28 Şubat 2018

Totalitarizme Karşı


“Totalitarizm”e Karşı
Enzo Traverso ile Sohbet
Despina Lalaki
1 Eylül 2018
ABD’de Cornell Üniversitesi’nde tarih profesörü olarak çalışan İtalyan tarihçi Enzo Traverso, son on beş yıl içerisinde Avrupa’daki en etkili eleştirileri kaleme alan aydınlardan biri hâline geldi. Eserleri Yunanistan’da da hızla geniş kitlelere ulaştı: L’Histoire comme Champ de Bataille [Savaş Sahasının Tarihi], Nazi Şiddetinin Kökenleri, Ateş ve Kan, Solcu Melankoli gibi önemli eserleri ardından basılan Les Nouveaux Visages du Fascisme [Faşizmin Yeni Yüzü] yazarın Yunancaya çevrilen yedinci eseri. Daha az bilinen fakat tam da zamanında çıkmış olan çalışması Il Totalitarismo: Storia di Un Dibattito [Totalitarizm: Bir Tartışmanın Hikâyesi] yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden günümüze dek akademide ve siyaset sahasında tanık olduğumuz totalitarizm tartışması ile ilgili kapsamlı bir değerlendirme sunuyor. Onunla giriştiğimiz, totalitarizm kavramı ile ilgili tartışmamızın sebeplerinden biri de bu 2002 tarihli kitap. Ayrıca seksenlerde ve doksanlarda gündeme gelmiş olan, direniş hareketlerini “anti-totalitarizm”e itiraz etmeye iten totaliter iktidar biçimlerini da tartışıyoruz.
Marginalia’nın totalitarizm konusunu ele alan ilk sayısı için size ilettiğimiz sohbet davetini kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Genelde bu konuyla alakalı kalem oynatan bir tarihçi olarak bize söz konusu kavramın tarihini ana hatlarıyla aktarabilir misiniz? Yirminci yüzyıl Avrupa tarihinde yaşanan dehşet verici gelişmelerden kök alan kavramın, yeni anti-komünizm ve anti-İslamizm bağlamında, son dönemde varlığını sürdürme imkânı bulduğunu görüyoruz.
Yüz yıllık ömrü boyunca totalitarizm fikri, farklı aşamalardan geçti. Geriye dönüp baktığımızda, bu sürecin birçoklarınca itiraza mahal veren bir seyre sahip olduğunu görüyoruz. Yirmilerde “totalitarizm” kelimesini ilkin İtalyalı antifaşistler üretmişler. Kelimeyi üretmelerinin amacı, Mussolini’nin tesis ettiği politik rejimin monolitik niteliğini eleştirmekti. Kelime, hızla faşistlerce de benimsendi. Faşistlerin iddiasına göre, kelime “bütünsel devlet” inşa etme arzularını ortaya koymaktaydı. Kelime, hem faşistlerce hem de antifaşistlerce kullanılmaya başlandı. Ona negatif ve pozitif anlamlar yüklendi. Otuzlarda ise terim, Sovyetler’de Stalinizmin doğuşu ve Almanya’da Nazi iktidarının ortaya çıkışı ile birlikte daha fazla yayılma imkânı buldu. Totalitarizm kavramı, ilk kez 1939 yılında, saldırmazlık paktı imzalanması sonrası Hitler ve Stalin’in diktatör olarak takdim edilmesi ardından kayda geçti. Gelgelelim terim, altın çağını Soğuk Savaş’ın ilk aşamasında yaşadı. O dönemde kavram, Sovyetler’i “özgür dünya”nın düşmanı olarak mahkûm etmek için kullanıldı. O günden beri totalitarizm, Batı’yı suçlarından arındırma, onu her türlü eleştiriden muaf tutma amacına uygun olarak kullanıldı. Soğuk Savaş esnasında ABD’nin yürüttüğü dış siyaset pratiklerine eleştiri yönelten herkes, hemen “totaliter düşman”ın suç ortakları olarak yaftalandı. McCarthy’cilik dönemi boyunca “anti- totalitarizm”, kısa bir süre totaliter bir ideolojiye dönüştü. Bu türden ideolojik mecburiyetlere boyun eğmeyen akademisyenlerin şiddetle eleştirdiği kavram, altmışlarda ve yetmişlerde gözden düştü. Totalitarizm kavramı, 11 Eylül 2001’deki terörist saldırıları ardından yeniden doğdu. Bu dönemde kavram, İslamî köktenciliğe tatbik edildi. Bu dönemde kavramın içeriği önemli oranda değişti ve Batı’nın düşmanlarını ifade eden bir terim hâlini aldı. Buradan da geçen yüzyılda yaşan şiddet olaylarına seçmeci bir bakışla bakılmaya başlandı: Totaliter güçlerin işledikleri suçlar, yaptıkları soykırımlar, kurdukları toplama kampları karşısında Batı’da işleyen şiddet çarkı otomatikman meşrulaştı veya “tali zarar”a indirgendi. Elbette birden fazla totalitarizm teorisi mevcut, bunların bazıları gayet velut ve ilginç ama bu kavramın kamuoyundaki kullanım biçimlerinin büyük ölçüde Batı’yı günahlarından ve suçlarından arındırma amacı güttüğünü görmek gerek.
