17 Nisan 2016
16 Nisan 2016
Paris Komünü Sanatçılar Federasyonu Manifestosu
Paris Komünü, özü itibarıyla sosyalist yönetim
noktasında ilk büyük ölçekli deneydir. 18 Mart 1871’de düzenli Fransız
ordusunun kaçmasıyla radikal işçiler ve zanaatkârlar şehrin kontrolünü ele
geçirmek için Ulusal Muhafızlar içerisinde örgütlendiler. Günler sonra Komün
için seçim yapıldı, hemen ardından da işçilerin işyerlerine ve işletmelere el
koydukları ve bunların işçiler eliyle idare edilecekleri duyuruldu, ölüm cezası
ve zorunlu askerlik hizmeti kaldırıldı, din ve devletin ayrılması hükme
bağlandı, sosyal güvenlik ve emeklilik maaşları gibi alanlarda ilk çalışmalar
gerçekleştirildi. Her gün sıradan emekçiler şehrin yönetilmesi ile ilgili
olarak devrimci ve demokratik kimi yeni yollar geliştirdiler.
Bu yollardan biri de sanat alanına yönelik tümüyle
farklı yaklaşım sergilenmesiyle alakalı idi. 15 Nisan’da aralarında ünlü ressam
Gustave Courbet’nin, Enternasyonal Marşı’nın sözlerinin yazarı Eugène
Pottier’nin de bulunduğu Parisli sanatçılar, ressamlar, heykeltıraşlar ve takı
tasarımcıları bu yaklaşımın ne olması gerektiğine dair önerilerini sunmak ve bu
konuda tartışma yürütmek için bir araya geldiler.
Öneriler dolambaçsız bir yoldan aktarılıyordu: sanatın
kontrolü sanatçılarda olacak, sanat ve kültür bir hak olarak görülecekti. Her
şeyin ötesinde bu sanatçılar sanatın sadece devletin ve zenginlerin eğlencesine
dönüşmesini sorguladılar. Bu isimlerin teşkil ettiği federasyon, herkesin
güzellik içerisinde yaşama ve çalışmasının bir hak olduğunu ısrarla vurguladı. Communal Luxury: The Political Imaginary of the Paris
Commune [“Komünal Zevk: Paris Komünü’nün Politik Muhayyilesi”] isimli
çalışmanın yazarı Kristin Ross bu talebin önemini şu şekilde ifade ediyor:
“Söz konusu talep, ufak, hatta ‘süs niyetine’ dile
getirilmiş bir talepmiş gibi geliyor kulağa. Oysa bu talep esasında bizim
sadece sanatla değil, emek süreçleriyle, toplumsal ilişkilerle, doğayla ve
içinde yaşadığımız çevreyle ilişkimizin tümüyle yeniden yapılandırılmasını şart
koşuyor. […] Burada sanat ve güzellik kamusallaştırılıyor, tümüyle gündelik
hayatla bütünleştiriliyor ve tiksindirici milliyetçi anıtsallığın merkezinden
çıkartılıyor ve özel salonlarda kapalı bir şey olmaktan çıkıyor.”
Aşağıdaki metin, Komün’ün günlük haberlerinden ve
gazetelerinden alındı. İsmi geçen sanatçıların manifestosunu ihtiva ediyor. Bu,
bildiğimiz kadarıyla Paris Sanatçılar Federasyonu manifestosunun eldeki ilk
kapsamlı İngilizce tercümesi. Red Wedge,
manifestoyu gündelik hayatta sanatın oynadığı rolü yeniden tefekkür etmek ve
radikal tarihi yeniden keşfetmek amacıyla yayınlıyor. -Editörler
* * *
Sanatçılar Meclisi
Bay Courbet’nin dün saat ikide Komün’ün izniyle bir
araya getirdiği sanatçıların toplantısı Tıp Okulu’nun büyük amfisinde
gerçekleştirildi. Amfi ağzına kadar doluydu, tüm sanat dalları fazlasıyla
temsil edildi. Ressamlar arasında Messrs Feyen-Perrin ve Héreau;
heykeltıraşlardan Messrs Moulin ve Delaplanche’ı gördük; karikatürcüler
Bertall’ı göndermişti; gravürcüleri Bay Michelin, eleştirmenleri Bay Philippe
Burty temsil ediyordu, toplantıda birçok mimar ve takı tasarımcısı da vardı.
Meclis dört yüzü aşkın insandan oluşuyordu.
Başkanlığını Bay Courbet yaptı, yardımcıları Messrs
Moulin ve Pottier’di. Pottier ilk olarak hazırlık komitesinin hazırladığı,
kendisinin bizzat gözden geçirdiği raporu okudu. Bu hayli ilginç belge, günümüz
sanatının ihtiyaçları ve hedeflerine dair derinlikli kimi değerlendirmeleri
içeriyordu.
Kendi çıkarlarını yönetme meselesi sadece sanatçılara
tevdi ediliyor.
Alt komitenin hazırladığı raporun ruhuna hâkim olan
işte bu fikir. Paris’te çalışma yürüten tüm isimleri bir araya getiren bir
Paris sanatçıları federasyonu kurulması üzerinde duruluyor.
* * *
Paris Sanatçıları Federasyonu
Komünal Cumhuriyet’in ilkelerine bağlı olan Parisli
sanatçılar bir federasyon kurdular.
Sanatsal idrake sahip herkesi şu esaslar üzerinden bir
araya getiriyor:
“Sanatın ücretsiz yayılımı, tüm hükümet denetiminden
ve tüm imtiyazlardan azade olması”.
“Federasyonun tüm üyeleri arasında haklar konusunda
eşitlik.”
“Sanatçıların genel oy hakkını kullanarak seçeceği bir
komitenin teşkil edilmesi üzerinden, herkesin bağımsızlığının ve haysiyetinin
koruma altına alınması.” Bu komite dayanışma bağlarını güçlendirmiş, eylem
birliğini sağlamıştır.
Komitenin Bileşimi
Komite farklı sanat dallarını temsil eden 47 üyeden
oluşuyor:
Bu isimler, liste sistemi ve gizli oylama üzerinden
belirlendi.
İster çalışmalarının sahip olduğu şöhret, ister sergi
kartı, isterse iki destekçi sanatçıdan alınacak yazılı bir tasdik belgesi
üzerinden sanatçı olduğunu ispatlayan, her iki cinsiyetten yurttaşlar, oylamaya
katılma hakkını elde etmişlerdir.
Komite üyeleri bir yıllığına seçilmiştir.
Yetki süresinin sona ermesi durumunda komitenin gizli
oylama üzerinden belirlediği on beş üye bir sonraki yıl boyunca görevde
kalacak; diğer otuz iki üye başka isimlerle değiştirilecektir.
Hâlihazırda üyelikleri süren isimler, bir yıllık
aranın sonunda yeniden seçilebileceklerdir.
Azletme hakkı, görevini yerine getirmeyen üyeye karşı
uygulanabilir. Azletme işlemi, ancak bu konudaki talep dillendirildikten bir ay
sonra gerçekleştirilebilir, genel mecliste oya sunulursa, oy kullananların üçte
iki çoğunluğu esas alınacaktır.
Yetkinin Belirlenmesi
Sanatçıların teşkil ettiği sanat dünyası idaresinin
görevleri:
Geçmişin değerlerini korumak;
Bugüne ait tüm unsurları uygulamak ve aydınlatmak;
Geleceği eğitim yoluyla kurmak.
Anıtlar, müzeler.
Sanatsal açıdan anıtlar, müzeler ve Paris’te bulunan
sanat çalışmalarını içeren galerilerin, koleksiyonların ve kütüphanelerin
bulunduğu, , özel kişilere ait kurumlar koruma ve denetleme görevi ifa edecek
olan komiteye tevdi edilmiştir.
Komite bunları kurma, koruma ve uyarlama işlerini
üstlenecek, plan, envanter, endeks ve katalog çalışmalarını yürütecektir.
Komite, çalışmaları teşvik etmek ve ziyaretçilerin
merakını gidermek amacıyla bu eserleri kamunun hizmetine sunacaktır.
Komite, binaların korunması ile ilgili gelişmeleri,
mevcut hâllerini kayıt altına alacak, acilen yapılması gereken tamir işlerini
gerçekleştirecek ve çalışmalarla alakalı, sıkça yapılan değerlendirmeleri
Komün’e sunacaktır.
Gerekli beceri ve ahlak sorgusunu yaptıktan sonra
komite idareciler, bir sekreter, arşivciler ve bekçiler atayacak, böylelikle
sonrasında ele alınacak olan, sergiler ve bu kurumların hizmetle alakalı
ihtiyaçlarının giderilmesini güvence altına alacaktır.
