Enzo Traverso ile Sohbet
Despina
Lalaki
1 Eylül 2018
ABD’de
Cornell Üniversitesi’nde tarih profesörü olarak çalışan İtalyan tarihçi Enzo
Traverso, son on beş yıl içerisinde Avrupa’daki en etkili eleştirileri kaleme
alan aydınlardan biri hâline geldi. Eserleri Yunanistan’da da hızla geniş
kitlelere ulaştı: L’Histoire comme Champ
de Bataille [Savaş Sahasının Tarihi], Nazi
Şiddetinin Kökenleri, Ateş ve Kan,
Solcu Melankoli gibi önemli eserleri
ardından basılan Les Nouveaux Visages du
Fascisme [Faşizmin Yeni Yüzü] yazarın Yunancaya çevrilen yedinci eseri.
Daha az bilinen fakat tam da zamanında çıkmış olan çalışması Il Totalitarismo: Storia di Un Dibattito
[Totalitarizm: Bir Tartışmanın Hikâyesi] yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden
günümüze dek akademide ve siyaset sahasında tanık olduğumuz totalitarizm
tartışması ile ilgili kapsamlı bir değerlendirme sunuyor. Onunla giriştiğimiz,
totalitarizm kavramı ile ilgili tartışmamızın sebeplerinden biri de bu 2002
tarihli kitap. Ayrıca seksenlerde ve doksanlarda gündeme gelmiş olan, direniş
hareketlerini “anti-totalitarizm”e itiraz etmeye iten totaliter iktidar
biçimlerini da tartışıyoruz.
Marginalia’nın totalitarizm konusunu ele alan ilk
sayısı için size ilettiğimiz sohbet davetini kabul ettiğiniz için teşekkür
ederiz. Genelde bu konuyla alakalı kalem oynatan bir tarihçi olarak bize söz
konusu kavramın tarihini ana hatlarıyla aktarabilir misiniz? Yirminci yüzyıl
Avrupa tarihinde yaşanan dehşet verici gelişmelerden kök alan kavramın, yeni
anti-komünizm ve anti-İslamizm bağlamında, son dönemde varlığını sürdürme imkânı
bulduğunu görüyoruz.
Yüz yıllık ömrü boyunca totalitarizm fikri, farklı
aşamalardan geçti. Geriye dönüp baktığımızda, bu sürecin birçoklarınca itiraza
mahal veren bir seyre sahip olduğunu görüyoruz. Yirmilerde “totalitarizm”
kelimesini ilkin İtalyalı antifaşistler üretmişler. Kelimeyi üretmelerinin
amacı, Mussolini’nin tesis ettiği politik rejimin monolitik niteliğini
eleştirmekti. Kelime, hızla faşistlerce de benimsendi. Faşistlerin iddiasına
göre, kelime “bütünsel devlet” inşa etme arzularını ortaya koymaktaydı. Kelime,
hem faşistlerce hem de antifaşistlerce kullanılmaya başlandı. Ona negatif ve
pozitif anlamlar yüklendi. Otuzlarda ise terim, Sovyetler’de Stalinizmin doğuşu
ve Almanya’da Nazi iktidarının ortaya çıkışı ile birlikte daha fazla yayılma
imkânı buldu. Totalitarizm kavramı, ilk kez 1939 yılında, saldırmazlık paktı
imzalanması sonrası Hitler ve Stalin’in diktatör olarak takdim edilmesi
ardından kayda geçti. Gelgelelim terim, altın çağını Soğuk Savaş’ın ilk
aşamasında yaşadı. O dönemde kavram, Sovyetler’i “özgür dünya”nın düşmanı
olarak mahkûm etmek için kullanıldı. O günden beri totalitarizm, Batı’yı
suçlarından arındırma, onu her türlü eleştiriden muaf tutma amacına uygun
olarak kullanıldı. Soğuk Savaş esnasında ABD’nin yürüttüğü dış siyaset
pratiklerine eleştiri yönelten herkes, hemen “totaliter düşman”ın suç ortakları
olarak yaftalandı. McCarthy’cilik dönemi boyunca “anti- totalitarizm”, kısa bir
süre totaliter bir ideolojiye dönüştü. Bu türden ideolojik mecburiyetlere boyun
eğmeyen akademisyenlerin şiddetle eleştirdiği kavram, altmışlarda ve
yetmişlerde gözden düştü. Totalitarizm kavramı, 11 Eylül 2001’deki terörist
saldırıları ardından yeniden doğdu. Bu dönemde kavram, İslamî köktenciliğe
tatbik edildi. Bu dönemde kavramın içeriği önemli oranda değişti ve Batı’nın
düşmanlarını ifade eden bir terim hâlini aldı. Buradan da geçen yüzyılda yaşan
şiddet olaylarına seçmeci bir bakışla bakılmaya başlandı: Totaliter güçlerin
işledikleri suçlar, yaptıkları soykırımlar, kurdukları toplama kampları
karşısında Batı’da işleyen şiddet çarkı otomatikman meşrulaştı veya “tali
zarar”a indirgendi. Elbette birden fazla totalitarizm teorisi mevcut, bunların
bazıları gayet velut ve ilginç ama bu kavramın kamuoyundaki kullanım
biçimlerinin büyük ölçüde Batı’yı günahlarından ve suçlarından arındırma amacı
güttüğünü görmek gerek.