Ülkeler bu kavrama farklı anlamlar yüklüyorlar. Örneğin gördüğümüz kadarıyla Soljenitsin’in gulaglarla ilgili çalışması 1973’te yayınlanana dek totalitarizm kelimesi üzerine kurulu dil pek fazla ilgi görmemiş. Bunun dışında totalitarizmin Doğulu bir olgu veya kavram olduğunu söyleyebilir miyiz?
Düşünce tarihi açısından baktığımızda, totalitarizm bugün tüm küreyi kucaklasa da onun Batılı bir kavram olduğunu görüyoruz. Kavram, aynı zamanda coğrafî bir boyutu da içeriyor bünyesinde. İtalya, Yunanistan veya Fransa gibi komünist partilerin Nazi karşıtı direniş hareketlerine hegemonik bir konuma sahip olduğu kimi Akdeniz ülkelerinde totalitarizm fikri, savaş sonrası yıllarda şüpheli bir yaklaşıma yol açıyor. Faşizme ve Nazi diktatörlüklerine karşı mücadele etmiş politik aktörleri “totaliter” olarak resmetmek hiç kolay olmuyor. Michael S. Christofferson’ın ikna edici bir dille aktardığı ve ispatladığı biçimiyle, Fransa’da Soljenitsin’in Gulag Takımadaları isimli çalışmasının yetmişlerin başında, ihtilaflara neden de olsa, belirli bir kabul görmüş olması, esasen Solun Birliği’nin yaşadığı yükselişi durdurma çabası ile alakalıydı. Birçok Batı ülkesinde, yetmişlerde yaşanan “totalitarizm” tartışması, temelde “Marksizmin krizi”ne denk düştü ve sol aydınların önemli bir kesiminin muhafazakârlığa saparak, alabildiğine eski bir klasik liberalizm formuna, hatta antikomünist bir korumacılığa yönelmesini sağladı. Fransa’da “Yeni Felsefeciler” denilen kesim, bu düşünsel ve politik değişimin en bariz ifadesiydi. Seksenlerin “muhafazakâr devrim”i, “İnsan Hakları”nı ve anti- totalitarizmi alışkanlık hâline getirmişti.
Totaliter düşüncelerin kökleri nereye dek uzanıyor? Örneğin Karl Popper, Platon’da bir tür ön-totalitarizm buluyorken, Max Horkheimer ve Theodor Adorno ise totalitarizmin köklerinin aklın ve teknolojinin cazibesine kapılan araçsal Aydınlanma’ya dek uzandığını düşünüyor.