Sergiler
Komite, Paris’te gerçekleştirilecek komünal, ulusal ve
uluslararası sergileri organize edecektir.
Paris’te gerçekleştirilmeyen ulusal ve uluslararası
sergiler konusunda komite Parisli sanatçıların çıkarlarından sorumlu olacak bir
komisyon görevlendirecektir.
Komite, sadece yazarların imzasını taşıyan eserleri,
özgün yaratımları veya resimler üzerinden yapılan gravür çalışmaları gibi bir
sanat dalından diğerine gerçekleştirilen aktarma çalışmaları vb. kabul
edecektir.
Komite, gerçek yaratıcı yerine editörünün veya
imalatçısının adını yazan tüm kâr amaçlı sergileri kesin olarak reddeder.
Komite asla ödül almaz.
Komün eliyle ısmarlanmış olağan çalışmalar tüm
sergicilerin seçim yoluyla belirleyeceği sanatçılar arasında dağıtılacaktır.
Olağandışı çalışmalar ise yarışma üzerinden
belirlenecektir.
Eğitim
Komite, komüne bağlı ilkokullarda ve meslek
okullarında çizim ve modelleme eğitimine nezaret edecektir. Bu okullara
öğretmen atamaları yarışma yoluyla gerçekleştirilecektir; komite ilgi çeken,
mantıklı yöntemlerin uygulanmasını teşvik eder; modellerin onayını komite
verir; yüksek bir ruhun açığa çıktığı konu başlıklarını belirler, Komün adına
tamamlanması gereken çalışmalar gerçekleştirir.
Komite, yüksek eğitim için büyük salonlar inşa
edilmesi konusunda teşvikte bulunur, estetik, tarih ve sanat felsefesi için
konferanslar düzenlenmesini sağlar.
Tanıtım
Komite, Officiel des arts adında tanıtım amaçlı
bir yayın çıkartır.
Komitenin kontrolü ve sorumluluğunda olmak şartıyla bu
dergi sanat dünyası ile ilgili olaylara ve sanatçılara dair bilgilere yer
verir.
Dergi, komitenin çalışmalarını, toplantı
tutanaklarını, gelir-gider bütçesini ve gerekli talimatlara temel teşkil edecek
ve bunların hazırlanmasını sağlayacak tüm istatistik faaliyetlerini yayınlar.
Estetikle ilgili makalelere tahsis edilmiş olan yazın
bölümü, tüm görüşler ve tüm sistemler karşısında tarafsız olacaktır.
İlerici, bağımsız, haysiyetli ve samimi bir yayın
olarak Officiel des arts yeniden doğuşumuzun en ciddi ifadesi
olacaktır.
Hakem Kararları
Sanatla ilgili olarak gündeme gelen, tartışmalara yol
açan tüm ihtilaflı hususlar ilgili tarafların (sanatçıların veya başkalarının)
ricası üzerine uzlaştırıcı hakemler atanacaktır.
İlke ve genel çıkar gibi konularda komite hakem kurulu
olarak iş görecek ve verdiği kararlar Officiel des arts’ta yer alacaktır.
Bireysel İnisiyatif
Komite, bütün yurttaşları, tüm önerilerini,
projelerini, raporlarını ve sanatın ilerlemesini, sanatçıların ahlakî ve
entelektüel özgürleşmesini veya bir hedef olarak kendi grubunun maddî
ilerlemesini sağlayacak görüşlerini iletmeye davet eder.
Komite, bu sürecin hesabını Komün’e verir ve
uygulanabilir bulduğu her şeyle alakalı işbirliğine gider ve ahlakî desteğini
sunar.
Komite, devam eden tüm girişimlere dair onay verme
noktasında kamuoyuna çağrıda bulunur, Officiel des arts’ın tanıtımı için
halkın önerilerini alır.
Son olarak, sanat eserlerinin kalem, söz, yazı
yoluyla, halkın eliyle yeniden üretilmesi, zeki ve yüksek duygulara ulaştıran,
Fransa’nın birçok mütevazı köyünde bulunan meclis binalarında, bol miktarda
sergilenen görüntüler üzerinden komite, yeniden doğuşumuz için çalışacak,
komünal zenginliğin oluşması için uğraşacak, geleceğin ve Evrensel
Cumhuriyet’in ihtişamı uğrunda mücadele edecektir.
G. COURBET, MOULINET, STEPHEN MARTIN, ALEXANDRE
JOUSSE, ROSZEZENCH, TRICHON, DALOU, JULES HÉREAU, C. CHABERT, H. DUBOIS, A.
FALEYNIÈRE, EUGÈNE POTTIER, PERRIN, A. MOUILLIARD.
Fransızcadan çeviren: Jeff Skinner
Kaynak
[Sanatçılar Federasyonu, Paris Komünü süresince
sanatın rolünün yeniden değerlendirmeye tabi tutulması amacıyla Nisan 1871’de
bir araya gelmiş olan, sanatçılardan, heykeltıraşlardan ve takı
tasarımcılarından meydana gelen radikal grubun adıdır.]
14 Nisan 2016
Lübnanlı Şiiler
Rula Jurdi Abisaab ve Malik Abisaab ile Söyleşi
Jadaliyya
19 Kasım 2014
Bu kitabı size yazdıran nedir?
Bu kitap bir dizi sebepten ötürü kaleme alındı. Son
yirmi yıl içerisinde Şii İslamcı hareketler üzerine bir yığın kitap okuduk,
özellikle Hizbullah ile ilgili olan bu çalışmalar, seküler ideolojilerle
komünizmi İslamcıların tümüyle reddettikleri güçler ve fikirler olarak takdim
ediyorlardı. Çalışmaların hiçbirisinde Lübnan’da Şii İslamcıların komünizmle
ilişkilenme yollarından bahsedilmiyor, özellikle modern devlete ait seküler
çerçevelere ve uygulamalara asla değinilmiyordu. Biz, ikilileştirmenin sorun
teşkil ettiği, dinî dünya ile seküler dünya arasındaki yüzeye dair bir hikâye
anlatmak istedik. Kitabın yazılmasının diğer bir sebebi de modernist İslamcı
yaklaşımlara dair bir anlayış ve bu yaklaşımların yorumları ile hukukî ve
teolojik Şii geleneğine ait bilgiyi birleştirmekti. Şii İslamcılara, özellikle
Hizbullah’a dair çalışmaların çoğu, bunların politik-askerî faaliyetleri ile
havzalarda (din okullarında) gelişen bu hukukî ve teolojik gelenek arasında bir
ayrım yapmıyordu. Kimi konferanslara bu tip bazı sorularla ilgili makaleler
sunduğumuz bir dönemde Juan Cole bu konuyla ilgili bir kitap yazmamız konusunda
bizi teşvik etti. Biz de onun tavsiyesine kulak verip kitabı yazdık.
Kitap, hangi özel konu başlıklarını, meseleleri ve
literatür alanlarını ele alıyor?
Kitap, modernistleri, komünistleri ve İslamcıları
biçimlendiren birbirinden ayrı seküler süreçleri ve fikirleri ele alıyor.
Seküler olan ve dinî olan arasındaki örtüşmeleri inceliyor, mezhepçilik
meselesine, Lübnan devletine ve Şiilerin devletle kurdukları farklı ilişkilere
yeniden bakıyor. Daha da özelde kitap, İslamcıların dinî modernizme ve
komünizme yönelik yaklaşımlarını, direniş kültürü (zakâfatu’l mukaveme)
üzerinden biçimlenen sivil alan türünü ve devletin yönelimi dışında işleyen
ibadet alanlarında şeriatın kişiler üzerinden nasıl uygulandığını irdeliyor.
Irak’taki tarihsel gelişmeler, özellikle komünizmin
Şii havzalarındaki çok sayıda öğrenciyi cezp etmesi, kitabın önemli bir kısmını
teşkil ediyor. Bu bölüm âlimlerin Iraklı komünistleri tekfir etmesinin
sebeplerini ortaya koyuyor ve komünizmin ateizmi vaaz ettiğine dair o epey
basitleştirici yaklaşıma yönelik itirazları ele alıyor, ayrıca Necef’teki örnek
kimi isimlerin ve müritlerinin her yanda görülen ateist uygulamalara karşı
toplumu korudukları tezini inceliyor. Esasında kitap, önemli kimi dinî sembollerin
Şii komünistlerin etki alanının artmasında nasıl bir rol oynadığını göstermeye
çalışıyor. Irak’la ilgili bölüm ayrıca önemli, zira Muhammed Hüseyin Fadlallah
gibi önemli Lübnanlı İslamcı düşünürler ve Abbas Musavi, Suphi Tufeyli ve Hasan
Nasrallah gibi Hizbullah’ın kurucusu olan kimi isimler belirli bir dönem
Necef’te yaşıyor ve eğitim alıyorlar.