Ülkeler
bu kavrama farklı anlamlar yüklüyorlar. Örneğin gördüğümüz kadarıyla
Soljenitsin’in gulaglarla ilgili çalışması 1973’te yayınlanana dek totalitarizm
kelimesi üzerine kurulu dil pek fazla ilgi görmemiş. Bunun dışında
totalitarizmin Doğulu bir olgu veya kavram olduğunu söyleyebilir miyiz?
Düşünce tarihi açısından baktığımızda,
totalitarizm bugün tüm küreyi kucaklasa da onun Batılı bir kavram olduğunu
görüyoruz. Kavram, aynı zamanda coğrafî bir boyutu da içeriyor bünyesinde.
İtalya, Yunanistan veya Fransa gibi komünist partilerin Nazi karşıtı direniş
hareketlerine hegemonik bir konuma sahip olduğu kimi Akdeniz ülkelerinde
totalitarizm fikri, savaş sonrası yıllarda şüpheli bir yaklaşıma yol açıyor.
Faşizme ve Nazi diktatörlüklerine karşı mücadele etmiş politik aktörleri
“totaliter” olarak resmetmek hiç kolay olmuyor. Michael S. Christofferson’ın
ikna edici bir dille aktardığı ve ispatladığı biçimiyle, Fransa’da Soljenitsin’in
Gulag Takımadaları isimli
çalışmasının yetmişlerin başında, ihtilaflara neden de olsa, belirli bir kabul
görmüş olması, esasen Solun Birliği’nin yaşadığı yükselişi durdurma çabası ile
alakalıydı. Birçok Batı ülkesinde, yetmişlerde yaşanan “totalitarizm”
tartışması, temelde “Marksizmin krizi”ne denk düştü ve sol aydınların önemli
bir kesiminin muhafazakârlığa saparak, alabildiğine eski bir klasik liberalizm
formuna, hatta antikomünist bir korumacılığa yönelmesini sağladı. Fransa’da
“Yeni Felsefeciler” denilen kesim, bu düşünsel ve politik değişimin en bariz
ifadesiydi. Seksenlerin “muhafazakâr devrim”i, “İnsan Hakları”nı ve anti-
totalitarizmi alışkanlık hâline getirmişti.
Totaliter
düşüncelerin kökleri nereye dek uzanıyor? Örneğin Karl Popper, Platon’da bir
tür ön-totalitarizm buluyorken, Max Horkheimer ve Theodor Adorno ise
totalitarizmin köklerinin aklın ve teknolojinin cazibesine kapılan araçsal
Aydınlanma’ya dek uzandığını düşünüyor.
Popper’ın totalitarizm teorisine yönelik saygıya
epey şüpheyle yaklaşıyorum: Açık Toplum
ve Düşmanları isimli çalışmasında felsefenin soykütüğünü taslak hâlinde
aktaran Popper, bu çalışmasında bir hat çiziyor ve Platon’dan Hitler’e Marx ve
Hegel’e keserek ilerleyen, kendisinin çizdiği hat boyunca işleyen bir evrim
süreci resmediyor. Üstelik bu çabanın tek bir hedefi var: totalitarizmi ve
liberalizmi tarihe değil insanlığa ait olan, ezeli ve ebedi iki kategori olarak
resmedebilmek. Popper’ın totalitarizm teorisi, Batı’yı günah ve suçlardan muaf
tutma stratejisinin felsefî versiyonu. Horkheimer ve Adorno’nun Nazizmi
resmetme tarzı ise Batı uygarlığının takip ettiği tüm izleği sorguluyor ve
antik çağdan yirminci yüzyıla uzanan, başka bir doğrusal hat çiziyor. Aydınlanma’nın Diyalektiği’nde iki
felsefeci, bir tür Hegelci teleolojiyi benimsiyor. Bu teleolojinin ana çıktısı
ise mutlak aklın totalitarizm adı altında kazandığı zafer, yani özgürlükçü
akıldan uzaklaşılıp araçsal rasyonaliteye geçilmesi. Söz konusu yaklaşım,
eleştiri düzleminde bariz bir potansiyele sahip, bu potansiyelse, bilhassa
antifaşizmin Nasyonal Sosyalizmi uygarlığın barbarlığa teslim olmuş hâli olarak
görmesini ve tarih dışına atılmış bir olgu olarak Direniş hareketini
Aydınlanma’nın intikamı şeklinde değerlendirmesini anımsadığımızda, daha net
ortaya çıkıyor. Ayrıca Horkheimer ve Adorno’ya göre totalitarizm, modernitenin
kaçınılmaz olarak yüzleştiği bir kader; ikili, her türlü politik bağlılıktan
uzak duran, derin düşüncelere dalıp eleştirmen pozu takınmayı salık veren bir
yaklaşımı benimsiyor (bu açıdan iki felsefeciyi, Benjamin veya Marcuse gibi
diğer Frankfurt Okulu düşünürlerinden ayırmak lazım).
Hannah
Arendt’in ilk olarak 1951’de yayınlanan Totalitarizmin
Kaynakları isimli çalışması, son dönemde yeniden gündeme geldi ve ilgi
gördü. Ocak 2017’de Başkan Donald Trump’ın göreve geldiği günlerde kitap Amazon’da
tükendi. Nazizme ve Stalinizme bakarken Arendt, totalitarizmi toplama kampları
ve ölüm kampları sistemiyle sonuçlanan, yeni bir seferberlik ve soykırıma
dayalı bir tür diktatörlük olarak anlıyor. Bugünkü politik olguları anlama
çabamızda Arendt’in bu değerlendirmesi bir işe yarar mı?
Arendt, kitabını İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı
yıllarda kaleme almaya başladı ve savaş bittikten hemen sonra tamamladı. O
dönemde Nasyonal Sosyalizm ve Stalinizm kendi gününe ait politik birer olguydu
ama asla tarihyazımına ait konu başlıkları değillerdi. Arendt tarihçi değildi,
tarih üzerinden baktığımızda çalışması epey sorunlu. O, toplama kampları ve
imha kampları arasında ayrım yapmıyor. Totalitarizm soykütüğünü antisemitizm,
sömürgecilik ve bütünsel idare üzerinden aktarıyor ki bu, Stalinizmin ve diğer
olguların tarihine tam olarak uymayan bir hikâye aslında. Öte yandan
totalitarizmin tarihte yeni görülen bir mesele olduğu üzerinde duruyor:
Arendt’e göre, yirminci yüzyıl, amacı siyasetin yani insanlararasındaki
çeşitliliğin imhası olan yeni bir güç sistemini tecrübe ediyor. Başka bir
ifadeyle, totalitarizm, toplumsal yapıdaki ayrışmanın ve her türden
çoğulculuğun ortadan kaldırıldığı, monolitik, homojen bir toplum inşa etmeye
dönük bir çaba. Arendt’e göre, siyaset ontolojik bir kategori, alttakilerin
bulunduğu bir saha, müşterek bir siyasî alanı eşit failler olarak paylaşan
alabildiğine farklı insanlar olarak yurttaşlar arasındaki etkileşimin
gerçekleştiği mekân. Bana kalırsa, totalitarizmin siyasetin imhası olarak
yapılan tanımı muhafaza edilmeli, hatta bu tanımın altı biraz daha çizilmeli.
Bu şekilde idrak edildiğinde totalitarizm, bir bütünsel sistem anlayışı, her
şeye galebe çalan devlet iktidarı fikri komünizme de taban tabana zıttır, zira
komünizm özgür ve eşit insanların sınıfsız ve devletsiz toplumudur.
Anlaşılan
o ki tarihsel özgüllük ve sosyo-tarihsel açıdan belirli bir bağlama oturtma
çabası, totalitarizmi daha iyi anlamak için zaruri. Peki en önemli
özelliklerinin belirli bir kısmını belirlemek adına, bir totalitarizm tanımı
sunmak mümkün mü? En azından araştırmanın amaçları doğrultusunda, belirli bir
değere sahip, ideal bir tipten söz edilebilir mi?
Birçok akademisyen, totalitarizm konusunda “ideal
bir tip” belirlemeye çalıştı. Ellilerde oldukça başarılı bir teorik tanım
sunmuş olan Carl Friedrich ve Zbigniew Brzezinski’ye göre totalitarizm,
anayasal hakların ortadan kalkması, çoğunluğun ve temsilî demokrasinin ilgası,
tek partili sistem, karizmatik lider, resmi ideoloji ve toplama kampları gibi
farklı unsurların birbirleriyle ilişkilendikleri bir sistem. Bu ideal tipin
sunduğu avantaj, esasen hem faşizmi hem de Stalinizmi yerden yere vurabilme
becerisinden kaynaklanıyor. Arendt’in totalitarizm tanımını benimsediğimizde ve
onu siyaseti yok eden bir iktidar sistemi olarak tanımladığımızda, bizim
totalitarizmin “ideal tipler” hâlinde somutluk kazanmaksızın, farklı biçimler
alabildiği gerçeğini de kabul etmemiz gerekecek. Dolayısıyla totalitarizm,
yirminci yüzyılda tanıklık edilen biçimlerine indirgenmemeli. Bütün insanların
ve ilişkilerin meta biçimi aldığı, piyasanın genel bir antropolojik modele
dönüştüğü, insanların ilişkilerini bireycilik ve rekabet dışında bir yerde
idrak edemedikleri, tümüyle şeyleşmiş bir dünya, totaliter bir dünya olmalı.
Paradoksal biçimde yeni neoliberal totalitarizm biçimi oluşuyor ve bu
totalitarizm, ırkî ve sınıfî kolektivizme karşı özgürlüğün birer sembolü olarak
piyasayı ve bireyciliği anti-totaliter birer elbise olarak üzerine geçiriyor.
Dönemin
diğer muhafazakâr hareketleri gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ve
liberalizmle komünizmin yükselişini durdurmaya çalışan Alman “muhafazakâr
devrim”i, İkinci Dünya Savaşı sonrası sahneden çekildi. Günümüzde Avrupa ve
ABD’de militan bir anti-komünizm yanında yükselişe geçen yeni korumacılık ve
milliyetçilik dalgasını nasıl izah ediyorsunuz?
Yirminci yüzyılın başında Alman “muhafazakâr
devrim”i, Isaiah Berlin ve Zeev Sternhell’in “karşı-Aydınlanma” olarak
adlandırdığı muhafazakâr değerleri otantik bir modern teknoloji, endüstri ve
bilim kültüyle birleştirmişti. Bu eğilim ortadan kalktı ama yirminci yüzyılın
sonunda piyasayı, bireyciliği ve kapitalizmi komünist devrimlerin ve savaş
sonrası dönemin hayal gücünün dillendirdiği eşitlikçi arzuların karşısına
çıkartan yeni bir “yeni muhafazakârlık” biçimi ortaya çıktı. Neoliberal
küreselleşmeye, yani totalitarizmin günümüzde edindiği biçime itiraz eden sağ
hareketler, esasında totaliter değil muhafazakârlar. Bu hareketler, günümüzde
mevcut olan totalitarizme yönelik olarak geliştirilmiş bir muhafazakâr tepkisi.