Popper’ın totalitarizm teorisine yönelik saygıya epey şüpheyle yaklaşıyorum: Açık Toplum ve Düşmanları isimli çalışmasında felsefenin soykütüğünü taslak hâlinde aktaran Popper, bu çalışmasında bir hat çiziyor ve Platon’dan Hitler’e Marx ve Hegel’e keserek ilerleyen, kendisinin çizdiği hat boyunca işleyen bir evrim süreci resmediyor. Üstelik bu çabanın tek bir hedefi var: totalitarizmi ve liberalizmi tarihe değil insanlığa ait olan, ezeli ve ebedi iki kategori olarak resmedebilmek. Popper’ın totalitarizm teorisi, Batı’yı günah ve suçlardan muaf tutma stratejisinin felsefî versiyonu. Horkheimer ve Adorno’nun Nazizmi resmetme tarzı ise Batı uygarlığının takip ettiği tüm izleği sorguluyor ve antik çağdan yirminci yüzyıla uzanan, başka bir doğrusal hat çiziyor. Aydınlanma’nın Diyalektiği’nde iki felsefeci, bir tür Hegelci teleolojiyi benimsiyor. Bu teleolojinin ana çıktısı ise mutlak aklın totalitarizm adı altında kazandığı zafer, yani özgürlükçü akıldan uzaklaşılıp araçsal rasyonaliteye geçilmesi. Söz konusu yaklaşım, eleştiri düzleminde bariz bir potansiyele sahip, bu potansiyelse, bilhassa antifaşizmin Nasyonal Sosyalizmi uygarlığın barbarlığa teslim olmuş hâli olarak görmesini ve tarih dışına atılmış bir olgu olarak Direniş hareketini Aydınlanma’nın intikamı şeklinde değerlendirmesini anımsadığımızda, daha net ortaya çıkıyor. Ayrıca Horkheimer ve Adorno’ya göre totalitarizm, modernitenin kaçınılmaz olarak yüzleştiği bir kader; ikili, her türlü politik bağlılıktan uzak duran, derin düşüncelere dalıp eleştirmen pozu takınmayı salık veren bir yaklaşımı benimsiyor (bu açıdan iki felsefeciyi, Benjamin veya Marcuse gibi diğer Frankfurt Okulu düşünürlerinden ayırmak lazım).
Hannah Arendt’in ilk olarak 1951’de yayınlanan Totalitarizmin Kaynakları isimli çalışması, son dönemde yeniden gündeme geldi ve ilgi gördü. Ocak 2017’de Başkan Donald Trump’ın göreve geldiği günlerde kitap Amazon’da tükendi. Nazizme ve Stalinizme bakarken Arendt, totalitarizmi toplama kampları ve ölüm kampları sistemiyle sonuçlanan, yeni bir seferberlik ve soykırıma dayalı bir tür diktatörlük olarak anlıyor. Bugünkü politik olguları anlama çabamızda Arendt’in bu değerlendirmesi bir işe yarar mı?
Arendt, kitabını İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda kaleme almaya başladı ve savaş bittikten hemen sonra tamamladı. O dönemde Nasyonal Sosyalizm ve Stalinizm kendi gününe ait politik birer olguydu ama asla tarihyazımına ait konu başlıkları değillerdi. Arendt tarihçi değildi, tarih üzerinden baktığımızda çalışması epey sorunlu. O, toplama kampları ve imha kampları arasında ayrım yapmıyor. Totalitarizm soykütüğünü antisemitizm, sömürgecilik ve bütünsel idare üzerinden aktarıyor ki bu, Stalinizmin ve diğer olguların tarihine tam olarak uymayan bir hikâye aslında. Öte yandan totalitarizmin tarihte yeni görülen bir mesele olduğu üzerinde duruyor: Arendt’e göre, yirminci yüzyıl, amacı siyasetin yani insanlararasındaki çeşitliliğin imhası olan yeni bir güç sistemini tecrübe ediyor. Başka bir ifadeyle, totalitarizm, toplumsal yapıdaki ayrışmanın ve her türden çoğulculuğun ortadan kaldırıldığı, monolitik, homojen bir toplum inşa etmeye dönük bir çaba. Arendt’e göre, siyaset ontolojik bir kategori, alttakilerin bulunduğu bir saha, müşterek bir siyasî alanı eşit failler olarak paylaşan alabildiğine farklı insanlar olarak yurttaşlar arasındaki etkileşimin gerçekleştiği mekân. Bana kalırsa, totalitarizmin siyasetin imhası olarak yapılan tanımı muhafaza edilmeli, hatta bu tanımın altı biraz daha çizilmeli. Bu şekilde idrak edildiğinde totalitarizm, bir bütünsel sistem anlayışı, her şeye galebe çalan devlet iktidarı fikri komünizme de taban tabana zıttır, zira komünizm özgür ve eşit insanların sınıfsız ve devletsiz toplumudur.