Kitap, Irak ve Lübnan komünizmi, ayrıca Şii
mezhepçiliği ile ilgili hâkim yazını eleştirel süzgeçten geçiriyor, sonrasında
İslamcıların yükselişine yol açacak olan sosyo-ekonomik değişimlere ve
dönüşümlere odaklanıyor. Teorik çerçevesi bakımından kitap, Talal Esad’ın
İslamcılık ve sekülerizm tartışmalarından ve Veil Hallak’ın şeriata ve modern
devlete yönelik yaklaşımından besleniyor.
Bu kitap önceki araştırmalarınızla nasıl bir bağa
sahip ya da herhangi bir ayrışma söz konusu mu?
Benim önceki çalışmalarım iki ana hat üzerinde
ilerliyordu. İlkinde ağırlıklı husus, Ortaçağ’daki ve ilk modern dönemdeki Şii
fıkhı ile ilgili çalışmalar ve bu çalışmaların sosyo-politik bağlamlarıydı. Converting
Persia [“İran’a Din Değiştirmek”] ve New Ropes for Royal Tents’: Shi`i
Jurisprudence, Sunnism, and the Traditionist Thought of Muhammad Amin
Astarabadi [“Kraliyet Çadırlarına Yeni İpler: Şii Fıkhı, Sünnilik ve
Muhammed Emin Astarabadi’nin Gelenekçi Düşüncesi] buna örnektir. İkinci hat ise
bilhassa Lübnan’daki modern Şii toplumlarında ulemanın entelektüel dönüşümü ile
alakalı. The Shi’ite Ulama, the Madrasas, and Educational Reform [“Şii
Ulema, Medreseler ve Eğitim Reformu”]; Lebanese Shi’ites and the Marja’iyya
[“Lübnan Şiileri ve Merciyye”] ve The Cleric as ‘Organic Intellectual’ [“
‘Organik Aydın’ Olarak Âlim”] bu alanla ilgili. Necef’e eğitim için gidip
seküler ve modernist konumları (başlı başına özel bir çalışmayı gerekli kılan
şiirsel moderniteyi) ve komünizmi benimseyen güneyli Şii düşünürlere özel önem
gösterdim. [Bu konuda bkz.: Deconstructing the Modular and the Authentic:
Husayn Muroeh’s Early Islamic History [“Modüler ve Otantik Olanı Yapısöküme
Uğratmak: Hüseyin Mürüvvet’in İlk Dönem İslam Tarihi”] Dolayısıyla kitabımız,
bu alanlarda yapılmış kimi araştırmalara dayanıyor, ama ayrıca tarihin Kerbela
üzerinden yorumlanması ve komünist idealler arasındaki ilişkiler dâhil, modern
Şii toplumlarındaki dinî-seküler dinamiklerin karmaşık tezahürleri gibi yeni
meseleleri ele alıyor.
Ben aynı zamanda bu kitapta tarih dışı materyaller de
kullanmak istedim. Şair olmam hasebiyle bu meselelerin bir kısmıyla bağlantılı
olarak edebiyatı ve şiiri de devreye sokmaya çalıştım. Niyetim, altmışlardaki
ve yetmişlerdeki Irak şiirine daha fazla yer ayırmaktı ama olmadı. Bir noktadan
sonra kitap on bölüme ulaştı. Belki bu çalışmayı ileride yaparız.
Militant Women of a Fragile Nation [“Kırılgan Bir Ulusun Militan Kadınları”] isimli ilk
kitabım, çalışma süreci, mezhepçilik ve ulusun cinsiyetler temelinde tecrübe
ettiklerine odaklanıyordu. Yeni kitabımızda ise ben, yirminci yüzyılın ilk
yarısında kapitalizm ve sömürgecilik karşıtı mücadele dâhilinde tarikat ve ulus
ile ilgili kimi tartışmalarıma devam ettim. Mastır tezim Lübnan komünizmi ve
ulusal sorunla ilgiliydi. Bu başlıklar yeni kitapta yeniden ele alındı. Warmed
by France’s Fire or Burnt? The Maronite Clergy and French Colonial Politics in
Lebanon [“Fransa’nın Ateşi Yaktı mı Isıttı mı? Marunî Din Adamları ve
Lübnan’da Fransa’nın Sömürgeci Siyaseti”]; Shi’ite Peasants and a New Nation
in Colonial Lebanon: The Intifada (Uprising) of Bint Jubayl [“Lübnan’ın
Sömürge Olduğu Dönemde Şii Köylüler ve Yeni Bir Ulus: Bint Cubeyl
Ayaklanması”]; Contesting Space: Gendered Discourse and Labor among Lebanese
Women [“Mücadele Mekânı: Lübnanlı Kadınlar Arasında Cinsiyet Söylemi ve
Çalışma Süreci”]; ve Striving for Labor Law: Tobacco Women between French
Colonial Authority and the Lebanese State [“İş Kanunu İçin Mücadele Etmek:
Fransız Sömürge İdaresi ile Lübnan Devleti Arası Dönemde Kadın Tütün İşçileri”]
isimli makalelerim, kadın ve cinsiyet konularına odaklanıyordu, ayrıca bunlar,
çalışan kadınlarla ve kadınların emek mücadelelerinin biçimlendirdiği ve bu
mücadeleleri biçimlendiren aile ve tarikat meseleleriyle ilgiliydi.
Rula ve ben, Irak’taki İslamcılık ve komünizm
arasındaki bağlara daha yakından bakmak istedik, bu nedenle nadiren inceleme
konusu edilen sömürgecilik karşıtı mücadele ve Şiilikle komünizm arasındaki
ilişki konusunda birikimimizden istifade etmeye çalıştık. Aynı zamanda bu kitap
beni yeni bir araştırma alanına taşıdı. Son on yıldır gelişme kaydettiğim,
hakkında birçok ders verdiğim bu alan İslamî düşünce ve ulus-devletle alakalı.
Bu kitabı kimlerin okumasını umut ediyorsunuz, sizce
ne tür bir etkiye yol açacak?
Kitap, çeşitli disiplinlerdeki her türden öğrencinin
ve akademisyenin ilgisini çekecektir. Ama bilhassa Arap tarihi, İslam
çalışmaları, Ortadoğu çalışmaları ve Şii çalışmaları alanında faaliyet
yürütenler bu kitapla özel olarak ilgileneceklerdir. Bu kitabın hâkim İslamcı
hareketleri ve onların ulus-devlet ve modernizmle ilişkilerini anlamada
kullanılan kimi önermeleri ve kavramsal araçları sorunsallaştırmasını umut
ediyoruz. Dinî imiş gibi görünen ama aslında seküler çerçevelerin
biçimlendirdiği fikirleri koşullayan entelektüel katmanlara ve tarihsel
süreçlere daha derinden bakmamız gerekiyor. Ayıca komünist ideallerle Şiilere
ait mücadele/adalet gibi kavramlar arasındaki süreçte değişim gösteren
bağlantıları anlamak için kimi tarihsel dönemlere geri dönüp bakmalıyız. Bizim
Seyyid Musa Sadr’ın dinî liderliğine dair anlayışımız, onunla ilgili
çalışmalardan köklü bir biçimde ayrılıyor. Bize göre, Lübnan’da onunla birlikte
gerçekleşen Şii “uyanış”ının Şiiler arasında solcu ve sömürgecilik karşıtı
mücadelelerin o uzun tarihi ile bir alakasının bulunmadığını söyleyen görüş
külliyen yanlış. Kitap Seyyid Musa’nın Şii komünistlerle çatışmasına ışık
tutuyor ve bu çatışmanın Şiilerin devletle uzlaşma sürecini kolay kılmayı,
böylelikle Şiilerin ulusal modernitede hak iddia etmesine imkân sağlamayı
amaçladığını söylüyor.
Şimdilerde başka hangi projeler üzerine çalışma
yürütüyorsunuz?
Arap şiiri üzerine yeni bir derleme çalışması
yapıyorum, ardından on altıncı ve on yedinci yüzyıl İran’ında ilk dönem Şii
gelenekçi (fıkıh) hareketi ve müçtehidlere yönelik saldırılarla ilgili yazıma
döneceğim. Bu çalışmanın henüz iki bölümünü tamamlayabildim. Makale, ilk dönem
gelenekçilikle ilgili bir dizi önermeyi düzeltme amacını güdüyor, daha da
önemlisi, gelenekçilerin hadisin yüceltilmesine dönük ilgileri noktasında hâkim
olan sosyo-politik bağlamı ele alıyor.
