olması, söz konusu ruhun belli ölçüde yayılmasına bağlıdır.

Üst düzey bir din adamı olan Mutaharî’nin ilgili konumu, cüretten asla yoksun değildir: Bilimin dinin yerini alacağına kesinlikle inanmayın. Halktaki önyargının aksine İslam, din konusunda âlimlerin cahil olduğu ortamda daha fazla yayılma imkânı bulmaktadır. Eğer cehaletin bizi ve İslam’ı tıkadığının farkına varırsak, bizi korkutan bilim değil, kendi cehaletimiz olduğunu da anlarız.[3]

Bu konum, doğalında Mutaharî’yi eğitimli, modern orta sınıftaki batılı modele ait nüfuza yönelik özel bir kapı aralayan metinleri benimsemeye iter. Eğitimli sınıf, modern medeniyete aşinalığı ve aldığı eğitim üzerinden, özel bir düşünce tarzına sahiptir. İster genç olsun ister yaşlı, kendi düşüncesine ve ilerlemesine sahip olan bu sınıf, geleceğin yaşlı ve genç insanlarıdır. Bu kapı, modern orta sınıf için de açıktır. Bu sınıfın modernitenin, yani batı medeniyetinin kaynaklarına uzanma ihtimali mevcuttur. Mutaharî bu bağlamda şu fikri savunur: Bilim Müslümanların kayıp hazinesidir, Müslüman’ın bu hazineyi neredeyse ve kimin elindeyse alması şarttır.

İran toplumunda, İslam ve din adamları bu yönde bir ihtiyaca sahip olmasalar da, reform ve modernleşmeyle ilgili belirli bir ihtiyaç mevcuttur. Politik mücadele içerisinde hüküm sahibi olacak başka eğilimler de söz konusudur. Bugün İran milleti reformlara teşnedir, yarın daha fazla teşne olacaktır; İran, diğer milletlerle kıyaslandığında, daha geridedir ve bu milletleri takip etmek zorunda kalmaktadır. Nesillerin arzularını karşılama ve bu reformları yapma iddiasında olanlar arasında, dinî bağlılıkları olmayan çok sayıda insan vardır. İslam ve din adamlarının bu yönde bir eğilim içerisinde olmamasının bir önemi yoktur. Bu ikisinin mevcudiyetine karşın, millet yeni talepler öne sürmektedir.[4]

Ancak Müslüman dirilişinde bilimin rolünü kabul etmek, Şiiliğin özgüllüğünü dikkate almayı gerekli kılar, zira o, Sünni İslamla yüzleştikçe, dinî yüzeydeki reform diğer yüzeylerdeki reformlar arasında belli ölçüde tecrit edilmiştir. Söz konusu özel bağlam dâhilinde dinî reform, din âlimlerinden oluşan din adamları sınıfının yapacağı özel bir iş olamaz.

Dinî düşüncenin yeniden doğuşuna katkı sunmaları için toplumsal değişim bağlamında din adamı olmayan Müslüman aydınların çalışmalarına da ihtiyaç vardır. Mutaharî, din biliminin özgülleşmesi meselesini gündemine alır ama sunduğu çözüm, diğer bilim disiplinleri ile söz konusu disiplin arasındaki etkileşimi sınırlayan eski kurguya tabidir.

Birçoklarının görünüşte varsaydığının aksine, söz konusu sorun, tek başına teknik bir sorun değildir. Bu sorun, devrimci politik amaca sahip olsa da, felsefî temellerindeki geleneksel niteliği üzerinden, bir teoloji okumasına atıfta bulunur. Bu noktayla ilgili olarak Mutaharî’nin Şeriatiden ayrıştığı açıktır. Mutaharî, kutsal metnin tarihsel eleştirisini kabul eder ama bu eleştiri vahyin tarihsel bağlamı”na tatbik edilir. Bu bakımdan Mutaharî, eskinin eleştirel isimlerini aşamaz. Yöntemsel gayreti, onu Şeriatinin yapma cesareti gösterdiği üzere, modern sosyal bilimin kazanımlarına başvurma ihtimalini kabule iter.

Şunu kabul etmek gerekir ki Mutaharî, Şii din adamları arasındaki hayli güç dengeyi kurma, Şah rejiminin istismar edeceği ayrışmalar ve bölünmelerden kaçınma becerisini haizdir. Şeriatî ile yürüttüğü polemikler asla bir kopuşa yol açmaz ve her daim inkâr edilemeyecek bir açık kapı bırakır. Avrupa dillerine doğrudan erişme imkânı olmaması sebebiyle o, felsefe eğitimini Farsça ve Arapça dillerinde alır, önemli Batılı yazarların eserlerinin tercümelerini okur. Bu eserler arasında, Marksist İranlıların ve Mısırlıların yaptıkları, Farsça ve Arapça Hegel ve Marx tercümeleri de vardır.