Anlaşılan o ki tarihsel özgüllük ve sosyo-tarihsel açıdan belirli bir bağlama oturtma çabası, totalitarizmi daha iyi anlamak için zaruri. Peki en önemli özelliklerinin belirli bir kısmını belirlemek adına, bir totalitarizm tanımı sunmak mümkün mü? En azından araştırmanın amaçları doğrultusunda, belirli bir değere sahip, ideal bir tipten söz edilebilir mi?
Birçok akademisyen, totalitarizm konusunda “ideal bir tip” belirlemeye çalıştı. Ellilerde oldukça başarılı bir teorik tanım sunmuş olan Carl Friedrich ve Zbigniew Brzezinski’ye göre totalitarizm, anayasal hakların ortadan kalkması, çoğunluğun ve temsilî demokrasinin ilgası, tek partili sistem, karizmatik lider, resmi ideoloji ve toplama kampları gibi farklı unsurların birbirleriyle ilişkilendikleri bir sistem. Bu ideal tipin sunduğu avantaj, esasen hem faşizmi hem de Stalinizmi yerden yere vurabilme becerisinden kaynaklanıyor. Arendt’in totalitarizm tanımını benimsediğimizde ve onu siyaseti yok eden bir iktidar sistemi olarak tanımladığımızda, bizim totalitarizmin “ideal tipler” hâlinde somutluk kazanmaksızın, farklı biçimler alabildiği gerçeğini de kabul etmemiz gerekecek. Dolayısıyla totalitarizm, yirminci yüzyılda tanıklık edilen biçimlerine indirgenmemeli. Bütün insanların ve ilişkilerin meta biçimi aldığı, piyasanın genel bir antropolojik modele dönüştüğü, insanların ilişkilerini bireycilik ve rekabet dışında bir yerde idrak edemedikleri, tümüyle şeyleşmiş bir dünya, totaliter bir dünya olmalı. Paradoksal biçimde yeni neoliberal totalitarizm biçimi oluşuyor ve bu totalitarizm, ırkî ve sınıfî kolektivizme karşı özgürlüğün birer sembolü olarak piyasayı ve bireyciliği anti-totaliter birer elbise olarak üzerine geçiriyor.
Dönemin diğer muhafazakâr hareketleri gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ve liberalizmle komünizmin yükselişini durdurmaya çalışan Alman “muhafazakâr devrim”i, İkinci Dünya Savaşı sonrası sahneden çekildi. Günümüzde Avrupa ve ABD’de militan bir anti-komünizm yanında yükselişe geçen yeni korumacılık ve milliyetçilik dalgasını nasıl izah ediyorsunuz?
Yirminci yüzyılın başında Alman “muhafazakâr devrim”i, Isaiah Berlin ve Zeev Sternhell’in “karşı-Aydınlanma” olarak adlandırdığı muhafazakâr değerleri otantik bir modern teknoloji, endüstri ve bilim kültüyle birleştirmişti. Bu eğilim ortadan kalktı ama yirminci yüzyılın sonunda piyasayı, bireyciliği ve kapitalizmi komünist devrimlerin ve savaş sonrası dönemin hayal gücünün dillendirdiği eşitlikçi arzuların karşısına çıkartan yeni bir “yeni muhafazakârlık” biçimi ortaya çıktı. Neoliberal küreselleşmeye, yani totalitarizmin günümüzde edindiği biçime itiraz eden sağ hareketler, esasında totaliter değil muhafazakârlar. Bu hareketler, günümüzde mevcut olan totalitarizme yönelik olarak geliştirilmiş bir muhafazakâr tepkisi. Dolayısıyla bizim post-faşizmle, sağcı popülizmle ve diğer radikal sağ yapılarla mücadele ederken bu gerçeğin farkında olmamız gerek. Günümüzde mevcut olan totalitarizmle milliyetçilik ve korumacılık ile mücadele edemeyeceğimiz gibi, aynı şekilde post-faşizmle, neoliberalizmi savunanlarla birleşik cephe kurarak mücadele edemeyiz.