Ben Lübnan’da kadınlar ve savaş üzerine bir araştırma
yapıyorum. Cemaatlerdeki huzursuzluk, iç mücadele ve savaşla ilgili çalışmalar
genelde sadece erkeklerin deneyimlerine ve faaliyetlerine, ayrıca kadınlarla
ilgili düşüncelerine odaklanıyor. Kadınların iç kargaşa, şiddet ve devletin
dağılması dönemlerinde ortaya koyduğu faillik ve gösterdiği katılım nadiren ele
alınan konular. Ben, kadınların yirminci yüzyılın sonundaki iç krizler
esnasında kadınların yükselttiği sesi, yürüttükleri faaliyetleri ve uyguladıkları
stratejileri Lübnan tarihinin merkezine taşımak istiyorum.
Bu kitap, Lübnan’daki tarih ve kimlikle ilgili mevcut
anlayışları ne ölçüde etkileyecek ve değiştirecek?
Bu kitap, akademisyenleri öncelikle dinî hareketlerle
seküler görüşler arasında yapılan ayrımları ve tespit edilen karşıtlıkları
yeniden düşünmeye davet ediyor. Sekülerlere ve seküleristlere genel tanımlar
sunmamız mümkün değil, ayrıca onlara Lübnanlıların özel ve kamusal dünyalarının
biçimlendirilmesinde yan roller de bahşedemeyiz. Bu çalışma, Lübnan toplumunda
belirli seküler fikirlerin ve süreçlerin her yana sirayet ettiğine vurgu yapan
ve bu fikirlerle süreçlerin mezhepçilikle din arasında karmaşık bir arayüzün
oluştuğunu söyleyen çalışmalar için yeni bir alan açmayı umut ediyor.
İkinci olarak kitabın amacı, İslamcıları basit manada
“modern” olarak sunma konusundaki ısrarın temelde modernizm eleştirisini de
davet ettiğini göstermek. Bu noktada Hizbullah’ın İslamcılığı ve Fadlallah’ın
İslamcılığı ile modernitenin ilişkisine sinmiş çift anlamlılıklar ve
gerilimleri ortaya koymaktan da imtina etmemek gerek. Bu grupların modernist
olup olmadığına ilişkin soruya derli toplu ve kati bir cevap vermek mümkün
değil. Kitap, bunların hem modernist olduklarını hem de olmadıklarını göstermeye
çalışıyor, bu noktada ilgili grupların değerlendirilmesinde kullanılan
ölçütlerin belirleyici olduğunu söylüyor, dolayısıyla onların aynı zamanda
postmodernist olarak da görülmeleri mümkün. Hizbullah’a mensup âlimler bu
çelişkileri derinlemesine ele almaya ve bunlara farklı yollardan yaklaşmaya
çalışıyorlar.
Üçüncü olarak kitabın bir amacı da İslamî harekete
dair analizimizde toplumsal sınıf ve sosyo-ekonomik faktörleri de gündeme
almak, bu güçlerin karmaşık tefekkür tarzlarını, hassasiyetleri ve fikirleri
nasıl biçimlendirdiğini görmek. Dördüncü olarak bu çalışma, Hizbullah’ın
merkezî fikirlerinin değişmediğini, ama birçok başka fikir ve uygulamanın
değişim hâlinde olduğunu, bizim Hizbullah ile ilgili doğru bir değerlendirme
yapabilmemiz için tarihsel dönemi belirlememiz gerektiğini ortaya koyuyor. Biz
çalışmada güney Lübnan’ın kurtuluşunu önceleyen dönemi ele aldık, doksanlardan
2001’e dek uzanan süreci inceledik. Bu dönem oluşum aşaması olarak görülebilir.
2005 ise önemli bir dönüm noktası olarak çıkıyor karşımıza. Ama iki yılı aşkın
bir süre önce Suriye’deki ayaklanmalarla bağlantılı başka gelişmeler de var. Bu
nedenle bizim Hizbullah denilen olgunun tamamını analiz etmek yerine, onun
gelişimine ait muhtelif tarihsel safhalara yönelik ayrıntılı bir yaklaşım
ortaya koymamız lazım. Ayrıca takipçileri, destekçileri ve temsilcileri
arasındaki içsel farklılık da görülmeli.
Kitaptan alıntı:
“Komünistlerdeki
seküler adalet anlayışları, Kerbela’nın önerdiği dinî feda ve kefaret
anlayışlarının oluşmasını teşvik etmiştir. […] Irak ve Lübnan’daki modern
manzara ruhanîlik ve dinî deneyim konusunda beklenmedik kimi yollar sunmuştur.
Sonuçta İslamcı ulema ve düşünürlerdeki kaygının sebebi, görünüşe göre, iman
veya dindarlık eksikliği değil, bunların her birinin modern devlette aldıkları
özel biçimle alakalıdır. İslamcıların ısrarla üzerinde durduğu husus, Şeriat’ın
imanın köşe taşı olmasıdır.”
13 Nisan 2016
Ulema ve Komünistler
Bugün Batı’da politik İslam, büyük ölçüde IŞİD’in
şiddet gösterisi ile ve ona ilham veren, toplum ve dine dair dar ve bağnaz bir
anlayışla eşitleniyor. Dolayısıyla İslamî entelektüel ve politik faaliyetin
yirminci yüzyılın başından bugüne dek uzanan mirasını keşfetmek birçok okurun
ilgisini çekiyor. Söz konusu miras, komünist ve solcu gelenekler arasındaki
karmaşık etkileşimin izlerini taşıyor. McGill Üniversitesi’nden Rula Jurdi
Abisaab ile Malik Abisaab’ın kaleme aldığı kitap [The Shi’ites of Lebanon:
Modernism, Communism, and Hizbullah’s İslamists –“Lübnanlı Şiiler:
Modernizm, Komünizm ve Hizbullah’ın İslamcıları”: 2014] tarihin izlerini
sürüyor ve Lübnan’da Şii cemaati ve din adamları arasında bazen simbiyotik
bazen de çatışmalı bir hâl alan ilişkiyi, bunun yanı sıra Irak siyasetinde
ilgili meselelere dair ara sıra gündeme gelen tartışmaları ele alıyor. Her iki ülkeye
dair zengin bir belge birikimine sırtlarını yaslayan yazarlar, bölgedeki
komünist tecrübenin doğuşunu ve çöküşünü detaylı bir biçimde izah ediyor, zaman
içerisinde İslamî parti oluşumları üzerinden geçersiz kılınan solun kusurlarına
odaklanıyor ve İslamî yapıların sola dönük borcunu inceliyor.
Çalışmada ele alınan tarihsel dönem, Osmanlı’nın
çöküşünden Ortadoğu’da devletlerin kurulduğu yirminci yüzyılın ilk aşamasına
dek uzanan kesiti kapsıyor. Yazarlar, bu dönemin iki coğrafî “aşama”sı arasında
sürekli gidip geliyorlar. Bu noktada ilk aşamada Lübnan’ın güneyine bakıyorlar.
Yirmilerde hüküm süren Fransız mandası döneminden başlayarak Şii bölgesinde
meydana gelen toplumsal ve politik değişimleri aktarıyorlar. Bölge, Filistin’i
Osmanlı’ya ve Avrupa’ya başlayan bir ticaret merkezi iken, zamanla yeni
kurulmuş Lübnan isimli ulus-devletin içinde kenara itilmiş bir alan hâline
geliyor. İkinci aşamada ise yazarlar, Irak’taki Necef şehrini ele alıyorlar.
Din okulları ile ünlü olan bu şehir toplumsal-dinî yüzeyde yükselme derdinde
olan her Şii âlimin kaçınılmaz olarak uğradığı bir yer. Ama şehir, Irak’ın
1921’de İngilizlerin himayesi altında kurulması sonrası bir meşruiyet krizi
içine giriyor. Yazarlar, burada da devletin oluşumunu tüm çıplaklığı ile
veriyorlar, devletin kuruluşunun muhtelif toplumsal gruplar, bilhassa
Necef’teki ulema üzerindeki etkilerini inceliyorlar. Bu âlimler onlarca yıl
süren rahatsızlık sürecinin ardından, altmışların sonunda bir rönesansa
tanıklık ediyorlar, ardından da komünist parti ve Marksist düşüncenin nüfuzu
ile yüzleşiyorlar.