Ondaki materyalizme dönük felsefî itiraz, onun açık fikirli oluşuna bir engel teşkil etmez. Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesine, tartışmanın gerçek bir öze sahip olması gerektiğini düşündüğünden, eğitimin bir Marksist tarafından verileceği bir Marksizm kürsüsü kurulmasını önermekten de tereddüt etmez. Resmî Şii teologlar arasında Mutaharî, belki de batılı düşünürlerin felsefî konumlarını reddetmesine karşın, onlarla diyalog içerisine girme konusunda istekli olan tek kişidir.

Muhammed Tahir Bensaada
22 Haziran 2006
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Aktaran: N. Yavarî-D’Hellencourt: “Authoritarian modernization in Turkey and Iran”, Paris, L'Harmattan, 1989, s. 89.

[2] A.g.e., s. 92.

[3] A.g.e., s. 99.

[4] A.g.e., s. 100.

,

Ekonomizmle Terörizm Arasındaki Ortak Yan Nedir?


Son dipnotta, kazara, uzlaşma içerisinde olduklarını göstermiş bulunan bir ekonomistin ve sosyal demokrat olmayan bir teröristin görüşünü alıntılamıştık. Ancak genel anlamda ifade edersek, iki kesim arasında, devrimci eylem için eğitim meselesiyle bağlantılı olarak burada belirtmemiz, sonrasında hakkında konuşmamız icap eden, kazara değil, zorunlu ve fıtrî bir bağlantı mevcuttur. Ekonomistler, kendiliğindenliğe kölece bağımlıdırlar. Bir önceki bölümde söz konusu kökü genel bir olgu olarak ele almıştık, bu bölümde ise ekonomistlerin bağlı oldukları bu kökün politik faaliyet ve politik mücadele üzerindeki etkisini inceleyeceğiz. Bireylerin kendilerini feda ettikleri mücadele için çağrıda bulunanlarla “gündelik monoton mücadele”ye vurgu yapanlar arasındaki fark o kadar büyüktür ki ilk bakışta bizim iddiamız paradoksalmış gibi görünebilir. Ama ortada bir paradoks söz konusu değildir. Ekonomistler ve teröristler, yalnızca kendiliğindenliğin farklı kutuplarına boyun eğmektedirler; ekonomistler, “saf ve basit emek hareketi”ne ait kendiliğindenliğe; teröristlerse, işçi sınıfı hareketi ile devrimci mücadeleyi bütünsel manada birleştirme becerisinden veya imkânından mahrum olan aydınların tutkulu öfkesine ait kendiliğindenliğe boyun eğmektedirler. Haddizatında imanlarını yitirmiş ya da aslında hiç iman etmemiş olanların öfkelerini ve devrimci enerjilerini ortaya dökecek bir çıkış yolu bulmaları güçtür, bu, ancak terör yoluyla mümkündür. Bu sebeple, yukarıda bahsettiğimiz, kendiliğindenliğe boyun eğmenin iki biçimi ünlü Credo programının uygulanmaya başlanmasından başka bir şey değildir: İşçiler “işverenlere ve hükümete karşı ekonomik mücadele” versinler (Credo’nun yazarından onun görüşlerini Martinof’un kelimeleriyle ifade ettiğimiz için özür diliyoruz. Biz bunu bu şekilde ifade etmeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz, zira Credo da işçilerin ekonomik mücadele dâhilinde “politik rejimle karşı karşıya geldiğini” ve aydınların da kendi gayretleri üzerinden, elbette terörün yardımı ile, politik mücadele vermeleri gerektiğini söylemektedir.) Bu, her ne kadar bu programı uygulamaya başlayanlar bile kaçınılmaz olduğunu fark etmiyor olsalar da, söz konusu kesimin ısrarla üzerinde durmak zorunda olduğu, mantıksal ve kaçınılmaz sonuçtur.