Dolayısıyla bizim post-faşizmle, sağcı popülizmle ve diğer radikal sağ
yapılarla mücadele ederken bu gerçeğin farkında olmamız gerek. Günümüzde mevcut
olan totalitarizmle milliyetçilik ve korumacılık ile mücadele edemeyeceğimiz
gibi, aynı şekilde post-faşizmle, neoliberalizmi savunanlarla birleşik cephe
kurarak mücadele edemeyiz.
Ben anti-faşizmi pasifizmle tanımlamıyorum.
Otuzların sonunda, bilhassa 1938 Münih Konferansı sonrasında pasifizm faşizme
teslim olmayı ifade ediyordu, dolayısıyla birçok “pasifist”, İkinci Dünya
Savaşı esnasında birer işbirlikçiye dönüştü. 1941 sonrasında ise anti-faşizm,
Avrupa’yı işgal etmiş olan Nazilere karşı verilen silâhlı mücadele ile
tanımlandı. Bugün ABD’de Siyahların Hayatı Önemlidir veya Gazze ile Batı
Şeria’daki Filistin Direnişi gibi hareketlerin benimsedikleri “şiddet”e dayalı
eylem araçları, halk tarafından giderek daha fazla kabul görüyor. Bence
Ortadoğu’da ABD’nin ve Batı’nın yürüttüğü savaşlara yönelik muhalefetin
pasifizm değil, yeni sömürgeci zulme ve işgale karşı özgürlük adına yürütülmesi
gerekiyor. Bugün Suriye’de “pasifist” olmak hiçbir anlam ifade etmiyor. Eğer
demokrasinin çoğunluğun iktidarını örgütleme yönteminden, basit bir kurumsal
yapıdan çok tarihsel bir fetih hareketi olarak görürsek, geçmişte faşizmi
tecrübe etmiş birçok ülkenin de Jürgen Habermas’ın “anti-antifaşist” demokrasi
anlayışını benimsememesi gerekirdi.
1989’da
Berlin Duvarı ile birlikte bir dünya tasarımı da çöktü. Batılı liberal
demokrasi cazipmiş gibi görünmeye başlandı. Bugün çoğunlukla yirminci yüzyıl
tarihinde suçlarla yüklü bir parantez olarak tasvir edilen Rus Devrimi’ni
izleyen yüz yıllık dönemin ve son birkaç yıl boyunca dünyada açığa çıkan
devrimci dalgaların ardından Ekim’in dünya üzerinde bıraktığı kalıcı etkinin
henüz tam mânâsıyla hissedilemediğini söyleyebilir miyiz?
Rus Devrimi’ni kurtarmak,
antikomünizm ve Stalinizmle yüklü bir yüzyılın derinine dalıp devrimin
bıraktığı mirası bir cevher olarak çıkartmak demektir. Bu, aynı zamanda
yirminci yüzyılın yenilmiş olan devrimlerinin yasını tutma meselesidir. Söz
konusu tarihsel yenilgi, Batı’da açığa çıkan, (Wall Street’i İşgal Et Hareketi,
los Indignados [Öfkeliler Hareketi
-İspanya], Gezi Parkı, la Nuit Debout
[Gece Ayakta -Fransa] gibi) yeni anti-kapitalist hareketlerin aynı zamanda son
on yıl süresince Arap dünyasını saran devrimci dalganın kimi özelliklerini izah
ediyor. Bu hareketlerin tarihsel açıdan belirli bir süreklilik kazanması ve
Ekim Devrimi’nin mirasını sahiplenmeleri mümkün değil. Bunlar, kendilerini
yeniden icat etmek zorundalar. Bahsi geçen hareketlerin zincirsizliği ve
yaratıcılığı ümit verici, lâkin kısa ömürlülüğü de ciddi bir sınır olarak
kendisini dayatıyor. Bu hareketlerin somut yapılar inşa edebileceklerini,
geçmişin komünist deneyimini “detaylı bir inceleme”ye tabi tutabileceklerini
sanmıyorum. Dolayısıyla bence onlar, seksenlerin yeni muhafazakâr restorasyon
sürecinden miras alınan “anti-totalitarizm”in tayin ettiği ufku da aşamazlar.
0 Yorum:
Yorum Gönder