Lübnan’da Şii cemaati içindeki önemli isimler Fransız
işgaline karşı çıkmış kişiler. Politik iddiaları her ne kadar tam olarak net
olmasa da bu kişiler sonrasında büyük Suriye ya da büyük Arap devleti fikrini
benimsiyorlar. Bu fikir, esas olarak sadece Lübnanlı Şiiler değil, Osmanlı
sonrası tüm Arap toplumları genelinde hâkim olan belirsizlik ortamının bir
sonucu. Bu ortam, Arap ulus-devletlerinin itiraz edilemeyecek birer gerçeklik
olduğu tespitinin oluşumuna katkı sunuyor. Yazarlar, kitapta sadece seçkinlerin
hareketine ait politik tarihin izleriyle ilgilenmiyorlar, ayrıca kitlesel
politikleşme sürecine yol açan bir dizi toplumsal-ekonomik meseleyi ele
alıyorlar. Bu noktada güney Lübnanlı köylülerin çilesini incelemeye tabi
tutuyorlar, bunun yanında bu köylülerin azınlık konumundaki toprak sahibi
aristokrasi ile ilişkilerine bakıyorlar ve daha önce görmezden geldikleri
devletle temas kurdukça bu aristokrasinin politik nüfuzunun nasıl arttığını
inceliyorlar.
Kitapta Lübnan’daki toplumsal hareketlerin doğuşuna,
politik parti ve örgütlerin oluşumuna ve bunların modern Lübnan devleti ile
kurdukları ilişkilere eşlik eden kültürel ve entelektüel değişimlere dair
kapsamlı bir analize yer veriliyor. Lübnanlı Şiiler, kısmen farklı tarihsel
akımların kesişiminde gelişme imkânı bulmuş önemli politik hareketlerin
entelektüel tarihinin bir parçası, ayrıca Batı modernitesinin tüm epistemolojik
bagajını yükleniyor. Söz konusu modernite yeni teknolojileri, özellikle kurumsal
ve örgütsel kimi yenilikleri beraberinde getiriyor. Bu yeniliklerden biri de
politik partinin kendisidir. Bu olgu söz konusu hareketlerin kaynaklarını
seferber etmelerine ve “geleneksel” muadillerinden farklı bir yoldan kendi
toplumsal taleplerini dillendirmelerine imkân sağlıyor.
Bunun dışında kitap, Şii ulema denilen o özel
toplumsal sınıfın Osmanlı’nın çöküşü ile yaşanan politik karışıklıkla ve modern
bir devletin kurulması süreciyle cebelleşmek için verdiği mücadeleyi ele
alıyor. Fransız ve İngiliz kurumlarının sömürgecilikten kalma mirası, kültür ve
aidiyet meselelerini gündeme getiriyor. Burada çoğunlukla gelenek-modernite
veya din-sekülerlik gibi ikilikler belirleyici rol oynuyor. Marksizm sadece
devletin, kapitalizmin ve sömürgeciliğin yeni sosyo-ekonomik kurgusunu anlama
konusunda bir dil sağlamakla kalmıyor, ayrıca toplumsal gerçekliğe dair “meşru”
bilgiyi neyin teşkil ettiğine dair geleneksel uzlaşmayı istikrarsızlaştıran
farklı bir ilerleme anlayışını gündeme getiriyor. Diğer Batılı politik
ideolojiler gibi Marksizm de bu fikirlerin ilerlemesi için gerekli olan politik
partinin çerçevesini teşkil ediyor. Marksizme kazanılmış olan Şii liderler,
toplumlarını yeniden teşkil eden değişimlere yönelik uygun araçlardan yoksun
olmaları sebebiyle, modernizm öncesi Lübnan’ın toplumsal, hukukî ve politik
kurumları arasında karmaşık bir denge kuruyorlar.
Abisaab & Abisaab’ın kitapta net biçimde
gösterdiği üzere, Lübnanlı Şii Müslümanlara göre, Marksizm hem kültürel kimliği
hem de politik eylemi yeniden değerlendirmede en yıkıcı dünya görüşü olduğunu
kanıtlamıştır. Zira Marksizm devletin zulmü ve ağır toplumsal eşitsizlikleri
ifşa etme noktasında gerekli sözlükçeyi sunmuştur. “Ulema Evlerinde
Komünistler” isimli bölümde bir dizi Lübnanlı âlim ile öğrencileri arasında
yaşanan şiddetli tartışmalara yer verilir. Bu öğrencilerin bir kısmı Marksist
fikirleri benimsemiş, böylelikle dünyaya dair tarihsel materyalist anlayışa
sahip olmuştur. Marksizm örgütlü politik eylem için hem bir alet çantası hem de
iman ve metafizik ile ilgili meselelerin tartışıldığı genel felsefî çerçeve
hâline gelmiştir. Marksizmin nüfuzunun kapsamı en açık biçimde merci olan
Seyyid Muhsin Emin’in üç oğlunun hayatlarında görülmektedir. Güney Lübnan’ın
önde gelen fakihlerinden olan Emin’in üç oğlu da Marksizmle farklı yollardan
bir muhabbet içerisine girmiştir. Haşim ismindeki oğlu Necef’te eğitim görmüş,
ülkesine sadık bir ateist, Marksist aydın olarak geri dönmüş, Lübnanlı
komünistlerle yaşadıklarından sonra dine tekrar bağlanmıştır. Seyyid Cafer ise
bir dizi aktivist hareketi adına devletle çatışma içine girmiş, sonrasında
hapse atılmış, komünistlerin hain suçlaması üzerinden onlardan kopmuş, gene de
köylülerin toplumsal davasına sadakatini hiç yitirmemiştir.
Diğer bir Lübnanlı din âliminin oğlu olan Hüseyin
Mürüvvet daha iniş çıkışlı bir tecrübeye sahip olmuştur. Mürüvvet, din eğitimi
için Necef’e gitmiş, İslamî gelenek bağlamında “aydınlanma” ve “ilerleme”
anlayışlarını benimsemiştir. Bu anlayışlara dair metinleri sömürgecilik karşıtı
mücadelenin merceği üzerinden okumaya tabi tutan Mürüvvet Marksist olmuş,
altmışlarda Lübnan Komünist Partisi’nin önemli ideologlarından biri hâline
gelmiştir. Mürüvvet, Şam ve Bağdat’taki solcu faaliyetlerin o seküler dünyası
ile Necef’in dinî yapısı arasında gidip gelmiştir. Abisaab & Abisaab’ın
tespitiyle: “Bağdat’ta dinî kıyafetini ve türbanını çıkartıp görünümünü
değiştirmektedir. Necef’e giderken de bunları tekrar giymektedir.” [s. 70].
Mürüvvet, on dokuzuncu yüzyıl sonunda ortaya çıkan Nahda (uyanış) hareketinin
dile getirdiği entelektüel sorgulama sürecinin önemli bir temsilcisidir. Bu
dönemde içteki reform ve Batı’nın nüfuzu Arapça yazıyı ve Arap felsefesini
yeniden biçimlendirmiştir. Nahda’nın edebiyat ve politikayı birbirine
harmanlayan pratiği geride köklü bir miras bırakmıştır: Necefli birçok din
âlimi aynı zamanda şairdir. Dinî müfredatın önemli bir kısmı, aynı zamanda
yetmişlerden sonra modern İslamî politikanın öncülerinden biri olan Muhammed
Hüseyin Fadlallah’ın eserleri birçok şiiri içermektedir.
Lübnanlı komünistlerle yaptığı mülâkatlar üzerinden
Abisaab & Abisaab, parti üyelerinin Hz. Hüseyin’in şehadetinin anıldığı
Aşura törenlerini toplumsal meseleler konusunda halkı bilinçlendirmek için
kullandıklarını ortaya koymaktadır. Örneğin bir seferinde işçi bayramı On
Muharrem’e denk gelmiş, komünistler Aşura’yı devlet karşıtı bir gösteriye
dönüştürmüş, eylemde Şiilerin ve Marksistlerin zulüm ve adaletsizlik karşıtı
ifadelerine başvurulmuştur. Yıllar sonra Şii partisi Emel’in kurucusu Musa Sadr
ve Hizbullah da aynı şeyi yapar. Bu türden politik bağdaştırma girişimleri
İtalya’da komünistlerin kitleleri harekete geçirme konusunda Hristiyan
ritüelleri ve uygulamaları ile kurdukları ile ilişkileri andırır. David Kertzer
Yoldaşlar ve Hristiyanlar isimli çalışmasında bu türden çalışmalara dair
bir açıklama sunmaktadır.