Politik faaliyetin, en iyi niyetlerle, ya terör çağrısında bulunanların ya da ekonomik mücadelenin kendisine bir politik nitelik kazandırmaktan söz edenlerin bilincinden çok ayrı olan belirli bir mantığı vardır. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülüdür, dolayısıyla bu durumda, iyi niyet, insanı saf manada burjuva olan Credo programının çizgisine, “en az direniş çizgisine” kendiliğinden savrulmaktan kurtaramayacaktır. Hiç kuşku yok ki birçok Rus liberalinin, ayan beyan liberal olanların ve Marksizm maskesi takan liberallerin, tüm kalpleriyle teröre sempati duymaları ve günümüzde ortalığı kaplamış olan terörist ruh durumlarını beslemek istemeleri tesadüf değildir.

İşçi hareketini her yoldan destekleme görevini benimseyen ama programına terörü ve deyim yerindeyse sosyal demokrasiden kurtuluşu da almış olan devrimci sosyalist Svoboda [Özgürlük] Grubu’nun oluşumu, sosyal demokratlardaki tereddütlü hallerin söz konusu sonuçlarını ta 1897’nin sonunda (“Bugünün Görevleri ve Taktikleri”) “iki bakış açısı”nı yazdığı sırada, kelimesi kelimesine önceden ifade etmiş olan P. B. Akselrod’un takdire şayan ileri görüşlülüğünü bir kez daha doğrulamıştır. Rus sosyal demokratları arasında daha sonradan ortaya çıkan tüm tartışmalar ve ihtilaflar, tıpkı bitkinin tohumun içinde bulunması türünden, bu iki bakış açısında mevcuttur.[1].

Bu bakış açısı üzerinden ayrıca ekonomizmin kendiliğindenliğine karşı direnememiş olan Raboçeye Dyelo’nun [“İşçilerin Davası”] aynı şekilde neden terörizmin kendiliğindenliğine karşı direnemediğini anlamak mümkündür. Svoboda’nın terörizmi savunmak için geliştirdiği belirli argümanları burada belirtmek hayli ilginç olacaktır. Svoboda, terörizmin caydırıcı rolünü “tümüyle reddediyor” [“Devrimciliğin Yeniden Canlanması”, s. 64] ama bunun yerine onun tahrik etmede sahip olduğu öneme vurgu yapıyor. Öncelikle bu, terörizmde ısrar eden geleneksel fikir mahfilindeki kırılma ve çöküş aşamalarını temsil etmesi bakımından karakteristik niteliktedir. Bugün hükümetin terörle “yıldırılamayacağı”nı ve bu yüzden de alt üst edilemeyeceğini teslim etmek, terörü, bir mücadele sistemi, programın öngördüğü bir eylem alanı olarak tümüyle mahkûm etmek demektir. İkinci olarak da “devrimci eylem için eğitim” bakımından sahip olduğumuz acil görevlerimizi anlamama hatasına bir örnek olarak, daha da tipik bir yaklaşımdır. Svoboda, terörü, işçi sınıfını “tahrik etme”, ona güçlü bir itki verme aracı olarak savunuyor. Kendi kendisini bu kadar kapsamlı bir biçimde çürüten başka bir argüman tahayyül etmek gerçekten güç. Rusya’daki hayat dâhilinde yer alan haksızlıklar yeterli değil midir ki özel “tahrik edici” araçların icat edilmesi gereksin? Diğer yandan şurası gayet açıktır ki, Rus zorbalığının bile tahrik etmediği, edemediği kimselerin, kollarını kavuşturarak hükümetin bir avuç teröristle düellosunu kenardan seyredecekleri besbelli değil midir? Gerçek şu ki Rusya’daki hayat dâhilinde tanık olunan toplumsal kötülükler, emekçi kitleleri tahrikin en üst zirvesine çıkartıyor ama biz, Rusya’daki hayat koşullarının düşündüğümüzden çok daha geniş boyutlara ulaştığı ve gürül gürül akan tek bir sel hâline getirilmesi gereken, halkın tüm bu öfke damlacıklarını ve dereciklerini, deyim yerindeyse, bir araya getirip yoğunlaştıramıyoruz. Bunun başarılabileceği, işçi sınıfı hareketindeki muazzam büyüme ve yukarıda değinildiği biçimiyle, işçilerin politik yazına dönük taleplerindeki şevkin giderek artmış olması üzerinden, kanıtlanmaktadır. Diğer yandan terör çağrıları ve ekonomik mücadelenin kendisine bir politik nitelik kazandırma talepleri, şu anda, Rus devrimcilerinin omuzlarına yüklenen acil görevden, yani kapsamlı politik ajitasyonu örgütleme görevinden kaçmanın iki farklı biçiminden başka bir şey değildir. Svoboda’nın arzusu, terörü ajitasyonun yerine ikame etmektir, bu noktada da “terörün tahrik etme işlevi, kitleler arasında ajitasyon faaliyeti başlar başlamaz sona erecektir” demektedir. (Devrimciliğin Yeniden Canlanması, s. 68). Bu, öncelikle hem teröristlerin hem de ekonomistlerin, kitlelerin devrimci faaliyetini, Bahar’da[2] meydana gelen olaylar, bu faaliyetin delilini insanın gözüne sokmuş olmasına karşın, hafife aldıklarını, bir grubun suni “tahrik ediciler” peşinde koşarken, diğer grubun ise “somut talepler”den dem vurduğunu kanıtlamaktadır. Ama her iki grup da politik ajitasyon ve düşmanın politik manada teşhir edilmesini sağlayan olayların örgütlenmesine dönük faaliyetlerine yeterince dikkat gösterememektedir. Oysa bugün ya da başka bir zaman, bu görevin yerini alabilecek başka bir çalışma mevcut değildir.