Yirminci yüzyılın önemli bir kısmı boyunca anti-faşizm barış mücadelesi ile tanımlandı. Ancak liberal anti-totalitarizmin genelde sağ aşırıcılığın yükselişine yönelik eylemliliği ve hareketleri şiddete meyilli, diyalektik dışı ve otoriter olarak resmettiğine tanık oluyoruz. Burada asıl sorunu nerede aramak gerekmektedir? Bugün anti-faşizm, ne tür bir tarihsel değere sahiptir, politik düzlemde hâlen daha geçerli midir?
Ben anti-faşizmi pasifizmle tanımlamıyorum. Otuzların sonunda, bilhassa 1938 Münih Konferansı sonrasında pasifizm faşizme teslim olmayı ifade ediyordu, dolayısıyla birçok “pasifist”, İkinci Dünya Savaşı esnasında birer işbirlikçiye dönüştü. 1941 sonrasında ise anti-faşizm, Avrupa’yı işgal etmiş olan Nazilere karşı verilen silâhlı mücadele ile tanımlandı. Bugün ABD’de Siyahların Hayatı Önemlidir veya Gazze ile Batı Şeria’daki Filistin Direnişi gibi hareketlerin benimsedikleri “şiddet”e dayalı eylem araçları, halk tarafından giderek daha fazla kabul görüyor. Bence Ortadoğu’da ABD’nin ve Batı’nın yürüttüğü savaşlara yönelik muhalefetin pasifizm değil, yeni sömürgeci zulme ve işgale karşı özgürlük adına yürütülmesi gerekiyor. Bugün Suriye’de “pasifist” olmak hiçbir anlam ifade etmiyor. Eğer demokrasinin çoğunluğun iktidarını örgütleme yönteminden, basit bir kurumsal yapıdan çok tarihsel bir fetih hareketi olarak görürsek, geçmişte faşizmi tecrübe etmiş birçok ülkenin de Jürgen Habermas’ın “anti-antifaşist” demokrasi anlayışını benimsememesi gerekirdi.
1989’da Berlin Duvarı ile birlikte bir dünya tasarımı da çöktü. Batılı liberal demokrasi cazipmiş gibi görünmeye başlandı. Bugün çoğunlukla yirminci yüzyıl tarihinde suçlarla yüklü bir parantez olarak tasvir edilen Rus Devrimi’ni izleyen yüz yıllık dönemin ve son birkaç yıl boyunca dünyada açığa çıkan devrimci dalgaların ardından Ekim’in dünya üzerinde bıraktığı kalıcı etkinin henüz tam mânâsıyla hissedilemediğini söyleyebilir miyiz?
Rus Devrimi’ni kurtarmak, antikomünizm ve Stalinizmle yüklü bir yüzyılın derinine dalıp devrimin bıraktığı mirası bir cevher olarak çıkartmak demektir. Bu, aynı zamanda yirminci yüzyılın yenilmiş olan devrimlerinin yasını tutma meselesidir. Söz konusu tarihsel yenilgi, Batı’da açığa çıkan, (Wall Street’i İşgal Et Hareketi, los Indignados [Öfkeliler Hareketi -İspanya], Gezi Parkı, la Nuit Debout [Gece Ayakta -Fransa] gibi) yeni anti-kapitalist hareketlerin aynı zamanda son on yıl süresince Arap dünyasını saran devrimci dalganın kimi özelliklerini izah ediyor. Bu hareketlerin tarihsel açıdan belirli bir süreklilik kazanması ve Ekim Devrimi’nin mirasını sahiplenmeleri mümkün değil. Bunlar, kendilerini yeniden icat etmek zorundalar. Bahsi geçen hareketlerin zincirsizliği ve yaratıcılığı ümit verici, lâkin kısa ömürlülüğü de ciddi bir sınır olarak kendisini dayatıyor. Bu hareketlerin somut yapılar inşa edebileceklerini, geçmişin komünist deneyimini “detaylı bir inceleme”ye tabi tutabileceklerini sanmıyorum. Dolayısıyla bence onlar, seksenlerin yeni muhafazakâr restorasyon sürecinden miras alınan “anti-totalitarizm”in tayin ettiği ufku da aşamazlar.

0 Yorum: