17 Nisan 2016

,

Toprak Sahipleri Çekilip Gitsin!


Büyük bir sır var. Bu sırrı korumak için Firavun'un sihirbazları, Roma Kralı'nın yanındaki rahipler ve şimdi zenginlerin medyası durmak bilmeden çalıştı, çalışıyor ve çalışacak. Bu, aslında bildiğimiz fakat görmezden geldiğimiz büyük sırrı açıklamanın zamanı geldi de geçiyor.
Sömürülüyoruz.
İliğimiz kuruyana kadar sömürülüyoruz. Sınırsız iştaha sahip bir avuç insan tarafından hepimiz sömürülüyoruz. Fabrikalarda elleri nasır tutan babamız, tarlada çalışmaktan beli bükülen anamız, sömürülüyor. Elleri tüm dünyayı sarabilecek uzunlukta devasa bir hırsız, hepimizden çalıyor. Bu hırsız, kapitalizmdir.
Bu hırsızlık ve sömürü düzenini aşağılık bir yolla kuruyorlar. Bizden aldıkları buğdayı bizim emeğimizle öğütüp un yaparak daha pahalıya bize satıyorlar. Bizden aldıkları kömürü bizim emeğimizle bir torbaya koyup daha pahalıya bize satıyorlar. Allah'ın bize doğa aracılığıyla verdiği tüm nimetleri üzerlerinde bir emekleri olmadan satıyorlar. Yani hem halktan hem doğadan hem de Allah'tan çalıyorlar.
Öyleyse onlardan hakkımızı almak çalmak sayılmaz. Bizim emeğimizi geri almamıza “hırsızlık” diyorlar ve bizi hücrelere kapatıyorlar. Bunun için de kendi yarattıkları, fakat hepimizin uyması gerektiğini söyledikleri hukuku kullanıyorlar. Halkın adaleti, sömürenlerin hukukuyla gelmeyecek!
Kapitalizm, günümüzde en ücra köşelerde dahi etkisini göstermekte ve kendisinden coğrafî konumu değiştirerek kaçmak mümkün değil. Kaçacak yerimiz yok. Bizim sığınacağımız bir Medine'miz kalmadı. Ya direneceğiz ya da zincirleri biraz serbest bırakılan bir köle olmak için tüm ömrümüz boyunca sömürüleceğiz. Eğer direneceksek, bu direniş gelişigüzel olmamalı. Bu direnişin hamurunu sağlam karmak için işçileri, köylüleri ve ezilen tüm insanları farkındalık ve mücadele bilinciyle donatmalıyız. Direnişin gerekliliğini bilenler olarak halkın bizim olması gerektiğini de bilmeliyiz. Halkla ne kadar birsek, o kadar haklıyız.
Halkı sömürüden kurtarmak için tabandan bir harekete ihtiyaç olduğu sosyolojik bir gerçektir. Bu hareket, barışçı, tüm yeryüzündeki canlılara değer veren, sömürüsüz bir düzen için mücadele eden bir hareket olmalıdır. Bu hareket, kendi üretmelidir. Bu hareket, kendini sömürenlerden emeğinin değerini zorla almalıdır. Bu hareket doğayla bütünleşmeli ve insanı özüne döndürmelidir. İşte ancak o zaman özgür oluruz.
Sömürgeciler bizden hammadde alamazsa, sömürü çarkları kırılır. O hâlde artık onlara hammadde satmayı bırakalım. Yalnızca kendimize yetecek kadar üretelim. Bu üretimi de onlara bağlı olmadan gerçekleştirmenin yollarını bulalım. Bunu bir köyde dahi becerebilirsek, tüm küresel emperyalizmin en büyük düşmanı hâline geliriz. Çünkü küresel sömürge güçleri biliyor ki bunu becerirsek, ellerindeki her şeyi alacağız.
Halkla tamamen bütünleşmeyen bir direniş yok olmaya muhtaçtır. Halk ile bütünleşmenin yolu ise diyalektik ilişki kurmaktan geçer. Karmatîler'in propaganda için belirledikleri ilke, bu konuda güzel bir özet niteliğinde; Halka karşı iyi bir mürşid ol irşad eyle; iyi bir mürid ol talep eyle! Ancak bu şekilde bir yerelleşme sağlayabiliriz.
Bizim içinde bulunduğumuz sosyolojik şartlar ve siyasi durum gereği elimizdeki en büyük koz, topraktır. Toprak, onu kullananındır ve biz de toprağı kullanacağız. Ona emek vereceğiz ve ondan karşılığını alacağız. Bunu da sisteme karşı yapacağız. İnsanın bizzat yaratmadığı, doğa tarafından kendisine karşılıksız bahşedilmiş bu zenginliği sahiplenmesi kabul edilemez. O hâlde toprak hepimizindir. Onu kullanırken kimseden izin almamıza gerek yoktur. Proudhon'un “Toprağın kirası kime düşer? Tabii ki toprağı üretene. Toprak kimin eseridir? Tanrı’nın. Öyleyse mülk sahipleri çekilip gitsin!” çığlığı tüm köylerde yankılanana kadar bize özgürlük yok, bunu anlamak gerekir.
Hamdan Karmat
17 Nisan 2016

16 Nisan 2016

,

Paris Komünü Sanatçılar Federasyonu Manifestosu


Paris Komünü, özü itibarıyla sosyalist yönetim noktasında ilk büyük ölçekli deneydir. 18 Mart 1871’de düzenli Fransız ordusunun kaçmasıyla radikal işçiler ve zanaatkârlar şehrin kontrolünü ele geçirmek için Ulusal Muhafızlar içerisinde örgütlendiler. Günler sonra Komün için seçim yapıldı, hemen ardından da işçilerin işyerlerine ve işletmelere el koydukları ve bunların işçiler eliyle idare edilecekleri duyuruldu, ölüm cezası ve zorunlu askerlik hizmeti kaldırıldı, din ve devletin ayrılması hükme bağlandı, sosyal güvenlik ve emeklilik maaşları gibi alanlarda ilk çalışmalar gerçekleştirildi. Her gün sıradan emekçiler şehrin yönetilmesi ile ilgili olarak devrimci ve demokratik kimi yeni yollar geliştirdiler.

Bu yollardan biri de sanat alanına yönelik tümüyle farklı yaklaşım sergilenmesiyle alakalı idi. 15 Nisan’da aralarında ünlü ressam Gustave Courbet’nin, Enternasyonal Marşı’nın sözlerinin yazarı Eugène Pottier’nin de bulunduğu Parisli sanatçılar, ressamlar, heykeltıraşlar ve takı tasarımcıları bu yaklaşımın ne olması gerektiğine dair önerilerini sunmak ve bu konuda tartışma yürütmek için bir araya geldiler.

Öneriler dolambaçsız bir yoldan aktarılıyordu: sanatın kontrolü sanatçılarda olacak, sanat ve kültür bir hak olarak görülecekti. Her şeyin ötesinde bu sanatçılar sanatın sadece devletin ve zenginlerin eğlencesine dönüşmesini sorguladılar. Bu isimlerin teşkil ettiği federasyon, herkesin güzellik içerisinde yaşama ve çalışmasının bir hak olduğunu ısrarla vurguladı. Communal Luxury: The Political Imaginary of the Paris Commune [“Komünal Zevk: Paris Komünü’nün Politik Muhayyilesi”] isimli çalışmanın yazarı Kristin Ross bu talebin önemini şu şekilde ifade ediyor:

“Söz konusu talep, ufak, hatta ‘süs niyetine’ dile getirilmiş bir talepmiş gibi geliyor kulağa. Oysa bu talep esasında bizim sadece sanatla değil, emek süreçleriyle, toplumsal ilişkilerle, doğayla ve içinde yaşadığımız çevreyle ilişkimizin tümüyle yeniden yapılandırılmasını şart koşuyor. […] Burada sanat ve güzellik kamusallaştırılıyor, tümüyle gündelik hayatla bütünleştiriliyor ve tiksindirici milliyetçi anıtsallığın merkezinden çıkartılıyor ve özel salonlarda kapalı bir şey olmaktan çıkıyor.”

Aşağıdaki metin, Komün’ün günlük haberlerinden ve gazetelerinden alındı. İsmi geçen sanatçıların manifestosunu ihtiva ediyor. Bu, bildiğimiz kadarıyla Paris Sanatçılar Federasyonu manifestosunun eldeki ilk kapsamlı İngilizce tercümesi. Red Wedge, manifestoyu gündelik hayatta sanatın oynadığı rolü yeniden tefekkür etmek ve radikal tarihi yeniden keşfetmek amacıyla yayınlıyor. -Editörler

* * *

Sanatçılar Meclisi

Bay Courbet’nin dün saat ikide Komün’ün izniyle bir araya getirdiği sanatçıların toplantısı Tıp Okulu’nun büyük amfisinde gerçekleştirildi. Amfi ağzına kadar doluydu, tüm sanat dalları fazlasıyla temsil edildi. Ressamlar arasında Messrs Feyen-Perrin ve Héreau; heykeltıraşlardan Messrs Moulin ve Delaplanche’ı gördük; karikatürcüler Bertall’ı göndermişti; gravürcüleri Bay Michelin, eleştirmenleri Bay Philippe Burty temsil ediyordu, toplantıda birçok mimar ve takı tasarımcısı da vardı. Meclis dört yüzü aşkın insandan oluşuyordu.

Başkanlığını Bay Courbet yaptı, yardımcıları Messrs Moulin ve Pottier’di. Pottier ilk olarak hazırlık komitesinin hazırladığı, kendisinin bizzat gözden geçirdiği raporu okudu. Bu hayli ilginç belge, günümüz sanatının ihtiyaçları ve hedeflerine dair derinlikli kimi değerlendirmeleri içeriyordu.

Kendi çıkarlarını yönetme meselesi sadece sanatçılara tevdi ediliyor.

Alt komitenin hazırladığı raporun ruhuna hâkim olan işte bu fikir. Paris’te çalışma yürüten tüm isimleri bir araya getiren bir Paris sanatçıları federasyonu kurulması üzerinde duruluyor.

* * *

Paris Sanatçıları Federasyonu

Komünal Cumhuriyet’in ilkelerine bağlı olan Parisli sanatçılar bir federasyon kurdular.

Sanatsal idrake sahip herkesi şu esaslar üzerinden bir araya getiriyor:

“Sanatın ücretsiz yayılımı, tüm hükümet denetiminden ve tüm imtiyazlardan azade olması”.

“Federasyonun tüm üyeleri arasında haklar konusunda eşitlik.”

“Sanatçıların genel oy hakkını kullanarak seçeceği bir komitenin teşkil edilmesi üzerinden, herkesin bağımsızlığının ve haysiyetinin koruma altına alınması.” Bu komite dayanışma bağlarını güçlendirmiş, eylem birliğini sağlamıştır.

Komitenin Bileşimi

Komite farklı sanat dallarını temsil eden 47 üyeden oluşuyor:

16 ressam;
10 heykeltıraş;
5 mimar;
6 gravür sanatçısı ve
Yanlışlıkla endüstriyel sanatlar denilen dekoratif sanatları temsil eden 10 üye.

Bu isimler, liste sistemi ve gizli oylama üzerinden belirlendi.

İster çalışmalarının sahip olduğu şöhret, ister sergi kartı, isterse iki destekçi sanatçıdan alınacak yazılı bir tasdik belgesi üzerinden sanatçı olduğunu ispatlayan, her iki cinsiyetten yurttaşlar, oylamaya katılma hakkını elde etmişlerdir.

Komite üyeleri bir yıllığına seçilmiştir.

Yetki süresinin sona ermesi durumunda komitenin gizli oylama üzerinden belirlediği on beş üye bir sonraki yıl boyunca görevde kalacak; diğer otuz iki üye başka isimlerle değiştirilecektir.

Hâlihazırda üyelikleri süren isimler, bir yıllık aranın sonunda yeniden seçilebileceklerdir.

Azletme hakkı, görevini yerine getirmeyen üyeye karşı uygulanabilir. Azletme işlemi, ancak bu konudaki talep dillendirildikten bir ay sonra gerçekleştirilebilir, genel mecliste oya sunulursa, oy kullananların üçte iki çoğunluğu esas alınacaktır.

Courbet’nin önerisi üzerine komünarlarca yıkılan, imparatorluk dönemine ait Vendome Sütunu

Yetkinin Belirlenmesi

Sanatçıların teşkil ettiği sanat dünyası idaresinin görevleri:

Geçmişin değerlerini korumak;

Bugüne ait tüm unsurları uygulamak ve aydınlatmak;

Geleceği eğitim yoluyla kurmak.

Anıtlar, müzeler.

Sanatsal açıdan anıtlar, müzeler ve Paris’te bulunan sanat çalışmalarını içeren galerilerin, koleksiyonların ve kütüphanelerin bulunduğu, , özel kişilere ait kurumlar koruma ve denetleme görevi ifa edecek olan komiteye tevdi edilmiştir.

Komite bunları kurma, koruma ve uyarlama işlerini üstlenecek, plan, envanter, endeks ve katalog çalışmalarını yürütecektir.

Komite, çalışmaları teşvik etmek ve ziyaretçilerin merakını gidermek amacıyla bu eserleri kamunun hizmetine sunacaktır.

Komite, binaların korunması ile ilgili gelişmeleri, mevcut hâllerini kayıt altına alacak, acilen yapılması gereken tamir işlerini gerçekleştirecek ve çalışmalarla alakalı, sıkça yapılan değerlendirmeleri Komün’e sunacaktır.

Gerekli beceri ve ahlak sorgusunu yaptıktan sonra komite idareciler, bir sekreter, arşivciler ve bekçiler atayacak, böylelikle sonrasında ele alınacak olan, sergiler ve bu kurumların hizmetle alakalı ihtiyaçlarının giderilmesini güvence altına alacaktır.

Sergiler

Komite, Paris’te gerçekleştirilecek komünal, ulusal ve uluslararası sergileri organize edecektir.

Paris’te gerçekleştirilmeyen ulusal ve uluslararası sergiler konusunda komite Parisli sanatçıların çıkarlarından sorumlu olacak bir komisyon görevlendirecektir.

Komite, sadece yazarların imzasını taşıyan eserleri, özgün yaratımları veya resimler üzerinden yapılan gravür çalışmaları gibi bir sanat dalından diğerine gerçekleştirilen aktarma çalışmaları vb. kabul edecektir.

Komite, gerçek yaratıcı yerine editörünün veya imalatçısının adını yazan tüm kâr amaçlı sergileri kesin olarak reddeder.

Komite asla ödül almaz.

Komün eliyle ısmarlanmış olağan çalışmalar tüm sergicilerin seçim yoluyla belirleyeceği sanatçılar arasında dağıtılacaktır.

Olağandışı çalışmalar ise yarışma üzerinden belirlenecektir.

Eğitim

Komite, komüne bağlı ilkokullarda ve meslek okullarında çizim ve modelleme eğitimine nezaret edecektir. Bu okullara öğretmen atamaları yarışma yoluyla gerçekleştirilecektir; komite ilgi çeken, mantıklı yöntemlerin uygulanmasını teşvik eder; modellerin onayını komite verir; yüksek bir ruhun açığa çıktığı konu başlıklarını belirler, Komün adına tamamlanması gereken çalışmalar gerçekleştirir.

Komite, yüksek eğitim için büyük salonlar inşa edilmesi konusunda teşvikte bulunur, estetik, tarih ve sanat felsefesi için konferanslar düzenlenmesini sağlar.

Tanıtım

Komite, Officiel des arts adında tanıtım amaçlı bir yayın çıkartır.

Komitenin kontrolü ve sorumluluğunda olmak şartıyla bu dergi sanat dünyası ile ilgili olaylara ve sanatçılara dair bilgilere yer verir.

Dergi, komitenin çalışmalarını, toplantı tutanaklarını, gelir-gider bütçesini ve gerekli talimatlara temel teşkil edecek ve bunların hazırlanmasını sağlayacak tüm istatistik faaliyetlerini yayınlar.

Estetikle ilgili makalelere tahsis edilmiş olan yazın bölümü, tüm görüşler ve tüm sistemler karşısında tarafsız olacaktır.

İlerici, bağımsız, haysiyetli ve samimi bir yayın olarak Officiel des arts yeniden doğuşumuzun en ciddi ifadesi olacaktır.

Hakem Kararları

Sanatla ilgili olarak gündeme gelen, tartışmalara yol açan tüm ihtilaflı hususlar ilgili tarafların (sanatçıların veya başkalarının) ricası üzerine uzlaştırıcı hakemler atanacaktır.

İlke ve genel çıkar gibi konularda komite hakem kurulu olarak iş görecek ve verdiği kararlar Officiel des arts’ta yer alacaktır.

Bireysel İnisiyatif

Komite, bütün yurttaşları, tüm önerilerini, projelerini, raporlarını ve sanatın ilerlemesini, sanatçıların ahlakî ve entelektüel özgürleşmesini veya bir hedef olarak kendi grubunun maddî ilerlemesini sağlayacak görüşlerini iletmeye davet eder.

Komite, bu sürecin hesabını Komün’e verir ve uygulanabilir bulduğu her şeyle alakalı işbirliğine gider ve ahlakî desteğini sunar.

Komite, devam eden tüm girişimlere dair onay verme noktasında kamuoyuna çağrıda bulunur, Officiel des arts’ın tanıtımı için halkın önerilerini alır.

Son olarak, sanat eserlerinin kalem, söz, yazı yoluyla, halkın eliyle yeniden üretilmesi, zeki ve yüksek duygulara ulaştıran, Fransa’nın birçok mütevazı köyünde bulunan meclis binalarında, bol miktarda sergilenen görüntüler üzerinden komite, yeniden doğuşumuz için çalışacak, komünal zenginliğin oluşması için uğraşacak, geleceğin ve Evrensel Cumhuriyet’in ihtişamı uğrunda mücadele edecektir.

G. COURBET, MOULINET, STEPHEN MARTIN, ALEXANDRE JOUSSE, ROSZEZENCH, TRICHON, DALOU, JULES HÉREAU, C. CHABERT, H. DUBOIS, A. FALEYNIÈRE, EUGÈNE POTTIER, PERRIN, A. MOUILLIARD.

Fransızcadan çeviren: Jeff Skinner
Kaynak

[Sanatçılar Federasyonu, Paris Komünü süresince sanatın rolünün yeniden değerlendirmeye tabi tutulması amacıyla Nisan 1871’de bir araya gelmiş olan, sanatçılardan, heykeltıraşlardan ve takı tasarımcılarından meydana gelen radikal grubun adıdır.]

14 Nisan 2016

, , ,

Lübnanlı Şiiler


Rula Jurdi Abisaab ve Malik Abisaab ile Söyleşi

Jadaliyya

19 Kasım 2014

 

Bu kitabı size yazdıran nedir?

Bu kitap bir dizi sebepten ötürü kaleme alındı. Son yirmi yıl içerisinde Şii İslamcı hareketler üzerine bir yığın kitap okuduk, özellikle Hizbullah ile ilgili olan bu çalışmalar, seküler ideolojilerle komünizmi İslamcıların tümüyle reddettikleri güçler ve fikirler olarak takdim ediyorlardı. Çalışmaların hiçbirisinde Lübnan’da Şii İslamcıların komünizmle ilişkilenme yollarından bahsedilmiyor, özellikle modern devlete ait seküler çerçevelere ve uygulamalara asla değinilmiyordu. Biz, ikilileştirmenin sorun teşkil ettiği, dinî dünya ile seküler dünya arasındaki yüzeye dair bir hikâye anlatmak istedik. Kitabın yazılmasının diğer bir sebebi de modernist İslamcı yaklaşımlara dair bir anlayış ve bu yaklaşımların yorumları ile hukukî ve teolojik Şii geleneğine ait bilgiyi birleştirmekti. Şii İslamcılara, özellikle Hizbullah’a dair çalışmaların çoğu, bunların politik-askerî faaliyetleri ile havzalarda (din okullarında) gelişen bu hukukî ve teolojik gelenek arasında bir ayrım yapmıyordu. Kimi konferanslara bu tip bazı sorularla ilgili makaleler sunduğumuz bir dönemde Juan Cole bu konuyla ilgili bir kitap yazmamız konusunda bizi teşvik etti. Biz de onun tavsiyesine kulak verip kitabı yazdık.

Kitap, hangi özel konu başlıklarını, meseleleri ve literatür alanlarını ele alıyor?

Kitap, modernistleri, komünistleri ve İslamcıları biçimlendiren birbirinden ayrı seküler süreçleri ve fikirleri ele alıyor. Seküler olan ve dinî olan arasındaki örtüşmeleri inceliyor, mezhepçilik meselesine, Lübnan devletine ve Şiilerin devletle kurdukları farklı ilişkilere yeniden bakıyor. Daha da özelde kitap, İslamcıların dinî modernizme ve komünizme yönelik yaklaşımlarını, direniş kültürü (zakâfatu’l mukaveme) üzerinden biçimlenen sivil alan türünü ve devletin yönelimi dışında işleyen ibadet alanlarında şeriatın kişiler üzerinden nasıl uygulandığını irdeliyor.

Irak’taki tarihsel gelişmeler, özellikle komünizmin Şii havzalarındaki çok sayıda öğrenciyi cezp etmesi, kitabın önemli bir kısmını teşkil ediyor. Bu bölüm âlimlerin Iraklı komünistleri tekfir etmesinin sebeplerini ortaya koyuyor ve komünizmin ateizmi vaaz ettiğine dair o epey basitleştirici yaklaşıma yönelik itirazları ele alıyor, ayrıca Necef’teki örnek kimi isimlerin ve müritlerinin her yanda görülen ateist uygulamalara karşı toplumu korudukları tezini inceliyor. Esasında kitap, önemli kimi dinî sembollerin Şii komünistlerin etki alanının artmasında nasıl bir rol oynadığını göstermeye çalışıyor. Irak’la ilgili bölüm ayrıca önemli, zira Muhammed Hüseyin Fadlallah gibi önemli Lübnanlı İslamcı düşünürler ve Abbas Musavi, Suphi Tufeyli ve Hasan Nasrallah gibi Hizbullah’ın kurucusu olan kimi isimler belirli bir dönem Necef’te yaşıyor ve eğitim alıyorlar.

Kitap, Irak ve Lübnan komünizmi, ayrıca Şii mezhepçiliği ile ilgili hâkim yazını eleştirel süzgeçten geçiriyor, sonrasında İslamcıların yükselişine yol açacak olan sosyo-ekonomik değişimlere ve dönüşümlere odaklanıyor. Teorik çerçevesi bakımından kitap, Talal Esad’ın İslamcılık ve sekülerizm tartışmalarından ve Veil Hallak’ın şeriata ve modern devlete yönelik yaklaşımından besleniyor.

Bu kitap önceki araştırmalarınızla nasıl bir bağa sahip ya da herhangi bir ayrışma söz konusu mu?

Benim önceki çalışmalarım iki ana hat üzerinde ilerliyordu. İlkinde ağırlıklı husus, Ortaçağ’daki ve ilk modern dönemdeki Şii fıkhı ile ilgili çalışmalar ve bu çalışmaların sosyo-politik bağlamlarıydı. Converting Persia [“İran’a Din Değiştirmek”] ve New Ropes for Royal Tents’: Shi`i Jurisprudence, Sunnism, and the Traditionist Thought of Muhammad Amin Astarabadi [“Kraliyet Çadırlarına Yeni İpler: Şii Fıkhı, Sünnilik ve Muhammed Emin Astarabadi’nin Gelenekçi Düşüncesi] buna örnektir. İkinci hat ise bilhassa Lübnan’daki modern Şii toplumlarında ulemanın entelektüel dönüşümü ile alakalı. The Shi’ite Ulama, the Madrasas, and Educational Reform [“Şii Ulema, Medreseler ve Eğitim Reformu”]; Lebanese Shi’ites and the Marja’iyya [“Lübnan Şiileri ve Merciyye”] ve The Cleric as ‘Organic Intellectual’ [“ ‘Organik Aydın’ Olarak Âlim”] bu alanla ilgili. Necef’e eğitim için gidip seküler ve modernist konumları (başlı başına özel bir çalışmayı gerekli kılan şiirsel moderniteyi) ve komünizmi benimseyen güneyli Şii düşünürlere özel önem gösterdim. [Bu konuda bkz.: Deconstructing the Modular and the Authentic: Husayn Muroeh’s Early Islamic History [“Modüler ve Otantik Olanı Yapısöküme Uğratmak: Hüseyin Mürüvvet’in İlk Dönem İslam Tarihi”] Dolayısıyla kitabımız, bu alanlarda yapılmış kimi araştırmalara dayanıyor, ama ayrıca tarihin Kerbela üzerinden yorumlanması ve komünist idealler arasındaki ilişkiler dâhil, modern Şii toplumlarındaki dinî-seküler dinamiklerin karmaşık tezahürleri gibi yeni meseleleri ele alıyor.

Ben aynı zamanda bu kitapta tarih dışı materyaller de kullanmak istedim. Şair olmam hasebiyle bu meselelerin bir kısmıyla bağlantılı olarak edebiyatı ve şiiri de devreye sokmaya çalıştım. Niyetim, altmışlardaki ve yetmişlerdeki Irak şiirine daha fazla yer ayırmaktı ama olmadı. Bir noktadan sonra kitap on bölüme ulaştı. Belki bu çalışmayı ileride yaparız.

Militant Women of a Fragile Nation [“Kırılgan Bir Ulusun Militan Kadınları”] isimli ilk kitabım, çalışma süreci, mezhepçilik ve ulusun cinsiyetler temelinde tecrübe ettiklerine odaklanıyordu. Yeni kitabımızda ise ben, yirminci yüzyılın ilk yarısında kapitalizm ve sömürgecilik karşıtı mücadele dâhilinde tarikat ve ulus ile ilgili kimi tartışmalarıma devam ettim. Mastır tezim Lübnan komünizmi ve ulusal sorunla ilgiliydi. Bu başlıklar yeni kitapta yeniden ele alındı. Warmed by France’s Fire or Burnt? The Maronite Clergy and French Colonial Politics in Lebanon [“Fransa’nın Ateşi Yaktı mı Isıttı mı? Marunî Din Adamları ve Lübnan’da Fransa’nın Sömürgeci Siyaseti”]; Shi’ite Peasants and a New Nation in Colonial Lebanon: The Intifada (Uprising) of Bint Jubayl [“Lübnan’ın Sömürge Olduğu Dönemde Şii Köylüler ve Yeni Bir Ulus: Bint Cubeyl Ayaklanması”]; Contesting Space: Gendered Discourse and Labor among Lebanese Women [“Mücadele Mekânı: Lübnanlı Kadınlar Arasında Cinsiyet Söylemi ve Çalışma Süreci”]; ve Striving for Labor Law: Tobacco Women between French Colonial Authority and the Lebanese State [“İş Kanunu İçin Mücadele Etmek: Fransız Sömürge İdaresi ile Lübnan Devleti Arası Dönemde Kadın Tütün İşçileri”] isimli makalelerim, kadın ve cinsiyet konularına odaklanıyordu, ayrıca bunlar, çalışan kadınlarla ve kadınların emek mücadelelerinin biçimlendirdiği ve bu mücadeleleri biçimlendiren aile ve tarikat meseleleriyle ilgiliydi.

Rula ve ben, Irak’taki İslamcılık ve komünizm arasındaki bağlara daha yakından bakmak istedik, bu nedenle nadiren inceleme konusu edilen sömürgecilik karşıtı mücadele ve Şiilikle komünizm arasındaki ilişki konusunda birikimimizden istifade etmeye çalıştık. Aynı zamanda bu kitap beni yeni bir araştırma alanına taşıdı. Son on yıldır gelişme kaydettiğim, hakkında birçok ders verdiğim bu alan İslamî düşünce ve ulus-devletle alakalı.

Bu kitabı kimlerin okumasını umut ediyorsunuz, sizce ne tür bir etkiye yol açacak?

Kitap, çeşitli disiplinlerdeki her türden öğrencinin ve akademisyenin ilgisini çekecektir. Ama bilhassa Arap tarihi, İslam çalışmaları, Ortadoğu çalışmaları ve Şii çalışmaları alanında faaliyet yürütenler bu kitapla özel olarak ilgileneceklerdir. Bu kitabın hâkim İslamcı hareketleri ve onların ulus-devlet ve modernizmle ilişkilerini anlamada kullanılan kimi önermeleri ve kavramsal araçları sorunsallaştırmasını umut ediyoruz. Dinî imiş gibi görünen ama aslında seküler çerçevelerin biçimlendirdiği fikirleri koşullayan entelektüel katmanlara ve tarihsel süreçlere daha derinden bakmamız gerekiyor. Ayıca komünist ideallerle Şiilere ait mücadele/adalet gibi kavramlar arasındaki süreçte değişim gösteren bağlantıları anlamak için kimi tarihsel dönemlere geri dönüp bakmalıyız. Bizim Seyyid Musa Sadr’ın dinî liderliğine dair anlayışımız, onunla ilgili çalışmalardan köklü bir biçimde ayrılıyor. Bize göre, Lübnan’da onunla birlikte gerçekleşen Şii “uyanış”ının Şiiler arasında solcu ve sömürgecilik karşıtı mücadelelerin o uzun tarihi ile bir alakasının bulunmadığını söyleyen görüş külliyen yanlış. Kitap Seyyid Musa’nın Şii komünistlerle çatışmasına ışık tutuyor ve bu çatışmanın Şiilerin devletle uzlaşma sürecini kolay kılmayı, böylelikle Şiilerin ulusal modernitede hak iddia etmesine imkân sağlamayı amaçladığını söylüyor.

Şimdilerde başka hangi projeler üzerine çalışma yürütüyorsunuz?

Arap şiiri üzerine yeni bir derleme çalışması yapıyorum, ardından on altıncı ve on yedinci yüzyıl İran’ında ilk dönem Şii gelenekçi (fıkıh) hareketi ve müçtehidlere yönelik saldırılarla ilgili yazıma döneceğim. Bu çalışmanın henüz iki bölümünü tamamlayabildim. Makale, ilk dönem gelenekçilikle ilgili bir dizi önermeyi düzeltme amacını güdüyor, daha da önemlisi, gelenekçilerin hadisin yüceltilmesine dönük ilgileri noktasında hâkim olan sosyo-politik bağlamı ele alıyor.

Ben Lübnan’da kadınlar ve savaş üzerine bir araştırma yapıyorum. Cemaatlerdeki huzursuzluk, iç mücadele ve savaşla ilgili çalışmalar genelde sadece erkeklerin deneyimlerine ve faaliyetlerine, ayrıca kadınlarla ilgili düşüncelerine odaklanıyor. Kadınların iç kargaşa, şiddet ve devletin dağılması dönemlerinde ortaya koyduğu faillik ve gösterdiği katılım nadiren ele alınan konular. Ben, kadınların yirminci yüzyılın sonundaki iç krizler esnasında kadınların yükselttiği sesi, yürüttükleri faaliyetleri ve uyguladıkları stratejileri Lübnan tarihinin merkezine taşımak istiyorum.

Bu kitap, Lübnan’daki tarih ve kimlikle ilgili mevcut anlayışları ne ölçüde etkileyecek ve değiştirecek?

Bu kitap, akademisyenleri öncelikle dinî hareketlerle seküler görüşler arasında yapılan ayrımları ve tespit edilen karşıtlıkları yeniden düşünmeye davet ediyor. Sekülerlere ve seküleristlere genel tanımlar sunmamız mümkün değil, ayrıca onlara Lübnanlıların özel ve kamusal dünyalarının biçimlendirilmesinde yan roller de bahşedemeyiz. Bu çalışma, Lübnan toplumunda belirli seküler fikirlerin ve süreçlerin her yana sirayet ettiğine vurgu yapan ve bu fikirlerle süreçlerin mezhepçilikle din arasında karmaşık bir arayüzün oluştuğunu söyleyen çalışmalar için yeni bir alan açmayı umut ediyor.

İkinci olarak kitabın amacı, İslamcıları basit manada “modern” olarak sunma konusundaki ısrarın temelde modernizm eleştirisini de davet ettiğini göstermek. Bu noktada Hizbullah’ın İslamcılığı ve Fadlallah’ın İslamcılığı ile modernitenin ilişkisine sinmiş çift anlamlılıklar ve gerilimleri ortaya koymaktan da imtina etmemek gerek. Bu grupların modernist olup olmadığına ilişkin soruya derli toplu ve kati bir cevap vermek mümkün değil. Kitap, bunların hem modernist olduklarını hem de olmadıklarını göstermeye çalışıyor, bu noktada ilgili grupların değerlendirilmesinde kullanılan ölçütlerin belirleyici olduğunu söylüyor, dolayısıyla onların aynı zamanda postmodernist olarak da görülmeleri mümkün. Hizbullah’a mensup âlimler bu çelişkileri derinlemesine ele almaya ve bunlara farklı yollardan yaklaşmaya çalışıyorlar.

Üçüncü olarak kitabın bir amacı da İslamî harekete dair analizimizde toplumsal sınıf ve sosyo-ekonomik faktörleri de gündeme almak, bu güçlerin karmaşık tefekkür tarzlarını, hassasiyetleri ve fikirleri nasıl biçimlendirdiğini görmek. Dördüncü olarak bu çalışma, Hizbullah’ın merkezî fikirlerinin değişmediğini, ama birçok başka fikir ve uygulamanın değişim hâlinde olduğunu, bizim Hizbullah ile ilgili doğru bir değerlendirme yapabilmemiz için tarihsel dönemi belirlememiz gerektiğini ortaya koyuyor. Biz çalışmada güney Lübnan’ın kurtuluşunu önceleyen dönemi ele aldık, doksanlardan 2001’e dek uzanan süreci inceledik. Bu dönem oluşum aşaması olarak görülebilir. 2005 ise önemli bir dönüm noktası olarak çıkıyor karşımıza. Ama iki yılı aşkın bir süre önce Suriye’deki ayaklanmalarla bağlantılı başka gelişmeler de var. Bu nedenle bizim Hizbullah denilen olgunun tamamını analiz etmek yerine, onun gelişimine ait muhtelif tarihsel safhalara yönelik ayrıntılı bir yaklaşım ortaya koymamız lazım. Ayrıca takipçileri, destekçileri ve temsilcileri arasındaki içsel farklılık da görülmeli.

Kitaptan alıntı:

“Komünistlerdeki seküler adalet anlayışları, Kerbela’nın önerdiği dinî feda ve kefaret anlayışlarının oluşmasını teşvik etmiştir. […] Irak ve Lübnan’daki modern manzara ruhanîlik ve dinî deneyim konusunda beklenmedik kimi yollar sunmuştur. Sonuçta İslamcı ulema ve düşünürlerdeki kaygının sebebi, görünüşe göre, iman veya dindarlık eksikliği değil, bunların her birinin modern devlette aldıkları özel biçimle alakalıdır. İslamcıların ısrarla üzerinde durduğu husus, Şeriat’ın imanın köşe taşı olmasıdır.”

Kaynak

13 Nisan 2016

, ,

Ulema ve Komünistler


Bugün Batı’da politik İslam, büyük ölçüde IŞİD’in şiddet gösterisi ile ve ona ilham veren, toplum ve dine dair dar ve bağnaz bir anlayışla eşitleniyor. Dolayısıyla İslamî entelektüel ve politik faaliyetin yirminci yüzyılın başından bugüne dek uzanan mirasını keşfetmek birçok okurun ilgisini çekiyor. Söz konusu miras, komünist ve solcu gelenekler arasındaki karmaşık etkileşimin izlerini taşıyor. McGill Üniversitesi’nden Rula Jurdi Abisaab ile Malik Abisaab’ın kaleme aldığı kitap [The Shi’ites of Lebanon: Modernism, Communism, and Hizbullah’s İslamists –“Lübnanlı Şiiler: Modernizm, Komünizm ve Hizbullah’ın İslamcıları”: 2014] tarihin izlerini sürüyor ve Lübnan’da Şii cemaati ve din adamları arasında bazen simbiyotik bazen de çatışmalı bir hâl alan ilişkiyi, bunun yanı sıra Irak siyasetinde ilgili meselelere dair ara sıra gündeme gelen tartışmaları ele alıyor. Her iki ülkeye dair zengin bir belge birikimine sırtlarını yaslayan yazarlar, bölgedeki komünist tecrübenin doğuşunu ve çöküşünü detaylı bir biçimde izah ediyor, zaman içerisinde İslamî parti oluşumları üzerinden geçersiz kılınan solun kusurlarına odaklanıyor ve İslamî yapıların sola dönük borcunu inceliyor.

Çalışmada ele alınan tarihsel dönem, Osmanlı’nın çöküşünden Ortadoğu’da devletlerin kurulduğu yirminci yüzyılın ilk aşamasına dek uzanan kesiti kapsıyor. Yazarlar, bu dönemin iki coğrafî “aşama”sı arasında sürekli gidip geliyorlar. Bu noktada ilk aşamada Lübnan’ın güneyine bakıyorlar. Yirmilerde hüküm süren Fransız mandası döneminden başlayarak Şii bölgesinde meydana gelen toplumsal ve politik değişimleri aktarıyorlar. Bölge, Filistin’i Osmanlı’ya ve Avrupa’ya başlayan bir ticaret merkezi iken, zamanla yeni kurulmuş Lübnan isimli ulus-devletin içinde kenara itilmiş bir alan hâline geliyor. İkinci aşamada ise yazarlar, Irak’taki Necef şehrini ele alıyorlar. Din okulları ile ünlü olan bu şehir toplumsal-dinî yüzeyde yükselme derdinde olan her Şii âlimin kaçınılmaz olarak uğradığı bir yer. Ama şehir, Irak’ın 1921’de İngilizlerin himayesi altında kurulması sonrası bir meşruiyet krizi içine giriyor. Yazarlar, burada da devletin oluşumunu tüm çıplaklığı ile veriyorlar, devletin kuruluşunun muhtelif toplumsal gruplar, bilhassa Necef’teki ulema üzerindeki etkilerini inceliyorlar. Bu âlimler onlarca yıl süren rahatsızlık sürecinin ardından, altmışların sonunda bir rönesansa tanıklık ediyorlar, ardından da komünist parti ve Marksist düşüncenin nüfuzu ile yüzleşiyorlar.

Lübnan’da Şii cemaati içindeki önemli isimler Fransız işgaline karşı çıkmış kişiler. Politik iddiaları her ne kadar tam olarak net olmasa da bu kişiler sonrasında büyük Suriye ya da büyük Arap devleti fikrini benimsiyorlar. Bu fikir, esas olarak sadece Lübnanlı Şiiler değil, Osmanlı sonrası tüm Arap toplumları genelinde hâkim olan belirsizlik ortamının bir sonucu. Bu ortam, Arap ulus-devletlerinin itiraz edilemeyecek birer gerçeklik olduğu tespitinin oluşumuna katkı sunuyor. Yazarlar, kitapta sadece seçkinlerin hareketine ait politik tarihin izleriyle ilgilenmiyorlar, ayrıca kitlesel politikleşme sürecine yol açan bir dizi toplumsal-ekonomik meseleyi ele alıyorlar. Bu noktada güney Lübnanlı köylülerin çilesini incelemeye tabi tutuyorlar, bunun yanında bu köylülerin azınlık konumundaki toprak sahibi aristokrasi ile ilişkilerine bakıyorlar ve daha önce görmezden geldikleri devletle temas kurdukça bu aristokrasinin politik nüfuzunun nasıl arttığını inceliyorlar.

Kitapta Lübnan’daki toplumsal hareketlerin doğuşuna, politik parti ve örgütlerin oluşumuna ve bunların modern Lübnan devleti ile kurdukları ilişkilere eşlik eden kültürel ve entelektüel değişimlere dair kapsamlı bir analize yer veriliyor. Lübnanlı Şiiler, kısmen farklı tarihsel akımların kesişiminde gelişme imkânı bulmuş önemli politik hareketlerin entelektüel tarihinin bir parçası, ayrıca Batı modernitesinin tüm epistemolojik bagajını yükleniyor. Söz konusu modernite yeni teknolojileri, özellikle kurumsal ve örgütsel kimi yenilikleri beraberinde getiriyor. Bu yeniliklerden biri de politik partinin kendisidir. Bu olgu söz konusu hareketlerin kaynaklarını seferber etmelerine ve “geleneksel” muadillerinden farklı bir yoldan kendi toplumsal taleplerini dillendirmelerine imkân sağlıyor.

Bunun dışında kitap, Şii ulema denilen o özel toplumsal sınıfın Osmanlı’nın çöküşü ile yaşanan politik karışıklıkla ve modern bir devletin kurulması süreciyle cebelleşmek için verdiği mücadeleyi ele alıyor. Fransız ve İngiliz kurumlarının sömürgecilikten kalma mirası, kültür ve aidiyet meselelerini gündeme getiriyor. Burada çoğunlukla gelenek-modernite veya din-sekülerlik gibi ikilikler belirleyici rol oynuyor. Marksizm sadece devletin, kapitalizmin ve sömürgeciliğin yeni sosyo-ekonomik kurgusunu anlama konusunda bir dil sağlamakla kalmıyor, ayrıca toplumsal gerçekliğe dair “meşru” bilgiyi neyin teşkil ettiğine dair geleneksel uzlaşmayı istikrarsızlaştıran farklı bir ilerleme anlayışını gündeme getiriyor. Diğer Batılı politik ideolojiler gibi Marksizm de bu fikirlerin ilerlemesi için gerekli olan politik partinin çerçevesini teşkil ediyor. Marksizme kazanılmış olan Şii liderler, toplumlarını yeniden teşkil eden değişimlere yönelik uygun araçlardan yoksun olmaları sebebiyle, modernizm öncesi Lübnan’ın toplumsal, hukukî ve politik kurumları arasında karmaşık bir denge kuruyorlar.

Abisaab & Abisaab’ın kitapta net biçimde gösterdiği üzere, Lübnanlı Şii Müslümanlara göre, Marksizm hem kültürel kimliği hem de politik eylemi yeniden değerlendirmede en yıkıcı dünya görüşü olduğunu kanıtlamıştır. Zira Marksizm devletin zulmü ve ağır toplumsal eşitsizlikleri ifşa etme noktasında gerekli sözlükçeyi sunmuştur. “Ulema Evlerinde Komünistler” isimli bölümde bir dizi Lübnanlı âlim ile öğrencileri arasında yaşanan şiddetli tartışmalara yer verilir. Bu öğrencilerin bir kısmı Marksist fikirleri benimsemiş, böylelikle dünyaya dair tarihsel materyalist anlayışa sahip olmuştur. Marksizm örgütlü politik eylem için hem bir alet çantası hem de iman ve metafizik ile ilgili meselelerin tartışıldığı genel felsefî çerçeve hâline gelmiştir. Marksizmin nüfuzunun kapsamı en açık biçimde merci olan Seyyid Muhsin Emin’in üç oğlunun hayatlarında görülmektedir. Güney Lübnan’ın önde gelen fakihlerinden olan Emin’in üç oğlu da Marksizmle farklı yollardan bir muhabbet içerisine girmiştir. Haşim ismindeki oğlu Necef’te eğitim görmüş, ülkesine sadık bir ateist, Marksist aydın olarak geri dönmüş, Lübnanlı komünistlerle yaşadıklarından sonra dine tekrar bağlanmıştır. Seyyid Cafer ise bir dizi aktivist hareketi adına devletle çatışma içine girmiş, sonrasında hapse atılmış, komünistlerin hain suçlaması üzerinden onlardan kopmuş, gene de köylülerin toplumsal davasına sadakatini hiç yitirmemiştir.