Demokrasi Mücadelesinin Öncüsü Olarak İşçi Sınıfı

En geniş politik ajitasyonun ve bunun sonucu olarak da düşmanın her yönden teşhir edilmesinin, eylemimizin, eğer bu eylemimiz gerçekten sosyal demokrat bir eylem olacaksa, mutlak olarak zorunlu ve başlıca görevi olduğunu gördük. Ama biz bu sonuca, sadece işçi sınıfının en acil ihtiyaçlarından, politik bilgi ve politik eğitime dönük ihtiyacından hareket ederek vardık. Oysa sorunun bu hâliyle sunulması oldukça dardır, zira böylelikle burada sosyal demokrasinin, özellikle bugünün Rus sosyal demokrasisinin genel demokratik görevlerini göz önünde bulundurmamış oluruz. Sorunu daha somut olarak açıklayabilmek için, konuyu, ekonomistlere “en yakın” bir yönden, pratik yönden ele alacağız. İşçi sınıfının politik bilincinin geliştirilmesinin zorunlu olduğu konusunda “herkes görüş birliği içerisindedir.” Mesele, bu işin nasıl yapılması gerektiği ve bunun için nelere ihtiyaç duyulduğu ile ilgilidir. Tek başına ekonomik mücadele, işçileri hükümetin işçi sınıfına yönelik tavrını anlamaya “sevk eder”. Ancak sonuçta biz, “ekonomik mücadeleye ne kadar politik bir nitelik kazandırmak” amacıyla uğraşırsak uğraşalım, işçi sınıfını oldukça dar olan ekonomik mücadele çerçevesi içerisinde tutmak suretiyle, işçilerin politik bilincini (sosyal demokrat bir politik bilince doğru) geliştirmemiz asla mümkün olmayacaktır. Martinof’un formülü, onun meseleleri karıştırma eğiliminde olduğunu gösterdiği için değil, tüm ekonomistlerin yaptığı temel hatayı, yani ekonomik mücadeleyi özel (ya da en azından, ana) temel kılarak, söz konusu mücadeleyi özel (ya da en azından, ana) başlangıç noktası hâline getirerek, işçilerin sınıfsal politik bilincini işçilerin içerisinden geliştirmenin mümkün olduğuna ilişkin kanaatlerini ortaya koyduğu için, bizim açımızdan belirli bir değere sahiptir. Böylesi bir görüş, derinlemesine yanlıştır. Kendilerine karşı yürüttüğümüz polemiklerden gücenen ekonomistler, aramızdaki anlaşmazlıkların kökeni konusunda köklü bir düşünme pratiği içerisine girmeyi reddetmektedirler ve bu, farklı dillerden konuştuğumuz için, birbirimizi anlayamama sonucunu doğurmaktadır.

Sınıfsal politik bilinç işçilere ancak dışarıdan, yani sadece ekonomik mücadelenin, işçilerle işverenler arasındaki ilişkiler yüzeyinin dışından verilebilir. Bu bilginin temin edilmesinin mümkün olduğu tek yüzey, tüm sınıflar ile katmanların devlet ve hükümetle aralarındaki ilişkilerinin oluştuğu yüzey, tüm sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler yüzeyidir. Bu sebeple işçilere politik bilinç vermek için ne yapılması gerektiğine dair sorunun cevabı, birçok durumda, pratik işçilerin, özellikle ekonomizme meyyal olanlarının, yani çoğunlukla “işçilerin arasına gitmekle” yetinenlerin verdiği cevap olamaz. İşçilere politik bilgi vermek için sosyal demokratların tüm halk sınıfları arasına gitmeleri gerekir; onların elindeki ordu birliklerini tüm yönlere sevk etmeleri zorunludur.

V. I. Lenin

[Kaynak: Collected Works, Moskova-1977, Cilt 5, s. 417-22.]

Dipnotlar:
[1] Martinof, “daha gerçekçi(?) başka bir ikilem tasarlamaktadır.” [Sosyal Demokrasi ve İşçi Sınıfı, s. 19]: “sosyal demokrasi ya proletaryanın ekonomik mücadelesinin doğrudan önderliğini üzerine alır ve bununla(!) söz konusu mücadeleyi devrimci sınıf mücadelesine dönüştürür. […]” “Bununla”, yani açıkçası ekonomik mücadelenin doğrudan önderliğiyle, Martinof, sendikal mücadeleye önderlik etmenin, tek başına, sendikacı bir hareketi devrimci bir sınıf hareketine dönüştürmeyi başarabildiği tek bir örnek gösterebilir mi? Böyle bir “dönüşüm”ü gerçekleştirmek için her yöne dönük politik ajitasyonun “doğrudan önderliğini” etkin olarak üzerimize almamız gerektiğini anlayamıyor mu? […] Ya da diğer bakış açısı: sosyal demokrasi, işçilerin ekonomik mücadelesinin önderliğini üzerine almaktan kaçınır ve böylece […] kendi kanatlarını yolmuş olur. […] Yukarıya aktarılan Raboçeye Dyelo’nun görüşüne göre, “kaçınan” İskra’dır. Ama gördük ki İskra, ekonomik mücadeleyi yürütmede Raboçeye Dyelo’nun yaptığından çok daha fazlasını yapmaktadır, ama dahası bununla kendisini sınırlamaz ve ekonomik mücadelenin hatırı için politik görevlerini dar sınırlara hapsetmez.

[2] 1901 Bahar’ında başlayan büyük sokak gösterileri. [Yazarın 1907 baskısına notu.]

, ,

Ukraynalı Antifaşistler Ferguson’ın Yanında



Simferopol, Kırım’da sürgünde bulunan Ukrayna Borotba (Mücadele) Birliği üyeleri, Ferguson halkını ve 27 Kasım’da ABD’de polis şiddeti ile ırkçılığa karşı yürütülen mücadeleyi desteklemek için bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Birlik üyelerine Rusya Birleşik Komünist Partisi üyeleri de katıldı.

Borotba’nın koordinatörü olan Denis Levin’in okuduğu bildiride dile getirildiği biçimiyle, “Bizler, burada, ABD’deki polis şiddeti ve ırkçılığa karşı bayraklarını yukarı kaldırmış olanları desteklemek için bir araya geldik. Ferguson, Detroit ve diğer şehirlerde sokakları ele geçirenlere, polis şiddeti, zulüm, önyargılar ve toplumsal eşitsizliklere karşı mücadele edenlere bakıyoruz.

Biz, artık zulme tahammül gösteremeyen tüm o insanlara ‘sizinleyiz! Direnin!’ diyoruz.

Onların gösterdikleri tepki, ırk, ulus ve toplum zemininde zulüm gören ve katledilenlere umut veriyor. Bize ırkçılığa ve neonazizme öfkeyle karşı koyma imkânına ve zalimlere karşı eyleme geçme arzusuna dair bir umut aşılıyor.”

Geçen Şubat ayında Batı yanlısı siyasetçiler, zengin oligarklar ve Neonaziler eliyle yapılan ABD destekli darbe süresince birçok Borotba üyesi ve diğer Ukraynalı antifaşist eylemciler katledildiler, hapse atıldılar ya da sürgüne gönderildiler. Ayrıca Washington’ın desteğini alan Kiev, Mayıs ayında, Ukrayna’dan bağımsızlığını ilân eden Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri’nde sivilleri hedef alan bir savaş yürütmüştü.

Greg Butterfield
29 Kasım 2014
Kaynak

, , ,

Ayotzinapalı Öğrencilerle Dayanışma Çağrısı


Halkların Uluslararası Mücadele Birliği’nin tüm üye örgütlerine, müttefiklerine, dünya işçi sınıfına ve halklarına:

Biz Halkların Uluslararası Mücadele Birliği olarak Meksikalı işçilerin ve halkın maruz kaldığı baskıyı büyük bir dikkatle takip ediyoruz.