Lübnan’da Şiiler, ister komünistlerin isterse ulemanın
çabaları sonucu, devlet iktidarından büyük ölçüde dışlanmış durumdadır.
Kimlikleri üzerinden derin bir kriz içerisindedir. Irak’ta ise komünist parti
üyeleri ekseriyetle Şii’dir ve devleti kontrol altına alma noktasına
gelmişlerdir. Sonuçta komünistlerle Şiiler arasındaki ilişki daha çatışmalı bir
nitelik arz eder, zira gücü giderek artan parti büyük toprak sahipleri sınıfını
zayıflatacak toprak reformları için bastırmaktadır. Dinî sınıfın politikadan bağımsız
oluşuna tarihsel planda katkı sunan husus ise bu sınıfın mali güvenliğini
sağlayan güçlü toprak sahipleri ile kurduğu ittifaktır. Abisaab &
Abisaab’ın da ifade ettiği üzere, Iraklı komünistler kırklarda İngiliz
sömürgeciliğine karşı sürdürülmüş olan direnişin ön cephesinde olmuşlardır.
1958’de iktidara gelişinde komünistlerin devrimci çabalarının önemli etkisinin
bulunduğu Abdülkerim Kasım’ın Aile Durumu Kanunu din âlimlerinin özel ve
kamusal hayatı yönetme imkânını tehdit etmiştir. Sahip oldukları nispi güce
bağlı olarak Iraklı komünistler Şii kimliği ile ilerici veya solcu toplumsal
değişim anlayışını harmanlama konusunda Lübnanlı muadilleri kadar rahat
değillerdir. Abisaab & Abisaab kitaplarında Iraklı solcu militanların ve
aydınların şiirlerinden ve diğer yazılarından epey alıntı yaparlar. Bu
komünistler Kerbela, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali gibi tarihsel Şii motiflerine
başvurmaktadırlar.
Modern Şii politikası Irak komünistlerinin en parlak
döneminde ortaya çıkar. Bu dönemde, 1957 yılında İslamî Dava Partisi kurulur.
Sonrasında söz konusu politika yetmişlerde Lübnan’a yayılır. Ardından bilhassa
Bakır Sadr ve Lübnanlı öğrencisi Muhammed Hüseyin Fadlallah’ı içeren küçük din
âlimi grubu komünistlerin eski muhafızının genç nesilleri etkileyememesini
eleştirir ve pratikte daha solcu bir dil benimser. Günümüz politik İslam’ının
bu öncü isimleri bile Dava gibi politik partilerle aynı safta buluşmaz. Bu,
ulema sınıfının geleneksel manada doğrudan politikayla uğraşmaya dönük hamlesi
konusunda ısrarcı olduğunun bir kanıtıdır. Abisaab & Abisaab, ulema sınıfı
içerisindeki dinginlik ve eylemlilik arasında vücut bulan bu gerilime dair
detaylı bir analiz sunmaktadır. Söz konusu çatışma Sadr’ı geleneksel manada Şii
içtihadı çalışmış önde gelen âlimleri temsil eden “merci” anlayışının
“kurumsallaştırılması” noktasında yeni yollar üzerinde tefekkür etmeye iter. Bu
muhtemelen, ilkin İran’da Ruhullah Humeyni’de görülen, parti yapılarını aşan
bir liderlik rolünü üstlenmeye dair bir stratejidir. Bir zamanlar kültürel
durgunluğun sembolü olarak algılanan Necef, Sadr’ın nüfuzu ile birlikte
bölgedeki politik Şii mücadelesinin ana merkezi hâline gelir. Genç Şii öğrenciler
Sadr’dan eğitim almak için Lübnan’dan ve başka yerlerden bu şehre gelirler.
Sadr Marksizmin ve tarihe, felsefeye dair diğer materyalist anlayışların ilk
eksiksiz İslamî eleştirisini kaleme alır.
Gramşici bir hattı takip eden Abisaab & Abisaab,
modern politik partinin yapısının sömürgeci devlete meydan okuma ya da onu ele
geçirme mücadelesinde toplumsal değişimin ana merkezi hâline gelişinden
bahseder. Aktardıklarına göre, Bakır Sadr “komünizmle rekabet etmek için her
türden İslamcı hareketin ekonomik ilişkileri, devlet yasamasını ve toplumsal
adaleti ele almak zorunda olduğunu kavramıştır.” (s. 97-98). Altmışlarda aslen
Lübnanlı olan İranlı diğer bir din âlimi Seyyid Musa Sadr sonrasında Emel ismini
alacak olan, Lübnan’daki partinin kurulup yönetilmesinde önemli bir rol oynar.
Musa Sadr solcuların üzerinde durduğu toplumsal meseleler üzerinden hareket
eder, ama bir yandan da komünistlerin eskiden beri mücadele ettiği devletin
mezhepsel düzenlemesine uyum gösterir. Abisaab & Abisaab’a göre, Musa Sadr
ulemanın otoritesini muhafaza etmek, böylelikle Yüksek İslamî Şii Şurası’nı
teşkil etmek niyetindedir. Yazarların Musa Sadr ile ilgili olarak onun
Lübnan’da “dinî farklılığı arttırdığına” dair ifadeleri nispeten kötümser bir
dil içermektedir. Zira Musa Sadr, her türden politik diyalogun ve dinî
teşebbüsün içinde aktif olarak yer almıştır. Önde gelen laik ve dindar âlimleri
seminer ve konferanslar için bir araya getiren, 1946’da kurulan Lübnan
Toplantıları isimli aydın derneğine katılmıştır. Ama gene de Musa Sadr’ın
Libya’da ortadan kaybolması ardından, sonraki dönem Emel hareketinin 1975-1990
arası dönemde yaşanan Lübnan iç savaşında her türden milis kuvveti kadar
çeteleştiğinden de bahsetmek gerekir.
İsrail’e karşı Hizbullah liderliğinde yürütülen
örgütlü İslamî direnişin oluşumu Lübnan’daki Şii politikasında bir dönüm
noktasına işaret eder. Abisaab & Abisaab Hizbullah’ın doğuşunu gayet iyi
izah etmektedir. Onlara göre, Hizbullah “politik ve kamusal bir din”i
savunmakta, “Humeyni’nin velâyeti fakih teorisini İsrail karşıtı kurtuluş
hareketinin yerelde güttüğü amaçlara uydurmaktadır.” (s. 126). Hizbullah
aslolarak sadece İsrail’le mücadeleye odaklanmak üzerinden Emel’den kendisini
ayırır. Yazarların inceledikleri politik tarih epey teferruatlı olsa da kitapta
bir husus öne çıkmaktadır: komünistlerin ve İslamcıların direnişe başvurmaları
arasındaki farklılık. Komünist parti bilhassa seksenlerde dâhil olduğu İsrail
karşıtı mücadeleye Filistin yanlısı veya İsrail karşıtı örgütlerle birlikte
katılmıştır. Eğer komünistler ve İslamcılar ahlâkî doğrulukları ile
tanınıyorsa, komünistlerin zaman içerisinde bu doğruluğu yitirdiğini, bunun da
İsrail işgaline karşı cılız bir tepki geliştirmelerinin bir sonucu olduğunu
görmek gerekir. Oysa Hizbullah bu süreçten daha etkili bir örgüt olarak çıkmayı
bilmiştir.
Burada önemle üzerinde durulan husus, komünistlerin
sahip olduğu genel kültürle (en azından Şii) İslamcıların genel kültürünün çok
fazla örtüşmüş olmasıdır. Her iki hareketin öne çıkmasının sebebi, sahada
yürüttükleri politik faaliyetlerinin devletle etkileşime girme veya politik
partiler üzerinden kitleleri seferber etme, hatta militan eylemlere imza atma
konusunda sahip olduğu etkidir. Kitabın geri kalan kısmında esas olarak
Hizbullah’ın Lübnan devleti ile ilişkileri, örgütün iç savaş sonrası dönemde politik
ortamla münasebetleri, İsrail işgaline karşı yürüttüğü başarılı direniş ve
2000’de toprakların özgürleştirilmesi üzerinde durulmaktadır. Bugün Lübnan
toplumunda hâkim olan kamusal İslam’ın farklı biçimlerine değinen yazarlar,
politikleşmiş İslam ile modernitenin uyumluluğu meselesine dair karmaşık bir
teorik tartışma yürütmektedirler. Kitapta öne çıkan temalarla uyum arz etse de
bu çaba, yazarların politik aktörlerin muğlâk bir modernite anlayışı ile nasıl
başa çıktıklarına dair ilk anlama gayretleri ile karşıtlık arz etmektedir.