Diğer bir Lübnanlı din âliminin oğlu olan Hüseyin Mürüvvet daha iniş çıkışlı bir tecrübeye sahip olmuştur. Mürüvvet, din eğitimi için Necef’e gitmiş, İslamî gelenek bağlamında “aydınlanma” ve “ilerleme” anlayışlarını benimsemiştir. Bu anlayışlara dair metinleri sömürgecilik karşıtı mücadelenin merceği üzerinden okumaya tabi tutan Mürüvvet Marksist olmuş, altmışlarda Lübnan Komünist Partisi’nin önemli ideologlarından biri hâline gelmiştir. Mürüvvet, Şam ve Bağdat’taki solcu faaliyetlerin o seküler dünyası ile Necef’in dinî yapısı arasında gidip gelmiştir. Abisaab & Abisaab’ın tespitiyle: “Bağdat’ta dinî kıyafetini ve türbanını çıkartıp görünümünü değiştirmektedir. Necef’e giderken de bunları tekrar giymektedir.” [s. 70]. Mürüvvet, on dokuzuncu yüzyıl sonunda ortaya çıkan Nahda (uyanış) hareketinin dile getirdiği entelektüel sorgulama sürecinin önemli bir temsilcisidir. Bu dönemde içteki reform ve Batı’nın nüfuzu Arapça yazıyı ve Arap felsefesini yeniden biçimlendirmiştir. Nahda’nın edebiyat ve politikayı birbirine harmanlayan pratiği geride köklü bir miras bırakmıştır: Necefli birçok din âlimi aynı zamanda şairdir. Dinî müfredatın önemli bir kısmı, aynı zamanda yetmişlerden sonra modern İslamî politikanın öncülerinden biri olan Muhammed Hüseyin Fadlallah’ın eserleri birçok şiiri içermektedir.

Lübnanlı komünistlerle yaptığı mülâkatlar üzerinden Abisaab & Abisaab, parti üyelerinin Hz. Hüseyin’in şehadetinin anıldığı Aşura törenlerini toplumsal meseleler konusunda halkı bilinçlendirmek için kullandıklarını ortaya koymaktadır. Örneğin bir seferinde işçi bayramı On Muharrem’e denk gelmiş, komünistler Aşura’yı devlet karşıtı bir gösteriye dönüştürmüş, eylemde Şiilerin ve Marksistlerin zulüm ve adaletsizlik karşıtı ifadelerine başvurulmuştur. Yıllar sonra Şii partisi Emel’in kurucusu Musa Sadr ve Hizbullah da aynı şeyi yapar. Bu türden politik bağdaştırma girişimleri İtalya’da komünistlerin kitleleri harekete geçirme konusunda Hristiyan ritüelleri ve uygulamaları ile kurdukları ile ilişkileri andırır. David Kertzer Yoldaşlar ve Hristiyanlar isimli çalışmasında bu türden çalışmalara dair bir açıklama sunmaktadır.

Lübnan’da Şiiler, ister komünistlerin isterse ulemanın çabaları sonucu, devlet iktidarından büyük ölçüde dışlanmış durumdadır. Kimlikleri üzerinden derin bir kriz içerisindedir. Irak’ta ise komünist parti üyeleri ekseriyetle Şii’dir ve devleti kontrol altına alma noktasına gelmişlerdir. Sonuçta komünistlerle Şiiler arasındaki ilişki daha çatışmalı bir nitelik arz eder, zira gücü giderek artan parti büyük toprak sahipleri sınıfını zayıflatacak toprak reformları için bastırmaktadır. Dinî sınıfın politikadan bağımsız oluşuna tarihsel planda katkı sunan husus ise bu sınıfın mali güvenliğini sağlayan güçlü toprak sahipleri ile kurduğu ittifaktır. Abisaab & Abisaab’ın da ifade ettiği üzere, Iraklı komünistler kırklarda İngiliz sömürgeciliğine karşı sürdürülmüş olan direnişin ön cephesinde olmuşlardır. 1958’de iktidara gelişinde komünistlerin devrimci çabalarının önemli etkisinin bulunduğu Abdülkerim Kasım’ın Aile Durumu Kanunu din âlimlerinin özel ve kamusal hayatı yönetme imkânını tehdit etmiştir. Sahip oldukları nispi güce bağlı olarak Iraklı komünistler Şii kimliği ile ilerici veya solcu toplumsal değişim anlayışını harmanlama konusunda Lübnanlı muadilleri kadar rahat değillerdir. Abisaab & Abisaab kitaplarında Iraklı solcu militanların ve aydınların şiirlerinden ve diğer yazılarından epey alıntı yaparlar. Bu komünistler Kerbela, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali gibi tarihsel Şii motiflerine başvurmaktadırlar.

Modern Şii politikası Irak komünistlerinin en parlak döneminde ortaya çıkar. Bu dönemde, 1957 yılında İslamî Dava Partisi kurulur. Sonrasında söz konusu politika yetmişlerde Lübnan’a yayılır. Ardından bilhassa Bakır Sadr ve Lübnanlı öğrencisi Muhammed Hüseyin Fadlallah’ı içeren küçük din âlimi grubu komünistlerin eski muhafızının genç nesilleri etkileyememesini eleştirir ve pratikte daha solcu bir dil benimser. Günümüz politik İslam’ının bu öncü isimleri bile Dava gibi politik partilerle aynı safta buluşmaz. Bu, ulema sınıfının geleneksel manada doğrudan politikayla uğraşmaya dönük hamlesi konusunda ısrarcı olduğunun bir kanıtıdır. Abisaab & Abisaab, ulema sınıfı içerisindeki dinginlik ve eylemlilik arasında vücut bulan bu gerilime dair detaylı bir analiz sunmaktadır. Söz konusu çatışma Sadr’ı geleneksel manada Şii içtihadı çalışmış önde gelen âlimleri temsil eden “merci” anlayışının “kurumsallaştırılması” noktasında yeni yollar üzerinde tefekkür etmeye iter. Bu muhtemelen, ilkin İran’da Ruhullah Humeyni’de görülen, parti yapılarını aşan bir liderlik rolünü üstlenmeye dair bir stratejidir. Bir zamanlar kültürel durgunluğun sembolü olarak algılanan Necef, Sadr’ın nüfuzu ile birlikte bölgedeki politik Şii mücadelesinin ana merkezi hâline gelir. Genç Şii öğrenciler Sadr’dan eğitim almak için Lübnan’dan ve başka yerlerden bu şehre gelirler. Sadr Marksizmin ve tarihe, felsefeye dair diğer materyalist anlayışların ilk eksiksiz İslamî eleştirisini kaleme alır.

Gramşici bir hattı takip eden Abisaab & Abisaab, modern politik partinin yapısının sömürgeci devlete meydan okuma ya da onu ele geçirme mücadelesinde toplumsal değişimin ana merkezi hâline gelişinden bahseder. Aktardıklarına göre, Bakır Sadr “komünizmle rekabet etmek için her türden İslamcı hareketin ekonomik ilişkileri, devlet yasamasını ve toplumsal adaleti ele almak zorunda olduğunu kavramıştır.” (s. 97-98). Altmışlarda aslen Lübnanlı olan İranlı diğer bir din âlimi Seyyid Musa Sadr sonrasında Emel ismini alacak olan, Lübnan’daki partinin kurulup yönetilmesinde önemli bir rol oynar. Musa Sadr solcuların üzerinde durduğu toplumsal meseleler üzerinden hareket eder, ama bir yandan da komünistlerin eskiden beri mücadele ettiği devletin mezhepsel düzenlemesine uyum gösterir. Abisaab & Abisaab’a göre, Musa Sadr ulemanın otoritesini muhafaza etmek, böylelikle Yüksek İslamî Şii Şurası’nı teşkil etmek niyetindedir. Yazarların Musa Sadr ile ilgili olarak onun Lübnan’da “dinî farklılığı arttırdığına” dair ifadeleri nispeten kötümser bir dil içermektedir. Zira Musa Sadr, her türden politik diyalogun ve dinî teşebbüsün içinde aktif olarak yer almıştır. Önde gelen laik ve dindar âlimleri seminer ve konferanslar için bir araya getiren, 1946’da kurulan Lübnan Toplantıları isimli aydın derneğine katılmıştır. Ama gene de Musa Sadr’ın Libya’da ortadan kaybolması ardından, sonraki dönem Emel hareketinin 1975-1990 arası dönemde yaşanan Lübnan iç savaşında her türden milis kuvveti kadar çeteleştiğinden de bahsetmek gerekir.

İsrail’e karşı Hizbullah liderliğinde yürütülen örgütlü İslamî direnişin oluşumu Lübnan’daki Şii politikasında bir dönüm noktasına işaret eder. Abisaab & Abisaab Hizbullah’ın doğuşunu gayet iyi izah etmektedir. Onlara göre, Hizbullah “politik ve kamusal bir din”i savunmakta, “Humeyni’nin velâyeti fakih teorisini İsrail karşıtı kurtuluş hareketinin yerelde güttüğü amaçlara uydurmaktadır.” (s. 126). Hizbullah aslolarak sadece İsrail’le mücadeleye odaklanmak üzerinden Emel’den kendisini ayırır. Yazarların inceledikleri politik tarih epey teferruatlı olsa da kitapta bir husus öne çıkmaktadır: komünistlerin ve İslamcıların direnişe başvurmaları arasındaki farklılık. Komünist parti bilhassa seksenlerde dâhil olduğu İsrail karşıtı mücadeleye Filistin yanlısı veya İsrail karşıtı örgütlerle birlikte katılmıştır. Eğer komünistler ve İslamcılar ahlâkî doğrulukları ile tanınıyorsa, komünistlerin zaman içerisinde bu doğruluğu yitirdiğini, bunun da İsrail işgaline karşı cılız bir tepki geliştirmelerinin bir sonucu olduğunu görmek gerekir. Oysa Hizbullah bu süreçten daha etkili bir örgüt olarak çıkmayı bilmiştir.