Gözlemlediğimiz kadarıyla, Meksika’da Enrique Peña Nieto cumhurbaşkanı olduğundan beri halka yönelik saldırılar tahripkâr bir hâl aldı; halka yapısal reformlar dayatıldı, Meksika, ABD emperyalizmine ekonomik manada daha fazla bağımlı hâle geldi. Merida Planı, bölgede Yanki’nin askerî kontrolünü pekiştirmek için uygulamaya konuldu, son dönemde Meksika Ordusu, adı kötüye çıkmış Barış Gücü’ne (Mavi Miğferler) katıldı. Bu gelişme, Meksika hükümetinin Barack Obama’nın kuklası olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu ortamda biz, 26-27 Eylül tarihinde Ayotzinapa’daki Raúl Isidro Burgos Köy Öğretmenleri Okulu’ndan 43 öğrencinin kaçırılmasına tanık oluyoruz. Bu gençlerin kaybolması olayı, Guerrero eyaletindeki Iguala de la Independencia şehrinde meydana geldi. Gençler, Guerreros Unidos olarak bilinen uyuşturucu kaçakçısı bir kartelle koordineli çalışan polisin saldırısına uğradılar. Bu gelişme, Meksika Ordusu’nun, ayrıca diğer yerel polis güçleriyle federal ajanların bilgisi ve onayı dâhilinde gerçekleşti.

İşlenen bu suçlar karşısında Halkların Uluslararası Mücadele Birliği şu açıklamayı yapmaktadır:

Biz, Meksika devletinden Ayotzinapa’da kaybolan 43 öğrencinin derhal geri dönmesini ve altı kişiye suikast düzenleyenlerin, öğrencileri kaçırma suçuna iştirak edenlerin ve bu işi planlayanların cezalandırılmalarını talep ediyoruz. Aynı zamanda bu suçların devlet tarafından işlendiğini, işlenen suçların insanlığa karşı işlenmiş suçlar olarak tanımlanması ve bu şekilde cezaya tabi tutulması gerektiğini beyan ediyoruz.

Meksika’da toplumsal gösterilerin suç ilân edilmesine bir son verilmesine dönük talebi destekliyoruz.

Kaybolan öğrencilerin yakınları ve dostları ile dayanışma içerisinde olduğumuzu ifade ediyor, öğrencilerin canlı olarak geri dönmesini ve sorumluların cezalandırılmasını talep eden mücadelelerini sürdürmeleri konusunda onları teşvik ediyor, destek ve dayanışma duygularımızı iletiyoruz.

Ayrıca öğrencilerin canlı olarak geri dönmeleri, yapısal reformların durdurulması ve Cumhurbaşkanı Enrique Peña Nieto’nun istifa etmesi talebiyle sokaklara akan Meksikalı işçilere ve halklara yönelik dayanışma duygularımızı da ifade ediyoruz. Bu aşamada Ulusal Halk Meclisi’ne özel bir dayanışma mesajı gönderiyoruz.

Meksika halkları ile dayanışmamızın bir kanıtı olarak, Halkların Uluslararası Mücadele Birliği’nin tüm üye örgütleri ve müttefiklerine, tüm dünya genelinde düzenlenecek ve öğrencilerin canlı dönmelerini talep edecek gösterilere katılma çağrısı yapıyoruz, özel olarak da 1 Aralık’taki Ulusal Grev ile birlikte dayanışma eylemleri yapılmasını talep ediyoruz. Tüm bu eylemler, dünya genelinde mevcut olan tüm Meksika elçilikleri ve konsoloslukları önünde yapılabilir.

Jose Maria Sison
Halkların Uluslararası Mücadele Birliği Başkanı

,

Ferguson: İsyan Etmek Fazilettir


Darren Wilson’ı Serbest Bırakmak Savaş İlânıdır

Bu savaş, ABD’deki her bir siyaha karşı ilân edilmiş bir savaştır. Savaş, polis şiddetinin her bir kurbanına, devlet baskısının ve cezai işleme tabi tutulmayan cinayetin hüküm sürdüğü topluluklar dâhilinde yaşayan tüm fakirlere ve emekçi halka karşıdır.

Bugün Memur Wilson, ulusal televizyona çıkıp “ahlakî üstünlüğe” sahip olduğu iddiasıyla hava atabilir ve 18 yaşındaki silâhsız Michael Brown’u “bir kez daha” öldürebileceğini söyleyebilir. Bu polis, kendini beğenmiş bir tavırla mazlumların karşısına çıkmakta, kendisinin haklı olduğunu küstah bir dille ifade etmekte, ırkçı destekçilerinin kendisine bağışladığı yüz binlerce doların keyfini çıkartmaktadır. Onun “masumiyet”ini savunmak ve isyan eden halkı bastırmak için binlerce polis yürüyüş gerçekleştirmiştir. Onlara yardım etsinler diye binlerce Ulusal Muhafız konuşlandırılmıştır.

ABD’de bu, yeni bir mevzu mu? Belki de bu zulmü, yeni bir şeyin doğumundan ziyade, eskinin devamı olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Zira Kuzey Amerika ve dünya tarihinde Beyaz İktidarı “yeni” bir şey değildir.

İsmen ilerici olduğunu iddia edenler ve beyaz liberaller, bu durumun “polisin militarize edilmesi”nin bir sonucu oluşmadığını anlamamaktadırlar. Polis, her daim militarize edilmiş bir kuvvettir. Onlar, beyaz üstünlükçü kapitalizm için zor kullanan bir güç olmuşlardır. Bu, “başarısız bir adalet sistemi”nin sonucu değildir.

Sistem kusursuzca işlemektedir.

Bugün Beyaz İktidarı’nın işlevleriyle ile ilgili hayallerin yaygın planda dağılmasına tanık oluyoruz. “Müdafiler” ve “devlet memurları” olarak insanları hapse atıp katledenlerin üzerindeki gizemli boya dökülmüştür. Polis, iktidara hizmet etmekten başka bir şey yapmaz. Bugünkü sistem, müşterek bir biçimde tecrübe edilen zulmü yeniden üretmek için vardır. ABD’de adalet asla kör değildir; o dizginlenemeyen sömürünün bilinçli ve iradeli hizmetkârıdır.

Ferguson halkı bunu gayet iyi bilmektedir, onun tek istediği, bu gerçeği tüm dünyanın da bilmesidir.

Beyaz İktidarı Direniyor

Beklendiği üzere, medya, direnen herkesin başına gelen şiddete dayalı devlet baskısına dönük rızanın bir kale misali oluşması için gayret etmiştir.

Göstericiler, “çeteler” olarak gösterilmişlerdir. Yapılan gösteriler, “yağma” olarak takdim edilmiştir. Halkın davası, “şiddetin bahanesi” olarak iş görmüştür. Tüm bunlar, ağır bir ırkçılıkla ve emekçi halkın çektiği çileye dönük burjuva kayıtsızlıkla gölgelenmiştir. Medya, sadece dünyanın varoşlarına uygun hikâyeyi anlatabilmek için çalışmıştır. Ona göre, kafayı yemiş siyahlar çılgına dönmüşlerdir! İsyancılar gördükleri her şeyi imha etmektedirler! Bunun bir anlamı yoktur! İktidarın tarihinde bunlar, her daim kullanılan yaygın anlatılardır. Eğer olan biteni size gösterende kendisinin “aklî” olduğuna dair bir algı varsa, en uygun seçenek, itirazınızı “aklî olmayan”a, düşünmeyen, fevrî, meselelere akılla yaklaşamayan insan olmayan varlıklara yöneltirsiniz.

Bu strateji gayet iyi işledi ama bir yere kadar.

Beyaz üstünlükçü kapitalizmi savunma eğiliminde olanlar, Darren Wilson’ı savunan iktidarın safına katıldılar. Orta sınıf beyazlar, imtiyazlı büro işçileri, başkentli liberaller, taşra ve kasabaları dolduran geniş muhafazakâr ve önyargılı Amerikalılar, hep birlikte, Darren Wilson’u ve “ülkemiz”i savundular.

Bunlar, Amerikan bayrağının yakılmasını kınadılar; işyerlerinin ve özel mülkiyetin tahrip edilmesine sinirlendiler; televizyonlarının karşısına doluşup kendilerine verilen ideolojik cinnet hâliyle beslendiler. Bu insanlar şahsında tüketici topluma ait fetişizm zirvesine ulaştı. Bayraklar ve maddî nesneler, üç kuruşluk onca şey, insan hayatından daha değerli kabul edildi.

Ancak gene de kutuplaştırma stratejisi, Beyaz İktidarı’na karşı mücadele edenlere daha fazla müttefik kazandırdı.

Bugün tüm ülke genelinde ilerici beyazlar, mazlum siyahların yanında. 37 eyalette, birçok önemli şehirde gösteriler yapıldı, bunların önemli bir bölümü devletin baskısına maruz kaldı. Filistin, Hong Kong ve diğer yerlerde halklar, Ferguson’daki mazlum halkla dayanışma içerisinde olduğunu gösterdiler.