Yazarlar İslamcıların “modern” olup olmadıkları üzerinde durmaktadırlar.
Daha geniş bir düzeyde yazarlar, sömürgecilik sonrası
devletlerin politik tecrübelerine dair düşünce geliştirme noktasında üç önemli
görevi başarıyla ifa etmektedirler. İlk görev bağlamında yazarlar, İslamî
politikaya ait mirasın anlaşılmasının, korunmasının hatta “modernize”
edilmesinin Ortadoğu olarak bilinen bölgedeki muhtelif devletlerin tarihlerine
dair derinlikli bir incelemeyi gerekli kıldığı iddiasındadırlar. İkinci görev
bağlamında bu kitabın iyi yaptığı bir şey de İslamcı ideolojilerin ve politik pratiklerin
İslam’a ait kimi sabit, tarih dışı öğretilerden ve usullerden çok, bu
hareketlerin içinden çıktıkları muhtelif toplumsal-ekonomik bağlamlara bağımlı
olduğunu göstermesidir. Üçüncü ve son görev bağlamında ise yazarlar, modernite
fikrinin dinî kimliklerin reddedilmesi veya onaylanmasından çok daha karmaşık
ve çok daha acil bir mesele olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadırlar.
Beşir Saadî
1 Şubat 2016
Kaynak
Türkistanlı Komünistlere
Bu mektup, Lenin tarafından kaleme alınmış, Tüm Rusya
Merkezî Yürütme Komitesi ile Halk Komiserleri Konseyi’ne bağlı Türkistan
komisyonuna çekilen bir telgrafla birlikte gönderilmiştir. Komisyon G. I.
Bokia, F. I. Goloşçokin, V. V. Kuyibişef, Y. E. Rudzutak, M. V. Frunze ve S. Z.
Eliava’dan oluşmaktadır. Devlet ve parti organı olarak tüm yetkileri haizdir.
Ana görevleri, Türkistan halkları ile Sovyet Rusya arasındaki birliği
güçlendirmek, Sovyet iktidarını perçinlemek, Türkistan’daki millet
politikasında yapılan hataları düzeltmek ve parti çalışmalarının
geliştirilmesini sağlamaktır. Komisyon üyeleri, Tüm Rusya Merkezî Yürütme
Komitesi ile Halk Komiserleri Konseyi’nin 8 Ekim 1919 tarihli talimatına uymak
zorundadır. Bu talimatta, Türkistan halklarının kendi kaderini tayin hakkına,
milletlerarası tüm eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına ve tek bir milliyetin
elinde bulundurduğu imtiyazların devre dışı bırakılmasına işaret edilmektedir.
Bunlar, Sovyet Rusya hükümetinin temel politikası olarak tüm organların
çalışmalarında rehber niteliğindeki ana ilkelerdir. Türkistan’daki emekçi
kitlelerin Rusya işçi ve köylülerine yönelik, uzun yılları bulan Rus çarlık
idaresine bağlı olarak eskiden beri varolan güvensizliği ancak bu şekilde
aşılacaktır. Türkistanlı emekçiler, bu kararı memnuniyetle karşılamışlardır.
Türkistan Komünist Partisi Bölge Komitesi, bu partiye bağlı Müslüman Bürosu ve
Türkistan Merkezî Yürütme Komitesi başkanlığı Lenin’in mektubunu incelemiş,
komisyon başkanı Eliava’nın raporunu dinlemiş, ardından, şu kararı almıştır:
“Tarihin Üçüncü Enternasyonal’in ve partimizin merkez komitesinin talimatlarına
uygun bir biçimde karşımıza çıkardığı görevleri ifa etmeye söz veriyoruz.” Ocak
1920’de Lenin’in mektubu, Türkistan Komünist Partisi Beşinci Genel Bölge
Konferansı’nda tartışılmıştır. Konferans Lenin’e, komünistlerin hatalarını
düzelteceklerine dair bir sözün ve Türkistan komisyonunun oybirliği ile aldığı
desteğe dair ifadelerin yer aldığı bir mektup göndermiştir.
* * *
Yoldaşlar, size Halk Komiserleri Konseyi ve Savunma
Konseyi başkanı değil, bir parti üyesi olarak hitap etmeme lütfen izin veriniz.
Türkistan halklarıyla düzgün ilişkiler kurulmasının
bugün Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti için çığır açacak, muazzam bir
önemi haiz olduğunu söylemek abartılı bir yaklaşım olarak görülemez.
Sovyet işçileri ve köylüleri cumhuriyetinin zayıf,
bugüne dek ezilmiş milletlere yönelik tavrı, bütün Asya, dünyanın tüm
sömürgeleri ve milyarlarca insan için pratikte çok önem arz etmektedir.
Bu meseleyle yakından ilgilenmenizi, Türkistan
halklarıyla yoldaşça ilişkiler kurulması konusunda etkili bir emsal teşkil
etmenizi ve bu halklara başını Britanya emperyalizminin çektiği dünya
emperyalizmine karşı amansız bir mücadele verme, Büyük Rus emperyalizminin tüm
izlerini silme arzusu konusunda samimi olduğumuzu eylemlerinizle göstermenizi
sizden ısrarla rica ediyorum. Türkistan Komisyonu’na azami itimadı göstermeniz
ve onun içeriği ve ruhu Tüm Rusya Merkezî Yürütme Komitesi’nce belirlenmiş
talimatlarına tümüyle bağlı kalmanız gerekmektedir.
Bu mektuba kendi yaklaşımınızı gösteren bir cevap
kalem almanızı takdirle karşılayacağım.
Komünist selamlarımla,
V. Ulyanov [Lenin]
22 Kasım 1919
Kaynak
Kapitalizm ve Özgürlük
ABD’de birçokları, özgürlükle demokrasinin
kapitalizmle sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu düşünür. Kapitalizm ve Özgürlük
isimli kitabında Milton Friedman daha da ileri giderek, kapitalizmin demokrasi
ve özgürlük için gerekli bir koşul olduğunu iddia eder.
Kapitalizmin zahiren, yaşadığı yayılma ile birlikte,
bireysel özgürlükleri muazzam ölçüde genişlettiği doğru, ama bir yandan da
nispeten daha demokratik politik örgütlenme biçimleri için halklar mücadele
içerisine girdiler. Kapitalizmin özgürlüğü ve demokrasiyi temelde engellediği
iddiası, bu sebeple birçoklarına tuhaf gelecektir.
Kapitalizmin bu değerlerin yayılmasını engellediğini
söylemek, kapitalizmin özgürlük ve demokrasiye her durumda ters düştüğünü iddia
etmek demek değil. Aksine birçok temel süreçlerin işleyişi üzerinden kapitalizm
özgürlük ve demokraside tedavi edilmesi mümkün olmayan birçok ağır hasara yol
açıyor. Kapitalizm, özgürlük ve demokrasi konusunda belirli sınırlandırılmış
biçimlerin ortaya çıkmasını teşvik ediyor, ama aynı zamanda bunların
gerçekleşmesi konusunda belirli bir alt eşik dayatıyor.
Bu değerlerin merkezinde ise kendi kaderini tayin
hakkı duruyor. Bu, insanların yaşam koşullarına karar verme becerisini en geniş
manada haiz olması gerektiği inancına işaret ediyor.
Bir kişinin eylemi sadece o kişiyi etkiliyorsa, o
vakit onun başkasından izin istemeden bu faaliyete girebilmesi gerekiyor.
Özgürlüğün bağlamı budur. Ama bir eylem başkalarının hayatlarını etkiliyorsa, o
vakit diğer insanların ilgili faaliyete dair bir çift sözü olması gerekiyor.
Her iki durumda da ana mesele, insanların hayatlarının aldıkları biçimi mümkün
olduğu ölçüde kontrol edebilmeleri.
Pratikte her tercih başkalarını etkiler. Herkesin
kendisini ilgilendiren her karara katkı sunması mümkün değil, bu türden
kapsamlı demokratik katılımda ısrarcı olan her türden toplumsal sistem,
insanların sırtına tahammül edilemeyecek bir yük bindirir. Bu nedenle bizim
özgürlük meseleleri ile demokrasi meseleleri arasında ayrım yapmak için bir
dizi kurala sahip olmamız gerekiyor. Toplumumuzda bu türden bir ayrım, genelde
özel alan ve kamusal alan arasındaki sınıra referansla birlikte konuluyor.