Burada önemle üzerinde durulan husus, komünistlerin sahip olduğu genel kültürle (en azından Şii) İslamcıların genel kültürünün çok fazla örtüşmüş olmasıdır. Her iki hareketin öne çıkmasının sebebi, sahada yürüttükleri politik faaliyetlerinin devletle etkileşime girme veya politik partiler üzerinden kitleleri seferber etme, hatta militan eylemlere imza atma konusunda sahip olduğu etkidir. Kitabın geri kalan kısmında esas olarak Hizbullah’ın Lübnan devleti ile ilişkileri, örgütün iç savaş sonrası dönemde politik ortamla münasebetleri, İsrail işgaline karşı yürüttüğü başarılı direniş ve 2000’de toprakların özgürleştirilmesi üzerinde durulmaktadır. Bugün Lübnan toplumunda hâkim olan kamusal İslam’ın farklı biçimlerine değinen yazarlar, politikleşmiş İslam ile modernitenin uyumluluğu meselesine dair karmaşık bir teorik tartışma yürütmektedirler. Kitapta öne çıkan temalarla uyum arz etse de bu çaba, yazarların politik aktörlerin muğlâk bir modernite anlayışı ile nasıl başa çıktıklarına dair ilk anlama gayretleri ile karşıtlık arz etmektedir. Yazarlar İslamcıların “modern” olup olmadıkları üzerinde durmaktadırlar.

Daha geniş bir düzeyde yazarlar, sömürgecilik sonrası devletlerin politik tecrübelerine dair düşünce geliştirme noktasında üç önemli görevi başarıyla ifa etmektedirler. İlk görev bağlamında yazarlar, İslamî politikaya ait mirasın anlaşılmasının, korunmasının hatta “modernize” edilmesinin Ortadoğu olarak bilinen bölgedeki muhtelif devletlerin tarihlerine dair derinlikli bir incelemeyi gerekli kıldığı iddiasındadırlar. İkinci görev bağlamında bu kitabın iyi yaptığı bir şey de İslamcı ideolojilerin ve politik pratiklerin İslam’a ait kimi sabit, tarih dışı öğretilerden ve usullerden çok, bu hareketlerin içinden çıktıkları muhtelif toplumsal-ekonomik bağlamlara bağımlı olduğunu göstermesidir. Üçüncü ve son görev bağlamında ise yazarlar, modernite fikrinin dinî kimliklerin reddedilmesi veya onaylanmasından çok daha karmaşık ve çok daha acil bir mesele olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadırlar.

Beşir Saadî
1 Şubat 2016
Kaynak

, ,

Türkistanlı Komünistlere


Bu mektup, Lenin tarafından kaleme alınmış, Tüm Rusya Merkezî Yürütme Komitesi ile Halk Komiserleri Konseyi’ne bağlı Türkistan komisyonuna çekilen bir telgrafla birlikte gönderilmiştir. Komisyon G. I. Bokia, F. I. Goloşçokin, V. V. Kuyibişef, Y. E. Rudzutak, M. V. Frunze ve S. Z. Eliava’dan oluşmaktadır. Devlet ve parti organı olarak tüm yetkileri haizdir. Ana görevleri, Türkistan halkları ile Sovyet Rusya arasındaki birliği güçlendirmek, Sovyet iktidarını perçinlemek, Türkistan’daki millet politikasında yapılan hataları düzeltmek ve parti çalışmalarının geliştirilmesini sağlamaktır. Komisyon üyeleri, Tüm Rusya Merkezî Yürütme Komitesi ile Halk Komiserleri Konseyi’nin 8 Ekim 1919 tarihli talimatına uymak zorundadır. Bu talimatta, Türkistan halklarının kendi kaderini tayin hakkına, milletlerarası tüm eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına ve tek bir milliyetin elinde bulundurduğu imtiyazların devre dışı bırakılmasına işaret edilmektedir. Bunlar, Sovyet Rusya hükümetinin temel politikası olarak tüm organların çalışmalarında rehber niteliğindeki ana ilkelerdir. Türkistan’daki emekçi kitlelerin Rusya işçi ve köylülerine yönelik, uzun yılları bulan Rus çarlık idaresine bağlı olarak eskiden beri varolan güvensizliği ancak bu şekilde aşılacaktır. Türkistanlı emekçiler, bu kararı memnuniyetle karşılamışlardır. Türkistan Komünist Partisi Bölge Komitesi, bu partiye bağlı Müslüman Bürosu ve Türkistan Merkezî Yürütme Komitesi başkanlığı Lenin’in mektubunu incelemiş, komisyon başkanı Eliava’nın raporunu dinlemiş, ardından, şu kararı almıştır: “Tarihin Üçüncü Enternasyonal’in ve partimizin merkez komitesinin talimatlarına uygun bir biçimde karşımıza çıkardığı görevleri ifa etmeye söz veriyoruz.” Ocak 1920’de Lenin’in mektubu, Türkistan Komünist Partisi Beşinci Genel Bölge Konferansı’nda tartışılmıştır. Konferans Lenin’e, komünistlerin hatalarını düzelteceklerine dair bir sözün ve Türkistan komisyonunun oybirliği ile aldığı desteğe dair ifadelerin yer aldığı bir mektup göndermiştir.

*  *  *

Yoldaşlar, size Halk Komiserleri Konseyi ve Savunma Konseyi başkanı değil, bir parti üyesi olarak hitap etmeme lütfen izin veriniz.

Türkistan halklarıyla düzgün ilişkiler kurulmasının bugün Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti için çığır açacak, muazzam bir önemi haiz olduğunu söylemek abartılı bir yaklaşım olarak görülemez.

Sovyet işçileri ve köylüleri cumhuriyetinin zayıf, bugüne dek ezilmiş milletlere yönelik tavrı, bütün Asya, dünyanın tüm sömürgeleri ve milyarlarca insan için pratikte çok önem arz etmektedir.

Bu meseleyle yakından ilgilenmenizi, Türkistan halklarıyla yoldaşça ilişkiler kurulması konusunda etkili bir emsal teşkil etmenizi ve bu halklara başını Britanya emperyalizminin çektiği dünya emperyalizmine karşı amansız bir mücadele verme, Büyük Rus emperyalizminin tüm izlerini silme arzusu konusunda samimi olduğumuzu eylemlerinizle göstermenizi sizden ısrarla rica ediyorum. Türkistan Komisyonu’na azami itimadı göstermeniz ve onun içeriği ve ruhu Tüm Rusya Merkezî Yürütme Komitesi’nce belirlenmiş talimatlarına tümüyle bağlı kalmanız gerekmektedir.

Bu mektuba kendi yaklaşımınızı gösteren bir cevap kalem almanızı takdirle karşılayacağım.

Komünist selamlarımla,

V. Ulyanov [Lenin]
22 Kasım 1919
Kaynak

Kapitalizm ve Özgürlük

“Özgürlük gündelik bir pratiktir” –Tunus

ABD’de birçokları, özgürlükle demokrasinin kapitalizmle sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu düşünür. Kapitalizm ve Özgürlük isimli kitabında Milton Friedman daha da ileri giderek, kapitalizmin demokrasi ve özgürlük için gerekli bir koşul olduğunu iddia eder.

Kapitalizmin zahiren, yaşadığı yayılma ile birlikte, bireysel özgürlükleri muazzam ölçüde genişlettiği doğru, ama bir yandan da nispeten daha demokratik politik örgütlenme biçimleri için halklar mücadele içerisine girdiler. Kapitalizmin özgürlüğü ve demokrasiyi temelde engellediği iddiası, bu sebeple birçoklarına tuhaf gelecektir.

Kapitalizmin bu değerlerin yayılmasını engellediğini söylemek, kapitalizmin özgürlük ve demokrasiye her durumda ters düştüğünü iddia etmek demek değil. Aksine birçok temel süreçlerin işleyişi üzerinden kapitalizm özgürlük ve demokraside tedavi edilmesi mümkün olmayan birçok ağır hasara yol açıyor. Kapitalizm, özgürlük ve demokrasi konusunda belirli sınırlandırılmış biçimlerin ortaya çıkmasını teşvik ediyor, ama aynı zamanda bunların gerçekleşmesi konusunda belirli bir alt eşik dayatıyor.

Bu değerlerin merkezinde ise kendi kaderini tayin hakkı duruyor. Bu, insanların yaşam koşullarına karar verme becerisini en geniş manada haiz olması gerektiği inancına işaret ediyor.

Bir kişinin eylemi sadece o kişiyi etkiliyorsa, o vakit onun başkasından izin istemeden bu faaliyete girebilmesi gerekiyor. Özgürlüğün bağlamı budur. Ama bir eylem başkalarının hayatlarını etkiliyorsa, o vakit diğer insanların ilgili faaliyete dair bir çift sözü olması gerekiyor. Her iki durumda da ana mesele, insanların hayatlarının aldıkları biçimi mümkün olduğu ölçüde kontrol edebilmeleri.