Hatlar belirginleşiyor; düşmanlar ve müttefikler oluşuyor. Bunun adı sınıf savaşıdır.

İsyan Etmek Fazilettir

İsyanın karşısında duran sözde ilericiler hata ediyorlar. İsyan etmek, ifadesini anlamsız şiddette bulan bir şey değildir. Hele ki Ferguson’da olan biten bu şekilde değerlendirilemez. Spor faaliyeti sonrası yaşanan bir sarhoşluk hâlinden daha fazlası olan gerçek bir isyan, müesses hukuktan ve “müşterek bilgi”den toplumsal manada kopuşu ifade eder. O sistemin insanların inanmasını istediği her şeye karşı bir itirazdır. İsyan, mazlum halk arasındaki umursamanın, saygının ve dayanışmanın bir ifadesidir. O, temelde sadece para ve iktidarı sevenlere “akıldışı” görünen aşkın bir tezahürüdür.

Zalimin uyguladığı şiddeti mazlumun direnişiyle kıyaslamak mümkün müdür?

Özel mülkiyetin tahrip edilmesine ilişkin ahlâkî kaygıları olanlardır, o özel mülkiyetin tahrip edilmesinin sebebi. Bunu göstermek amacıyla, her şey söyleyip yapmak, dünyayı dönüştürecek o gerçek gücü kullanmak, sadece halkın elindedir. Halk kendi gücünü uyguladığında ve çıkarlarını dayattığında, paranın ve iktidarın dünyası yıkılır.

Şiddetin anlamsız biçimde kullanılması konusunda dikkatli olmak gerekir mi? Kesinlikle.

Ancak imtiyazın korunması için şiddet uygulamaktan daha anlamsız bir şey var mıdır? Sadece eldekini muhafaza etmek için tatbik edilen şiddet, daha fazla şiddet doğurmaz mı? Bizdeki şiddet kültürünü gerçek manada çözmek istiyorsak, o vakit bizim toplumsal yapılarımızın doğasında olan şiddete karşı çıkmamız gerekir. Bu şiddet, tüm diğer şiddet sahnelerini mümkün kılmakta ve meşrulaştırmaktadır. O vakte kadar bizim, tüm diğer şiddet biçimlerini meşrulaştıran ilk adaletsizlik durumunun kılıfı olarak şiddete yönelik tekbiçimli itiraz temelinde, her türden ahlâkî itirazı dikkate almamız gerekecektir.

Şimdi Ne Olacak?

Halk sokaklarda. Savaşıyor, meydan okuyor, ateşe cevap veriyor. Bunlar iyi gelişmeler fakat direniş, her daim akşam haberlerindeki bir görüntüden daha fazlasıdır.

Gerçek bir direniş, her zaman bir ifade etme biçimidir. Bir ifade, dışarıda sunulan içsel bir şeydir. Bu sebeple bize göre direnmek, ilkin kendimizi dönüştürmek demektir. Yeni anlayışlar geliştirilmeli, yeni bir kültür oluşturulmalı, herkesin tüm varoluşuna uygun bir toplum inşa etmede bize rehberlik edecek yeni bir aşk zuhur etmelidir. Tüm bunlar pratikte yapılmalıdır. Pratikte insanlar, kendi topluluklarının kontrolünü eline almalı, oralarda yerleşik polisin ve kurumlarının kıçına tekmeyi basmalıdırlar. Öğrenciler, eğitim kurumlarını ele geçirmeli, Beyaz İktidar’ın elindeki “bilgi”yi insanları güçlendirecek öğrenme süreçleriyle ikame etmelidirler. İşçiler, işyerlerinin kontrolünü ele geçirmeli, işlerine sömürüye dayalı kâr değil, kendi çıkarlarına uygun olarak koyulmalıdırlar.

Tüm bunlar gerçek bir değişimin gerçekleşmesi için şarttır.

Net bir biçimde gördüğümüz üzere, muhtaç olunan enerji oradadır. Bizim “her şeyin hizaya geçeceği” o katastrofik momenti beklemeye artık bir son vermemiz gerekmektedir. Dönüşümler “meydana gelmezler”, inşa edilirler. Beyaz İktidarı’nı imha etmek, tümüyle farklı bir şeyi kurmak, insanlara gerçek manada söz-yetki-karar vermek demektir.

Her yerde mazlum halkla dayanışma içerisinde olalım.

Ferguson’la dayanışma içerisinde olalım.

Mike Brown için adalet.

Zak Brown
27 Kasım 2014
Kaynak