Özel alan ile kamusal alan arasındaki bu çizginin
doğal ya da kendiliğinden bir yönü yok. Bu çizgi toplumsal süreçlerce çekiliyor
ve muhafaza ediliyor. İlgili süreçlerin dayattığı görevler karmaşık bir yapı
arz ediyor ve çoğunlukla itirazlara yol açıyor.
Devlet özel alanla kamusal alan arasında bazı sınırlar
çekiyor ve bazı sınırları da kaldırıyor ya da toplumsal normlar olarak çözüyor.
Özel alan ile kamusal alan arasındaki sınır çoğunlukla belirsiz bir nitelik arz
ediyor. Tam manasıyla demokratik bir toplumda sınırın kendisi demokratik
müzakerenin konusunu teşkil ediyor.
Kapitalizm anlamlı bir demokrasinin kapsamını daraltıp
gerçek bireysel özgürlüğün gerçekleşmesini sınırlandıran bir yoldan, özel alan
ve kamusal alan arasına bir sınır çekiyor. Bunun beş şekilde yapıldığı
görülüyor:
1. “Ya çalış ya da açlıktan öl” özgürlük değildir.
Kapitalizm piyasa üzerinden gelir peşinde olma ve özel
servet biriktirme çabası ile yakından bağlantılıdır. Bu “özel” faaliyetlerden
kaynaklanan ekonomik eşitsizlikler kapitalizmin doğasına özgüdür ve felsefeci
Philippe van Parijs’in “gerçek özgürlük” dediği alan dâhilinde eşitsizlikler
üretir.
Özgürlükten neyi kastedersek edelim, onun “hayır” deme
becerisini içeriyor olması gerek. Zengin bir kişi, ücret karşılığı çalışmama
konusunda özgürce karar verebilirken, fakir bir kişi, bağımsız geçim
araçlarından yoksun olmakla böyle bir şeyi kolaylıkla yapamaz.
Ama özgürlüğün değeri bundan daha derindir. O kişinin
hayat planları üzerinden pozitif yönde eyleme geçme becerisidir de. Kişi bu
noktada sadece cevabı değil, sorunun kendisini de seçer. Zengin ailelerin
çocukları kariyerlerinde ilerlemek için ücretsiz stajlardan istifade
edebilirken, fakir ailelerin çocukları bunu yapamaz.
Kapitalizm birçok insanı gerçek özgürlükten bu şekilde
mahrum eder. Zenginliğin ortasında sefalet kendi kaderini tayin hakkı için
gerekli kaynaklar ile tüm diğer maddi kaynaklar arasındaki kurulmuş olan
denklem sebebiyle varolabilmektedir.
2. Karar veren kapitalistlerdir.
Özel alanla kamusal alan arasındaki sınırın kapitalizm
dâhilinde belirlenmesi süreci çok sayıda insanın demokratik kontrolden
dışlanmasına sebep olur. Belki de özel sermaye sahipliğine eşlik eden en temel
hak, özçıkar temelinde yatırım yapma ve yapmama hakkıdır.
Bir şirketin üretimi bir yerden başka bir yere taşıma
kararı özel ve kamusal alanda insanların hayatlarına radikal bir etkiye sebep
olsa bile, bu karar gene de özel bir karardır. Gücün özel ellerde toplaşması
meselesinin kaynakların verimli bir şekilde tahsisi için gerekli olduğu iddia
edilse de bu türden kararların demokratik kontrolün dışında tutulması sermaye
sahipleri dışında herkesin kendi kaderini tayin etme becerisini azaltacaktır.
3. Dokuza beş zulümdür.
Kapitalist şirketler işyeri diktatörlükleri olarak
örgütlenirler. İşletme sahibinin gücünün önemli bir bileşeni ise çalışanlarına
ne yapacaklarını söyleme hakkına sahip olmasıdır. Bu, iş sözleşmesinin temelini
oluşturur: iş arayan kişi, ücret karşılığında patronun emirlerine uymayı kabul
eder.
Elbette bir patron işçilere önemli bir özerklik
sağlama konusunda serbesttir. Kimi durumlarda bu, işin kârı maksimize edecek
şekilde örgütlenmesi için gerekli bir yoldur. Ama bu türden bir özerklik
işletme sahibinin isteği doğrultusunda verilir ya da geri alınır. Kendi
kaderini tayin etme meselesi anlayış olarak sağlam bir temele sahip değildir,
bu da özerkliğin seçkinlerin özel tercihlerine bağımlı olmasına neden olur.
Kapitalizmi savunan bir kişinin patronun kurallarından
hoşlanmayan bir işçinin her daim işi bırakıp bırakamayacağına dair soruya cevap
bulması gerekir. Ama tanım itibarıyla işçiler bağımsız geçim araçlarından
mahrum olduklarından, işi bıraktıklarında yeni bir iş aramak zorunda kalacak,
kapitalist şirketlerde mevcut olan iş imkânlarının ölçüsü dâhilinde patronun
emirlerine tabi olmaya gene de devam edecektir.
4. Hükümetler kapitalistlerin çıkarlarına hizmet
etmek zorundadır.
Özel sermayenin önemli yatırım kararlarını kontrol
etmesi kamu kurumlarını kapitalistlerin çıkarlarına uygun kurallar ve yasalar
oluşturmaya mecbur eder. Yatırım imkânlarının sıfırlanması ve sermaye
hareketliliğinin azalması ile ilgili tehdit her daim kamu politikası
tartışmalarının arka planını teşkil eder, dolayısıyla ideolojik yönelimleri ne
olursa olsun siyasetçiler, iyi iş ortamını muhafaza edip sürdürme meselesini
sürekli dert edinmeye mecburdurlar.
Bir sınıf diğerleri karşısında öncelikli olduğu sürece
demokratik değerler boştur.
5. Politik sistemi seçkinler kontrol eder.
Son olarak zengin insanların politik iktidara erişimi
diğerlerine nazaran daha fazladır. Tüm kapitalist demokrasilerde durum bu
şekildedir, politik iktidardaki servete bağlı eşitsizlik kimi ülkelerde daha
fazladır.
Daha fazla erişim imkânına sahip olmayla ilgili özgül
kimi mekanizmalar vardır ve bunlar farklılık arz ederler: politik kampanyalara
yapılan katkılar; lobi faaliyetlerinin finanse edilmesi; seçkinlere ait her
türden toplumsal ağ; rüşvetler ve diğer yolsuzluk biçimleri.
ABD’de politik amaçlar konusunda özel kaynaklarını
devreye sokma becerisini sınırsız bir biçimde kullanan sadece zengin bireyler
değildir, bu tür imkânlardan kapitalist şirketler de istifade edebilmektedir.
Politik iktidara farklı erişim imkânları en temel demokrasi ilkesini de boşa
düşürmektedir.
¤ ¤ ¤
Bu sonuçlar bir ekonomik sistem olarak kapitalizmde
yaygın olarak görülmektedir. Bu, kapitalist toplumlarda ilgili sonuçların kimi
vakit azaltılamadığı anlamına gelmez. Farklı yer ve zamanlarda özgürlük ve
demokrasi dâhilinde kapitalizmin yol açtığı deformasyonu telafi etmek için
birçok politika devreye sokulur.
Bu noktada özel yatırım alanına kamusal kimi
sınırlamalar getirilir, böylelikle kamusal alanla özel alan arasındaki net
sınır aşınır; güçlü bir kamu sektörü ile aktif devlet yatırımı biçimleri
sermaye hareketliliği tehdidini zayıflatabilir; seçimlerde özel servetin
kullanımına sınırlama getirilmesi ve politik kampanyaların kamu eliyle finanse
edilmesi zenginlerin politik iktidara erişim konusunda ellerinde
bulundurdukları imtiyazları azaltabilir; çalışma kanunu hem politik alanda hem
de işyerlerinde işçilerin kolektif gücünü artırabilir; kapsamlı ve çeşitlilik
arz eden sosyal yardım politikaları özel servete erişim imkânı bulunmayanların
gerçek özgürlüklerini artırabilir.
Politik koşullar uygun olduğunda kapitalizmin
anti-demokratik ve özgürlüğü kısıtlayıcı yönlerinin etkileri hafifletilse de
tümüyle ortadan kaldırılamaz. Kapitalizmin bu şekilde ehlileştirilmesi tüm
dünya genelinde kapitalist ekonomiler dâhilinde faal olan sosyalistlerin
savundukları politikaların merkezî hedefi olagelmiştir.
Oysa özgürlük ve demokrasi tam anlamıyla
gerçekleştirilecekse, kapitalizmin sadece ehlileştirilmesi yetmez. Onun
aşılması gerekir.
Erik Olin Wright
12 Nisan 2016
Kaynak