Pratikte her tercih başkalarını etkiler. Herkesin kendisini ilgilendiren her karara katkı sunması mümkün değil, bu türden kapsamlı demokratik katılımda ısrarcı olan her türden toplumsal sistem, insanların sırtına tahammül edilemeyecek bir yük bindirir. Bu nedenle bizim özgürlük meseleleri ile demokrasi meseleleri arasında ayrım yapmak için bir dizi kurala sahip olmamız gerekiyor. Toplumumuzda bu türden bir ayrım, genelde özel alan ve kamusal alan arasındaki sınıra referansla birlikte konuluyor.

Özel alan ile kamusal alan arasındaki bu çizginin doğal ya da kendiliğinden bir yönü yok. Bu çizgi toplumsal süreçlerce çekiliyor ve muhafaza ediliyor. İlgili süreçlerin dayattığı görevler karmaşık bir yapı arz ediyor ve çoğunlukla itirazlara yol açıyor.

Devlet özel alanla kamusal alan arasında bazı sınırlar çekiyor ve bazı sınırları da kaldırıyor ya da toplumsal normlar olarak çözüyor. Özel alan ile kamusal alan arasındaki sınır çoğunlukla belirsiz bir nitelik arz ediyor. Tam manasıyla demokratik bir toplumda sınırın kendisi demokratik müzakerenin konusunu teşkil ediyor.

Kapitalizm anlamlı bir demokrasinin kapsamını daraltıp gerçek bireysel özgürlüğün gerçekleşmesini sınırlandıran bir yoldan, özel alan ve kamusal alan arasına bir sınır çekiyor. Bunun beş şekilde yapıldığı görülüyor:

1. “Ya çalış ya da açlıktan öl” özgürlük değildir.

Kapitalizm piyasa üzerinden gelir peşinde olma ve özel servet biriktirme çabası ile yakından bağlantılıdır. Bu “özel” faaliyetlerden kaynaklanan ekonomik eşitsizlikler kapitalizmin doğasına özgüdür ve felsefeci Philippe van Parijs’in “gerçek özgürlük” dediği alan dâhilinde eşitsizlikler üretir.

Özgürlükten neyi kastedersek edelim, onun “hayır” deme becerisini içeriyor olması gerek. Zengin bir kişi, ücret karşılığı çalışmama konusunda özgürce karar verebilirken, fakir bir kişi, bağımsız geçim araçlarından yoksun olmakla böyle bir şeyi kolaylıkla yapamaz.

Ama özgürlüğün değeri bundan daha derindir. O kişinin hayat planları üzerinden pozitif yönde eyleme geçme becerisidir de. Kişi bu noktada sadece cevabı değil, sorunun kendisini de seçer. Zengin ailelerin çocukları kariyerlerinde ilerlemek için ücretsiz stajlardan istifade edebilirken, fakir ailelerin çocukları bunu yapamaz.

Kapitalizm birçok insanı gerçek özgürlükten bu şekilde mahrum eder. Zenginliğin ortasında sefalet kendi kaderini tayin hakkı için gerekli kaynaklar ile tüm diğer maddi kaynaklar arasındaki kurulmuş olan denklem sebebiyle varolabilmektedir.

2. Karar veren kapitalistlerdir.

Özel alanla kamusal alan arasındaki sınırın kapitalizm dâhilinde belirlenmesi süreci çok sayıda insanın demokratik kontrolden dışlanmasına sebep olur. Belki de özel sermaye sahipliğine eşlik eden en temel hak, özçıkar temelinde yatırım yapma ve yapmama hakkıdır.

Bir şirketin üretimi bir yerden başka bir yere taşıma kararı özel ve kamusal alanda insanların hayatlarına radikal bir etkiye sebep olsa bile, bu karar gene de özel bir karardır. Gücün özel ellerde toplaşması meselesinin kaynakların verimli bir şekilde tahsisi için gerekli olduğu iddia edilse de bu türden kararların demokratik kontrolün dışında tutulması sermaye sahipleri dışında herkesin kendi kaderini tayin etme becerisini azaltacaktır.

3. Dokuza beş zulümdür.

Kapitalist şirketler işyeri diktatörlükleri olarak örgütlenirler. İşletme sahibinin gücünün önemli bir bileşeni ise çalışanlarına ne yapacaklarını söyleme hakkına sahip olmasıdır. Bu, iş sözleşmesinin temelini oluşturur: iş arayan kişi, ücret karşılığında patronun emirlerine uymayı kabul eder.

Elbette bir patron işçilere önemli bir özerklik sağlama konusunda serbesttir. Kimi durumlarda bu, işin kârı maksimize edecek şekilde örgütlenmesi için gerekli bir yoldur. Ama bu türden bir özerklik işletme sahibinin isteği doğrultusunda verilir ya da geri alınır. Kendi kaderini tayin etme meselesi anlayış olarak sağlam bir temele sahip değildir, bu da özerkliğin seçkinlerin özel tercihlerine bağımlı olmasına neden olur.

Kapitalizmi savunan bir kişinin patronun kurallarından hoşlanmayan bir işçinin her daim işi bırakıp bırakamayacağına dair soruya cevap bulması gerekir. Ama tanım itibarıyla işçiler bağımsız geçim araçlarından mahrum olduklarından, işi bıraktıklarında yeni bir iş aramak zorunda kalacak, kapitalist şirketlerde mevcut olan iş imkânlarının ölçüsü dâhilinde patronun emirlerine tabi olmaya gene de devam edecektir.

4. Hükümetler kapitalistlerin çıkarlarına hizmet etmek zorundadır.

Özel sermayenin önemli yatırım kararlarını kontrol etmesi kamu kurumlarını kapitalistlerin çıkarlarına uygun kurallar ve yasalar oluşturmaya mecbur eder. Yatırım imkânlarının sıfırlanması ve sermaye hareketliliğinin azalması ile ilgili tehdit her daim kamu politikası tartışmalarının arka planını teşkil eder, dolayısıyla ideolojik yönelimleri ne olursa olsun siyasetçiler, iyi iş ortamını muhafaza edip sürdürme meselesini sürekli dert edinmeye mecburdurlar.

Bir sınıf diğerleri karşısında öncelikli olduğu sürece demokratik değerler boştur.

5. Politik sistemi seçkinler kontrol eder.

Son olarak zengin insanların politik iktidara erişimi diğerlerine nazaran daha fazladır. Tüm kapitalist demokrasilerde durum bu şekildedir, politik iktidardaki servete bağlı eşitsizlik kimi ülkelerde daha fazladır.

Daha fazla erişim imkânına sahip olmayla ilgili özgül kimi mekanizmalar vardır ve bunlar farklılık arz ederler: politik kampanyalara yapılan katkılar; lobi faaliyetlerinin finanse edilmesi; seçkinlere ait her türden toplumsal ağ; rüşvetler ve diğer yolsuzluk biçimleri.

ABD’de politik amaçlar konusunda özel kaynaklarını devreye sokma becerisini sınırsız bir biçimde kullanan sadece zengin bireyler değildir, bu tür imkânlardan kapitalist şirketler de istifade edebilmektedir. Politik iktidara farklı erişim imkânları en temel demokrasi ilkesini de boşa düşürmektedir.

¤ ¤ ¤

Bu sonuçlar bir ekonomik sistem olarak kapitalizmde yaygın olarak görülmektedir. Bu, kapitalist toplumlarda ilgili sonuçların kimi vakit azaltılamadığı anlamına gelmez. Farklı yer ve zamanlarda özgürlük ve demokrasi dâhilinde kapitalizmin yol açtığı deformasyonu telafi etmek için birçok politika devreye sokulur.

Bu noktada özel yatırım alanına kamusal kimi sınırlamalar getirilir, böylelikle kamusal alanla özel alan arasındaki net sınır aşınır; güçlü bir kamu sektörü ile aktif devlet yatırımı biçimleri sermaye hareketliliği tehdidini zayıflatabilir; seçimlerde özel servetin kullanımına sınırlama getirilmesi ve politik kampanyaların kamu eliyle finanse edilmesi zenginlerin politik iktidara erişim konusunda ellerinde bulundurdukları imtiyazları azaltabilir; çalışma kanunu hem politik alanda hem de işyerlerinde işçilerin kolektif gücünü artırabilir; kapsamlı ve çeşitlilik arz eden sosyal yardım politikaları özel servete erişim imkânı bulunmayanların gerçek özgürlüklerini artırabilir.

Politik koşullar uygun olduğunda kapitalizmin anti-demokratik ve özgürlüğü kısıtlayıcı yönlerinin etkileri hafifletilse de tümüyle ortadan kaldırılamaz. Kapitalizmin bu şekilde ehlileştirilmesi tüm dünya genelinde kapitalist ekonomiler dâhilinde faal olan sosyalistlerin savundukları politikaların merkezî hedefi olagelmiştir.

Oysa özgürlük ve demokrasi tam anlamıyla gerçekleştirilecekse, kapitalizmin sadece ehlileştirilmesi yetmez. Onun aşılması gerekir.

Erik Olin Wright
12 Nisan 2016
Kaynak